İSLÂM TOPLUMU
      HADARETSEL VE FİKRİ ÇATIŞMA


İslâm hadaretine, "hayat hakkındaki İslâmî mefhumların bütünü" dediğimizde bu, İslâm hadaretinin İslâmî bir akide, ondan türemiş sistemler, ondan çıkan ve onun üzerine bina edilen fikirler anlamına gelmektedir. Yani toplum, Allah’ın emir ve yasaklarına bağlı olduğu, Yüce Allah’ın dinine uygun yaşadığı ölçüde kendisinden İslâm hadareti tecelli edecek, İslâm düşüncesi de müslümanların zihninde netliğini koruduğu ölçüde müslümanlar onu en güzel bir şekilde tatbik edecekler; saflığı ve arındırılmış halini koruduğu müddetçe de onların hadaretleri sadece İslâm olacaktır. Bizim saflık ve arındırılmışlıktan kastımız, İslâm düşüncesine yabancı herhangi bir düşüncenin girmemesidir. Nitekim İslâm düşüncesi de Allah (cc)’tan -o hak olandır, onun dışındakiler batıldır- vahiydir. Bu ikisinin (hak ve batıl) bir araya gelmesi mümkün değildir. Daha önce de belirttiğimiz gibi, İslâm varlığını diğerlerinden ayıran ve başka hiçbir hadaretlerle ilişkisinin olmadığını gösteren ayırıcı özelliğidir.

Peki, İslâm düşüncesi, tarihi serüven içerisinde ve çağımıza değin müslümanların zihninde ve hayatlarında arındırılmış/kendisine özgün biçimi ne kadar korumuştur?

Yüce ve münezzeh olan Allah’ın hikmeti İslâm ile vahyini, toplumların ve milletlerin zihinlerini karıştıran girift, kapalı hadaret ve medeniyetten tamamen uzak, ummîlerden oluşan bir topluma indirmesinde somutlanmış, kendini göstermiştir.

"Okuma yazma bilmeyen Araplar içinde kendilerinden bir peygamber gönderen O’dur. (Bu peygamber) onlara Allah’ın ayetlerini okuyor, onları (şirkten) temizliyor, onlara kitabı öğretiyor. Halbuki bundan önce onlar apaçık bir sapıklık içinde idiler." *

Arap Yarımadası’ndaki cahiliye toplumu ile diğer toplumların arasındaki farkı gözettiğimizde, söz konusu Arapların ortamına vahyin inişinde bir hikmetin olduğu noktasında bizim dikkatimizi celbeden çok önemli farklılıkların olduğunu görüyoruz.

Arap Yarımadası’ndaki Arapları kuşatan atmosferi ve tabii olan hayatı düşündüğümüzde, onların hayatında en belirgin özelliğin sadelik olduğunu buluyoruz. Göz alabildiğince uzanan sahrada etrafı kuşatan şeyler gayet azdır. Belki de insan bunları, çöl kumu, dağlar, sular, develer, hurmalıklar, hayvanlar, çadır ve çamurdan yapılmış basit birkaç ev, gündüz güneş, gece de ay ve yıldızlar v.b. şeklinde sayabilir de. İşte Kur'an-ı Kerim’in darbı mesel verirken onların gözlerinin iliştiği objeleri göz önünde bulunduruşunun bir örneği:

"Deveye bakmazlar mı? O nasıl yaratılmış. O göğe baksalar ya! Nasıl yükseltilmiş? O dağlara baksalar! Nasıl dikilmiş? O yere baksalar ya! Nasıl döşenmiş?" *

Aynı şekilde inanç ve fikirlerine baktığımızda da bu basitliği görebiliyoruz. Bu, putlara tapma, aşiret ve kabilenin yüceltilmesi, mallar ve evlatlarla böbürlenmenin yanında; heybetli olmak, cesaret, saygınlık v.b. bazı huy ve karekteristik özelliklerde özetleniyordu. İnanç ve düşüncelerinin basitliğine bağlı olarak adet, gelenek ve ilişkileri de derinlik/enginlikten uzak mı uzak, basitlikte kendini gösteriyordu. Zihinleri de kompleksten uzak, dingin idi. Belki de bu, onların şiir, soy ve isimleri hıfzetmelerinde daha çok ayrıcalıkları olan güçlü bir hafızaya sahip olmalarının nedenini açıklıyor.

Oysa Roma, Fars, Hint ve Çin toplumları gibi farklı hadaretlerin yayıldığı çevre toplumlar, renkli ve çeşitli çok sayıda bilgilerin, kültürlerin, hadaretlerin, sistem, din ve felsefelerin bol bol yüklendiği malumat ve düşüncelerle zihinleri yoğunlaşmış birikimli ve kültürlü toplumlardı. Buralarda hayat, insanlarının zihinlerini yoğunluk ve derinlikle karışık bir duruma sokan maddi vesileler, yapıtlar, medeniyet ve yoğunluk içindeydi.

Böylece sahranın insanları Yüce Allah’ın risaletinin ve nübüvvetinin kendi koşullarında ortaya çıkmasına diğer toplumlara nazaran daha ehil bir durumdaydılar. Çünkü onlar Yüce Allah’tan vahiy olarak gelen yeni fikri bir kavradıklarında eski, yavan, yüzeysel düşünce ve inanışlardan arınmaları için zihinleri hazırdı. O ve daha önceden miras aldıkları düşünceyi birbirine karıştırmayacaklardı. Çünkü böyle bir durum ne ilk cahiliyye ne de İslâm olmayacak yeni bir hadaret ve dinin oluşumuna itebilirdi. Ki bu da, belirli rengi ve kimliği olmayan iki unsurun karıştırılmasından başka bir şeyi ifade etmeyecekti.

Peki bu davetin evvel emirde Hint, Fars ve Roma toplumlarında yayıldığındaki durumu düşündüğümüzde, Roma İmparatorluğu’nda yayıldığı zaman Hıristiyanlık dininin; Hint, Yunan v.b. felsefeler, putperestlik ve Yahudilikten nasıl etkilendiği aklımıza geliveriyor. Aynı şekilde Arap Yarımadası’nın dışına yayıldıktan hemen sonra gerçekte eski felsefi ve putperestlik düşüncelerden iktibas edip bunları bir iftira ile İslâm’a mal etme çabasına giren, böylece de bidat/İslâm’a yabancı fırkalar aklımıza gelmektedir.

Bundan ötürü herhangi bir parazit, tortu ve başkalaşım unsurlarından uzak olan Araplar birinci derecede İslâm hadaretinin saf, berrak, netlik ve kendine özgünlüğü ile vücut bulması açısından daha elverişli koşullara sahip idiler.

Allah Rasulü Muhammed (sav)’den sonra İslâm düşüncesi kendine özgün yapısını ne kadar süre devam ettirmiştir?

Allah Rasulü (sav)’den bu yana asırları geride bırakmış olan İslâm düşünce tarihine bakan kimse, ümmetin fikrinin özgün yapısını son derece koruduğunu görecektir. Hiçbir toplum, İslâm ümmetinin düşüncesini kavrayıp hayata bakış açısı ve fikri kaidesi çerçevesinde kimliğini koruyup gidişatını da o istikamette şekillendirmemiştir. İslâm akidesi müslümanların tüm fikirlerini üzerine bina ettikleri 'fikri kaide' idi. Vahyin metnindeki -Kur'an ve Sünnet- hayat ve devlet sistemlerinin kaynağıydı. Ümmet de, İslâm dışında başka herhangi bir hadaret ve fikri almama noktasında son derece tutucuydu. Nitekim İslâm’ın dışındaki tüm unsurlar onun gözünde küfürdü. Çünkü haktan sonra sapıklıktan başka ne vardı?

Ne var ki bu durum olması gerektiği gibi devam etmedi. Müslümanların zihninde İslâm düşüncesinin netliğinin kaybedildiği bir döneme geldik. Hatta bu sorun, ulemanın, şeriatın eğitimcileri ve öğrencilerinin zihinlerinde dahi kendini göstermektedir. Nitekim bir çok parazitler zihinlere girmişti. Ve İslâm’ın uzak olduğu çoğu fikir ona nisbet edilir oldu. Peki bu bozulmanın sebebi ne olabilirdi? Ne zaman başlamıştı? Bundan kurtulmanın ve müslümanların İslâm’ı kendine özgün biçimi ile anlamalarının yolu nedir?

Toplumlar birbirlerinden bazı fikirleri ile fikrî çatışmalar sonucu etkilenebilirler. Bu çatışma bazen bir fikrin başarısı, diğerinin hezimeti ile sonuçlanırken, bazen de bir fikrin diğerinden etkilenmesi belki de her iki düşüncenin birbirlerinden etkilenmeleri ile sonuçlanabilir.

İslâm tarihi, İslâm düşüncesini hakkıyla anlayıp en güzel şekilde taşıyan müstesna insanların varlığında başka fikirlerle karşılaştığı ilk günden bu güne kadar hiçbir düşüncenin onun karşısında duramadığını göstermektedir. Ancak kavraması yerinde ve duyarlı davetçilerini kaybettiğinde, farklı düşüncelere üstünlüğün fırsatı verilmiş oldu. Tabi ki bu üstünlük İslâm’a değil müslümanlara olan bir üstünlüktür.

Şayet yüce İslâm düşüncesini Allah korumayı üstlenmemiş olsaydı, belki de karşılaşmış olduğu engeller ve kuşatmalar onun tahrifi, yozlaşması ve hüviyetini kaybetmesine yol açabilirdi.

"Şüphesiz Zikri (İslâm risaletini) Biz indirdik. Yine onu Biz koruyacağız." *

Peki söz konusu engeller ve kuşatmalar nelerdir? Ve bunların İslâm kültürü üzerindeki etkileri ne ölçüde olmuştur?

Toplumda küfrün ve kafirlerin üstün olduğu bir konjektürde İslâm’ın ortaya çıkışı ve Mekki süreç çerçevesinde Allah Rasulü (sav) ve saygın sahabileri siyasi çatışmanın yanında fikri bir mücadele sürecine de girmişlerdi. Söz konusu sürecin tam tamıyla şiddetli bir harp olarak nitelendirilmesi mümkündür. Nitekim Peygamber (sav)’in omuzlarında zor bir görev yüklüydü. O, kafirlerin putlarına karşı duruyor, onların dinine karşı çıkıyor, ilahlarını yeriyor, hülyalarını ayıplıyor, babalarının miras bıraktıklarını aşağılıyor; hiçbir şekilde yağcılık ve yaltaklık yapmadan, eğip bükmeden, meydan okuyarak açıkça davetini ortaya seriyordu. Bunun üzerine kafirler de ellerinden geleni ardına bırakmadılar. Kah ürkütmeye çalıştılar, kah cazip tekliflerde bulundular. Bazen ona mal, yetki, kadın ve idarecilik teklif ederlerken, bazen de onunla karşılıklı olarak bir yıl kendi ilahlarına tapması karşılığında kendilerinin de bir yıl onun ilahına tapacaklarını, en azından ilahlarına saldırmasından vazgeçmesi tekliflerini sunuyorlardı. Cazip teklifleri karşılıksız kalınca bu sefer sahabelerin öldürülmesi, işkence ve abluka altına alınmaları, iktisadi, sosyal ve siyasi ambargo v.b. caydırıcı yöntemlere yöneldiler. Acaba bu baskıların davet ve İslâm düşüncesi üzerinde bir etkisi olmuş mudur?

Allah Rasulü (sav) daveti bizzat yüklenmemiş olsaydı; davetçilerin, bazı düşüncelerinden ve pozisyonlarından ödün vereceklerini, düşmanlarına yardakçılık edeceklerini, toplumun ve yöneticilerin intikam hırslarını azaltması için onlarla beraber hareket edeceklerini ve belki de bir çok davetçinin yaptığı gibi; insanların mizaçları ve düşüncelerine paralel, dinlerinde bazı düzeltmeleri yaparak onların dinlerine meyledeceklerini düşünebilirdik belki. Kur'an-ı Kerim, Peygamber (sav)’i; masum olmasına rağmen, böylesi bir şeytan oyunlarına düşmekten, Kureyş’in ulularına yanaşmaktan, özellikle de yağcılık, yaltaklık ve uzlaşmadan uyarıyordu. Yüce Allah buyuruyor ki:

"Yalanlayanlara uyma! Onlar senin de ödün vermen beklentisiyle ödün verecekler." *

Bazı ayetler; şayet Allah, Peygamberin ayaklarını sabitlemesiydi, kafirlerin İslâm’ın bazı hususlarında Allah Rasulü (sav)’i fitneye düşüreceklerini açıkça ifade ediyor. Yüce Allah şöyle buyuruyor:

"Az kalsın sana vahyettiklerimizden başkasını Bize iftiracı edesin diye seni bile fitneye düşüreceklerdi. Ve o takdirde seni dost edineceklerdi. Eğer Biz sana sebat vermemiş olsaydık, sen onlara mutlaka az bir miktar meylettin gittiydin ve o takdirde Biz sana mutlaka hayatın da ölümün de iki kat acısını tattırırdık. Sonra bize karşı kendine hiçbir yardımcı bulamazdın!" *

Kurtubi, bu ayetin yorumunda şunları söylüyor: "Bu Kureyş’in ileri gelenlerinin Peygamber (sav)’e söyledikleri; Şu düşük ve mevali takımını bizden defet ki seninle oturalım ve seni dinleyelim, sözleridir. Peygamber de içinden geçirmişti ki, bundan nehyolundu. Gatade dedi ki: Bize anlatıldı ki Kureyş bir gece sahabe kadar Peygamber (sav) ile başbaşa kaldılar ve ona yakınlaştılar, övgü yağdırdılar ve yücelttiler ve dediler ki: Şu insanların hiç birinin getirmediği bir şeyi getiriyorsun, sen bizim efendimizsin. Ey Efendimiz! Bu diyalog sürerken Peygamber (sav) az daha onlara bazı isteklerinde yakınlaşıyordu ki Allah onu bundan korudu. Ve bu ayeti indirdi... Bu ayet indiğinde Allah Rasulü (sav); Ey Allahım, göz açıp kapayasıya kadar dahi beni nefsimle başbaşa bırakma, diye dua etti... İbni Abbas dedi ki: Allah Rasulü (sav) masumdu. Ancak bu; ümmetinin, Allah’ın şeriatı ve ahkamından herhangi birinde müşriklere meyletmemeleri için bir öğretidir."

Allah Rasulü (sav) ve ashabının (r.anhum) Mekke'de yaşadıkları bu süreç, davetçiler üzerine fiziki baskıyı çeken etken olmuştur. Ancak gördükleri bu baskıların ne davet ne de İslâm düşüncesi üzerinde olumsuz hiçbir tesiri olmamıştır. Peygamberliğin yıldızı ve davetin komutanı Allah Rasulü Muhammed (sav) iken küfür için kurtuluş mümkün mü? Kuşkusuz Peygamber (sav) bu zorlu süreci de aştı ve İslâm’ın, Allah’ın indirdikleri ile hükmeden bir devleti ve diyarı oldu. Davetçilerin üzerindeki baskının her çeşidi küfrün azgınlığından kurtulmalarından sonra ortadan kalkmış oldu ve Medine-i Münevvere’de toplumlarının idarecileri oldular. Nitekim İslâm tatbik ve yürütme konumuna taşınmış oldu. Ardından on sene geçmedi ki, Allah Rasulü (sav) elinde İslâm tüm Arap Yarımadası’na yayıldı. Ve Peygamber (sav), İslâm'ı, kendine özgü yönetim biçimi ile en güzel şekilde tatbik etti.

 Allah Rasulü (sav)’den sonra arkadaşları bu çizgiyi takip ettiler. Müslümanlar da, Allah'ın Kitabı ve Rasulü’nün Sünneti ile hükmetmeleri ve işlerini İslâm akidesinden türemiş sistemler ile yürütmeleri üzerine halifelere beyat etmişlerdir. Hulefai Raşidin, İslâm’ın kendine özgü berrak yapısını koruma ve herhangi bir dış faktörün bulaşmaması üzerine son derece titiz idiler. Hatta İslâm Devleti’nin sınırlarının genişlemesi ve geniş bir alana yayılması; onları, iktisad, yönetime ait sistemleri ve fikirleri -dışarıdan- almaya yöneltmemiştir. Onlar hadareti medeniyetten ayırabildikleri gibi; kültür ile bilimi, yönetim sistemi ile idari yönetmelikleri ayırt edebiliyorlardı. Ve İslâm’dan olmadığı sürece, hayat sistemleri, hadaret ve kültür adına ne varsa ellerinin tersi ile reddediyorlardı. Bunun yanında evet medeniyet, bilim ve idari yönetmelikler ile ilgili kendilerine lazım olanları da almışlardı. İşte Ömer (ra)’ın yaptığı gibi: O -deyim yerinde ise- defterdarlığı almıştır. Defterdarlığı; siciller, idari birimler ve daireler gibi devletin benimsediği yasaların daha güzel ve düzenli uygulanmasını sağlayacak güzel bir yöntem olarak almıştı.

Kuşkusuz düşünceyi yaralama çabalarının ilki, hadislerin etrafında yapılan iftira çalışmaları oldu. İslâm düşmanları Peygamber (sav)’in söylemediği yalan sözlere hadis görüntüsü verip onlara İslâmî olmayan anlamlar ve İslâm’la çelişen mefhumlar yükleyerek müslümanların onları almaları, amel etmeleri ve böylece İslâm’dan uzaklaşmalarına özenle çaba göstermişlerdir. Ve bizat Peygamber (sav)’in hadislerine bir çok yalan söz katıp bunları insanlar arasında yaygınlaştırdılar. Ancak müslümanlar onları farketti ve oyunlarını çözdü. İslâm bilginleri ve hadis ravileri uydurma olanı zayıftan, zayıf olanı sahihden ayırt ederek beyan ettiler. Ravilerin vasıfları ve rivayet tarihine kadar ciddi, titiz bir çalışmaya koyuldular. Böylece hadis korunmuş oldu. Hatta hadis rivayet eden; sahabe, tabiin ve tebaattabiinle sınırlandırıldı. Bunlardan sonra hiçbir rivayet kabul edilmedi. Raviler sınırlandırıldı, onlardan herbiri teker teker yakından tanındı. Herhangi bir müslümanın, bir hadisin sıhhatli olanını zayıflarından, zayıf olanını uydurma olanından ayırabileceği yeterli derecedeki sened ve metin çalışmalarını yaparak, hadis kitaplarını da derecelendirerek ortaya koymuşlardır. Bunların da ötesinde İslâm Devleti söz konusu zındıkların karşısında demirden el olmuş ve onlardan bir çoğunu Allah Rasulü (sav)’in kendilerine yalan katmaktan ötürü ölümle cezalandırmıştır. Bundan dolayı bu oyunların İslâm ve onun kültürel dokusu üzerinde zikre değer bir etkisi olmamıştır. Fakat tehlike İslâm kültürünü başka bir açıdan sarmaktaydı.

Bu, müslümanların, Hıristiyan Roma, Fars, Hint, Kıbti v.b. beldelerini fethettikleri halklarla fikri karşılaşmaya/çatışmaya giriştiklerinde başlamıştır. Söz konusu toplumlar İslâmî fetihten önce beldelerinde köklü, yer etmiş kültür ve düşüncelere sahipti. İslâm’ın onlara ulaşması için müslümanların söz konusu toplumlarla fikri bir karşılaşmaya koyulmaları gerekiyordu. İslâmî fetihler de bu sebepten vazedilmişti. Her bir fetih sonrası ulema ve davetçiler insanların fevç fevç Allah’ın dinine girmeleri için söz konusu bölgelere dağılıyorlardı. Onlardan kimileri Şam, Kuzey Afrika ve Bağdat’ın bir kısmında yaygın olan ehli kitab üzerinde yoğunlaşırken, bazıları da Farisi ateşperestlerle, kimileri ise, Hint ve Çin bölgelerindeki putperest insanlar üzerinde yoğunlaştılar.

Elbette fethedilen toplumların sahip oldukları din, hadaret ve kültürler üzerinde müslümanların kesin bir başarı elde edecekleri bilinen bir gerçekti. Bu iş, uzun yıllarda almadı. Aksine toplumların tarihi göz önünde bulundurulduğunda göz açıp kapayıncaya kadar çok kısa bir müddet içinde bölge insanları İslâm’a girdiler. Hadaret ve kültürlerini terk edip İslâm hadareti ile bütünleştiler ve onun kültürü ile kültürlendiler.

Ancak müslümanların, farklı hadaret ve kültürlerle giriştikleri, başarıyla çıktıkları hadaret ve fikri çatışmalarında, çatışma alanına serpiştirilen bazı kırıntılardan da etkilenmedikleri söylenemez. Gerçekten çok çetin ve ciddi bir çatışmaydı bu. Diğer din sahipleri müslümanlarla inanç düzleminde mücadele ediyor ve şüpheler konduruyorlardı. Çünkü davetin esası inanç ve onunla ilişkili fikirlerdir. Müslümanların davete ve maruzlarına karşı cevap sunmadaki hırsları, onlardan bazılarını, maruzlarına karşı ellerinde bir silah olsun düşüncesiyle bazı felsefi düşünceleri öğrenmeye itti. Böylece felsefi konular Hıristiyan v.b.lerinden bulaşmış oldu. Müslümanlar arasında Aristo mantığı yaygınlaştı. Kimi müslümanlar felsefe kitaplarına muttali oldular ve bir çok felsefe kitabı Yunanca’dan, önce Süryanice’ye daha sonra da Arapça’ya tercüme edildi. Daha sonra Yunanca’dan direk Arapça’ya tercüme edilmeye başlandı. Bu, felsefi düşüncelerin vücut bulmasına yardımcı oluyordu. Bunun yanında bazı din mensupları, özellikle kimi Hıristiyan ve Yahudiler kasıtlı olarak felsefe ile donanıp bu fikirleri İslâm dünyasına taşıdılar. İşte bütün bunlar, felsefi düşünceleri gündem getirmiş ve müslümanları da öğrenmeye yöneltmiştir.

Söz konusu öğrenimin bütüncül/kapsamlı bir öğrenim olduğunu söylemek mümkün değildi. Sadece Hıristiyan ve Yahudilere cevap vermek için felsefi düşünceleri öğreniyorlardı. Çünkü müslümanların, Yunan filozoflarının özellikle de mantık ile ilgili sözlerine vakıf olmadan cevap sunmaları mümkün değildi. Bundan ötürü yabancı ekollerin sözleri ve dayanaklarını kuşatıcı bir araştırmaya koydular. Böylece İslâm coğrafyası her düşüncenin ortaya konulduğu ve tartışıldığı bir meydan oluverdi. Bilinen o ki, tartışma; dikkatli bir analiz, düşünme ve düşünmeyi zorlayan bir çok meseleyi gündeme getiriyor. Zaten her bir ekol kendince daha güçlü olan delilini ortaya sunuyordu. Bu tartışma ve düşünme ortamı, tartışmada ve araştırmada yeni bir metodolojiyi takip eden insanların ortaya çıkmasına büyük ölçüde yardımcı oldu. Öğrenmiş oldukları felsefi düşünceler, onları delil sunma metodları ve bazı düşüncelerinde etkisi altına aldı. İşte bu çerçevede "kelam ilmi" özel bir alan ve müslümanlar arasında İslâm dünyasında "kelamcılar" olarak da bir elit ortaya çıktı.

Kelamcıların büyük ölçüde Kur'an’dan etkilendikleri doğrudur. Araştırmalarını üzerine bina ettikleri esas Kur'an’dı. Onlar felsefeyi, Kur'an’ı savunmak ve maruzlarına karşı kuşanacakları bir tür silah olarak öğrendiler. Ama zamanla bu, onlar için araştırma ve düşünmede hem Kur'an’ın, hadis ve sahabelerin hem de Yunan filozoflarının araştırmaları ve delillendirmelerindeki metodlarından farklı, yeni bir metodolojiyi üretti. *

Kelam ilmi, İslâm kültür sahasına çıktığında müslümanların bilgin ve fukahası tarafından son derece ciddi eleştiriler aldı. Çünkü o, araştırmada İslâmî hissiyata yabancı yeni bir yolu aralamış oldu. Daha önce değindiğimiz gibi aynı zamanda Kur'an ve Sünnetin inançları araştırmadaki metoduna da tersti. Fukahanın çoğunun 'ilmi kelama' karşı çıkışı da bu yüzdendi. Kelamcılar hakkındaki hükümleri çok şiddetli idi. İmam Şafii (ra)’ın söyledikleri bunlardan birisidir. "Kelam bilginleri hakkındaki hüküm, tasmaya vurulup cadde ve sokaklarda dolaştırılmalarıdır. Böylece Kur'an ve Sünneti terk edip kelam ilmini almalarının cezası olarak tanınsınlar." * İmam İbn Abri el-Ber şöyle söyledi: "Fıkıh ve hadis ehli, kelam ehlinin bidat ve sapıklık ehli oldukları ve çoğunluktan sayılmadıklarına dair tüm şerihlerde ve ulema katmanlarında bir kanser süs olmuştur. Elbette ulema, hadis ve fıkıh ehlidir ve kendi aralarında yetkinlik ve kavramada üstünlüklerini ortaya koymaktadırlar." *

Ancak zaman aşımı ile kelam ilmi açık bir şekilde yayıldı ve ulema nezdinde kabul gören bir ilim dalı oldu. "Kelam ilmi" başlığı "Tevhid ilmi" ya da "Usul ed-Din" başlığı ile eşdeğer oldu. Bunun da ötesinde bir zamanlar kelam ilmini ve kelamcıları kabul etmeyenler dahi içine düştükleri durumu fark etmeden kelami meselelere daldılar ve metodunu benimsediler. Bunun en kötü sonuçları ise ilimlerin en yücesi olan usul el-Fıkh’a da karıştırılarak bulandırıldı. Belki de müslümanların diğer hadaret ve kültürlerden fiili olarak etkilenmeleri, kelamcılar ve kelam ilminde somutlaşıyordu. İşte bundan sonra İslâm ümmetinin düşünce binasına isabet eden daha bir çok öğeler olmuştur.

Kelam ilminin ve kelamcıların ortaya çıkışı, felsefi eserlerin yayılış ve tercüme edilişinden sonra İslâm dünyasında Yunan felsefesi ile ilgilenmek, vakıf olmak çok da basit işlerden oluverdi. Bu da İslâm dünyasında "Müslüman Filozoflar" şeklinde tanınan bazı şahsiyetlerin yetişmesine zemin oluşturdu. Müslüman filozofların çabaları bazı felsefi konuların araştırılması ile sınırlı kalmadı. Onun da ötesinde felsefeyi bütünlüğü içerisinde ele alıp öğrenme ve bütünüyle metodu üzerine yürüme şeklinde bir çizgiye sahiptiler. Bunlardan en tanınmış olan "el-Kindi" (ö.260) ondan sonra gelen "Farâbi", "İbn Sina" ve "Cabir b. Hayyan" v.b.leridir.

Bu kişileri "Müslüman Filozoflar" olarak addedenler kesinlikle yanlış içindedirler. Çünkü bu felsefelerin İslâm’la kesinlikle bir ilişkisinin olmadığı gibi, gerek esasları gerekse ayrıntıları açısından İslâm’la taban tabana tenakuz içerisindedirler. Esasları açısından; bir kere bu felsefe evrenin ötesini yani mutlak varlığı araştırma konusu yapmaktadır. İslâm ise tam tersine; sadece evren ve algılanabilen varlıklar üzerine araştırır. Yüce Allah şöyle buyurdu:

"Muhakkak göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbirini takip etmesinde, insanlara yararlı şeylerle denizde akıp giden gemilerde, Allah’ın gökten su indirerek ölmüşken yeri onunla diriltmesinde, yeryüzünde her nevi hayvanları dağıtmasında, rüzgarları her tarafta estirmesinde ve yerle gök arasında emre amâde duran bulutta akıl sahibi bir ümmet için elbet (Allah’ın birliğine) deliller vardır." *

Allah (cc), Zatı hakkında ve evrenin ötesinde bir araştırmayı yasaklamakta ve mutlak bir teslimiyeti emretmektedir. Fazlasına yönelmeden ve aklın araştırmasına müsamaha etmeden iman edilmesi gereken sınırda durmak gerekirken, ayrıntıları açısından ise; bu felsefede İslâm’ın küfür saydığı birçok bahis mevcuttur. Alemin ezeli ve kadim olduğunu, cennet nimetlerinin ruhani olduğunu maddi olmadığını, Allah’ın cüzziyatı bilmediğini v.b. söyleyen ve İslâm nazarında kesin olarak apaçık küfür sayılan birçok bahisler vardır.

Bu noktada hatırlatılması gereken bir husus şudur ki; bu filozoflar, hiçbir zaman bir ekol ve cemaat oluşturamamışlardır. Müslümanlardan bir topluluk onların ardından gitmemiştir. Yani onlar, İslâmî kamuoyunun ne de kısmi bir bölümünün gündemini tabir etmiyorlardı. Bu itibarla o döneme ait İslâm ümmetinde yaygın kültürün analizini yaparken onların araştırmalarını kaleme almak doğru değildir. Herhalde her kitap yazan veya bir eser telif eden, toplumda bir akımı temsil etmiyor. Düşüncelerinin bir kıymeti olması için en azından belirli insan topluluğu tarafından kabul görmüş olması gerekir. Aksine biz filozofların kamuoyu tarafından yadırgandığını, araştırmaları ve fikir sapmalarına şüpheyle bakıldığını görüyoruz. Zaten kamuoyunun nabzı birçok konuda, özellikle bu noktalarda hep bu türden fikri sapmalar karşısında set oluşturan fukuha ve müçtehitlerin görüşlerinden yana olmuştur. Söz konusu filozofların görüşünün yakın tarihte gördükleri ehemmiyeti İslâm tarihi boyunca asla görmediklerini söylememiz mümkündür. Belki de çağdaş tarihte onların namı İslâm dünyasından önce Batı dünyasında daha yaygın bir şekilde zikredilmektedir. Çünkü oryantalistler Batıniyye v.b. sapık ekolleri sürekli gündeme getirmeye çalışmaktadırlar. Aynı şekilde İbn Rüşd, İbn Hayyan, Kindi, Farâbi ve İbn Sina gibi filozofların konumunu yüceltmektedirler. Oryantalistler sürekli olarak söz konusu filozofları; tıpkı topluma ve kültürüne egemen olan kilise ve din adamlarının uyguladığı istibdad ve zulme karşı direnen aydınlanma filozofları ya da Avrupa’nın kalkınma çağı düşünürlerini tasvir ettikleri gibi, yönetici ve devlet adamlarından, gerici fukuhadan farklı olarak orta çağın geri kalmışlığı ve donukluğundan kurtaran dehalar, aydın ve entelektüeller suretinde sunmaktadırlar.

Ancak o dönemde, ne kadar ilgisiz kalınsa da, onların araştırmaları; henüz müslümanların zihninde yerleşmemiş ve yaygınlaşmamış olan bazı felsefi düşünceleri sızdırmış oluyordu. Bir de buna şer'î bir kimlik kazandırmaya çalışan kimi ulema olmasaydı. İşte bu fikirlerden en bariz olanı "Tasavvuf" başlığı altında tasnif edilen fikirlerdir.

 Sufi düşünceler ve tasavvuf Hind ve Farisi kitaplarının tercümesi yoluyla İslâm aleminde kültürel alana ilk girdiğinde bazı insanlar ona inandı ve düşüncelerine sarıldılar. Müslümanlar -başta fukuha ve ulema- diğer felsefelere nasıl yaklaştılar ise buna da aynı yaklaşımı göstermişlerdir. Belki de tasavvufun İslâm akidesi ile olan temelden zıt oluşu müslümanların tavırlarını daha şiddetli ve daha açık bir şekilde göstermelerini sağlamıştır. Çünkü Hind ve Çin’den gelen, müslümanlardan önce, belki de İslâm’ın zuhurundan çok önce Hıristiyan dünyasının etkilendiği sufi felsefe İslâm’a zıt belki de apaçık küfür sayılabilecek düşünce ve görüşleri içermektedir. Tasavvufta; ittihat ve hulul, sufinin ilahi zatın makamına yükselmesi ya da ilahi zatın mutasavvıfta teseccüdü, mutasavvıfın elinde mucizelerin meydana gelmesi v.b. müslümanlardan kesinlikle kabul görmesi mümkün olmayan fikirler mevcuttur. Bundan dolayı sufi düşünceye inanan ve onu sahiplenen Muhiddin el-Arabi, Hallac v.b. İslâm toplumunda sevilmeyen ve zındık, kafir ve mürted zümresinden addedilen kişilerdir.

Bu durum bir takım ulemanın, sufi düşüncenin İslâm akidesi ile çelişen durumlarını törpüleyip, yorumlamayı üstlenmeleri ile değişti ve kabul görmeye başladı. Söz konusu isimlerden en meşhur olanı imam "Ebu Hanid el-Gazali"dir. (ö.505.H.) Böylece genel anlamda ve ayrıntıları ile İslâm’a garip olan bir düşünce, maalesef sufilik üzerine kurulu olduğu esasının benimsenmesini sağladı.

Sufiliğin üzerine kurulu olduğu ana fikir; varlığın madde ve ruhdan müteşekkil olduğudur. Yani varlıkta algılanır maddi bir yön olduğu gibi görülmeyen -ki onu ruh şeklinde isimlendiriyorlar- bir diğer yüzü de vardır. Aynı şekilde insan da ruh ve maddeden müteşekkildir. Maddeye mutlak kötülük olarak bakarken ruha ise mutlak iyilik olarak bakıyorlar. Buna bağlı olarak da insan birbirine tamamen zıt iki kutuptan oluşuyor. Bu kutuplardan herbiri diğerine üstün gelme, onu bastırma çabasındadır. Ya ceset ruh üzerinde üstün çıkacak ve insan; düşüklük, rezillik, şer ve yer çamuru durumuna düşecek ya da ruh bedene üstün gelecek; melekler, evliyalar mesabesinde yükselecek, yerin, toprağın ve cesedin fiziki boyutunu aşarak yükselişinin zirvesine ulaşacaktır. Böylece hiçbir esbaba bağlı kalmaksızın, iktisâbın dışında başka bilgi kaynakları kendisine açılacaktır. O da keşif ve yansıma (tecelli)dir. Daha ötesi salih evliyalar elinde mucize ve kerametler sadır olacaktır.

Böylelikle sufi düşünce ve ritüelleri Gazali v.b. ulemanın çabaları ile yayılmış oldu. Artık sufi çevreler, dünya hayatı ve lüksünden uzaklaşma, yaşamın sebeplerine sarılmama, tekkelere kapanıp siyasi mücadeleyi ve çalışmayı yadsıyıp, bedene işkence ve dünya hayatından el etek çekme şeklinde tezahür eden "ruh ve nefis terbiyesi" seanslarına başladılar. Bütün bunlar ruhun ceset üzerinde galip olması, böylece melek ve evliyalar saflarına "korunmuş olarak" ulaşması için. Fakat sufi felsefenin üzerine kurulu olduğu düşünce İslâmî değildir. Daha ötesi ona ters düşmektedir. *

Bu şekilde söz konusu düşünce de İslâm toplumunda çöküntüyü sağlayan etkenlerden olmuştur. Nitekim bu düşünce Yüce ve münezzeh olan Allah’tan korkma esası üzerine dünyayı yeniden imar etme/yapılandırmaya götürecek ne ciddi bir aksiyon ne de dinamizm göstermekten yoksun; gayesiz, hiçbir hedefi olmayan, toplumdan soyutlanmış, kendi başına (nefsi ile mücadele eden pirifani) bir insan meydana getirmektedir. Halbuki Allah (cc) insanı, yeryüzünü imar edecek halifeler kılmıştır.

"Sizi topraktan O yarattı ve yeri size imar ettirdi." *

Söz konusu sufi düşünceye bir de insanı; "rüzgarların önündeki tüy ya da dalgaların istediği şekilde yürüttüğü odun parçası" gibi tanımlayan "Gaybi Kaderiyye" anlayışının eklenmesi işin cabası idi. Buna göre insan iradesinin, gücünün ve çabasının hiçbir fonksiyonu yoktur. Evren içinde meydana gelen tüm olaylar insanın hiçbir tesirinin olmadığı, mahkum edici bir plan neticesinde meydana gelmektedir. Tabi ki duyarlı ve uyanık bir insan için bu tür mefhumların, toplumlardan herhangi bir toplum açısından son derece tehlikeli ve yıkıcı olduğu saklı değildir.

Tercüme hareketleri yaygınlaştığı zaman (Abbasi hilafeti döneminde) bir önceki tehlikeden hiç de az yıkıcı olmayan yeni bir fikir bazı İslâm ekolleri arasında ve kimi İslâm beldelerinde yayılmaya başladı. Bu sefer de bu fikir, müslümanların devletlerini düşürüp, beldelerini fethettikleri ve İslâm Devleti sancağı altına girip topyekün İslâm’a giren toplumlar gibi, İslâm’a giren Fars toplumundan geldi. Söz konusu toplumların İslâm’a samimi ve gerçekçi olarak girdiklerinden bir endişe yok. Ancak İslâm’a ve müslümanlara kin besleyen bazıları İslâm görünümüne büründüler ve İslâm’ı içinden yıkmak için nifak tohumları ekme çabasına giriştiler. Köhnemiş eski dini, kültürel telakkilerinin oluşturduğu fikirleri İslâm’a ve İslâm kültürüne katmaya koyuldular. Ekilen bu tohumların yeşermesi ve yayılması sonucu bazı müslümanlarda "İmamların Masumiyeti" ve "Hilâfet’in masum imamlara bırakılması" düşüncesi ile beraber ilk meyvelerini vermeye başladı. Bu düşüncenin özeti; Yüce Allah, Peygamber (sav)’den sonra beyat yolu ile seçmeleri işini müslümanlara bırakmadı. Nitekim dinin korunması ve müslümanların işlerinin idaresi doğru ve yanlış yapabilen insanlara bırakılması caiz değildir. Halbuki Allah (cc) vahiy ile elçisinin ardından gelecek "hulefa-i şeriyyun"u isimleri ile beraber belirlemiştir. Onlar şeriata muhalefetten ve günah işlemekten korunmuştur. Bunların dışındaki kişilere Hilâfet makamının verilmesi caiz değildir. Bu makamı işgal eden her kimse şeriata karşı gelmiş ve Hilâfet konusunda masum imamların hakkını gasbetmiştir, şeklindedir.

İran tarihine ve hadaretine bir göz gezdiren kimse, İran kültürü ile "imamların masumiyeti" düşüncesi arasındaki ilişkiyi kavrayabilir. Fars kralları, insanları ilahi iradeyi temsilen yönetiyorlardı. Bilakis İranlılar şuna inanıyorlardı ki; kralın kararları ve yasaları bizzat tanrının vahyetmesidir. Bundan dolayı memleketin kanunlarının temeli tanrısal bir iradeye dayanıyordu. Bu kanuna karşı gelmek, ilahi iradeye karşı gelmekti. * İmamların masumiyeti düşüncesinin Fars diyarında (İran) ortaya çıkışı ve bugüne değin halen varlığını sürdürmesi tesadüfî değildir. Her halükârda Tanrı adına yönetim/teokrasi söz konusu çağlarda çok yaygındı ve bir çok devlette var olan bir düşünce idi.

 İşte böylece müslümanların düşüncelerindeki berraklığı ve kendine özgünlüğünü kaybettiren yabancı düşünce ve hadaret kırıntıları peyderpey girmiş oldu.

Ancak bu, ne boyuta ulaşırsa ulaşsın; hiçbir zaman müslümanların kimliğini kaybettirecek, hadaretlerini değiştirecek, kişiliklerini bozacak düzeye ulaşmadı. Bütün bu etkenlere rağmen hiçbir zaman müslümanların inançlarına olan imanlarını, şeriatlarına/yasalarına ve İslâmî mefhumlara olan güvenleri noktasında korkulacak bir şey yoktu. İslâm akidesi halen müslümanların düşüncelerini üzerine bina ettikleri temel idi. Kur'an, Sünnet ve bu ikisinin delâlet ettiği kaynaklar yasamaya kaynaklık teşkil ediyordu. Kelam bilginleri İslâm akidesini müdafaa için tüm çaba ve gayretlerini mantık üzerinde yoğunlaştırıyordu. Bu çerçevede araştırmalarının esasını yine İslâm akidesi oluşturuyordu. Müslümanlar arasında ortaya çıkan filozoflar ise, kamuoyunun gündeminde anılır derecede ilgi oluşturmamışlardı ve çok marjinal kaldılar. Sufilik, İslâm’a onca yıkıcı ve tehlikeli olmasına rağmen müslümanlardaki temel inanç unsurlarını zedeleyemedi. "İmamların Musamiyeti" anlayışı da "İmamiyye" olarak tanınan bazı ekollerin dışında bir taban oluşturamadı, üstelik bu düşünce uygulanması mümkün olmayan ütopik bir düşüncedir. Zaten müslümanların çoğu nezdinde kabul de görmedi. Nitekim gerek Bahailer, Fatimiler ve gerekse sufiler yönetim ve politika ile yüz yüze geldiklerinde bu düşüncenin müntesipleri dahi söz konusu düşüncenin uygulanamayacağını görmüşlerdir.

Ancak bütün bunların içinde en önemli olgu, İslâm dünyasında kültürel yönlendirme ve bu bağlamda oyunun oluşturulmasında en büyük etken konumunda olan "fakihler" idi. Onlar her şeye rağmen İslâm dışı kültürden uzaktılar. Onların araştırmaları tamamen Kur'an ve Sünnet’in dili olan Arap dili, müslümanların eğilimlerini formüle edecek şer'î hükümleri istinbat etmek için Kur'an ve Sünnet’e ait şer'î ve dilsel işaretleri anlamak üzere yoğunlaşıyordu. Kitap ve Sünnet’ten istinbat edilen şer'î hükümler bütün müslümanların toplum ve devlet hayatlarını ve işlerini düzenliyordu. Herhangi bir yöneticinin İslâm sistemlerini beşeri sistemlerle değiştirmesi, buna cüret etmesi bile söz konusu olmamıştır.

Kimi oryantalistler ve onların ardından giden yabancı kültürün etkisi altında kalmış bazıları, İslâm fıkhının diğer hukuklardan özellikle de Roma hukukundan etkilendiği gibi gerçeği yansıtmayan hurafeleri yaygınlaştırmaya çalışmışlardır.

Şöyle ki; fakih olsun olmasın müslümanlardan hiçbir kimsenin ne iktibas ne teyid ne de eleştiri açısından Roma hukukuna gönderme/işaret yaptıklarını rivayet eden olmamıştır. Ne az ne de çok bundan kimse bahsetmemiştir. Sözü edilmemiştir ki araştırmaya konu edilsin. Bazı müslümanlar Yunan felsefesini tercüme etmişlerdir. Doğru. Ancak bırakın yazmayı, Roma hukukundan bir kelime dahi tercüme edilmemiş olması, tek kelime ile bölge fetih olunur olunmaz Roma hukukunun kaldırıldığı ve tamamen gündem dışı bırakıldığı anlaşılmaktadır.

Sonra müslümanlar Allah (cc)’ın İslâm şeriatı ile tüm insanlığa hitap ettiğine inanırlar. Ve şu sözü ile onlara kendilerinden yasa koymayı yasaklamıştır:

"Hüküm ancak Allah’ındır." *

"Rabbinizden size indirilene uyun, ondan başka dostlara uymayın." *

İslâm şeriatına inanmayan herkesi kafiri olarak görüyorlardı. İslâm’ın dışındaki herhangi bir hükme küfür hükümleri olarak inanıyor ve onu benimsemenin haram olduğunu düşünüyorlardı. Bu inanca sahip olan ve buna göre yaşayan kişinin İslâm dışı bir hükmü/yasayı özellikle de Maliki, Hanbeli, Şafii ve Hanefi gibi büyük fıkıh mezhep/ekollerinin geliştiği İslâm fıkhının son derece mükemmel bir şekilde sistematize edildiği ilk dönemde, futuhat döneminde benimsenmesi mümkün değildir. Müslümanlar, ehlini küfür yönetiminden kurtarmak için beldeleri fethediyorlardı. Peki kökünü kazıyıp yerine İslâm yasalarını yürürlüğe koyacakları küfür kanunlarını nasıl benimseyebilirler?! Gerçek şu ki; İslâm fıkhı Kitap, Sünnet ve bu ikisinin işaret ettiği delillerden istinbat edilmiş hükümlerdir. Bir hüküm şer'î kaynağa/delile dayanmadığında; İslâm hükümlerinden sayılmadığı gibi, İslâm fıkhından da addedilemez.

Müçtehitlerin, fukuhanın varlığı ve fıkhi konularda en doğru olan görüşü yakalama noktasında yapılan münazara, münakaşa ve verilen uğraşlar, hepsi İslâm toplumunun güvenlik şeridi ve İslâm toplumunda türeyen her türlü sorunun çözümü noktasında bir garantör idi. Bundan dolayı en büyük kıyamet içtihat kapısının kapanması meselesinde koptu. Bu şu anlama geliyordu: Yani, müslümanların elindeki, onların yükselmeleri ve kalkınmalarının sebebi olan temel düşünce dinamiklerine idamla hüküm veriliyordu. Belki de bu hüküm, İslâm tarihi serüveni içerisinde verilen hükümlere en büyük haksızlık ve zulümdü. Nitekim müslümanlar içlerinde ulema ve fukuha olmakla beraber artık içtihad kapısı kapanmadan önce teşekkül eden mezheplerin çerçevesinden çıkmaz oldular.

İçtihat kapısının kapandığı düşüncesine katılmayıp söz konusu farzı eda etmeye çalışan bir kısım ulema çıkmıştır. Ancak bu tıkanıklık ilim ve ulemanın kısırlaşması, düşüncenin donuklaşmasında son derece etken rol oynayarak söz konusu çevrelerde kabul gördü. Fıkhın gelişme evresinde şahit olduğumuz Şafii, Hanefi ve Maliki gibi büyük fıkıh okullarına içtihad kapısının kapanmasından sonra bu fenomene tanık olamaz olduk. Onlardan sonra gelen müçtehit ve fukuhanın çoğu sürekli olarak görüşlerini eski mezheplere dayandırıyorlardı.

Gözlemcinin, içtihat kapısının kapanmasının müslümanların kültürüne farklı fikirlerin sızması ve İslâm dünyasında düşünce yozlaşmasına yol açacağı üzerinde durması tabiidir. Ancak gerçek bundan farklı idi. İçtihat kapısının kapanmasından sonra müslümanların düşünce binasının harcını kaybettikleri doğrudur. Fakat bu düşünsel ve kültürel yozlaşmanın bu kapıya/bünyeye sızması için yeterli değildi. Çünkü söz konusu yabancı/anormal düşünceler o gün için henüz ortada yoktu. İslâm tarihi içerisinde İslâm fakihlerinin başlaması ile beraber -başta İran ve Roma hadaretleri olmak üzere- müslümanların karşılaştıkları hadaretlerin devletler arası alanda/platformda anılır bir etkinliği yoktu. İran İmparatorluğu yıkıldı. Roma hadaretinin mirasçısı Bizans İmparatorluğu son nefeslerini yaşıyordu. Katolik Avrupa ise ortaçağın karanlıklarında çöküşü yaşıyordu ve dünyaya taşıyacağı bir mesajı, misyonu yoktu. Henüz müslüman olmamış olan Moğol, Tatar ve Türkmenler de geri kalmışlık bakımından daha düşük bir durumda idiler. Tercüme, eski kültür ve bilgilere muttali olma hareketleri ise belirli bir yerde durdu ve etkisini yitirdi. Böylece İslâm ümmeti devletler arası politiğin lideri olmasının ötesinde kültür ve hadaret kulvarında da birinciliği koruyordu. Önceki fıkıh mirası üzerine yasamaya devam ettiler. Sonradan gelen fukuha eski fıkıh kitaplarını şerh (açıklama), metinler üzerine bazen de şerhler üzerine şerh ya da yazılmış eserleri telhis (özetleme) bazen de şerhlerin telhisi üzerine çabalarını yoğunlaştırdılar.

Yüzlerce yıl devam eden böylesi atmosferde bile İslâm ümmeti hadaret ve düşünce sahasında kendisi ile yarışacak hiçbir unsurla karşılaşmadı. Ve Haçlıları, Moğol ve Tatarları memleketlerinden kovduktan sonra askeri açıdan düşmanlarına galip geldiklerinde kendilerine olan güvenleri arttı. Ve İslâmî Hilâfet, İslâm dünyasını toparlamak ve bütünlüğünü korumak için Osmanoğulları döneminde yeniden eski konumunu kazandı. Dünyanın en büyük ve güçlü Devleti oldu ve "yenilmez" denilen bir orduya sahip oldu. Böylece müslümanlar, genel anlamda hadaret, yasama, düşünsel ve kültürel ortamlarına kavuştular. Çünkü çevrelerinde çalan çanlar ve kendileri için kazılmış tehlike çukurlarından onları haberdar edecek kimse yoktu.

 Fakat tarih, İslâmî varlığı, bünyesi ve erkanını sarmak üzere belirli ölçüde kalkınmış bir hadaretin beklediğini açığa çıkarıyordu. Önceleri İslâm ümmeti, sahip olduğu; kavrama ve uygulamada gereğince titizlik gösterdiği, muazzam ideoloji sebebi ile toplumlara fikri açıdan hep üstün gelmişlerdir. İmanlarının gücü, manevi dinamizmleri ve Allah yolunda cihad etme ve şehid olmaya sevdalı oluşları nedeni ile askeri açıdan hep galip geldiler. Lakin bir vakit geldi ki; hadaret ve fikri açıdan ve sahip olduğu sanayi ve teknolojik güçten faydalanarak müslümanların karşısına cephe açan yeni bir fenomen ortaya çıktı. O fenomen de 19. yüzyıl başlarında sistematiğini tamamlamış olan çağdaş Batı hadaretidir. Biz burada İslâm Devleti ve Batı devletleri arasında meydana gelen maddi ve askeri çatışmalardan bahsedecek değiliz. Bizim konumuz, müslümanlar ve diğer kültür ve hadaretler arasındaki fikri ve kültürel karşılaşma olacaktır. Askeri ve maddi çatışma; Batının İslâm Devleti üzerinde elde ettiği üstünlük ve daha sonra başarısı noktasında anlam kazanıyor. Müslümanlara isabet eden en yıkıcı darbe, onların kendilerine, hadaretlerine, kültür ve yasalarına güvenini kaybetmeleri ile vurulmuş oldu. Bu, İslâm ümmetinin isabet aldığı en büyük darbe ve yıkıcı unsur oldu. Öyle ki bu süreci araştıran kimsenin, şayet İslâm ümmeti kıyamete değin sürecek olan ebedi bir risalet/misyon yüklenmiş olmasa idi, "söz konusu darbenin İslâm ümmeti ve hadaretini öldürücü/sonunu getirici" olduğunu söylemesi doğru ve isabetli olurdu.

Kuşkusuz İslâm ümmeti uzun tarihi serüveni içerisinde irili ufaklı bir çok düşmanla karşılaşmıştır. Ama İslâm tarihinin başlamasından günümüze değin sürekli çatışmanın sürdüğü azılı düşmanı, Avrupa devletleri olmuştur. Bu düşman, müslümanların savaştıkları ve en sonunda M.1453 yılında yıktıkları tarihi düşmanları Bizans İmparatorluğu, gerek Endülüs kanalı ile müslüman memleketlere sızan katolik Batı Avrupa krallıkları, gerekse yeni hadaret; liberal kapitalizm üzerine kurulu yeni sömürgeci batılı devletler şeklinde görünüm kazansın, hep büyük düşman olarak karşımızda Avrupa vardı.

Avrupa devletlerinin ortaçağlar boyunca dünyaya sunacakları, özellikle de müslümanlara karşı duracakları hadaret misyonları yoktu. Dolayısıyla tek silah Haçlı seferleri idi. Bundan dolayı özellikle de İslâm gibi engin ve yüce hadarete sahip olan bir toplum için pek de tehlike oluşturmuyordu. Bunun da ötesinde İslâm ümmetinin kendi içinde yaşadığı çözülme, emirlikler ve vilayetlerin arasındaki krizler olmasaydı, Haçlı seferlerinin başarılı olması mümkün değildi. Zaten müslümanların saflarını birleştirdiğinde haçlıların kuyruklarını toplayıp memleketlerine dönmeleri bunu çok çarpıcı bir şekilde gösteriyordu. Ancak Batı toplumunun, dünyayı özellikle de Avrupa’yı yıllardan beri ürküten İslâm ümmetini karşılayabilecek düşünce, davranış kurumları ve sistemleri içeren yeni bir hadaret fenomeni ile, yeni esaslar üzerine şekillendirilmeye başlandığında esas büyük kıyamet kopmuştu.

Yine de Batı hadaretinin hiçbir zaman İslâm hadareti karşısında başarılı olma ve Batı düşüncesinin İslâm ideolojisine üstün gelme şansı yoktu. Çünkü sadece İslâm ideolojisi doğru akide üzerine kuruludur. Onun sistemi de insan için en uygun olan Yüce Allah’ın indirdiği tek sistemdir. Batı hadareti İslâm ümmeti ile hadaret ve fikri çatışmasında başarılı oldu ise, bu başarı İslâm’a karşı kazanılmış bir başarı değildi. İslâm ki, o üstündür ve ona üstün çıkacak bir düşünce yoktur ve onun ne arkasından ne de önünden bir batıl gelmez. Bilakis daha önce olduğu gibi bir anlayış ve duyarlılıkla güçlü bir şekilde İslâm’a dönmeyen müslümanlara karşı üstün gelmişlerdir, İslâm'a karşı değil.

M.1789 Fransız ihtilalinin kapı araladığı Batıda özgürlük adına ihtilallerin baş gösterdiği 19. yüzyılın başlaması ile beraber Batı hadaretinin çerçevesi şekillenmeye, düşünce binası tamamlanmaya başladı. Böylece feodalitenin egemen olduğu Batı toplumu, liberal kapitalizmde ifadesini bulan yeni sistem ve düşünceler temeli üzerine kurulmuş oluyordu. Söz konusu hadaret -daha önce de değindiğimiz gibi- kendisinden devlet, toplum ve hayat sistemleri türeyen ideolojik, siyasi akide temeli üzerine kuruludur. Bu hadaret, müslümanlar olarak bizim doğru bulmadığımız bir kalkınmayı Batıda gerçekleştirmiştir. Ancak bu kalkınma, düşünce melekeleri dumura uğramış, donuklaşmış, sistemlerini uygulamada kötü davranışlar içerisinde ve muazzam hadaretin artık yalnız gölgesinde yaşamını sürdürür durumdaki, zayıf kalmış İslâm ümmetinin karşısına çıkabilir.

İşte 19. yüzyılda Batı dünyası hadareti yeşerir, güçlü bir şekilde kurumsal yapısını oluşturur, büyük ölçüde toplumunu istikrara kavuşturup kalkınma yolunda yükselir, askeri, ekonomik açıdan güçlenir ve medeniyet, teknoloji ve yapıtları ile gelişirken; İslâm Devleti aksıyor ve birbiri ardına siperlerini kaybediyor, ekonomik ve siyasi krizler birbiri üzerine yığılıyor, askeri açıdan zayıflıyor, medeniyet ve teknolojik düzeyde geri kalıyor ve süratle çöküş yaşıyordu.

Bütün bu koşullara ilaveten İslâm ümmeti, yukarıda özetlemeye çalıştığımız noktada, düşmanının kendisine üstün geldiğinin farkına vardıktan sonra, İslâm ümmetine Batının yeni bir strateji benimseyerek savaş başlatması için toprağını pasif bir şekilde teslim eder bir kompleks hakim oldu. Batı bu arenada haçlı seferlerinde kullandığı silahlardan daha etkin bir silahı kullanıyordu. Kuşkusuz bu, alanı kültürel, bilim ve tartışma sahaları olan silahı da hayat sistemleri, bakış açıları ve fikirleri olan hadaret savaşıdır. Moral gücü, savaşlarda ve hatta fikri mücadelelerde en önemli amillerdendir. Böyle olunca İslâm ümmetinin bu dönemde sahip olduğu moral durumu başlangıçtan beri Batının İslâm ümmetine üstün geleceğinin sinyallerini veriyordu. Çünkü müslümanlar geri kalmışlıkları ve düşmanlarının kendilerine üstün gelmeleri sebebi ile "Yeni Çağ"ın ürettiği sistemleri, düşünceleri ve hadareti ile övünen ve yüksek moral gücünün avantajlarından faydalanan düşmanı karşısında zayıf düşmesine sebebiyet veren İslâm sistemleri ve mefhumlarına karşı güvenlerini kaybetmeye başlamışlardı.

Böylece üst üste sorular müslümanların zihinlerine birikmeye başlamıştı. Batı neden kalkındı? Biz neden geri kaldık? Acaba Batı güç unsurlarını elde etti de biz elde edemedik mi? Acaba mefhumlarımızda bir yanlışlık olabilir mi? Belki biz İslâm’ı yanlış anladık! Belki de Batı İslâm’ın güzelliklerini almıştır! Peki bu durumda bizim de batıdan kalkınma koşullarını almamız caiz olur mu? Biz gelişmişliğimizin zirvesindeyken Batı, kalkınma koşullarını bizden almamışlar mıydı? Yoksa İslâm ile Batı hadaretinin bir elektizmi/uzlaştırılması mümkün olamaz mı? Ya da Batının bazı sistemlerini transfer etmemiz caiz değil mi? Yani İslâm, başkalarından faydalanmayı yasaklıyor mu?...

Bu türden soruların müslümanların zihinlerini sardığı bir durumda Batı, fikri anlamdaki zehirli okları ile İslâm’a, hadaretine, düşüncelerine, sistemlerine ve yaşama biçimine saldırıya koyuldu. Doğal olarak bu durum, Batı hadaretini saldırı pozisyonuna konuşlandırırken, İslâm ümmetini de savunma pozisyonuna geçirtmiştir. Keşke söz konusu savunma İslâm’ı korumada başarılı bir savunma olsaydı.

Kuşkusuz bu süreçte Batı, Hilâfet sistemine, onun ferdiyetçi ve diktatör/oligarşi olduğu şeklinde saldırdı. Alternatif olarak demokratik sistemi sundu. Cihada; saldırganlık, İslâm’ın kılıç zoru ile yayılması, toplumların kendi geleceklerini belirleme hakkını ellerinden alma diyerek saldırdı. Çok evliliğe, kadına haksızlık ve saygınlığını yıpratma şeklinde saldırdı. İslâmî kardeşlik bağına saldırarak buna taassupçuluk olduğu şeklinde saldırırken, doğru bağın vatan ve milliyetçilik bağlarının olduğunu dayattı. İslâmî yasalarla yönetmeye gericilik olarak saldırırken, ısrarla dinin devlet ve siyasetten ayrılması gerektiğini dayattı.

Peki bu saldırı ve suçlamalar karşısında müslümanların tepkisi ne şekilde oldu?

İslâm ümmetini kuşatan yoğun saldırı durumu süreç içerisinde bu konumu kabul eder kıldı. Halbuki Batının suçladığı normlar utanılacak, çirkin şeyler değil; aksine üstün/yüce ve güzel normlardır. Ancak müslümanlar yüzyılların geçmesi sonucu düşünce dinamiğini, zihin kıvraklığını kaybetmeleri ve içtihat kapısının kapanmış olduğu düşüncesi sonucu müslümanlar bu gerçeklere gereğince soğukkanlı bir şekilde dikkat etmediler. Hilâfet sistemini savunma yerine, onun en doğru sistem olduğu, liderliğin kesinlikle ferdi olduğunu söylemeleri gerektiğinin yanında; demokratik sistemin bir küfür sistemi olduğunu, nitekim yasama hakkını topluma verdiğini, oysa bu hakkın Allah’a ait olduğunu, demokrasinin aynı zamanda aldatıcı ve uygulanması mümkün olmayan ütopya bir sistem olduğunu söylemeleri gerekirken onlar; demokrasinin İslâm’dan olduğunu, İslâm’da yönetimin; demokrasinin bir benzeri olan şuraya dayandığını söylediler. Diğer devlet ve toplumlar, mazlum halkların servetlerini absorbe etmek, onları köleleştirmek ve coğrafyaları üzerine egemen olmak için savaşır ve kan dökerken, müslümanlar sahip oldukları evrensel mesajı insanlığa ulaşmanın önünde duran engelleri kaldırmak için yönetici ve devletlerle savaşır olmalarına övünecekleri yerde; cihadın ancak savunma amaçlı olduğunu, sadece İslâm beldelerini korumak ve düşmanı püskürtmek amaçlı olursa caiz olacağını söylediler.

İslâmî hükümleri ortaya koymaları ve bunun üzerinde ısrar etmeleri; çok evliliğin serbest oluşunu, insan için en uygun olan sistemi en iyi bilebilecek olanın yine o insanı yaratan Yüce Allah’tan geldiği için en doğru sistem olduğunu, bu sistemi, zinanın yaygınlaşmasının önüne geçtiği ve kadının saygınlığını koruduğu şeklinde ifade etmeleri yerine, İslâm’ın çok evliliği sınırlandırdığı ve buna çok özel haller dışında müsaade etmediğini söylediler.

İşte müslümanların Batı ve İslâm hadaretinin arasında kurmaya çalıştıkları elektizm bu şekilde gerçekleşti. Hatta (maalesef) müslümanlar, İslâmî hükümler/normlar ve fikirleri, Batılı hadaret ve fikirlerden ve karşılaştıkları toplumların kültürlerinden çok az ve ayrıntıya dair etkilenmenin dışında hiç etkilenmemişlerken, Batının müslümanlara açtığı hadaret ve fikir savaşı ile, onların kültürlerini, İslâmî fikirler ile Batı hadaret ve fikirlerinin bileşkesinin oluşturması için birkaç on yıl yeterli oluyordu.

Önceleri, yani müslümanlar Batı toplumu ve hadaretini hakir gördükleri dönemde, Batıdan herhangi bir şeyi hatta teknoloji, medeniyet bağlamında ortaya konan keşif ve gelişmeleri dahi almayı reddettiler. Kimi İslâm beldelerinde şekil, vesile ve üsluplara ilişkin bir takım iyileştirmeler yapmaya gittiklerinde fukaha bunlara karşı cephe almış, hatta kimileri matbaa, telefon, telgraf hizmetlerini yasaklamıştır. Ancak Batı açık bir şekilde üstünlüğünü gösterip İslâm Devleti’ni tehdit ettiğinde, müslümanlar Batının sanayi ve teknolojik alanda gelişmişliği karşısında hayrete düştüler ve bu durum değişti. Böylece hadaret ve medeniyet, kültür ve bilim arasında bir ayrıma gitmeden, Batıdan gelen her şeye kapılarını ardına kadar araladılar. Artık Batı birbiri ardına transfer ettiği düşünceleri ile bizimle savaşmaya başladı. Bizimle savaştığı en belirgin fikirleri demokrasi, genel özgürlükler, vatancılık ve milliyetçiliktir. Bütün bunlar yapılırken İslâmî görüntü korunarak yapılıyor, İslâm’ın uzak olmasına rağmen ona yamanmaya çalışıyordu. Artık müslümanlar demokrasinin İslâm’dan olduğunu, İslâm’ın genel özgürlükleri savunduğunu, İslâm’ın özellikleri ve saygınlıkları ile beraber milletleri koruduğunu ve vatanı savunmayı emrettiğini de İslâm’ın vatanperverliği yücelttiğini söylüyorlardı. Böylece ilk dönem fakihlerden işitmediğimiz "zamanın değişmesi ile ahkamın değişmesi inkar olunamaz", "maslahat nerede ise Allah’ın şeriatı da oradadır" "fıkıh kaideleri ve şeriatın esnekliği ve çağa ayak uydurması" v.b. sloganlaştırılmış şifre kodlamaları ile batıdan gelen her fikir ve iftira çirkin bir plana sokuluyordu. Daha sonra bu fikirler kamuoyuna kendisini hissettirmeye başlamıştı.

İslâm ile Batı hadareti arasındaki elektizm çabaları; İslâm’ın sultasının/egemenliğinin kaybolması, İslâmî Hilâfet’in yıkılması, 20. yüzyılda İslâm beldelerinin Allah’ın indirmedikleri ile yöneten, Batı hadaretini insanlığın yücelme, ilerleme ve gelişmişlik noktasında bugüne kadar ulaştığı en ileri düzey olduğu şeklinde çekici hale getiren eğitim ve medya kurumlarını tesis eden hükümetlere boyun eğmesinden sonra daha bir ivme kazandı. Bu konjüktür süreç içerisinde artık İslâmî sistem, yasa ve çözümlerin çağımıza uymadığı şeklinde bir kanaate ulaşıldı. Aydınların çoğu İslâm ve Batı hadareti arasında bir özleştirme çabasına koyuldular ve İslâm’la bütün yönleri ile çelişir olmasına rağmen bu fikirleri transfer ettiler. Artık "Dinin hayattan ayrılması" düşüncesi genel kamuoyu halini aldı. Beşeri sistemlerce yargılanmak çok da normal oldu. Sömürge siyaset/politikaları ve sloganları arkasına sığınmak hiç de zilletaciz bir durum değildi. Milliyet ve vatancılık bağları İslâm bağının yerini aldı. Ve İslâm’a, onun sistemi ve bakış açısına yakışmayacak sloganlar yaygınlaştı. "Allah’ın hakkını Allah’a, kayserin hakkını kaysere bırak", "Din Allah için, ama vatan herkesindir", "İslâm siyasete bulaşmaktan uzaktır" v.b. Ne zaman ki Batı devletlerinin düşmanlığı ve müslümanların ülkelerine göz diktiği anlaşılınca yine bir çok aydın sosyalizme, felsefesine ve sistemlerine yöneldiler. Hatta kimileri apaçık ataizme kaydılar ve diyalektik materyalizme inanmakla övünür hale geldiler. Bu arada İslâm, tarihi bir miras olmanın ötesinde siyasi ve hadaret olarak hiç araştırma konusu bile olmamıştı. Aydınlar hiçbir zaman söz konusu fikirlerin İslâmî düşünce biçimine uyup uymadığına bakmadılar bile. Onların nazarında İslâm’ın devlet, toplum ve hayatta hiçbir fonksiyonu yoktu. Bilakis o, sadece kişi ile yaratıcısı arasında bir ilişkidir. Onun yeri de hayat ve siyaset değil, ev ve mescidlerdi.

Ancak Yüce Allah’ın korumasını üstlendiği bu din, İslâmî hayat sistemlerini barındıran içerikte bir din olarak, ona sarılan ve bu çizgide ısrarcı olan mü’minlerden samimi bir kitleyi kaybetmemiştir. Artık İslâm dünyasına doğudan ve batıdan sızan tüm slogan, düşünce ve teorilerin suya düştüğü bir konjüktürde, düşünce ve kültürel alanın incisi olmaları için onların dönemleri gelmiştir. Onların bu çabaları ile ümmetin yetmişli yıllardan beri İslâm’a ters ve zıt olan tüm yönelişlere karşı durma ve İslâm’a; devlet, toplum ve hayat sistemleri olarak yeniden sarılmaya iten konjüktür ve koşullar birbirini tamamlamış oldu.

O halde ümmetin yeniden İslâm’a yönelmesinde en önemli etken, büyük ölçüde onları ölüme götürse bile; yaygın, egemen akımın tersine tavır alan müslüman davetçilerin varolmasıdır. Ancak kendi içerisinde kurtuluş ve hayırlı müjdeler taşıyan bu dönüşüm, Batının İslâm ümmeti ile savaşını vermeye başladığından beri ümmeti kuşatan yıkıcı bir tehlikeyi beraberinde götürüyordu. O tehlike de, İslâmî olanla olmayanın karıştırılmasıdır. Kuşkusuz müslümanların yakındığı geri kalmışlık koşullarından kurtuluş ve çözüm olması itibari ile İslâm’a yönelmeye başladıklarında; Batı hadareti, kültür ve düşüncelerinin etkisinden kurtulamamışlardı. Nitekim onlarca yıldır ümmete egemen olan sistemlerin dayattığı koşullar ve ortamlar gerçek anlamda tüm çıplaklığı ve netliğiyle müslümanların İslâmî sistemler, İslâm’ın yaşama modeli ve toplumunu görmelerinin önünü alacak şekilde zihinlerini kuşatan sağlam duvarlar ördüler. Artık müslümanlar, egemen sistemler, o sistemlerin ürettiği kurumlar ve ilişkilerden bağımsız bir şekilde İslâmî toplum modeli ve İslâm nizamı biçimi tasavvur edemez oldular.

İslâm’ı Konjüktüre paralel olarak devlet, toplum ve hayat sistemleri olarak benimsemiş cemaat ve hareketler ortaya çıkmıştır. İslâm’ın Batı hadareti, uluslararası hukuk ve B.M. sözleşmeleri ile çatışmayacak formasyonda gündeme getirilip gerek İslâm dünyası gerekse tüm dünya ülkelerinde egemen olan konjüktüre bütüncül bir alternatif şeklinde sunulmuyordu. Aksine bazı yenilik ve düzenlemeleri içeriyordu. İslâm’ı; uluslararası, bölgesel ve yerel koşullarla örtüşecek ve büyük ölçüde düşünce olarak Batı hadaretinden etkilenmiş ama bunun yanında İslâm’la duygusal ilişkisini sürdüren kamuoyunu da memnun edecek biçimde yorumluyorlardı.

Sömürgeci kafir, müslümanların, üzerlerindeki bu hegemonya ve nüfuzdan kurtulmalarının önünü almak için ümmetin üzerinden gözlerini hiç ayırmadı. Ve şu son yıllarda İslâm’ın hala ümmet üzerinde etkin gücünü sürdüreceğini ve bu dinin hayat sistemi olduğu noktasındaki hafızalara kayıtlı bilincin asla değişmeyeceğini anladı. Buradan hareketle İslâm’ı Batı hadareti, medeni hukuk ve B.M. sözleşmeleri ile örtüşen, zamanla beraber yürüyen ve bir günden bir güne şeklini değiştiren bir biçimde sunan gündem ve çevreleri beslemeye yeniden koyuldu. Bu noktada yeni politikası; "İslâm’ın yönetime gelmesi söz konusu ise, sözde İslâm Devleti olduğunu ilan eden ama pratikte kendilerinden önceki laik yöneticilerin uyguladıklarını uygulayan bir takım insanlar gelsinler" politikası idi. Böylece söz konusu fikirler, düşünürler, hareketler ve liderleri önünde fırsatlar açar, ortamlar oluştururken İslâm’a ideolojik formasyonda davet edenler karşısında medyatik propaganda ile spekülatif ortamlar oluşturup çelikten kafesler yapmaktadır. Çünkü sömürgeci kafir, toplumun düşünceleri ile kaynaşıp o daveti taşıyanlara liderliği (yönetimi) teslim ettiğinde bunun, İslâm coğrafyasındaki küfrün can damarını kesecek bir davetiye olduğunu tamamen bilmektedir.

Böylece İslâm daveti ile ataizm ve laisizm çağrıları arasındaki çatışma İslâm’ın kendine özgü ideolojik yorumsanması ile katıştırılmış ve bulandırılmış, daha ötesi saptırılmış, İslâmî yorumlar arasındaki çatışmaya dönüşmüş oldu.