“LAİLAHE İLLALLAH MUHAMMEDUN RASULULLAH “ MÜSLÜMANLARIN DÜŞÜNCE TEMELİDİR
|
|
Allah Teâla buyurdu ki:
“Ey insanlar! Size Rabbinizden bir burhan (Muhammed)
geldi ve size apaçık bir nur (Kitap) indirdik. İşte
Allah’a iman edip O'na sarılanları Allah, kendi katından bir
rahmet ve lütufa (cennete) koyacak ve onları kendisine
varan doğru yola (İslâm’a) iletecektir.”
*
Kuşkusuz erdemli insan; düşüncesine
belirli bir temel/kaide kazandırabilmiş kimsedir.
Eğilimlerini yönlendiren hayatta bir bakış açısını, düşünce
binasını belirleyen, birbiri ile çatışmaz ve çelişmez bir
biçimde kendisinde belirli bir motifi sağlayacak olan bu kaide;
o insanda sabit bir eğilimi, yönelişi; kalıcı, sarsılmaz
tavrı ile net, çok açık sözlü olma gibi bir karakteri doğuracaktır.
Ancak söz konusu fikri kaidesi olmayan bir
insanın çok çelişkili ve mütekamil olmayan bir düşünce
yapısına sahip olduğu kuşkusudur. Onun da ötesinde hep
çelişkili ve zıt, tutarsız düşüncelerin sentezi vardır o
kişide. Zihnindeki her bir düşünce birbiri ile çatışma
halindedir. Bu insanın, taşıdığı düşünceye güveni
yoktur. İfade ettiği düşünceyi benimsememiştir.
Takınacağı belirli bir tavrı da yoktur. Onun düşünceleri
daima her türlü rüzgara kapılabilir bir durumdadır. İşte
o kişide çok çeşitli motifleri olan ve bunalımlı bir
karakter oluşturan budur. Kuşkusuz düşük/düzeysiz karakter
de böylesi bir karakterdir.
Bundan dolayıdır ki Aziz ve Celil olan
Allah Müslümanların akidesinin, Müslüman birey için düşüncesinin
temeli ve tüm eğilimlerinin dayanağı olmasını istemiştir.
Yüce Allah (cc) buyurdu ki:
“Ey iman edenler! Hepiniz sulha (İslâm’a)
girin.”
*
İslâm akidesi insan düşüncesinin bir
parçasına değinen ve onun düşüncelerini sınırlı
sayıda ilgi alanına çeken dinlerin akideleri gibi değildir.
Aksine o akide, bütünü ile anlaşılması ve benimsenmesinden
sonra Müslüman bireyin düşüncesini, kültürünü ve tüm
görüşlerini zeminine oturtmasının zorunlu olduğu bir
akide/paradigmadır. Bu akideye ters düşen hiçbir düşünce
ve anlayışı sahiplenmez. İşte İslâm akidesini -her
şeyde- fikri bir kaide olarak algılamanın anlamı
budur. Allah Rasulü (sav)’e inen ilk ayeti de bu bağlamda
anlayabiliriz:
“Yaratan Rabbinin adı ile oku.”
*
Bu bağlamda Müslümanın, herhangi bir
haber veya düşüncenin duyumunu aldığında, herhangi bir
konuyu okuduğunda ve herhangi bir olayı müşahede ettiğinde,
hulâsa tüm durumlarda akidesini ve kapsamındaki düşünce yapısını
(davranışlar kuramını) göz önünde bulundurup değerlendirme
yapması gerekmektedir. Bu durumda onun zihni, akidesi ile
bağdaşmayan hiçbir düşünceyi kabul etmeyecektir.
İslâm akidesi insanın büyük düğümünü
oluşturan temel sorununa kesin bir cevaptır. Kuşkusuz o,
insanın, evrenin ve şu hayatın aslına ve sonuna ilişkin en
keskin cevabı vermektedir. İnsanın bu hayatta varlığının
anlamı ve gayesinin isabetli yorumunu yapan odur. Böylece İslâm
akidesi insan kültürünün kaynağı ve dünya hayatında
yolunu aydınlatan bir kandil olmaya namzettir. Yüce Allah
buyurdu ki:
“Ölüyken dirilttiğimiz (kâfirken
hidayet verdiğimiz) ve kendisi için insanlar arasında yürüyebileceği
bir nur ihsan ettiğimiz, kem karanlıklar içinde kalıp bir türlü
oradan çıkamayan kimse gibi olur mu hiç?”
*
Çünkü İslâm akidesi Allahu Teâla’nın
tüm peygamberlerine vahyettiği katıksız en doğru akide
olması özelliği ile insanın düşünce, görüş veya
herhangi bir olay karşısında tavrını belirleyebileceği
verileri bünyesinde barındıran bir akidedir. Allahu Teâla
buyurdu ki:
“Biz Kitabı sana, herşeyi açıklayıcı (nitelikte)
indirdik.”
*
İslâm akidesinin özünü, temel özelliğini
açıklayan şu iki ayeti kerimeye bir bakalım.
“Görmedin mi Allah nasıl da temsil
yaptı? Hoş bir kelimeyi (tevhidi) hoş bir ağaca
benzetti ki, kökü yerde sabit, dalları gökyüzündedir. O ağaç
Rabbinin izni ile her dem yemişini verir. Allah insanlara iyi
kavramaları ve anlamaları için böyle örnekler verir.
* (İşte
iman da böyledir. Aslı temel dünya görüşü akidesidir.
Dalları ise amelleri olup göğe yükselir. İnsan onun somut
neticeleri ve sevabına her dem nail olur.)”
Buradaki Kelime et-Tayyibe; müfessirlerin
çoğunun da yorumlaması ile İslâm akidesidir. İbni
Abbas (ra) dedi ki; "Kelime-i Tayyibe, Lailehe
illah'tır." Mucahid ve İbni Cerih'de kelime Tayyibe
imandır, demişlerdir.”
* Yüce Allah İslâm’ı temiz ve
güzel bir ağaca benzetiyor. Ağacın kökünün toprakta
sabitliğinin kuvvetliliği gibi, İslâm’ın aslı olması
itibari ile akidesi de sapasağlam ve kesin bir yakini
oluşturur. Tüm düşünce, hükümler ve hayata bir bakış açısını
oluşturabilecek, temel niteliğe sahiptir. Aynı şekilde o
ağaç, ayetlerin ve Peygamber’in (sav)’de ifadeleri ile her
zaman yemişini veren hurma ağacına benzetilmiştir.
*
Yaprağı eksik olmaz. İnsan sene boyu kuru
ve yaş olarak farklı çeşitlerde onun meyvelerinden yer.
İşte bu ağaçta olduğu gibi İslâm da, yüce Allah'ın izni
ile her an yemişlerini/somut neticelerini verir. Herhangi
fikri/düşünsel veya bir olay karşısında, Müslümanın
koyması gereken tavır noktasında muhakkak kendisine
yardım elini uzatacaktır.
Daha sonra Allah Teâla'nın şu sözü
geliyor:
“Allah iman edenleri hem dünyada hem de
ahirette sabit sözle (kelime-i tevhidle) sağlam tutar.”
*
Bu ayet, İbni Abbas’ın dediği "sabit
el- kavl"/sabit söz; Lailahe illallah'tır” yorumunu
kuvvetlendiriyor.
Yüce Allah'ın şu sözünü düşünelim:
“Kim Allah’a inanırsa, O, onun kalbini
doğru yola iletir. Allah herşeyi bilir.”
*
Yüce ve güçlü olan Allah bu ayeti
kerimede imanın ve zorunlu kıldığı diğer inançların
insan kalbini doğruya sevk eden bir unsur olduğunu bizlere
haber veriyor. Kalb; Kuran'ı kerimde kullanıldığında genelde
akıl manası kastedilmiştir. Yüce Rabbimiz buyurdular ki:
“(Mekke kâfirleri) yeryüzünde
hiç dolaşmadılar mı ki; böylelikle düşünecek kalplere (akla)
sahip olsunlar.”
*
Böylelikle Allah inancı, düşüncenin
yolunu açan/akla rehberlik eden, yaşamında karşılaştığı
her durumda onu yönlendiren bir gerçek oluyor. Rabbimiz
ayeti kerimeyi bundan dolayı "Allah her şeyi pek iyi
bilendir" şeklinde kapadı. Yani, kuşkusuz her şeyi
bilen ve insanın yaşamında gereksinim duyduğu her şeyi
kendisine öğretmeye kadir olan o Allah'tır. Yine Rabbimizin
şu sözünde olduğu gibi:
“Allah’tan korkun, Allah size öğretiyor.”
*
İslâm tarihi boyunca İslâm’ın
bayraktarlığını yapmış olan Müslümanların en önemli
ayrıcalıkları buydu. Cahiliye dönemlerinde, küfür
inançlarını sahiplenip putlara tapan, fuhşun bütün çirkinliğiyle
her türlüsünü işleyen, kızları diri diri toprağa gömen;
çok düşük, düzeysiz bir hayatı, geri kalmışlığı
yaşayan ve de cahiliyenin katı kavmiyetçilik anlayışına
sahip olan o sahabiler; sadece İslâm akidesini düşüncelerinin
kaidesi/temeli olarak benimsemeleri ile birdenbire bambaşka
insanlara dönüşü verdiler. Sanki o bedenler, içinde geçmişte
taşıdığından başka canlar taşıyordu. Onlardan her biri
seçkin bir karaktere bürünüp tüm cahili inançları, düzeysiz
gelenekleri ve değer yargılarını bir tarafa
bırakmışlardır. Çünkü bu yepyeni düşünce
temeli/paradigması onlara eşyanın ve insanların gerçek
yönünü açıklıyor, onları aydınlatıp doğru yola sevk
ediyordu. Sağlam bir temel üzerine bina edilmiş çok büyük,
heybetli bir yapı mesabesinde kapsamlı bir kültürle
zihinlerini donatıyor. Ta ki onlardan her birinin; işte "bunun
eğilimi/yönelimleri Kur’an (gibi)dır!” diye
nitelendirilecektir.
İşte bu fikri kaide (paradigma) ve onun
üzerine bina edilmiş olan düşünce, hüküm ve sistemler ile;
düzeysiz, puta tapmacı bir anlayıştan kurtulmuş ve
Peygamberimiz (sav)'in;
“Sizi gecesi gündüzü gibi apaydınlık
olan bembeyaz bir çizgi/yol üzere bıraktım. Ondan zerre
kadar ayrılan, sapan ancak helak olur.”
* sözünde belirttiği bu fikri kaide ile Arap yarımadasında, o
geniş çaptaki ınkılabı gerçekleştirebilmişlerdir.
Yine bu düşünce temelli fonksiyonlarla,
zihinlerinde çok eskilere dayanan kültürel yapıları ve
gelişmiş hadaret kalıntılarını taşıyan toplumlarla
buluşmak üzere fatihler olarak Arap yarımadası dışına çıktılar.
Buna karşın onların tavırları; silahlarını atıp, düşünce
kaidelerini terk edip, tüm kültür ve hadaretlerin önünde
yer ile yeksan olduğu/ çöktüğü, gücünün karşısında ne
bir düşünce ne de bir dinin durmadığı İslâm akidesini
benimsemeleri olmuştur.
Bu ise öncelikle, farklı kültür ve
hadaretler ile karşılaştıklarında onun, temelden akidesinin
eleştirisini yapmaları, o kültür veya hadareti kökünden
sarsmaları ile gerçekleşiyordu. Onlar, kendi düşünce
temellerine (akidelerine) ters düşmeyen ve örtüşebilen yönlerini
fark edebiliyor, ona göre ondan istifade ediyor, onun çoğalması
ve yaygınlaştırılması için çaba sarf ediyorlardı. Şayet
akideleri ile ters düşüyor ise reddediyorlar ve
kabullenmiyorlardı. Onlar tıbbı, fiziği, kimyayı,
matematiği, mühendisliği, uzay bilimini, idari bilimleri,
askeri, savaş, denizcilik v.s. tüm medeniyetle ilgili bilim ve
tekniği aldıklarında güçlü olma amacı ile istihdam
etmişlerdir. Ama onlar hiçbir şekilde onların inançlarından,
dinlerinden, sistem ve hukuklarından, ideolojilerinden
iktibası/kendileri için transferi düşünmediler. Her ne
kadar Yunan, Hind veya Farisi Felsefelerinden etkilenip de
Müslüman felsefeciler olarak tarihte anılan birtakım
insanlar çıksa da, onların İslâm toplumunda mesabesi bile
okunmamış ve hiçbir dönemde de İslâm ümmetinin düşünce
akımlarını temsil eder konumda olmamışlardır.
Ancak çöküş döneminin sardığı Müslümanlar,
bir fikri kaide olması bakımından kendilerine farklı
bir ayrıcalığı kazandıran akidelerinden gafil ve duyarsız
olarak, akideleri/dünya görüşleri ile ters düşen bir
yığın düşünce ve akımları kabullenmeye başladılar.
Artık Müslümanlar arasında İslâm’ın ortaya koyduğu ve
akidesini de o çerçevede sunduğu doğru düşünme metodu ile
çelişiyor olmasına rağmen felsefenin arkasına sığınan ve
İslâm akidesi ile temelden çelişen düşünceleri içeriyor
olsa da bakış açısını seslendiren, hatta felsefenin küfre
götürdüğü şahsiyetlere rastlar olduk.
Yine Müslümanların bir kesiminin cahili âdetleri
yaptıklarını.. Avrupa geleneğinin, İslâm’ın bakış açısına
ters olduğunu bilmeyerek veya bilmemezlikten gelerek
savunuculuğunu yaptıklarını görüyoruz.
Tüm tutarsızlığı ortaya çıkmış olan
pedagoji, sosyoloji ve psikoloji ilimleri metodolojik açıdan
İslâm’a ters düşmesine rağmen büsbütün iç rahatlığı
ile alınır ve hatta şer’i okul ve enstitülerde dahi
okutulur olmuştur.
Tarih araştırmacıları tarihe bakışları
ve tarih hareketi fenomenini yorumlamalarında Batı düşünür
ve filozofları ile paralel düşünür olmuş, neticede
Batının kendilerine sunduğu tarih teorileri merceğinde İslâm
tarihini değerlendirir olmuşlardır. İslâm hadaretinin Hint,
Yunan, Rum ve Fars gibi cahili eski hadaretlere uzandığını söyleyenlerin
durumu gibi. İlk defa Batılı antropoloji uzmanları
tarafından ortaya atılan “insanın aslında düşünen olmadığı”,
“onu hayvanlardan ayıran bir özelliğinin bulunmadığı”
ve hatta “Maymun olduğu” yönündeki teorileri dile getiren
bazı mütedeyyin araştırmacı ve tarihçilere rastlanmıştır.
Aynı zamanda Darwin’in evrim teorisi olan bu teorinin bazı müslüman
biyoloji uzmanlarının araştırmalarına yön verdiği görülmüştür.
Siyasi bilimlerde eğitim görenler ise aldığı
bilgi ve birikimlerinin hangisinin temel fikri kaidelerine/
paradigmaya uygun olup olmadığını ayırmamışlardır. Yani
İslâm’ın alınmasını yasakladığı şeriat dışı
sistemler ve siyasi düşünceler ile, Ömer ibn el-Hattab’ın
(ra) deftedarlığı alışında olduğu gibi alınması caiz
olan bir idari normlar ve yönetmelik formasyonlarını farklı
değerlendirmemişlerdir. Doğu ve Batıdan siyasi düşünce ve
sistemlerini taşımaya koyulmuş, hatta İslâm’ın, demokrasi
ve sosyalizm sisteminin, Liberal, özgürlükçü bir sistemi
olduğunu v.s. söylemelerinde olduğu gibi İslâmi düşünce
ile özdeş hale getirilir olması, İslâm ümmetini tirajik
sürecin içine çeken açmazlar olmuştur.
Ekonomide eğitim görenler; Onlar İslâm’ın,
şeriatın alanının dışında transferini yasakladığı
iktisad sistemleri ile, yerli sermayenin çoğaltılması, ve
ekonomi kaynaklarının tespit yolları ve yer yer baş gösteren
iktisadi bunalımları aşmanın formülerini konu edinen (ve
İslâm’ın da prensiplerine ters düşmemesi durumunda
alınmasına göz yumduğu/cevaz verdiği) iktisadi bilimler
arasında bir ayırım yapmamışlardı. Şu yeryüzünde
iktisadi model olarak en mükemmel olanına sahip olmalarından
gafilce, beldelerinde uygulanabilir bir model olarak kapitalizm
ve sosyalizm iktisadı arasında tercih yapmaya
koyulmuşlardır.
Konunun yaşama ve yargıya ilişkin boyutu
ise, zaten Müslümanların bir çoğu, aralarındaki çekişmeleri,
husumeti İslâm akidesinden doğmamış modern hukuk ve
yasalarla izale eden yargı kurumu mahkemelere boyun eğer ve bu
durumu kabullenir olmuşlardır.
İşte bunlar, İslâm ümmetinin akidesini,
hayatının her alanına değerler silsilesi döşemiş ve onun
bakış açısından yaşamı sorgulayacakları bir fikri kaide
olarak algılama noktasında zaafa düşmeleri sonucu
karşılaştığı, düşüncenin inişe geçişinin birkaç
örneği idi. Böylesine trajik serüveni yaşamış Müslüman
toplumunu, gerilemiş ve çökmüş olarak görmemiz garip
olmasa gerek! Onlar kimliklerini, karakteristik özeliklerini ve
hadaretlerinin spesifik özelliklerini kaybettiler kuşkusuz. Böylesine
'olmazsa olmazlarını' bünyesinde barındırmadığı bir
kalkınma iddiası da ne oluyor?! Bugün Müslümanların, geçmişte
olduğu gibi şerefli, güçlü olabilmeleri ve de kalkınabilmeleri
için; İslâm akidesini, yeniden düşünce ve hadaret atılımını
bina edecekleri fikri bir kaide/paradigma olarak algılayıp ona
(İslâm akidesine) güvenmeleri ve bu güveni yeniden
tazelemelerinden başka yolları yoktur.
|