İSLÂM TOPLUMU
HADARETSEL VE FİKRİ ÇATIŞMA |
|
İslâm hadaretine, "hayat hakkındaki İslâmî
mefhumların bütünü" dediğimizde bu, İslâm hadaretinin
İslâmî bir akide, ondan türemiş sistemler, ondan çıkan ve
onun üzerine bina edilen fikirler anlamına gelmektedir. Yani
toplum, Allah’ın emir ve yasaklarına bağlı olduğu, Yüce
Allah’ın dinine uygun yaşadığı ölçüde kendisinden İslâm
hadareti tecelli edecek, İslâm düşüncesi de müslümanların
zihninde netliğini koruduğu ölçüde müslümanlar onu en
güzel bir şekilde tatbik edecekler; saflığı ve
arındırılmış halini koruduğu müddetçe de onların hadaretleri
sadece İslâm olacaktır. Bizim saflık ve
arındırılmışlıktan kastımız, İslâm düşüncesine
yabancı herhangi bir düşüncenin girmemesidir. Nitekim İslâm
düşüncesi de Allah (cc)’tan -o hak olandır, onun
dışındakiler batıldır- vahiydir. Bu ikisinin (hak ve batıl)
bir araya
gelmesi mümkün değildir. Daha önce de belirttiğimiz gibi,
İslâm varlığını diğerlerinden ayıran ve başka hiçbir
hadaretlerle ilişkisinin olmadığını gösteren ayırıcı
özelliğidir.
Peki, İslâm düşüncesi, tarihi serüven
içerisinde ve çağımıza değin müslümanların zihninde ve
hayatlarında arındırılmış/kendisine özgün biçimi ne
kadar korumuştur?
Yüce ve münezzeh olan Allah’ın hikmeti
İslâm ile vahyini, toplumların ve milletlerin zihinlerini
karıştıran girift, kapalı hadaret ve medeniyetten tamamen
uzak, ummîlerden oluşan bir topluma indirmesinde somutlanmış,
kendini göstermiştir.
"Okuma yazma bilmeyen Araplar içinde
kendilerinden bir peygamber gönderen O’dur. (Bu
peygamber) onlara Allah’ın ayetlerini okuyor, onları (şirkten)
temizliyor, onlara kitabı öğretiyor. Halbuki bundan önce
onlar apaçık bir sapıklık içinde idiler."
*
Arap Yarımadası’ndaki cahiliye toplumu ile
diğer toplumların arasındaki farkı gözettiğimizde, söz
konusu Arapların ortamına vahyin inişinde bir hikmetin
olduğu noktasında bizim dikkatimizi celbeden çok önemli
farklılıkların olduğunu görüyoruz.
Arap Yarımadası’ndaki Arapları kuşatan
atmosferi ve tabii olan hayatı düşündüğümüzde, onların
hayatında en belirgin özelliğin sadelik olduğunu buluyoruz.
Göz alabildiğince uzanan sahrada etrafı kuşatan
şeyler gayet azdır. Belki de insan bunları, çöl kumu, dağlar,
sular, develer, hurmalıklar, hayvanlar, çadır ve çamurdan yapılmış
basit birkaç ev, gündüz güneş, gece de ay ve yıldızlar
v.b. şeklinde sayabilir de. İşte Kur'an-ı Kerim’in darbı
mesel verirken onların gözlerinin iliştiği objeleri göz
önünde bulunduruşunun bir örneği:
"Deveye bakmazlar mı? O nasıl
yaratılmış. O göğe baksalar ya! Nasıl yükseltilmiş? O
dağlara baksalar! Nasıl dikilmiş? O yere baksalar ya! Nasıl
döşenmiş?"
*
Aynı şekilde inanç ve fikirlerine baktığımızda
da bu basitliği görebiliyoruz. Bu, putlara tapma, aşiret ve
kabilenin yüceltilmesi, mallar ve evlatlarla böbürlenmenin
yanında; heybetli olmak, cesaret, saygınlık v.b. bazı huy ve
karekteristik özelliklerde özetleniyordu. İnanç ve düşüncelerinin
basitliğine bağlı olarak adet, gelenek ve ilişkileri de
derinlik/enginlikten uzak mı uzak, basitlikte kendini gösteriyordu.
Zihinleri de kompleksten uzak, dingin idi. Belki de bu, onların
şiir, soy ve isimleri hıfzetmelerinde daha çok ayrıcalıkları
olan güçlü bir hafızaya sahip olmalarının nedenini açıklıyor.
Oysa Roma, Fars, Hint ve Çin toplumları
gibi farklı hadaretlerin yayıldığı çevre toplumlar, renkli
ve çeşitli çok sayıda bilgilerin, kültürlerin,
hadaretlerin, sistem, din ve felsefelerin bol bol yüklendiği
malumat ve düşüncelerle zihinleri yoğunlaşmış birikimli
ve kültürlü toplumlardı. Buralarda hayat, insanlarının
zihinlerini yoğunluk ve derinlikle karışık bir duruma sokan
maddi vesileler, yapıtlar, medeniyet ve yoğunluk içindeydi.
Böylece sahranın insanları Yüce Allah’ın
risaletinin ve nübüvvetinin kendi koşullarında ortaya çıkmasına
diğer toplumlara nazaran daha ehil bir durumdaydılar. Çünkü
onlar Yüce Allah’tan vahiy olarak gelen yeni fikri bir kavradıklarında
eski, yavan, yüzeysel düşünce ve inanışlardan arınmaları
için zihinleri hazırdı. O ve daha önceden miras aldıkları
düşünceyi birbirine karıştırmayacaklardı. Çünkü böyle
bir durum ne ilk cahiliyye ne de İslâm olmayacak yeni bir
hadaret ve dinin oluşumuna itebilirdi. Ki bu da, belirli rengi
ve kimliği olmayan iki unsurun karıştırılmasından başka
bir şeyi ifade etmeyecekti.
Peki bu davetin evvel emirde Hint, Fars ve
Roma toplumlarında yayıldığındaki durumu düşündüğümüzde,
Roma İmparatorluğu’nda yayıldığı zaman Hıristiyanlık
dininin; Hint, Yunan v.b. felsefeler, putperestlik ve
Yahudilikten nasıl etkilendiği aklımıza geliveriyor. Aynı
şekilde Arap Yarımadası’nın dışına yayıldıktan hemen
sonra gerçekte eski felsefi ve putperestlik düşüncelerden
iktibas edip bunları bir iftira ile İslâm’a mal etme çabasına
giren, böylece de bidat/İslâm’a yabancı fırkalar
aklımıza gelmektedir.
Bundan ötürü herhangi bir parazit, tortu
ve başkalaşım unsurlarından uzak olan Araplar birinci
derecede İslâm hadaretinin saf, berrak, netlik ve kendine
özgünlüğü ile vücut bulması açısından daha elverişli
koşullara sahip idiler.
Allah Rasulü Muhammed (sav)’den sonra İslâm
düşüncesi kendine özgün yapısını ne kadar süre devam
ettirmiştir?
Allah Rasulü (sav)’den bu yana asırları
geride bırakmış olan İslâm düşünce tarihine bakan kimse,
ümmetin fikrinin özgün yapısını son derece koruduğunu görecektir.
Hiçbir toplum, İslâm ümmetinin düşüncesini kavrayıp
hayata bakış açısı ve fikri kaidesi çerçevesinde kimliğini
koruyup gidişatını da o istikamette şekillendirmemiştir.
İslâm akidesi müslümanların tüm fikirlerini üzerine bina
ettikleri 'fikri kaide' idi. Vahyin metnindeki -Kur'an ve Sünnet-
hayat ve devlet sistemlerinin kaynağıydı. Ümmet de, İslâm
dışında başka herhangi bir hadaret ve fikri almama
noktasında son derece tutucuydu. Nitekim İslâm’ın
dışındaki tüm unsurlar onun gözünde küfürdü. Çünkü
haktan sonra sapıklıktan başka ne vardı?
Ne var ki bu durum olması gerektiği gibi
devam etmedi. Müslümanların zihninde İslâm düşüncesinin
netliğinin kaybedildiği bir döneme geldik. Hatta bu sorun,
ulemanın, şeriatın eğitimcileri ve öğrencilerinin
zihinlerinde dahi kendini göstermektedir. Nitekim bir çok
parazitler zihinlere girmişti. Ve İslâm’ın uzak olduğu
çoğu fikir ona nisbet edilir oldu. Peki bu bozulmanın sebebi
ne olabilirdi? Ne zaman başlamıştı? Bundan kurtulmanın ve müslümanların
İslâm’ı kendine özgün biçimi ile anlamalarının yolu
nedir?
Toplumlar birbirlerinden bazı fikirleri ile
fikrî çatışmalar sonucu etkilenebilirler. Bu çatışma bazen bir
fikrin başarısı, diğerinin hezimeti ile sonuçlanırken,
bazen de bir fikrin diğerinden etkilenmesi belki de her iki düşüncenin
birbirlerinden etkilenmeleri ile sonuçlanabilir.
İslâm tarihi, İslâm düşüncesini hakkıyla
anlayıp en güzel şekilde taşıyan müstesna insanların varlığında başka fikirlerle karşılaştığı ilk günden
bu güne kadar hiçbir düşüncenin onun karşısında
duramadığını göstermektedir. Ancak kavraması yerinde ve
duyarlı davetçilerini kaybettiğinde, farklı düşüncelere
üstünlüğün fırsatı verilmiş oldu. Tabi ki bu üstünlük
İslâm’a değil müslümanlara olan bir üstünlüktür.
Şayet yüce İslâm düşüncesini Allah
korumayı üstlenmemiş olsaydı, belki de karşılaşmış
olduğu engeller ve kuşatmalar onun tahrifi, yozlaşması ve hüviyetini
kaybetmesine yol açabilirdi.
"Şüphesiz Zikri (İslâm risaletini) Biz
indirdik. Yine onu Biz koruyacağız."
*
Peki söz konusu engeller ve kuşatmalar
nelerdir? Ve bunların İslâm kültürü üzerindeki etkileri
ne ölçüde olmuştur?
Toplumda küfrün ve kafirlerin üstün olduğu
bir konjektürde İslâm’ın ortaya çıkışı ve Mekki süreç
çerçevesinde Allah Rasulü (sav) ve saygın sahabileri siyasi
çatışmanın yanında fikri bir mücadele sürecine de girmişlerdi.
Söz konusu sürecin tam tamıyla şiddetli bir harp olarak
nitelendirilmesi mümkündür. Nitekim Peygamber (sav)’in
omuzlarında zor bir görev yüklüydü. O, kafirlerin putlarına
karşı duruyor, onların dinine karşı çıkıyor,
ilahlarını yeriyor, hülyalarını ayıplıyor, babalarının
miras bıraktıklarını aşağılıyor; hiçbir şekilde
yağcılık ve yaltaklık yapmadan, eğip bükmeden, meydan
okuyarak açıkça davetini ortaya seriyordu. Bunun üzerine
kafirler de ellerinden geleni ardına bırakmadılar. Kah
ürkütmeye çalıştılar, kah cazip tekliflerde bulundular. Bazen ona mal, yetki, kadın ve
idarecilik teklif ederlerken, bazen de onunla karşılıklı
olarak bir yıl kendi ilahlarına tapması karşılığında
kendilerinin de bir yıl onun ilahına tapacaklarını, en azından
ilahlarına saldırmasından vazgeçmesi tekliflerini
sunuyorlardı. Cazip teklifleri karşılıksız kalınca
bu sefer sahabelerin öldürülmesi, işkence ve abluka altına
alınmaları, iktisadi, sosyal ve siyasi ambargo v.b.
caydırıcı yöntemlere yöneldiler. Acaba bu baskıların
davet ve İslâm düşüncesi üzerinde bir etkisi olmuş mudur?
Allah Rasulü (sav) daveti bizzat yüklenmemiş
olsaydı; davetçilerin, bazı düşüncelerinden ve pozisyonlarından
ödün vereceklerini, düşmanlarına yardakçılık
edeceklerini,
toplumun ve yöneticilerin intikam hırslarını azaltması için
onlarla beraber hareket edeceklerini ve belki de bir çok
davetçinin yaptığı gibi; insanların mizaçları ve düşüncelerine
paralel, dinlerinde bazı düzeltmeleri yaparak onların
dinlerine meyledeceklerini düşünebilirdik belki. Kur'an-ı Kerim,
Peygamber (sav)’i; masum olmasına rağmen, böylesi bir
şeytan oyunlarına düşmekten, Kureyş’in ulularına
yanaşmaktan, özellikle de yağcılık, yaltaklık ve
uzlaşmadan uyarıyordu. Yüce Allah buyuruyor ki:
"Yalanlayanlara uyma! Onlar senin de ödün
vermen beklentisiyle ödün verecekler."
*
Bazı ayetler; şayet Allah, Peygamberin
ayaklarını sabitlemesiydi, kafirlerin İslâm’ın bazı
hususlarında Allah Rasulü (sav)’i fitneye düşüreceklerini
açıkça ifade ediyor. Yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Az kalsın sana vahyettiklerimizden
başkasını Bize iftiracı edesin diye seni bile fitneye düşüreceklerdi.
Ve o takdirde seni dost edineceklerdi. Eğer Biz sana sebat
vermemiş olsaydık, sen onlara mutlaka az bir miktar meylettin
gittiydin ve o takdirde Biz sana mutlaka hayatın da ölümün
de iki kat acısını tattırırdık. Sonra bize karşı kendine
hiçbir yardımcı bulamazdın!"
*
Kurtubi, bu ayetin yorumunda şunları söylüyor:
"Bu Kureyş’in ileri gelenlerinin Peygamber (sav)’e söyledikleri;
Şu düşük ve mevali takımını bizden defet ki seninle
oturalım ve seni dinleyelim, sözleridir. Peygamber de içinden
geçirmişti ki, bundan nehyolundu. Gatade dedi ki: Bize
anlatıldı ki Kureyş bir gece sahabe kadar Peygamber (sav) ile
başbaşa kaldılar ve ona yakınlaştılar, övgü yağdırdılar
ve yücelttiler ve dediler ki: Şu insanların hiç birinin
getirmediği bir şeyi getiriyorsun, sen bizim efendimizsin. Ey
Efendimiz! Bu diyalog sürerken Peygamber (sav) az daha onlara bazı
isteklerinde yakınlaşıyordu ki Allah onu bundan korudu. Ve bu
ayeti indirdi... Bu ayet indiğinde Allah Rasulü (sav); Ey Allahım,
göz açıp kapayasıya kadar dahi beni nefsimle başbaşa
bırakma, diye dua etti... İbni Abbas dedi ki: Allah Rasulü (sav)
masumdu. Ancak bu; ümmetinin, Allah’ın şeriatı ve ahkamından herhangi birinde müşriklere meyletmemeleri için
bir öğretidir."
Allah Rasulü (sav) ve ashabının (r.anhum)
Mekke'de yaşadıkları bu süreç, davetçiler üzerine fiziki baskıyı
çeken etken olmuştur. Ancak gördükleri bu baskıların
ne davet ne de İslâm düşüncesi üzerinde olumsuz hiçbir tesiri olmamıştır.
Peygamberliğin yıldızı ve davetin komutanı Allah Rasulü
Muhammed (sav) iken küfür için kurtuluş mümkün mü? Kuşkusuz
Peygamber (sav) bu zorlu süreci de aştı ve İslâm’ın, Allah’ın
indirdikleri ile hükmeden bir devleti ve diyarı oldu. Davetçilerin
üzerindeki baskının her çeşidi küfrün azgınlığından
kurtulmalarından sonra ortadan kalkmış oldu ve Medine-i Münevvere’de
toplumlarının idarecileri oldular. Nitekim İslâm tatbik ve
yürütme konumuna taşınmış oldu. Ardından on sene geçmedi
ki, Allah Rasulü (sav) elinde İslâm tüm Arap Yarımadası’na
yayıldı. Ve Peygamber (sav), İslâm'ı, kendine özgü yönetim
biçimi ile en güzel şekilde tatbik etti.
Allah Rasulü (sav)’den sonra arkadaşları
bu çizgiyi takip ettiler. Müslümanlar da, Allah'ın Kitabı ve Rasulü’nün
Sünneti ile hükmetmeleri ve işlerini İslâm akidesinden
türemiş sistemler ile yürütmeleri üzerine halifelere beyat
etmişlerdir. Hulefai Raşidin, İslâm’ın kendine özgü
berrak yapısını koruma ve herhangi bir dış faktörün bulaşmaması
üzerine son derece titiz idiler. Hatta İslâm Devleti’nin sınırlarının
genişlemesi ve geniş bir alana yayılması; onları, iktisad, yönetime
ait sistemleri ve fikirleri -dışarıdan- almaya yöneltmemiştir.
Onlar hadareti medeniyetten ayırabildikleri gibi; kültür ile
bilimi, yönetim sistemi ile idari yönetmelikleri ayırt
edebiliyorlardı. Ve İslâm’dan olmadığı sürece, hayat
sistemleri, hadaret ve kültür adına ne varsa ellerinin tersi
ile reddediyorlardı. Bunun yanında evet medeniyet, bilim ve
idari yönetmelikler ile ilgili kendilerine lazım olanları da
almışlardı. İşte Ömer (ra)’ın yaptığı gibi: O -deyim
yerinde ise- defterdarlığı almıştır. Defterdarlığı; siciller,
idari birimler ve daireler gibi devletin benimsediği yasaların
daha güzel ve düzenli uygulanmasını sağlayacak güzel bir
yöntem olarak almıştı.
Kuşkusuz düşünceyi yaralama çabalarının
ilki, hadislerin etrafında yapılan iftira çalışmaları
oldu. İslâm düşmanları Peygamber (sav)’in söylemediği
yalan sözlere hadis görüntüsü verip onlara İslâmî
olmayan anlamlar ve İslâm’la çelişen mefhumlar yükleyerek
müslümanların onları almaları, amel etmeleri ve böylece
İslâm’dan uzaklaşmalarına özenle çaba göstermişlerdir.
Ve bizat Peygamber (sav)’in hadislerine bir çok yalan söz katıp
bunları insanlar arasında yaygınlaştırdılar. Ancak müslümanlar
onları farketti ve oyunlarını çözdü. İslâm bilginleri ve
hadis ravileri uydurma olanı zayıftan, zayıf olanı sahihden
ayırt ederek beyan ettiler. Ravilerin vasıfları ve rivayet
tarihine kadar ciddi, titiz bir çalışmaya koyuldular. Böylece
hadis korunmuş oldu. Hatta hadis rivayet eden; sahabe, tabiin ve
tebaattabiinle sınırlandırıldı. Bunlardan sonra hiçbir
rivayet kabul edilmedi. Raviler sınırlandırıldı, onlardan
herbiri teker teker yakından tanındı. Herhangi bir müslümanın,
bir hadisin sıhhatli olanını zayıflarından, zayıf
olanını uydurma olanından ayırabileceği yeterli derecedeki
sened ve metin çalışmalarını yaparak, hadis kitaplarını
da derecelendirerek ortaya koymuşlardır. Bunların da ötesinde
İslâm Devleti söz konusu zındıkların karşısında
demirden el olmuş ve onlardan bir çoğunu Allah Rasulü (sav)’in
kendilerine yalan katmaktan ötürü ölümle cezalandırmıştır.
Bundan dolayı bu oyunların İslâm ve onun kültürel dokusu
üzerinde zikre değer bir etkisi olmamıştır. Fakat tehlike
İslâm kültürünü başka bir açıdan sarmaktaydı.
Bu, müslümanların, Hıristiyan Roma, Fars,
Hint, Kıbti v.b. beldelerini fethettikleri halklarla fikri
karşılaşmaya/çatışmaya giriştiklerinde başlamıştır. Söz konusu
toplumlar İslâmî fetihten önce beldelerinde köklü, yer
etmiş kültür ve düşüncelere sahipti. İslâm’ın onlara
ulaşması için müslümanların söz konusu toplumlarla fikri
bir karşılaşmaya koyulmaları gerekiyordu. İslâmî fetihler
de bu sebepten vazedilmişti. Her bir fetih sonrası ulema ve
davetçiler insanların fevç fevç Allah’ın dinine girmeleri
için söz konusu bölgelere dağılıyorlardı. Onlardan
kimileri Şam, Kuzey Afrika ve Bağdat’ın bir kısmında
yaygın olan ehli kitab üzerinde yoğunlaşırken, bazıları da
Farisi ateşperestlerle, kimileri ise, Hint ve Çin bölgelerindeki
putperest insanlar üzerinde yoğunlaştılar.
Elbette fethedilen toplumların sahip
oldukları din, hadaret ve kültürler üzerinde müslümanların
kesin bir başarı elde edecekleri bilinen bir gerçekti. Bu iş,
uzun yıllarda almadı. Aksine toplumların tarihi göz önünde
bulundurulduğunda göz açıp kapayıncaya kadar çok kısa bir
müddet içinde bölge insanları İslâm’a girdiler. Hadaret
ve kültürlerini terk edip İslâm hadareti ile bütünleştiler
ve onun kültürü ile kültürlendiler.
Ancak müslümanların, farklı hadaret ve kültürlerle
giriştikleri, başarıyla çıktıkları hadaret ve fikri çatışmalarında, çatışma alanına serpiştirilen bazı
kırıntılardan da etkilenmedikleri söylenemez. Gerçekten çok
çetin ve ciddi bir çatışmaydı bu. Diğer din sahipleri müslümanlarla
inanç düzleminde mücadele ediyor ve şüpheler konduruyorlardı.
Çünkü davetin esası inanç ve onunla ilişkili fikirlerdir.
Müslümanların davete ve maruzlarına karşı cevap sunmadaki
hırsları, onlardan bazılarını, maruzlarına karşı
ellerinde bir silah olsun düşüncesiyle bazı felsefi düşünceleri
öğrenmeye itti. Böylece felsefi konular Hıristiyan
v.b.lerinden
bulaşmış oldu. Müslümanlar arasında Aristo mantığı
yaygınlaştı. Kimi müslümanlar felsefe kitaplarına muttali
oldular ve bir çok felsefe kitabı Yunanca’dan, önce
Süryanice’ye daha sonra da Arapça’ya tercüme edildi. Daha
sonra Yunanca’dan direk Arapça’ya tercüme edilmeye başlandı.
Bu, felsefi düşüncelerin vücut bulmasına yardımcı
oluyordu. Bunun yanında bazı din mensupları, özellikle kimi Hıristiyan
ve Yahudiler kasıtlı olarak felsefe ile donanıp bu fikirleri
İslâm dünyasına taşıdılar. İşte bütün bunlar, felsefi
düşünceleri gündem getirmiş ve müslümanları da öğrenmeye
yöneltmiştir.
Söz konusu öğrenimin bütüncül/kapsamlı
bir öğrenim olduğunu söylemek mümkün değildi. Sadece
Hıristiyan ve Yahudilere cevap vermek için felsefi düşünceleri
öğreniyorlardı. Çünkü müslümanların, Yunan
filozoflarının özellikle de mantık ile ilgili sözlerine vakıf
olmadan cevap sunmaları mümkün değildi. Bundan ötürü
yabancı ekollerin sözleri ve dayanaklarını kuşatıcı bir
araştırmaya koydular. Böylece İslâm coğrafyası her düşüncenin
ortaya konulduğu ve tartışıldığı bir meydan oluverdi.
Bilinen o ki, tartışma; dikkatli bir analiz, düşünme ve düşünmeyi
zorlayan bir çok meseleyi gündeme getiriyor. Zaten her bir
ekol kendince daha güçlü olan delilini ortaya sunuyordu. Bu
tartışma ve düşünme ortamı, tartışmada ve araştırmada
yeni bir metodolojiyi takip eden insanların ortaya çıkmasına
büyük ölçüde yardımcı oldu. Öğrenmiş oldukları
felsefi düşünceler, onları delil sunma metodları ve bazı düşüncelerinde
etkisi altına aldı. İşte bu çerçevede "kelam
ilmi"
özel bir alan ve müslümanlar arasında İslâm dünyasında
"kelamcılar" olarak da bir elit ortaya çıktı.
Kelamcıların büyük ölçüde Kur'an’dan
etkilendikleri doğrudur. Araştırmalarını üzerine bina
ettikleri esas Kur'an’dı. Onlar felsefeyi, Kur'an’ı
savunmak ve maruzlarına karşı kuşanacakları bir tür silah
olarak öğrendiler. Ama zamanla bu, onlar için araştırma ve
düşünmede hem Kur'an’ın, hadis ve sahabelerin hem de Yunan
filozoflarının araştırmaları ve delillendirmelerindeki
metodlarından farklı, yeni bir metodolojiyi üretti.
*
Kelam ilmi, İslâm kültür sahasına çıktığında
müslümanların bilgin ve fukahası tarafından son derece
ciddi eleştiriler aldı. Çünkü o, araştırmada İslâmî
hissiyata yabancı yeni bir yolu aralamış oldu. Daha önce değindiğimiz
gibi aynı zamanda Kur'an ve Sünnetin inançları
araştırmadaki metoduna da tersti. Fukahanın çoğunun 'ilmi
kelama' karşı çıkışı da bu yüzdendi. Kelamcılar
hakkındaki hükümleri çok şiddetli idi. İmam Şafii (ra)’ın söyledikleri
bunlardan birisidir. "Kelam bilginleri hakkındaki hüküm,
tasmaya vurulup cadde ve sokaklarda dolaştırılmalarıdır. Böylece
Kur'an ve Sünneti terk edip kelam ilmini almalarının cezası
olarak tanınsınlar."
* İmam İbn Abri el-Ber şöyle
söyledi: "Fıkıh ve hadis ehli, kelam ehlinin bidat ve
sapıklık ehli oldukları ve çoğunluktan sayılmadıklarına
dair tüm şerihlerde ve ulema katmanlarında bir kanser süs
olmuştur. Elbette ulema, hadis ve fıkıh ehlidir ve kendi
aralarında yetkinlik ve kavramada üstünlüklerini ortaya
koymaktadırlar."
*
Ancak zaman aşımı ile kelam ilmi açık
bir şekilde yayıldı ve ulema nezdinde kabul gören bir ilim
dalı oldu. "Kelam ilmi" başlığı "Tevhid ilmi" ya da "Usul
ed-Din" başlığı ile eşdeğer oldu. Bunun da
ötesinde bir zamanlar kelam ilmini ve kelamcıları kabul
etmeyenler dahi içine düştükleri durumu fark etmeden kelami
meselelere daldılar ve metodunu benimsediler. Bunun en kötü
sonuçları ise ilimlerin en yücesi olan usul el-Fıkh’a da
karıştırılarak bulandırıldı. Belki de müslümanların
diğer hadaret ve kültürlerden fiili olarak etkilenmeleri,
kelamcılar ve kelam ilminde somutlaşıyordu. İşte bundan
sonra İslâm ümmetinin düşünce binasına isabet eden daha
bir çok öğeler olmuştur.
Kelam ilminin ve kelamcıların ortaya çıkışı,
felsefi eserlerin yayılış ve tercüme edilişinden sonra İslâm
dünyasında Yunan felsefesi ile ilgilenmek, vakıf olmak çok
da basit işlerden oluverdi. Bu da İslâm dünyasında "Müslüman
Filozoflar" şeklinde tanınan bazı şahsiyetlerin
yetişmesine zemin oluşturdu. Müslüman filozofların çabaları
bazı felsefi konuların araştırılması ile sınırlı
kalmadı. Onun da ötesinde felsefeyi bütünlüğü içerisinde
ele alıp öğrenme ve bütünüyle metodu üzerine yürüme
şeklinde bir çizgiye sahiptiler. Bunlardan en tanınmış olan
"el-Kindi" (ö.260) ondan sonra gelen "Farâbi", "İbn Sina" ve "Cabir b.
Hayyan" v.b.leridir.
Bu kişileri "Müslüman Filozoflar"
olarak addedenler kesinlikle yanlış içindedirler. Çünkü bu
felsefelerin İslâm’la kesinlikle bir ilişkisinin
olmadığı gibi, gerek esasları gerekse ayrıntıları açısından
İslâm’la taban tabana tenakuz içerisindedirler. Esasları açısından;
bir kere bu felsefe evrenin ötesini yani mutlak varlığı
araştırma konusu yapmaktadır. İslâm ise tam tersine; sadece
evren ve algılanabilen varlıklar üzerine araştırır. Yüce
Allah şöyle buyurdu:
"Muhakkak göklerin ve yerin yaratılışında,
gece ile gündüzün birbirini takip etmesinde, insanlara yararlı
şeylerle denizde akıp giden gemilerde, Allah’ın gökten su
indirerek ölmüşken yeri onunla diriltmesinde, yeryüzünde
her nevi hayvanları dağıtmasında, rüzgarları her tarafta
estirmesinde ve yerle gök arasında emre amâde duran bulutta
akıl sahibi bir ümmet için elbet (Allah’ın birliğine)
deliller vardır."
*
Allah (cc), Zatı hakkında ve evrenin
ötesinde bir araştırmayı yasaklamakta ve mutlak bir
teslimiyeti emretmektedir. Fazlasına yönelmeden ve aklın
araştırmasına müsamaha etmeden iman edilmesi gereken sınırda
durmak gerekirken, ayrıntıları açısından ise; bu felsefede İslâm’ın
küfür saydığı birçok bahis mevcuttur. Alemin ezeli ve
kadim olduğunu, cennet nimetlerinin ruhani olduğunu maddi
olmadığını, Allah’ın cüzziyatı bilmediğini v.b. söyleyen
ve İslâm nazarında kesin olarak apaçık küfür sayılan birçok bahisler vardır.
Bu noktada hatırlatılması gereken bir
husus şudur ki; bu filozoflar, hiçbir zaman bir ekol ve cemaat
oluşturamamışlardır. Müslümanlardan bir topluluk onların
ardından gitmemiştir. Yani onlar, İslâmî kamuoyunun ne de kısmi
bir bölümünün gündemini tabir etmiyorlardı. Bu itibarla o
döneme ait İslâm ümmetinde yaygın kültürün analizini
yaparken onların araştırmalarını kaleme almak doğru
değildir. Herhalde her kitap yazan veya bir eser telif eden,
toplumda bir akımı temsil etmiyor. Düşüncelerinin bir kıymeti
olması için en azından belirli insan topluluğu tarafından
kabul görmüş olması gerekir. Aksine biz filozofların
kamuoyu tarafından yadırgandığını, araştırmaları ve
fikir sapmalarına şüpheyle bakıldığını görüyoruz.
Zaten kamuoyunun nabzı birçok konuda, özellikle bu noktalarda
hep bu türden fikri sapmalar karşısında set oluşturan
fukuha ve müçtehitlerin görüşlerinden yana olmuştur. Söz
konusu filozofların görüşünün yakın tarihte gördükleri
ehemmiyeti İslâm tarihi boyunca asla görmediklerini
söylememiz mümkündür. Belki de çağdaş tarihte onların
namı İslâm dünyasından önce Batı dünyasında daha
yaygın bir şekilde zikredilmektedir. Çünkü oryantalistler
Batıniyye v.b. sapık ekolleri sürekli gündeme getirmeye çalışmaktadırlar.
Aynı şekilde İbn Rüşd, İbn Hayyan, Kindi, Farâbi ve İbn
Sina gibi filozofların konumunu yüceltmektedirler.
Oryantalistler sürekli olarak söz konusu filozofları; tıpkı
topluma ve kültürüne egemen olan kilise ve din adamlarının
uyguladığı istibdad ve zulme karşı direnen aydınlanma
filozofları ya da Avrupa’nın kalkınma çağı düşünürlerini
tasvir ettikleri gibi, yönetici ve devlet adamlarından, gerici
fukuhadan farklı olarak orta çağın geri kalmışlığı ve
donukluğundan kurtaran dehalar, aydın ve entelektüeller
suretinde sunmaktadırlar.
Ancak o dönemde, ne kadar ilgisiz kalınsa da,
onların araştırmaları; henüz müslümanların zihninde
yerleşmemiş ve yaygınlaşmamış olan bazı felsefi düşünceleri
sızdırmış oluyordu. Bir de buna şer'î bir kimlik kazandırmaya
çalışan kimi ulema olmasaydı. İşte bu fikirlerden en bariz
olanı "Tasavvuf" başlığı altında tasnif edilen
fikirlerdir.
Sufi düşünceler ve tasavvuf Hind ve Farisi
kitaplarının tercümesi yoluyla İslâm aleminde kültürel
alana ilk girdiğinde bazı insanlar ona inandı ve düşüncelerine
sarıldılar. Müslümanlar -başta fukuha ve ulema- diğer
felsefelere nasıl yaklaştılar ise buna da aynı yaklaşımı
göstermişlerdir. Belki de tasavvufun İslâm akidesi ile olan
temelden zıt oluşu müslümanların tavırlarını daha
şiddetli ve daha açık bir şekilde göstermelerini sağlamıştır.
Çünkü Hind ve Çin’den gelen, müslümanlardan önce, belki
de İslâm’ın zuhurundan çok önce Hıristiyan dünyasının
etkilendiği sufi felsefe İslâm’a zıt belki de apaçık küfür
sayılabilecek düşünce ve görüşleri içermektedir.
Tasavvufta; ittihat ve hulul, sufinin ilahi zatın makamına yükselmesi
ya da ilahi zatın mutasavvıfta teseccüdü, mutasavvıfın
elinde mucizelerin meydana gelmesi v.b. müslümanlardan
kesinlikle kabul görmesi mümkün olmayan fikirler mevcuttur.
Bundan dolayı sufi düşünceye inanan ve onu sahiplenen
Muhiddin el-Arabi, Hallac v.b. İslâm toplumunda sevilmeyen ve
zındık, kafir ve mürted zümresinden addedilen kişilerdir.
Bu durum bir takım ulemanın, sufi düşüncenin
İslâm akidesi ile çelişen durumlarını törpüleyip,
yorumlamayı üstlenmeleri ile değişti ve kabul görmeye başladı.
Söz konusu isimlerden en meşhur olanı imam "Ebu Hanid
el-Gazali"dir. (ö.505.H.) Böylece genel anlamda ve ayrıntıları
ile İslâm’a garip olan bir düşünce, maalesef sufilik
üzerine kurulu olduğu esasının benimsenmesini sağladı.
Sufiliğin üzerine kurulu olduğu ana fikir;
varlığın madde ve ruhdan müteşekkil olduğudur. Yani
varlıkta algılanır maddi bir yön olduğu gibi görülmeyen
-ki onu ruh şeklinde isimlendiriyorlar- bir diğer yüzü de
vardır. Aynı şekilde insan da ruh ve maddeden müteşekkildir.
Maddeye mutlak kötülük olarak bakarken ruha ise mutlak iyilik
olarak bakıyorlar. Buna bağlı olarak da insan birbirine
tamamen zıt iki kutuptan oluşuyor. Bu kutuplardan herbiri
diğerine üstün gelme, onu bastırma çabasındadır. Ya ceset ruh üzerinde üstün çıkacak ve insan; düşüklük,
rezillik, şer ve yer çamuru durumuna düşecek ya da ruh
bedene üstün gelecek; melekler, evliyalar mesabesinde
yükselecek, yerin, toprağın ve cesedin fiziki boyutunu aşarak
yükselişinin zirvesine ulaşacaktır. Böylece hiçbir esbaba
bağlı kalmaksızın, iktisâbın dışında başka bilgi
kaynakları kendisine açılacaktır. O da keşif ve yansıma
(tecelli)dir. Daha ötesi salih evliyalar elinde mucize ve
kerametler sadır olacaktır.
Böylelikle sufi düşünce ve ritüelleri
Gazali v.b. ulemanın çabaları ile yayılmış oldu. Artık
sufi çevreler, dünya hayatı ve lüksünden uzaklaşma,
yaşamın sebeplerine sarılmama, tekkelere kapanıp siyasi mücadeleyi
ve çalışmayı yadsıyıp, bedene işkence ve dünya hayatından
el etek çekme şeklinde tezahür eden "ruh ve nefis
terbiyesi"
seanslarına başladılar. Bütün bunlar ruhun ceset üzerinde
galip olması, böylece melek ve evliyalar saflarına
"korunmuş olarak" ulaşması için. Fakat sufi felsefenin üzerine
kurulu olduğu düşünce İslâmî değildir. Daha ötesi ona
ters düşmektedir.
*
Bu şekilde söz konusu düşünce de İslâm
toplumunda çöküntüyü sağlayan etkenlerden olmuştur.
Nitekim bu düşünce Yüce ve münezzeh olan Allah’tan korkma
esası üzerine dünyayı yeniden imar etme/yapılandırmaya götürecek
ne ciddi bir aksiyon ne de dinamizm göstermekten yoksun;
gayesiz,
hiçbir hedefi olmayan, toplumdan soyutlanmış, kendi başına
(nefsi ile mücadele eden pirifani) bir insan meydana
getirmektedir. Halbuki Allah (cc) insanı, yeryüzünü imar
edecek halifeler kılmıştır.
"Sizi topraktan O yarattı ve yeri size
imar ettirdi."
*
Söz konusu sufi düşünceye bir de insanı;
"rüzgarların önündeki tüy ya da dalgaların istediği
şekilde yürüttüğü odun parçası" gibi tanımlayan
"Gaybi Kaderiyye" anlayışının eklenmesi işin cabası idi. Buna göre
insan iradesinin, gücünün ve çabasının hiçbir fonksiyonu
yoktur. Evren içinde meydana gelen tüm olaylar insanın hiçbir
tesirinin olmadığı, mahkum edici bir plan neticesinde meydana
gelmektedir. Tabi ki duyarlı ve uyanık bir insan için bu tür
mefhumların, toplumlardan herhangi bir toplum açısından son
derece tehlikeli ve yıkıcı olduğu saklı değildir.
Tercüme hareketleri yaygınlaştığı zaman
(Abbasi hilafeti döneminde) bir önceki tehlikeden hiç de az yıkıcı
olmayan yeni bir fikir bazı İslâm ekolleri arasında ve kimi İslâm
beldelerinde yayılmaya başladı. Bu sefer de bu fikir, müslümanların
devletlerini düşürüp, beldelerini fethettikleri ve İslâm
Devleti sancağı altına girip topyekün İslâm’a giren
toplumlar gibi, İslâm’a giren Fars toplumundan geldi. Söz
konusu toplumların İslâm’a samimi ve gerçekçi olarak
girdiklerinden bir endişe yok. Ancak İslâm’a ve
müslümanlara kin besleyen bazıları İslâm görünümüne
büründüler ve İslâm’ı içinden yıkmak için nifak
tohumları ekme çabasına giriştiler. Köhnemiş eski dini, kültürel
telakkilerinin oluşturduğu fikirleri İslâm’a ve İslâm
kültürüne katmaya koyuldular. Ekilen bu tohumların
yeşermesi ve yayılması sonucu bazı müslümanlarda "İmamların
Masumiyeti" ve "Hilâfet’in masum imamlara bırakılması"
düşüncesi ile beraber ilk meyvelerini vermeye başladı. Bu düşüncenin
özeti; Yüce Allah, Peygamber (sav)’den sonra beyat yolu ile
seçmeleri işini müslümanlara bırakmadı. Nitekim dinin
korunması ve müslümanların işlerinin idaresi doğru ve
yanlış yapabilen insanlara bırakılması caiz değildir.
Halbuki Allah (cc) vahiy ile elçisinin ardından gelecek
"hulefa-i
şeriyyun"u isimleri ile beraber belirlemiştir. Onlar
şeriata muhalefetten ve günah işlemekten korunmuştur.
Bunların dışındaki kişilere Hilâfet makamının verilmesi
caiz değildir. Bu makamı işgal eden her kimse şeriata
karşı gelmiş ve Hilâfet konusunda masum imamların hakkını
gasbetmiştir, şeklindedir.
İran tarihine ve hadaretine bir göz
gezdiren kimse, İran kültürü ile "imamların
masumiyeti" düşüncesi
arasındaki ilişkiyi kavrayabilir. Fars kralları, insanları
ilahi iradeyi temsilen yönetiyorlardı. Bilakis İranlılar
şuna inanıyorlardı ki; kralın kararları ve yasaları bizzat
tanrının vahyetmesidir. Bundan dolayı memleketin
kanunlarının temeli tanrısal bir iradeye dayanıyordu. Bu
kanuna karşı gelmek, ilahi iradeye karşı gelmekti.
*
İmamların masumiyeti düşüncesinin Fars diyarında (İran)
ortaya çıkışı ve bugüne değin halen varlığını sürdürmesi
tesadüfî değildir. Her halükârda Tanrı adına yönetim/teokrasi
söz konusu çağlarda çok yaygındı ve bir çok devlette var
olan bir düşünce idi.
İşte böylece müslümanların düşüncelerindeki
berraklığı ve kendine özgünlüğünü kaybettiren yabancı
düşünce ve hadaret kırıntıları peyderpey girmiş oldu.
Ancak bu, ne boyuta ulaşırsa ulaşsın; hiçbir
zaman müslümanların kimliğini kaybettirecek, hadaretlerini
değiştirecek, kişiliklerini bozacak düzeye ulaşmadı. Bütün
bu etkenlere rağmen hiçbir zaman müslümanların inançlarına
olan imanlarını, şeriatlarına/yasalarına ve İslâmî
mefhumlara olan güvenleri noktasında korkulacak bir şey
yoktu. İslâm akidesi halen müslümanların düşüncelerini
üzerine bina ettikleri temel idi. Kur'an, Sünnet
ve bu ikisinin delâlet ettiği kaynaklar yasamaya kaynaklık
teşkil ediyordu. Kelam bilginleri İslâm akidesini müdafaa
için tüm çaba ve gayretlerini mantık üzerinde yoğunlaştırıyordu.
Bu çerçevede araştırmalarının esasını yine İslâm
akidesi oluşturuyordu. Müslümanlar arasında ortaya çıkan
filozoflar ise, kamuoyunun gündeminde anılır derecede ilgi
oluşturmamışlardı ve çok marjinal kaldılar. Sufilik, İslâm’a
onca yıkıcı ve tehlikeli olmasına rağmen müslümanlardaki
temel inanç unsurlarını zedeleyemedi. "İmamların
Musamiyeti" anlayışı da "İmamiyye" olarak tanınan
bazı ekollerin dışında bir taban oluşturamadı, üstelik
bu düşünce uygulanması mümkün olmayan ütopik bir düşüncedir.
Zaten müslümanların çoğu nezdinde kabul de görmedi.
Nitekim gerek Bahailer, Fatimiler ve gerekse sufiler yönetim ve
politika ile yüz yüze geldiklerinde bu düşüncenin
müntesipleri dahi söz konusu düşüncenin uygulanamayacağını
görmüşlerdir.
Ancak bütün bunların içinde en önemli
olgu, İslâm dünyasında kültürel yönlendirme ve bu bağlamda
oyunun oluşturulmasında en büyük etken konumunda olan
"fakihler"
idi. Onlar her şeye rağmen İslâm dışı kültürden uzaktılar.
Onların araştırmaları tamamen Kur'an ve Sünnet’in dili
olan Arap dili, müslümanların eğilimlerini formüle edecek
şer'î hükümleri istinbat etmek için Kur'an ve Sünnet’e
ait şer'î ve dilsel işaretleri anlamak üzere yoğunlaşıyordu.
Kitap ve Sünnet’ten istinbat edilen şer'î hükümler
bütün müslümanların toplum ve devlet hayatlarını ve
işlerini düzenliyordu. Herhangi bir yöneticinin İslâm
sistemlerini beşeri sistemlerle değiştirmesi, buna cüret
etmesi bile söz konusu olmamıştır.
Kimi oryantalistler ve onların ardından
giden yabancı kültürün etkisi altında kalmış bazıları,
İslâm fıkhının diğer hukuklardan özellikle de Roma
hukukundan etkilendiği gibi gerçeği yansıtmayan hurafeleri
yaygınlaştırmaya çalışmışlardır.
Şöyle ki; fakih olsun olmasın müslümanlardan
hiçbir kimsenin ne iktibas ne teyid ne de eleştiri açısından
Roma hukukuna gönderme/işaret yaptıklarını rivayet eden
olmamıştır. Ne az ne de çok bundan kimse bahsetmemiştir. Sözü
edilmemiştir ki araştırmaya konu edilsin. Bazı müslümanlar
Yunan felsefesini tercüme etmişlerdir. Doğru. Ancak bırakın
yazmayı, Roma hukukundan bir kelime dahi tercüme edilmemiş
olması, tek kelime ile bölge fetih olunur olunmaz Roma
hukukunun kaldırıldığı ve tamamen gündem dışı
bırakıldığı anlaşılmaktadır.
Sonra müslümanlar Allah (cc)’ın İslâm
şeriatı ile tüm insanlığa hitap ettiğine inanırlar. Ve
şu sözü ile onlara kendilerinden yasa koymayı
yasaklamıştır:
"Hüküm ancak Allah’ındır."
*
"Rabbinizden size indirilene uyun, ondan
başka dostlara uymayın."
*
İslâm şeriatına inanmayan herkesi kafiri
olarak görüyorlardı. İslâm’ın dışındaki herhangi bir
hükme küfür hükümleri olarak inanıyor ve onu benimsemenin
haram olduğunu düşünüyorlardı. Bu inanca sahip olan ve
buna göre yaşayan kişinin İslâm dışı bir hükmü/yasayı
özellikle de Maliki, Hanbeli, Şafii ve Hanefi gibi büyük fıkıh
mezhep/ekollerinin geliştiği İslâm fıkhının son derece mükemmel
bir şekilde sistematize edildiği ilk dönemde, futuhat
döneminde benimsenmesi mümkün değildir. Müslümanlar, ehlini
küfür yönetiminden kurtarmak için beldeleri fethediyorlardı.
Peki kökünü kazıyıp yerine İslâm yasalarını yürürlüğe
koyacakları küfür kanunlarını nasıl benimseyebilirler?!
Gerçek şu ki; İslâm fıkhı Kitap, Sünnet ve bu ikisinin işaret
ettiği delillerden istinbat edilmiş hükümlerdir. Bir hüküm
şer'î kaynağa/delile dayanmadığında; İslâm
hükümlerinden sayılmadığı gibi, İslâm fıkhından da
addedilemez.
Müçtehitlerin, fukuhanın varlığı ve
fıkhi konularda en doğru olan görüşü yakalama noktasında
yapılan münazara, münakaşa ve verilen uğraşlar, hepsi İslâm
toplumunun güvenlik şeridi ve İslâm toplumunda türeyen her
türlü sorunun çözümü noktasında bir garantör idi. Bundan
dolayı en büyük kıyamet içtihat kapısının kapanması
meselesinde koptu. Bu şu anlama geliyordu: Yani, müslümanların
elindeki, onların yükselmeleri ve kalkınmalarının sebebi
olan temel düşünce dinamiklerine idamla hüküm veriliyordu.
Belki de bu hüküm, İslâm tarihi serüveni içerisinde
verilen hükümlere en büyük haksızlık ve zulümdü. Nitekim
müslümanlar içlerinde ulema ve fukuha olmakla beraber artık
içtihad kapısı kapanmadan önce teşekkül eden mezheplerin
çerçevesinden çıkmaz oldular.
İçtihat kapısının kapandığı düşüncesine
katılmayıp söz konusu farzı eda etmeye çalışan bir
kısım ulema çıkmıştır. Ancak bu tıkanıklık ilim ve
ulemanın kısırlaşması, düşüncenin donuklaşmasında son
derece etken rol oynayarak söz konusu çevrelerde kabul
gördü. Fıkhın gelişme evresinde şahit olduğumuz Şafii,
Hanefi ve Maliki gibi büyük fıkıh okullarına içtihad kapısının
kapanmasından sonra bu fenomene tanık olamaz olduk. Onlardan
sonra gelen müçtehit ve fukuhanın çoğu sürekli olarak
görüşlerini eski mezheplere dayandırıyorlardı.
Gözlemcinin, içtihat kapısının
kapanmasının müslümanların kültürüne farklı fikirlerin
sızması ve İslâm dünyasında düşünce yozlaşmasına yol
açacağı üzerinde durması tabiidir. Ancak gerçek bundan
farklı idi. İçtihat kapısının kapanmasından sonra müslümanların
düşünce binasının harcını kaybettikleri doğrudur. Fakat
bu düşünsel ve kültürel yozlaşmanın bu kapıya/bünyeye sızması
için yeterli değildi. Çünkü söz konusu yabancı/anormal düşünceler
o gün için henüz ortada yoktu. İslâm tarihi içerisinde
İslâm fakihlerinin başlaması ile beraber -başta İran ve
Roma hadaretleri olmak üzere- müslümanların
karşılaştıkları hadaretlerin devletler arası
alanda/platformda anılır bir etkinliği yoktu. İran
İmparatorluğu yıkıldı. Roma hadaretinin mirasçısı Bizans
İmparatorluğu son nefeslerini yaşıyordu. Katolik Avrupa ise
ortaçağın karanlıklarında çöküşü yaşıyordu ve dünyaya
taşıyacağı bir mesajı, misyonu yoktu. Henüz müslüman
olmamış olan Moğol, Tatar ve Türkmenler de geri kalmışlık
bakımından daha düşük bir durumda idiler. Tercüme, eski
kültür ve bilgilere muttali olma hareketleri ise belirli bir
yerde durdu ve etkisini yitirdi. Böylece İslâm ümmeti
devletler arası politiğin lideri olmasının ötesinde
kültür ve hadaret kulvarında da birinciliği koruyordu.
Önceki fıkıh mirası üzerine yasamaya devam ettiler.
Sonradan gelen fukuha eski fıkıh kitaplarını şerh (açıklama),
metinler üzerine bazen de şerhler üzerine şerh ya da
yazılmış eserleri telhis (özetleme) bazen de şerhlerin
telhisi üzerine çabalarını yoğunlaştırdılar.
Yüzlerce yıl devam eden böylesi atmosferde
bile İslâm ümmeti hadaret ve düşünce sahasında kendisi
ile yarışacak hiçbir unsurla karşılaşmadı. Ve Haçlıları,
Moğol ve Tatarları memleketlerinden kovduktan sonra askeri açıdan
düşmanlarına galip geldiklerinde kendilerine olan güvenleri
arttı. Ve İslâmî Hilâfet, İslâm dünyasını toparlamak ve
bütünlüğünü korumak için Osmanoğulları döneminde
yeniden eski konumunu kazandı. Dünyanın en büyük ve
güçlü Devleti oldu ve "yenilmez" denilen bir orduya sahip
oldu. Böylece müslümanlar, genel anlamda hadaret, yasama, düşünsel
ve kültürel ortamlarına kavuştular. Çünkü çevrelerinde
çalan çanlar ve kendileri için kazılmış tehlike çukurlarından
onları haberdar edecek kimse yoktu.
Fakat tarih, İslâmî varlığı, bünyesi ve
erkanını sarmak üzere belirli ölçüde kalkınmış bir
hadaretin beklediğini açığa çıkarıyordu. Önceleri İslâm
ümmeti, sahip olduğu; kavrama ve uygulamada gereğince titizlik
gösterdiği, muazzam ideoloji sebebi ile toplumlara fikri açıdan
hep üstün gelmişlerdir. İmanlarının gücü, manevi
dinamizmleri ve Allah yolunda cihad etme ve şehid olmaya
sevdalı oluşları nedeni ile askeri açıdan hep galip
geldiler. Lakin bir vakit geldi ki; hadaret ve fikri açıdan ve
sahip olduğu sanayi ve teknolojik güçten faydalanarak
müslümanların karşısına cephe açan yeni bir fenomen
ortaya çıktı. O fenomen de 19. yüzyıl başlarında
sistematiğini tamamlamış olan çağdaş Batı hadaretidir.
Biz burada İslâm Devleti ve Batı devletleri arasında meydana
gelen maddi ve askeri çatışmalardan bahsedecek değiliz.
Bizim konumuz, müslümanlar ve diğer kültür ve hadaretler
arasındaki fikri ve kültürel karşılaşma olacaktır. Askeri
ve maddi çatışma; Batının İslâm Devleti üzerinde elde
ettiği üstünlük ve daha sonra başarısı noktasında anlam
kazanıyor. Müslümanlara isabet eden en yıkıcı darbe,
onların kendilerine, hadaretlerine, kültür ve yasalarına güvenini
kaybetmeleri ile vurulmuş oldu. Bu, İslâm ümmetinin isabet
aldığı en büyük darbe ve yıkıcı unsur oldu. Öyle ki bu
süreci araştıran kimsenin, şayet İslâm ümmeti kıyamete
değin sürecek olan ebedi bir risalet/misyon yüklenmiş olmasa
idi, "söz konusu darbenin İslâm ümmeti ve hadaretini
öldürücü/sonunu getirici" olduğunu söylemesi doğru ve
isabetli olurdu.
Kuşkusuz İslâm ümmeti uzun tarihi
serüveni içerisinde irili ufaklı bir çok düşmanla
karşılaşmıştır. Ama İslâm tarihinin başlamasından günümüze
değin sürekli çatışmanın sürdüğü azılı düşmanı,
Avrupa devletleri olmuştur. Bu düşman, müslümanların
savaştıkları ve en sonunda M.1453 yılında yıktıkları
tarihi düşmanları Bizans İmparatorluğu, gerek Endülüs
kanalı ile müslüman memleketlere sızan katolik Batı Avrupa
krallıkları, gerekse yeni hadaret; liberal kapitalizm üzerine
kurulu yeni sömürgeci batılı devletler şeklinde görünüm
kazansın, hep büyük düşman olarak karşımızda Avrupa
vardı.
Avrupa devletlerinin ortaçağlar boyunca dünyaya
sunacakları, özellikle de müslümanlara karşı duracakları
hadaret misyonları yoktu. Dolayısıyla tek silah Haçlı
seferleri idi. Bundan dolayı özellikle de İslâm gibi engin
ve yüce hadarete sahip olan bir toplum için pek de tehlike oluşturmuyordu.
Bunun da ötesinde İslâm ümmetinin kendi içinde yaşadığı
çözülme, emirlikler ve vilayetlerin arasındaki krizler
olmasaydı, Haçlı seferlerinin başarılı olması mümkün değildi.
Zaten müslümanların saflarını birleştirdiğinde haçlıların
kuyruklarını toplayıp memleketlerine dönmeleri bunu çok
çarpıcı bir şekilde gösteriyordu. Ancak Batı toplumunun, dünyayı
özellikle de Avrupa’yı yıllardan beri ürküten İslâm
ümmetini karşılayabilecek düşünce, davranış kurumları
ve sistemleri içeren yeni bir hadaret fenomeni ile, yeni esaslar
üzerine şekillendirilmeye başlandığında esas büyük kıyamet
kopmuştu.
Yine de Batı hadaretinin hiçbir zaman İslâm
hadareti karşısında başarılı olma ve Batı düşüncesinin
İslâm ideolojisine üstün gelme şansı yoktu. Çünkü
sadece İslâm ideolojisi doğru akide üzerine kuruludur. Onun
sistemi de insan için en uygun olan Yüce Allah’ın
indirdiği tek sistemdir. Batı hadareti İslâm ümmeti ile
hadaret ve fikri çatışmasında başarılı oldu ise, bu
başarı İslâm’a karşı kazanılmış bir başarı
değildi. İslâm ki, o üstündür ve ona üstün çıkacak bir
düşünce yoktur ve onun ne arkasından ne de önünden bir batıl
gelmez. Bilakis daha önce olduğu gibi bir anlayış ve
duyarlılıkla güçlü bir şekilde İslâm’a dönmeyen
müslümanlara karşı üstün gelmişlerdir, İslâm'a karşı
değil.
M.1789 Fransız ihtilalinin kapı
araladığı Batıda özgürlük adına ihtilallerin baş gösterdiği
19. yüzyılın başlaması ile beraber Batı hadaretinin
çerçevesi şekillenmeye, düşünce binası tamamlanmaya
başladı. Böylece feodalitenin egemen olduğu Batı toplumu,
liberal kapitalizmde ifadesini bulan yeni sistem ve düşünceler
temeli üzerine kurulmuş oluyordu. Söz konusu hadaret -daha
önce de değindiğimiz gibi- kendisinden devlet, toplum ve
hayat sistemleri türeyen ideolojik, siyasi akide temeli
üzerine kuruludur. Bu hadaret, müslümanlar olarak bizim doğru
bulmadığımız bir kalkınmayı Batıda gerçekleştirmiştir.
Ancak bu kalkınma, düşünce melekeleri dumura uğramış,
donuklaşmış, sistemlerini uygulamada kötü davranışlar içerisinde
ve
muazzam hadaretin artık yalnız gölgesinde yaşamını sürdürür
durumdaki, zayıf kalmış İslâm ümmetinin karşısına çıkabilir.
İşte 19. yüzyılda Batı dünyası
hadareti yeşerir, güçlü bir şekilde kurumsal yapısını
oluşturur, büyük ölçüde toplumunu istikrara kavuşturup
kalkınma yolunda yükselir, askeri, ekonomik açıdan güçlenir
ve medeniyet, teknoloji ve yapıtları ile gelişirken; İslâm
Devleti aksıyor ve birbiri ardına siperlerini kaybediyor,
ekonomik ve siyasi krizler birbiri üzerine yığılıyor,
askeri açıdan zayıflıyor, medeniyet ve teknolojik düzeyde
geri kalıyor ve süratle çöküş yaşıyordu.
Bütün bu koşullara ilaveten İslâm
ümmeti, yukarıda özetlemeye çalıştığımız noktada, düşmanının
kendisine üstün geldiğinin farkına vardıktan sonra, İslâm
ümmetine Batının yeni bir strateji benimseyerek savaş
başlatması için toprağını pasif bir şekilde teslim eder
bir kompleks hakim oldu. Batı bu arenada haçlı seferlerinde
kullandığı silahlardan daha etkin bir silahı kullanıyordu.
Kuşkusuz bu, alanı kültürel, bilim ve tartışma sahaları
olan silahı da hayat sistemleri, bakış açıları ve
fikirleri olan hadaret savaşıdır. Moral gücü, savaşlarda ve
hatta fikri mücadelelerde en önemli amillerdendir. Böyle
olunca İslâm ümmetinin bu dönemde sahip olduğu moral durumu
başlangıçtan beri Batının İslâm ümmetine üstün geleceğinin
sinyallerini veriyordu. Çünkü müslümanlar geri kalmışlıkları
ve düşmanlarının kendilerine üstün gelmeleri sebebi ile
"Yeni Çağ"ın ürettiği sistemleri, düşünceleri ve
hadareti ile övünen ve yüksek moral gücünün avantajlarından
faydalanan düşmanı karşısında zayıf düşmesine sebebiyet
veren İslâm sistemleri ve mefhumlarına karşı güvenlerini
kaybetmeye başlamışlardı.
Böylece üst üste sorular müslümanların
zihinlerine birikmeye başlamıştı. Batı neden kalkındı?
Biz neden geri kaldık? Acaba Batı güç unsurlarını elde
etti de biz elde edemedik mi? Acaba mefhumlarımızda bir
yanlışlık olabilir mi? Belki biz İslâm’ı yanlış
anladık! Belki de Batı İslâm’ın güzelliklerini almıştır!
Peki bu durumda bizim de batıdan kalkınma koşullarını
almamız caiz olur mu? Biz gelişmişliğimizin zirvesindeyken
Batı, kalkınma koşullarını bizden almamışlar mıydı?
Yoksa İslâm ile Batı hadaretinin bir
elektizmi/uzlaştırılması mümkün olamaz mı? Ya da
Batının bazı sistemlerini transfer etmemiz caiz değil mi?
Yani İslâm, başkalarından faydalanmayı yasaklıyor mu?...
Bu türden soruların müslümanların
zihinlerini sardığı bir durumda Batı, fikri anlamdaki
zehirli okları ile İslâm’a, hadaretine, düşüncelerine,
sistemlerine ve yaşama biçimine saldırıya koyuldu. Doğal
olarak bu durum, Batı hadaretini saldırı pozisyonuna
konuşlandırırken, İslâm ümmetini de savunma pozisyonuna
geçirtmiştir. Keşke söz konusu savunma İslâm’ı korumada
başarılı bir savunma olsaydı.
Kuşkusuz bu süreçte Batı, Hilâfet
sistemine, onun ferdiyetçi ve diktatör/oligarşi olduğu
şeklinde saldırdı. Alternatif olarak demokratik sistemi
sundu. Cihada; saldırganlık, İslâm’ın kılıç zoru ile
yayılması, toplumların kendi geleceklerini belirleme
hakkını ellerinden alma diyerek saldırdı. Çok evliliğe,
kadına haksızlık ve saygınlığını yıpratma şeklinde
saldırdı. İslâmî kardeşlik bağına saldırarak buna
taassupçuluk olduğu şeklinde saldırırken, doğru bağın
vatan ve milliyetçilik bağlarının olduğunu dayattı. İslâmî
yasalarla yönetmeye gericilik olarak saldırırken, ısrarla
dinin devlet ve siyasetten ayrılması gerektiğini dayattı.
Peki bu saldırı ve suçlamalar karşısında
müslümanların tepkisi ne şekilde oldu?
İslâm ümmetini kuşatan yoğun saldırı
durumu süreç içerisinde bu konumu kabul eder kıldı. Halbuki
Batının suçladığı normlar utanılacak, çirkin şeyler
değil; aksine üstün/yüce ve güzel normlardır. Ancak müslümanlar
yüzyılların geçmesi sonucu düşünce dinamiğini, zihin
kıvraklığını kaybetmeleri ve içtihat kapısının
kapanmış olduğu düşüncesi sonucu müslümanlar bu
gerçeklere gereğince soğukkanlı bir şekilde dikkat
etmediler. Hilâfet sistemini savunma yerine, onun en doğru
sistem olduğu, liderliğin kesinlikle ferdi olduğunu söylemeleri
gerektiğinin
yanında; demokratik sistemin bir küfür sistemi olduğunu,
nitekim yasama hakkını topluma verdiğini, oysa bu hakkın
Allah’a ait olduğunu, demokrasinin aynı zamanda aldatıcı
ve uygulanması mümkün olmayan ütopya bir sistem olduğunu söylemeleri
gerekirken onlar; demokrasinin İslâm’dan olduğunu, İslâm’da
yönetimin; demokrasinin bir benzeri olan şuraya dayandığını
söylediler. Diğer devlet ve toplumlar, mazlum halkların
servetlerini absorbe etmek, onları köleleştirmek ve
coğrafyaları üzerine egemen olmak için savaşır ve kan dökerken,
müslümanlar sahip oldukları evrensel mesajı insanlığa
ulaşmanın önünde duran engelleri kaldırmak için yönetici
ve devletlerle savaşır olmalarına övünecekleri yerde;
cihadın ancak savunma amaçlı olduğunu, sadece İslâm
beldelerini korumak ve düşmanı püskürtmek amaçlı olursa
caiz olacağını söylediler.
İslâmî hükümleri ortaya koymaları ve
bunun üzerinde ısrar etmeleri; çok evliliğin serbest
oluşunu, insan için en uygun olan sistemi en iyi bilebilecek
olanın yine o insanı yaratan Yüce Allah’tan geldiği için en doğru
sistem olduğunu, bu sistemi, zinanın yaygınlaşmasının
önüne geçtiği ve kadının saygınlığını koruduğu
şeklinde ifade etmeleri yerine, İslâm’ın çok evliliği
sınırlandırdığı ve buna çok özel haller dışında müsaade
etmediğini söylediler.
İşte müslümanların Batı ve İslâm
hadaretinin arasında kurmaya çalıştıkları elektizm bu
şekilde gerçekleşti. Hatta (maalesef) müslümanlar, İslâmî
hükümler/normlar ve fikirleri, Batılı hadaret ve fikirlerden
ve karşılaştıkları toplumların kültürlerinden çok az ve
ayrıntıya dair etkilenmenin dışında hiç etkilenmemişlerken,
Batının müslümanlara açtığı hadaret ve fikir savaşı
ile, onların kültürlerini, İslâmî fikirler ile Batı hadaret
ve fikirlerinin bileşkesinin oluşturması için birkaç on yıl
yeterli oluyordu.
Önceleri, yani müslümanlar Batı toplumu ve
hadaretini hakir gördükleri dönemde, Batıdan herhangi bir
şeyi hatta teknoloji, medeniyet bağlamında ortaya konan
keşif ve gelişmeleri dahi almayı reddettiler. Kimi İslâm
beldelerinde şekil, vesile ve üsluplara ilişkin bir takım iyileştirmeler yapmaya gittiklerinde fukaha bunlara karşı
cephe almış, hatta kimileri matbaa, telefon, telgraf
hizmetlerini yasaklamıştır. Ancak Batı açık bir şekilde
üstünlüğünü gösterip İslâm Devleti’ni tehdit ettiğinde,
müslümanlar Batının sanayi ve teknolojik alanda
gelişmişliği karşısında hayrete düştüler ve bu durum değişti.
Böylece hadaret ve medeniyet, kültür ve bilim arasında bir
ayrıma gitmeden, Batıdan gelen her şeye kapılarını ardına
kadar araladılar. Artık Batı birbiri ardına transfer
ettiği düşünceleri ile bizimle savaşmaya başladı. Bizimle
savaştığı en belirgin fikirleri demokrasi, genel
özgürlükler, vatancılık ve milliyetçiliktir. Bütün
bunlar yapılırken İslâmî görüntü korunarak yapılıyor,
İslâm’ın uzak olmasına rağmen ona yamanmaya çalışıyordu.
Artık müslümanlar demokrasinin İslâm’dan olduğunu, İslâm’ın
genel özgürlükleri savunduğunu, İslâm’ın özellikleri
ve saygınlıkları ile beraber milletleri koruduğunu ve
vatanı savunmayı emrettiğini de İslâm’ın
vatanperverliği yücelttiğini söylüyorlardı. Böylece ilk
dönem fakihlerden işitmediğimiz "zamanın değişmesi ile
ahkamın değişmesi inkar olunamaz", "maslahat nerede ise
Allah’ın şeriatı da oradadır" "fıkıh kaideleri ve
şeriatın esnekliği ve çağa ayak uydurması" v.b.
sloganlaştırılmış şifre kodlamaları ile batıdan gelen
her fikir ve iftira çirkin bir plana sokuluyordu. Daha sonra bu
fikirler kamuoyuna kendisini hissettirmeye başlamıştı.
İslâm ile Batı hadareti arasındaki
elektizm çabaları; İslâm’ın sultasının/egemenliğinin
kaybolması, İslâmî Hilâfet’in yıkılması, 20. yüzyılda
İslâm beldelerinin Allah’ın indirmedikleri ile yöneten,
Batı hadaretini insanlığın yücelme, ilerleme ve gelişmişlik
noktasında bugüne kadar ulaştığı en ileri düzey olduğu
şeklinde çekici hale getiren eğitim ve medya kurumlarını
tesis eden hükümetlere boyun eğmesinden sonra daha bir ivme
kazandı. Bu konjüktür süreç içerisinde artık İslâmî
sistem, yasa ve çözümlerin çağımıza uymadığı şeklinde
bir kanaate ulaşıldı. Aydınların çoğu İslâm ve Batı
hadareti arasında bir özleştirme çabasına koyuldular ve
İslâm’la bütün yönleri ile çelişir olmasına rağmen bu
fikirleri transfer ettiler. Artık "Dinin hayattan ayrılması" düşüncesi
genel kamuoyu halini aldı. Beşeri sistemlerce yargılanmak
çok da normal oldu. Sömürge siyaset/politikaları ve
sloganları arkasına sığınmak hiç de zilletaciz bir durum
değildi. Milliyet ve vatancılık bağları İslâm bağının
yerini aldı. Ve İslâm’a, onun sistemi ve bakış açısına
yakışmayacak sloganlar yaygınlaştı. "Allah’ın
hakkını Allah’a, kayserin hakkını kaysere bırak", "Din
Allah için, ama vatan herkesindir", "İslâm siyasete bulaşmaktan
uzaktır" v.b. Ne zaman ki Batı devletlerinin düşmanlığı
ve müslümanların ülkelerine göz diktiği anlaşılınca
yine bir çok aydın sosyalizme, felsefesine ve sistemlerine yöneldiler.
Hatta kimileri apaçık ataizme kaydılar ve diyalektik
materyalizme inanmakla övünür hale geldiler. Bu arada İslâm,
tarihi
bir miras olmanın ötesinde siyasi ve hadaret olarak hiç araştırma
konusu bile olmamıştı. Aydınlar hiçbir zaman söz konusu
fikirlerin İslâmî düşünce biçimine uyup uymadığına
bakmadılar bile. Onların nazarında İslâm’ın devlet,
toplum ve hayatta hiçbir fonksiyonu yoktu. Bilakis o, sadece kişi
ile yaratıcısı arasında bir ilişkidir. Onun yeri de hayat
ve siyaset değil, ev ve mescidlerdi.
Ancak Yüce Allah’ın korumasını
üstlendiği bu din, İslâmî hayat sistemlerini barındıran içerikte
bir din olarak, ona sarılan ve bu çizgide ısrarcı olan mü’minlerden
samimi bir kitleyi kaybetmemiştir. Artık İslâm dünyasına
doğudan ve batıdan sızan tüm slogan, düşünce ve
teorilerin suya düştüğü bir konjüktürde, düşünce ve
kültürel alanın incisi olmaları için onların dönemleri
gelmiştir. Onların bu çabaları ile ümmetin yetmişli
yıllardan beri İslâm’a ters ve zıt olan tüm yönelişlere
karşı durma ve İslâm’a; devlet, toplum ve hayat sistemleri
olarak yeniden sarılmaya iten konjüktür ve koşullar birbirini tamamlamış oldu.
O halde ümmetin yeniden İslâm’a
yönelmesinde en önemli etken, büyük ölçüde onları
ölüme götürse bile; yaygın, egemen akımın tersine tavır
alan müslüman davetçilerin varolmasıdır. Ancak kendi içerisinde
kurtuluş ve hayırlı müjdeler taşıyan bu dönüşüm, Batının
İslâm ümmeti ile savaşını vermeye başladığından beri
ümmeti kuşatan yıkıcı bir tehlikeyi beraberinde götürüyordu.
O tehlike de, İslâmî olanla olmayanın
karıştırılmasıdır. Kuşkusuz müslümanların
yakındığı geri kalmışlık koşullarından kurtuluş ve
çözüm olması itibari ile İslâm’a yönelmeye başladıklarında;
Batı hadareti, kültür ve düşüncelerinin etkisinden
kurtulamamışlardı. Nitekim onlarca yıldır ümmete egemen
olan sistemlerin dayattığı koşullar ve ortamlar gerçek
anlamda tüm çıplaklığı ve netliğiyle müslümanların
İslâmî sistemler, İslâm’ın yaşama modeli ve toplumunu görmelerinin
önünü alacak şekilde zihinlerini kuşatan sağlam duvarlar
ördüler. Artık müslümanlar, egemen sistemler, o sistemlerin
ürettiği kurumlar ve ilişkilerden bağımsız bir şekilde
İslâmî toplum modeli ve İslâm nizamı biçimi tasavvur
edemez oldular.
İslâm’ı Konjüktüre paralel olarak
devlet, toplum ve hayat sistemleri olarak benimsemiş cemaat ve
hareketler ortaya çıkmıştır. İslâm’ın Batı hadareti,
uluslararası hukuk ve B.M. sözleşmeleri ile çatışmayacak
formasyonda gündeme getirilip gerek İslâm dünyası gerekse tüm
dünya ülkelerinde egemen olan konjüktüre bütüncül bir
alternatif şeklinde sunulmuyordu. Aksine bazı yenilik ve düzenlemeleri
içeriyordu. İslâm’ı; uluslararası, bölgesel ve yerel koşullarla
örtüşecek ve büyük ölçüde düşünce olarak Batı
hadaretinden etkilenmiş ama bunun yanında İslâm’la
duygusal ilişkisini sürdüren kamuoyunu da memnun edecek
biçimde yorumluyorlardı.
Sömürgeci kafir, müslümanların,
üzerlerindeki bu hegemonya ve nüfuzdan kurtulmalarının
önünü almak için ümmetin üzerinden gözlerini hiç ayırmadı.
Ve şu son yıllarda İslâm’ın hala ümmet üzerinde etkin
gücünü sürdüreceğini ve bu dinin hayat sistemi olduğu
noktasındaki hafızalara kayıtlı bilincin asla
değişmeyeceğini anladı. Buradan hareketle İslâm’ı Batı
hadareti, medeni hukuk ve B.M. sözleşmeleri ile örtüşen,
zamanla beraber yürüyen ve bir günden bir güne şeklini
değiştiren bir biçimde sunan gündem ve çevreleri beslemeye
yeniden koyuldu. Bu noktada yeni politikası; "İslâm’ın yönetime
gelmesi söz konusu ise, sözde İslâm Devleti olduğunu ilan
eden ama pratikte kendilerinden önceki laik yöneticilerin
uyguladıklarını uygulayan bir takım insanlar gelsinler"
politikası idi. Böylece söz konusu fikirler, düşünürler,
hareketler ve liderleri önünde fırsatlar açar, ortamlar oluştururken
İslâm’a ideolojik formasyonda davet edenler karşısında
medyatik propaganda ile spekülatif ortamlar oluşturup
çelikten kafesler yapmaktadır. Çünkü sömürgeci kafir,
toplumun düşünceleri ile kaynaşıp o daveti taşıyanlara
liderliği (yönetimi) teslim ettiğinde bunun, İslâm coğrafyasındaki
küfrün can damarını kesecek bir davetiye olduğunu tamamen
bilmektedir.
Böylece İslâm daveti ile ataizm ve laisizm
çağrıları arasındaki çatışma İslâm’ın kendine özgü
ideolojik yorumsanması ile katıştırılmış ve
bulandırılmış, daha ötesi saptırılmış, İslâmî yorumlar
arasındaki çatışmaya dönüşmüş oldu.
|