GERÇEKLER HAKKINDA DÜŞÜNME
"Gerçekler hakkında
akıl yürütme"ye
gelince; bu düşünme eylemi herhangi bir şey hakkında düşünmekten
farklı değilse de -çünkü "gerçek", düşüncenin
vakıayla uyumlu olmasıdır- gerçeklerin ve özellikle maddi
gerçeklerin bir ağırlığa sahip olmak gibi farklı özellikleri
olduğundan dolayı ele alınıp açıklığa kavuşturulmaları
gerekmektedir. "Gerçekleri düşünmek", varılan
yargının, his vasıtasıyla beyne iletilen vakıayla tamamen uyumlu
olmasını sağlamaktır. İşte insan fıtratının doğal bir biçimde
benimsediği bu uyumluluk, düşüncenin "gerçek"
olduğunun göstergesidir. Örneğin; "toplum, insanlardan ve
insanlar arası ilişkilerden ibarettir" dendiğinde bir
vakıa ortaya konmuştur. "Toplum" hakkında herhangi
bir yargıya varmak istendiğinde, toplumun vakıası hakkında akli
metotla varılan her yargı bir düşüncedir. Fakat bu düşüncenin "gerçek"liği,
"gerçek"le ne kadar uyumlu olduğuna bağlıdır.
Toplumu birtakım fertlerin oluşturduğu kalabalık olarak düşünenler,
bu savlarıyla bir vakıayı ortaya koymuş olurlar. Bu vakıayı duyu
organları aracılığıyla beyinlerine taşıyıp onu ön bilgilerle
yorumladıktan sonra "toplum, birtakım fertlerin
oluşturduğu topluluktur" şeklinde bir yargıya varmış
olurlar. İşte bu yargı, bir düşüncedir. Fakat bu düşüncenin "gerçek"
olup olmadığı, vakıayla uyumlu olup olmadığına bağlıdır.
Varılan yargı vakıaya uygulandığında, bir vapurdaki topluluğun
sayısı ne kadar çok olursa olsun birtakım fertlerden oluştuğu
halde "toplum" değil, "topluluk"
olduğu anlaşılır. Öte yandan bir köyde yaşayan topluluğun
sayısı ne olursa olsun "toplum"dur. Köydeki
insanların "toplum", vapurdaki insanların ise "topluluk"
olmasını sağlayan faktör, köydeki insanlar arasında var olan
devamlı ilişkilerdir. Vapurdaki yolcular arasında devamlı
ilişkiler olmadığından bir "toplum"dan söz edilemez. O
halde "toplum"u meydana getiren, insan topluluğu
değil, insanlar arası ilişkilerdir. Buna göre; yukarıda "toplum"a
atfedilen tanım bir düşünce olmasına rağmen "gerçek"
değildir. Bu da demek oluyor ki, her düşünce, gerçek değildir. Düşüncenin
"gerçek" olması için, hakkında bir yargıya
varılan vakıayla uyumlu olması gerekir.
Bir başka örnek
verecek olursak; Hıristiyanlık dini bir düşünce olarak kabul
edilebilir. Çünkü his, Baba-Oğul-Kutsal Ruh'un tek bir varlık
olduğunu beyne iletmiştir. Burada üç varlık bir varlıkla, bir
varlık da üç varlıkla eş değerdir. Güneş de ışık, ısı ve
hacimden meydana gelir. Bu üçü de farklı şeyler olmalarına
rağmen aynı şeyi oluştururlar. Aynı şekilde Hıristiyanlıktaki
Tanrı inancı da Baba, Oğul ve Kutsal Ruh'tan müteşekkildir. Bu
inanç, insandaki "inanma ve kutsama içgüdüsü"yle
uyumlu olduğuna göre, bu bir düşüncedir. Ancak bu düşüncenin "gerçek"
olup olmadığı, vakıayla uyumlu olup olmadığına bağlıdır. Bu
düşünce, vakıaya uygulandığında "üç"ün "bir"
olmadığı görülür. Çünkü "üç" sayısı "üç"ten,
"bir" sayısı da "bir" den başka
bir şeyi ifade etmez. Ayrıca Güneş'in ısı, ışık ve hacimden
meydana gelmesi, onun "üç" olduğunu göstermez.
Çünkü bir tek Güneş vardır. Isı ve ışık, Güneşin pek çok
özelliklerinden sadece iki tanesidir. Bundan başka bir şey ifade
etmezler. Bu inancın insan fıtratıyla uyumlu olmasının ise, bir
değeri yoktur. Çünkü insandaki "inanma ve kutsama
içgüdüsü" tatmin olmak zorundadır. İnsan, bu
ihtiyacını yanlış veya kuraldışı bir şekilde tatmin
edebileceği gibi, doğru bir şekilde de tatmin edebilir. İlah'ın "bir"
mi yoksa "üç" mü olduğu ise, ancak akıl yoluyla
ispat edilebilir. Akıl yoluyla ispat edilen vakıanın insan
fıtratıyla uyumlu olması şart ise de, bu konu sadece insan
fıtratıyla açıklanamaz. Bu bağlamda söz konusu düşünce, "ilah"
vakıasına aykırı olduğundan "gerçek" bir düşünce
değildir. Öyleyse Hıristiyanlık, gerçeğe aykırı bir
anlayıştır.
Aynı şekilde "maddenin
bir halden başka bir hale dönüştüğü ve böylece yeni bir
maddenin meydana getirildiği" doğru bir düşüncedir.
Çünkü vakıa, "maddenin sabit kanunlarla bir halden bir
başka hale dönüşebildiği"ni beyne iletmiştir. Bu dönüşümle
önceden var olmayan yeni bir eşya icad edilebilir. Bu da yeni bir
yaratılış olur. Ancak söz konusu dönüşüm fikri vakıayla
uyumlu mu değil mi? İşte bu soruya verilecek cevap, dönüşümün "gerçek"
olup olmadığını gösterecektir. Ne var ki, bir maddeden başka bir
maddeye dönüşüm fikri vakıaya uygulandığında, söz konusu
maddenin yoktan var edilmediği, aksine var olan bir maddeden yeni bir
madde icat edildiği anlaşılır. Dolayısıyla maddenin bir halden
bir hale dönüşme işlemi yaratma işlemi olmadığı gibi, bunu
yapan da yaratıcı değildir. Bu da gösteriyor ki bu düşünce ne
yaratıcı ne de yaratıcılık gerçeğiyle uyumluluk
sağlamaktadır. Öyleyse "gerçek" bir düşünce değildir.
Örneklerden de anlaşılacağı
üzere, dünyada var olan veya var olacak olan tüm düşüncelerin "düşünce"
olarak kabul edilmesi, bu düşüncelerin "gerçek"
olduğu anlamına gelmez. "Düşünce"nin "gerçek"
olması için vakıayla uyumluluk göstermesi gerekir. Düşüncenin "gerçek"
olup olmadığını anlamak için vakıayla uyumlu olup olmadığına
bakılmalıdır. Vakıayla uyumluysa gerçek, değilse gerçek değildir.
"Gerçekler hakkında düşünmek", sadece aklî
mekanizmayı harekete geçirmek değildir. Aklî mekanizmanın
harekete geçirilmesinin yanında, bu aklî eylemden doğan düşüncenin,
vakıa üzerinde uygulanmasıdır. Uygulamanın sonunda eğer düşünce,
kendisinin göstergesi konumundaki vakıayla uyumluysa "gerçek",
değilse gerçek değildir.
Bu konuda "duyularla
hissedilmedikleri için vakıayla uyumlu olmayan şeyler de
vardır" şeklinde bir görüş ileri sürülemez. Çünkü "düşünme"nin
ilk koşulu, vakıayı hissetmektir. Hissedilmeyen vakıa düşünce
oluşturamaz. Dolayısıyla "gerçek"de değildir.
Örneğin; "Allah" kavramı bir düşünce değil,
bir gerçektir. Çünkü insan hissi, onun eserini, izini ve etkisini,
yani yoktan var etme gücünü duyu organları vasıtasıyla beyne
taşımıştır. Biz bunun sonucunda Allah'ın var olduğuna hükmederiz.
Bu nedenle de O'nun varlığı konusunda vardığımız bu yargı, "gerçek"tir.
Ancak Allah'ın zatını hissedebilme yetisine sahip değiliz. Bu yüzden
de onun zatı hakkında bir yargıya varamayız. Demek ki aklın
ortaya koyduğu hiç bir gerçek yoktur ki hisle algılanmasın. Zira
gerçek, her şeyden önce hissedilebilir olmalı ve gerçeğe
ilişkin düşünme eylemi de akıl vasıtasıyla yürütülmelidir.
"Gerçeği düşünmek",
düşüncenin göstergesi durumundaki vakıayla uyumlu olmalıdır. Düşünceyle
vakıa arasında bir uyumluluk varsa, o zaman "gerçek"
söz konusu olur. Aksi takdirde "gerçek"ten söz
edilmez. Bu açıdan, tüm fertlerin, halkların ve ümmetlerin ve
özellikle ne denli küçük olursa olsun birtakım sorumlulukları
üstlenen kişilerin, "gerçek" hakkında akıl yürütmeleri
kaçınılmazdır. Çünkü çoğu zaman düşünceler insanı
yanıltıp yanlışa saptırırlar. Bu nedenle her düşünceyi
"gerçek" olarak telakki etmek yanlıştır. Düşünceyi
sadece düşünce olarak telakki etmek gerekir. Ardından elde edilen
düşünce, bu düşüncenin göstergesi durumundaki vakıa üzerinde
tatbik edilmelidir. Düşünceyle vakıa arasında bir uyum varsa,
"gerçek" söz konusudur. Böyle bir uyum yoksa bir "düşünce"den
söz edebildiğimiz halde bir "gerçek"ten söz edemeyiz. Kısaca
"gerçek üzerinde akıl yürütmek", iki şekilde
olur: Birincisi; düşünceyi elde etmek amacıyla ilk
defa akıl yürütmek. Bu durumda elde edilen düşüncenin vakıayla
uyumlu olup olmadığına bakılır. Düşünceyle vakıa arasında
uyumluluk varsa gerçeğin var olduğuna karar verilir. Böyle bir
uyumluluk yoksa, gerçeği ortaya çıkarmak amacıyla vakıayla
uyumlu bir düşünce aranır. İkincisi ise; mevcut
fikirleri ele alarak bu fikirlerin gerçekliğini araştırmakla olur.
Bu durumda önceden ortaya konmuş olan mevcut düşüncelerin vakıayla
uyumluluğuna bakılır ve "gerçek" ile ilgili bir
sonuca varılır.
Mugalatalar (Yanıltmacalar)
Burada iki noktaya
dikkat etmek gerekir:
1-
Gerçeklerin sürekli karşı karşıya kaldığı mugalatalar, yani
yanıltmacalar.
2-
Gerçeklere ulaşmayı engelleyen mugalatalar, yanıltmacalar.
Önce
"gerçeklerin sürekli karşı karşıya kaldığı
mugalatalar"ı ele alalım. Bu tür mugalatalar, gerçeklerin
veya düşüncelerin benzeşmelerinden kaynaklanmaktadır. Söz konusu
benzeşme, birtakım teknikler kullanılarak meydana getirilir. Bu
tekniklerden bazıları şöyle sıralanabilir:
a-
Düşüncelerin benzeşmesini gerçekleri örtbas etme aracı olarak
kullanmak,
b-
Herhangi bir gerçeği başka bir gerçeği örtbas etmek amacıyla
kullanmak,
c-
Herhangi bir gerçeğin gerçekliği konusunda şüphe duymak veya
söz konusu gerçeğin belli koşullar için geçerli olduğunu,
koşullar değiştiği için gerçekliğini artık yitirdiğini düşünmek.
Mesela, Yahudilerin
Müslümanların düşmanı olduğu, bir "gerçek"tir.
Yahudilerin Filistinlilerin düşmanı olduğu da bir gerçektir. Bu
iki gerçek, benzeşen ve iç içe olan bir "gerçek"tir.
Fakat mugalata sayesinde Yahudi-Filistin düşmanlığını öngören
gerçek, ön plana çıkarılmış ve benzeşen veya iç içe olan bu
gerçek, Yahudi-Müslüman düşmanlığını ortadan kaldırmak için
bir araç olarak kullanılmıştır.
"Amerika'da
özgürlük vardır" düşüncesi
gerçek bir düşüncedir. "Amerikan başkanları sermaye
sahipleri tarafından seçilir" düşüncesi de bir "gerçek"tir.
Her iki "gerçek" de Amerikan gerçeğini yansıtmaları
bakımından birbiriyle benzeşmektedir. Ancak burada Amerika'da
özgürlüğün var olduğu gerçeği, Amerikan başkanlarının
sermaye sahipleri tarafından seçildiği gerçeğini örtbas etmek
için bir araç olarak kullanılmıştır. Böylece birinci gerçek
ikinci gerçeği örtbas etmiş, insanlar Amerikan başkanlığını
kazanan kişinin, halk nezdinde en çok popüler olan kişi olduğunu
zannetmiştir.
İngiltere'nin Avrupa
Birliği'ne karşı olduğu bir gerçektir. İngiltere'nin Avrupa
Birliği'yle güçlenmek istediği de bir gerçektir. Ancak
İngiltere, ikinci gerçeği, birinci gerçeği örtbas etmek için
bir araç olarak kullanmış ve "Ortak Pazar"a
girmiştir.
Son bir örnek; İslâm'ın
yenilmez bir güç olduğu bir gerçektir. Ancak bu "gerçek",
şüpheyle karşılanmış, hatta bunun gerçek olmadığı veya bu
gerçeğin İslâm'ın ilk dönemi için geçerli olduğu ve zamanla
gerçekliğini yitirdiği düşünülmüştür.
İşte mugalatalar gerçeklere
böyle musallat olurlar. Böylece gerçekler ya başka gerçeklerle ya
da şüpheci yaklaşımlarla örtbas edilirler. Batılılar, bu
teknikleri Müslümanların sahip oldukları gerçeklere büyük bir
ustalıkla uygulamışlardır.
Gerçeklere ulaşmayı
engelleyen mugalatalara, yanıltmacalara, demagojilere gelince; bu
mugalatalar gerçeklere ulaşmayı engelleyen eylemlerle veya düşünceleri
icat etmekle meydana gelirler. Örneğin; ümmetin ancak düşünceyle
kalkınabileceği bir gerçektir. Ancak insanları düşünmekten alıkoymak
ve sıkı bir çalışma temposuna mahkum etmek amacıyla gösteri,
istikrarsızlık ve devrimci eğilimler gibi maddi eylemler teşvik
edilmiştir. Böylece düşünce olmadan ümmetin kalkınamayacağı
gerçeği örtbas edilmiş, onun yerine devrim olmadan milletin
kalkınamayacağı görüşü hakim kılınmıştır. Aynı şekilde Müslümanları
kalkınma gerçeğinden uzaklaştırmak için, kalkınmanın ahlak,
ibadet veya ekonomiyle gerçekleştirilebileceği şeklinde düşünceler
ortaya atılmıştır. Bu ve buna benzer düşüncelerden hedeflenen,
insanların gerçeğe ulaşmasını, gerçeği bulmasını
engellemektir.
Bu nedenle
mugalatalara, yanıltmacalara, demagojilere dikkat etmek gerekir. Gerçeklere
demirden ellerle yapışmak, onlara ulaşmak için derin ve samimi düşünmek
gerekir. Gerçeklerden istifade etmeyi engelleyen en büyük tehlike,
tarihsel gerçeklerin ve özellikle tarihin temelini oluşturan gerçeklerin
ihmal edilmesidir. Çünkü tarihte hem değişmez gerçekler hem de
koşullara göre meydana gelen görüşler vardır. Koşullara göre
ortaya çıkan görüşler, "gerçekler"den sayılmaz.
Bunlar, ancak "olaylar”dır. Kendi koşulları
dışındaki farklı koşullara uygun olmazlar. Ancak gerçek şu ki,
şimdiye kadar tarihe tek bir bakış açısı yüklenmiş ve tarihin
gerçekleri göz ardı edilmiştir. Gerçekler ile olaylar ayırt
edilmediği için de gerçekler ihmal edilmiştir. Örneğin;
Batılıların, İslâm Devleti'ni işgal etmek için Doğu Sahilini,
özellikle Mısır ve Şam diyarını saldırı alanı olarak seçtikleri
bir "gerçek"tir. Fakat Batılıların Müslümanlara karşı
zafer kazanmaları "gerçek" değil, tarihsel bir "olay"dır.
Böylece olaylarla gerçekler birbirine karıştırılmış, gerçekler
ihmal edilmiştir. Bunun sonucu olarak da düşmanın Akdeniz'in Doğu
sahilini İslâm diyarına giriş yapmak için bir geçit olarak
kullandığı gerçeği unutulmuştur. Bir başka örnek verecek
olursak; Osmanlı Devleti'ni milliyetçilik düşüncesi yıkmıştır.
Müslümanlar, Batıya karşı sadece Müslümanlar olarak değil, Müslüman-Osmanlılar
kimliğiyle savaşmışlardır. Bu bir gerçektir. Osmanlıların
Avrupa'daki yenilgileri ve İkinci Dünya Savaşı'ndaki
başarısızlıkları ise, tarihsel bir olaydır. Fakat Osmanlı'larla
Avrupalılar arasında geçen savaşlara ve İkinci Dünya Savaşı'na
bir tek bakış açısıyla yaklaşıldığı için, tarihsel
gerçekler ihmal edilmiştir. Böylece gerçekler olaylarla karıştırılmış
ve gerçekler ihmal edilmiştir. Bunun sonucu olarak da Osmanlıların
Avrupa'da ve Birinci Dünya Savaşı'nda yenilmelerinin asıl
sebebinin milliyetçilik olduğu unutulmuştur. İşte bütün
tarihsel olaylarda gerçekler böyle göz ardı edilmiş, bu gerçeklerden
istifade edilmemiştir. Halbuki tarihsel gerçekler insanın sahip
olduğu en değerli hazinesi ve insan düşüncesinin en yüce
türüdür.
İster gerçeklere ulaşmak,
ister gerçeği gerçek-olmayandan ayırt etmek, isterse demirden bir
elle gerçeğe sıkı sıkı sarılıp bu gerçeklerden yararlanmak
hedeflensin; gerçekler üzerinde akıl yürütmek, faydalı bir düşünme
biçimidir. Bu düşünme biçiminin fert, halk ve ümmet üzerinde
inanılmaz etkileri vardır. Fakat bir düşünce, pratiğe geçirilip
kişiyi gerçeğe ulaştırmıyorsa veya onun gerçek ile gerçek
olmayanı ayırt etmesini sağlayamıyorsa o düşüncenin ne yararı
olabilir ki?
Gerçekler kesindir,
sabittir, değişmezler, kuşku götürmezler, değişen koşullar
veya durumlardan etkilenmezler. Evet, düşüncenin içinde bulunduğu
koşullardan soyutlanamayacağı veya genel bir değerlendirmeye tabi
tutulamayacağı doğrudur. Ancak bu doğruluk, henüz "gerçek"
olmayan bir düşünce için geçerlidir. Düşünce "gerçek"
haline geldiğinde ise, koşullar ve durumlar ne denli değişirse
değişsin bunlara bakılmaz. Aksine düşüncenin içinde bulunduğu
koşullara bakmaksızın onu olduğu gibi ele almak gerekir. Gerçekler,
"zanni" bir metot olan "bilimsel metot"la
ele alınmazlar. Gerçeklerin "Akli metot"un kesin ve
şüphesiz yönüyle ele alınması gerekir. Çünkü gerçekler, eşya
veya olayın özü, cevheri veya nitelikleriyle ilgili değil, eşya
veya olayın varlığıyla ilgilidir. Bu açıdan düşüncenin "gerçek"
olması için, vakıaya kesin ve şüphe götürmeyecek bir şekilde uygun
olması gerekir. Dolayısıyla gerçekleri düşünmek ve onlara demirden
ellerle sıkı sıkı sarılmak şarttır. |