"Hidayet"
kelimesi lügatte; "doğru yolu bulmak ve yol göstermek"
anlamına gelir” (هداه
للدين) denildiğinde,
"ona dini gösterdi";
(وهديته
الطريق)
denildiğinde; "ona
yolu gösterdim,
evi gösterdim,
tanıttım" anlamları
kastedilir.
"Dalâlet"
kelimesi ise doğru yolu bulmanın zıddı bir anlamı ifade eder.
"Hidayet"
kelimesi Şeriatta
İslâm'ı bulmak ve
ona iman etmektir.
“Dalâlet”
kelimesi ise; Şeriatta,
İslâm’dan sapmak,
anlamındadır. Resulullah
Sallallahu Aleyhi Vesellem
bir hadisinde şöyle demektedir:
إن
الله لاَ يَجْمَعَ أُمَّتِي عَلَى ضَلاَلَةٍ
"Allah ümmetimi dalâlet
üzerinde birleştirmez."
Allahu Teâla cenneti
hidayette
olanlar, Cehennemi de
dalâlette
olanlar için yaratmıştır. Yani Allah,
hidayette
olana sevap,
dalâlette
olana da azap verecektir. Sevap vermenin ve cezalandırmanın “hidayet”
ve “dalâletle”
ilişkilendirilmesi, “hidayet”
ve “dalâletin”
Allah Subhenehû ve Teala’ya ait değil insana ait
fiiller olduğuna delalet eder. Eğer Allah Subhenehû ve
Teala 'dan olmuş olsaydı, Allah Subhenehû ve Teala’nın
hidayet
üzere olana sevap,
dalâlet üzere olana
da ceza vermemesi gerekirdi. Çünkü böyle bir durum, zulümü Allah
Subhenehû ve Teala’ya nisbet etmeye götürür.
Dolayısıyla Allah Subhenehû ve Teala’nın saptırdığı
bir kula azap etmesi ona zulmetmesi anlamına gelir. Oysa Allahu
Teâla zulümden münezzehtir ve yücedir. Allahu Teâla şöyle
buyurdu:
وَمَا
رَبُّكَ بِظَلامٍ لِلْعَبِيدِ
"Ve Rabbin kullara zulmedici değildir."
وَمَا
أَنَا بِظَلامٍ لِلْعَبِيدِ
"Ben kullara zulmedici değilim."
Ancak Kur'an-ı Kerimde
hidayet
ve dalâleti
Allah Subhenehû ve Teala’ya nisbet eden ayetler de
vardır. Bu ayetlere bakıldığında,
hidayet
ve
dalâletin
kuldan değil ancak Allah Subhenehû ve Teala'dan
olduğu anlaşılmaktadır. Başka ayetlerde ise
hidayet
ve dalâletin
kula nisbet edildiği
görülür. Bunlardan da
hidayet
ve
dalâletin
kuldan kaynaklandığı anlaşılıyor.
Bu ayetleri teşrî bir
kavrayışla anlamak gereklidir. Yani bunların kendisi için
konuldukları teşrî vakıaları idrak edilmelidir. O zaman
Subhenehû ve Teala’ya nisbet edilen
hidayet
ve
dalâletin
vurguladığı anlamın insana nisbet edilen
hidayet
ve dalâletten
başka bir anlamda olduğu, bunlardan her birinin üzerinde durduğu
konu diğerinin üzerinde durduğu konudan başka olduğu ortaya
çıkar. Böylece teşrî mana tamamen ortaya çıkar.
Evet, hidayet
ve dalâleti Allah
Subhenehû ve Teala’ya isnad eden ayetler hidayete
erdirenin ve saptıranın Allah Subhenehû ve Teala
olduğunu açıkça ifade etmektedir. Allahu Teâla şöyle
buyurmaktadır:
قُلْ
إِنَّ اللَّهَ يُضِلُّ مَنْ يَشَاءُ وَيَهْدِي إِلَيْهِ مَنْ
أَنَابَ "De ki:
Allah dilediğini
dalâlete
düşürür, kendisine yöneleni de hidayete eriştirir."
فَإِنَّ اللَّهَ يُضِلُّ مَنْ يَشَاءُ وَيَهْدِي مَنْ يَشَاءُ
"Muhakkak ki Allah dilediğini dalâlete düşürür, dilediğini
hidayete erdirir."
فَيُضِلُّ اللَّهُ مَنْ يَشَاءُ وَيَهْدِي مَنْ يَشَاءُ
"Bundan sonra Allah dilediğini dalâlete düşürür, dilediğini de
hidayete iletir."
وَلَكِنْ يُضِلُّ مَنْ يَشَاءُ وَيَهْدِي مَنْ يَشَاءُ
"Ama o, dilediğini dalâlete düşürür, dilediğini hidayete
iletir."
فَمَنْ يُرِدْ اللَّهُ أَنْ يَهدِيَهُ يَشْرَحْ صَدْرَهُ
لِلإسْلامِ وَمَنْ يُرِدْ أَنْ يُضِلَّهُ يَجْعَلْ صَدْرَهُ
ضَيِّقًا حَرَجًا كَأَنَّمَا يَصَّعَّدُ فِي السَّمَاءِ
"Allah kimi hidayete erdirmek isterse, onun kalbini İslâm'a
açar. Kimi de dalâlete düşürmek isterse, onun da göğe
yükseliyormuş gibi kalbini daraltır."
مَنْ
يَشَأْ اللَّهُ يُضْلِلْهُ وَمَنْ يَشَأْ يَجْعَلْهُ عَلَى صِرَاطٍ
مُسْتَقِيمٍ "Allah;
kimi dilerse, onu dalâlete düşürür. Kimi de dilerse, onu hidayet
üstünde tutar."
قُلْ
اللَّهُ يَهْدِي لِلْحَقِّ
"De ki; Allah hakka hidayet eder."
وَقَالُوا الْحَمْدُ لِلَّهِ الَّذِي هَدَانَا لِهَذَا وَمَا
كُنَّا لِنَهْتَدِيَ لَوْلا أَنْ هَدَانَا اللَّهُ
"Hamd olsun Allah’a ki; bizi
buna hidayet etti. Eğer Allah bizi hidayete erdirmemiş olsaydı
biz hidayete erecek değildik."
مَنْ
يَهْدِ اللَّهُ فَهُوَ الْمُهْتَدِي وَمَنْ يُضْلِلْ فَلَنْ تَجِدَ
لَهُ وَلِيًّا مُرْشِدًا
"Allah kimi hidayete erdirirse o, doğru yola ermiştir. Kimi de
dalâlete düşürürse artık onu doğru yola erdirecek bir kılavuz
bulamazsın"
إِنَّكَ لا تَهْدِي مَنْ أَحْبَبْتَ وَلَكِنَّ اللَّهَ يَهْدِي
مَنْ يَشَاءُ
"Muhakkak ki sen sevdiğini hidayete erdiremezsin. Ama Allah
dilediğini hidayete erdirir."
Bu ayetlerin mantukunda yani
doğrudan doğruya sözlerin gösterdiği manada
hidayeti
ve
dalâleti
yapanın insan değil Allahu Teâla olduğuna açıkça işaret vardır.
Yani insan kendiliğinden
hidayete
eremez. Ancak Allah ona
hidayet
verdiğinde hidayete
erer, saptırdığında da sapar.
Ancak başka karineler
hidayet
ve dalâleti
doğrudan doğruya Allah Subhenehû ve Teala’ya isnad
eden bu mantuku başka bir anlama,
hidayeti
ve dalâleti
yaratanın Allah
Subhenehû ve Teala
olduğu anlamına yönlendirmektedir. Doğrudan doğruya
hidayete
eren ve
dalâlete
düşen ise kuldur. Bu karineler ise hem aklidir hem de Şer’îdir.
Şer'i karinelere gelince:
Birçok ayeti kerime
hidayeti ve
dalâleti,
dalâlete
düşmeyi
kula nisbet etmektedir. Allahu Teâla şöyle buyurmaktadır:
مَنْ
اهْتَدَى فَإِنَّمَا يَهْتَدِي لِنَفْسِهِ وَمَنْ ضَلَّ فَإِنَّمَا
يَضِلُّ عَلَيْهَا "Kim
hidayete ererse kendi için hidayete ermiş olur. Kim de dalâlete
düşerse kendi aleyhine dalâlete düşmüş olur."
لا
يَضُرُّكُمْ مَنْ ضَلَّ إِذَا اهْتَدَيْتُمْ
"Siz hidayette bulunduğunuzda dalâlete düşmüş olanlar size zarar
veremez."
فَمَنْ اهْتَدَى فَلِنَفْسِهِ
"Kim hidayete ererse bu kendi lehinedir."
وَأُوْلَئِكَ هُمْ الْمُهْتَدُونَ
"Hidayete erenler işte onlardır."
وَقَالَ الَّذِينَ كَفَرُوا رَبَّنَا أَرِنَا الَّذَيْنِ أَضَلانَا
مِنْ الْجِنِّ وَالإنْسِ
"Ve küfredenler derler ki; Rabbimiz cinlerden ve insanlardan
bizi dalâlete düşürenleri bize göster."
قُلْ
إِنْ ضَلَلْتُ فَإِنَّمَا أَضِلُّ عَلَى نَفْسِي
"De ki Eğer ben dalâlete düşersem, ancak kendi aleyhime dalâlete
düşmüş olurum."
فَمَنْ أَظْلَمُ مِمَّنْ افْتَرَى عَلَى اللَّهِ كَذِبًا لِيُضِلَّ
النَّاسَ بِغَيْرِ عِلْمٍ
"İnsanları bilgisizce dalâlete düşürmek için Allah’a karşı yalan
uyduranlardan daha zalim kimdir?"
رَبَّنَا لِيُضِلُّوا عَنْ سَبِيلِكَ
"Rabbimiz; senin yolundan insanları dalâlete düşürsünler diye
mi?"
وَمَا
أَضَلَّنَا إِلا الْمُجْرِمُونَ
"Ve bizi ancak suçlular
dalâlete düşürmüştür."
وَأَضَلَّهُمْ السَّامِرِيُّ
"Onları Samiri
dalâlete düşürdü."
رَبَّنَا هَؤُلاءِ أَضَلُّون
"Rabbimiz, işte bizi
bunlar dalâlete düşürdü."
وَدَّتْ طَائِفَةٌ مِنْ أَهْلِ الْكِتَابِ لَوْ يُضِلُّونَكُمْ
وَمَا يُضِلُّونَ إِلا أَنْفُسَهُمْ
"Ehl-i Kitaptan bir taife sizi dalâlete düşürmek istediler.
Hâlbuki onlar kendilerinden başkasını dalâlete düşüremezler."
إِنَّكَ إِنْ تَذَرْهُمْ يُضِلُّوا عِبَادَكَ
"Çünkü sen onları bırakırsan kullarını dalâlete düşürürler."
مَنْ
تَوَلاهُ فَأَنَّهُ يُضِلُّهُ وَيَهْدِيهِ إِلَى عَذَابِ
السَّعِيرِ "O,
kendisini dost edinen kimseyi dalâlete düşürür ve alevli azabın
ateşine götürür."
وَيُرِيدُ الشَّيْطَانُ أَنْ يُضِلَّهُمْ
"Şeytan onları dalâlete düşürmek istiyor."
Bu ayetlerin mantuku, "hidayet"
ve "dalâlet"
fiilinin insana ait bir fiil olduğunu, hem kendini hem de
başkasını dalâlete
düşürdüğüne, şeytanın da
dalâlete
düşürdüğüne açıkça delalet etmektedir. Bu ayetler
hidayet
ve dalâleti,
insana ve şeytana nisbet etmektedir. İnsan, kendisini
hidayete
ilettiği gibi kendini
dalâlete
düşüren da yine kendisidir.
“Hidayet”
ve “dalâletin”
Allah Subhenehû ve Teala’ya nisbet
edilmesinin doğrudan doğruya bir nisbet değil, “hidayet” ve
“dalâletin” yaratıcısı olması bakımından yapılan bir
nisbet olduğunun karinesi işte budur. Birbirine zıt gibi
görünen ayetleri yan yana koyup teşrî anlayışla anlaşıldığında
bu ayetlerin bir kısmının delalet ettiği mananın diğer kısmının
delalet ettiği manadan farklı olduğu görülür. Ayette Yüce Allah
Subhenehû ve Teala
şöyle diyor:
قُلْ
اللَّهُ يَهْدِي لِلْحَقِّ
"De ki: Allah hakka hidayet ettirir/eriştirir."
Başka bir ayette de:
فَمَنْ اهْتَدَى فَإِنَّمَا يَهْتَدِي لِنَفْسِهِ
"Kim hidayete ererse; yalnız kendisi için ermiş olur."
Birinci ayet;
hidayete
eriştirenin
Allahu Teâla olduğuna işaret ediyor. İkinci ayet ise;
hidayete
erenin insan olduğuna işaret etmektedir. Birinci ayetteki Allah
"hidayet
eder"
ifadesi, insanın nefsinde hidayetin yaratılmasıdır. Yani
"doğruyu bulma yeteneğinin yaratılması" demektir. İkinci ayette
ise Allah Subhenehû ve Teala’nın insanda yaratmış
olduğu
hidayet kabiliyetini
insanın doğrudan uygulamaya koyması ile hidayeti bulmasına
işaret edilmektedir. Bu nedenle bir başka ayette;
وَهَدَيْنَاهُ النَّجْدَيْنِ
"Biz ona iki yol hidayet ettik."
"Hayır
yolunu ve şer
yolunu gösterdik. Yani Biz insanda hidayet kabiliyetini
yaratarak kendi kendine doğruyu bulma işini ona bıraktık",
demektir.
İşte,
hidayet
ve dalâleti
insana nisbet eden, insanla bağlantılı hale getiren bu ayetler,
hidayetin
doğrudan doğruya Allah
Subhenehû ve Teala
'dan kula yönlendirildiğine işaret eden Şer’î karinedir.
Bu konudaki akli karineye
gelince: Allahu
Teâla insanları hesaba çekecek
hidayeti
bulana sevap verecek,
dalalete
düşeni de azap ile
cezalandıracaktır. Ve her insan ameline göre sorgulanacaktır.
Allahu Teâla ayetlerde şöyle buyurmaktadır:
مَنْ
عَمِلَ صَالِحًا فَلِنَفْسِهِ وَمَنْ أَسَاءَ فَعَلَيْهَا وَمَا
رَبُّكَ بِظَلامٍ لِلْعَبِيدِ
"Kim salih amel işlerse kendi lehinedir. Kim de kötülük yaparsa
kendi aleyhinedir. Ve Rabbin kullarına zulmedici değildir."
فَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ خَيْرًا يَرَه (7)
وَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ شَرًّا يَرَه
"Kim zerre miktarı hayır işlerse; onu görür. Kim de zerre kadar
şer işlerse onu görür."
وَمَنْ يَعْمَلْ مِنْ الصَّالِحَاتِ وَهُوَ مُؤْمِنٌ فَلا يَخَافُ
ظُلْمًا وَلا هَضْمًا
"Kim de inanmış olarak, salih ameller işlerse o zulümden ve
hakkının yenilmesinden korkmaz."
مَنْ
يَعْمَلْ سُوءًا يُجْزَ بِهِ
"Kim kötü bir iş yaparsa cezasını görür."
وَعَدَ اللَّهُ الْمُنَافِقِينَ وَالْمُنَافِقَاتِ وَالْكُفَّارَ
نَارَ جَهَنَّمَ خَالِدِينَ فِيهَا
"Allah münafık erkeklerle, münafık kadınlara ve kâfirlere
cehennem ateşini vaat etmiştir. Orada temelli kalıcıdırlar."
Hidayet
ve dalâleti
doğrudan doğruya Allah Subhenehû ve Teala’ya isnad
edersek o takdirde Allah Subhenehû ve Teala’nın,
kâfir, münafık ve asilere azap etmesi zulüm olur. Oysa Allahu
Teâla zulümden münezzehtir ve yücedir. Bu nedenle
hidayet
ve
dalâlet
fiilinin doğrudan Allah Subhenehû ve Teala’ya
isnattan, Allah Subhenehû ve Teala’nın
hidayeti yoktan yaratması
ve
hidayete muvaffak kılması
manasına çevirmek gerekir. Bu durumda ise anlam;
hidayeti bulan
ve dalâlete sapan
insandır şeklinde anlaşılır. Bu nedenle insanın yaptıklarına
göre muhasebe edilmesi doğru olur.
Buraya kadar yapılan
açıklamalar; hidayet ve dalâleti Allah Subhenehû ve Teala’ya
nisbet eden ayetler
açısından yapılan bir açıklama idi. Ancak hidayet ve dalâleti
meşiet/dileme
ile birlikte ifade eden
ayetler açısından konuyu ele almaya gelince;
يُضِلُّ مَنْ يَشَاءُ وَيَهْدِي مَنْ يَشَاءُ
"Dilediğini dalâlete düşürür dilediğini de hidayete eriştirir."
Ayette geçenيشـاء
fiilinin mastarı
olan meşiet
kelimesi, irade etmek
anlamındadır. Dolayısıyla ayet; hiçbir kimse Allah tarafından
zorla hidayete
erdirilmez ve zorla
dalâlete düşürülmez
anlamına gelir. Bilakis
hidayete eren
kimse Allah Subhenehû ve Teala’nın iradesi ve
meşietiyle hidayete ermiş,
dalâlete düşen
de O’nun iradesi ve meşietiyle dalâlete düşmüş olur.
Geriye, birtakım insanların
ebediyen hidayete
ermeyeceklerini ifaden eden ayetlerle ilgili mesele kaldı.
Allahu Teâla bu hususta şöyle buyurmaktadır:
إِنَّ
الَّذِينَ كَفَرُوا سَوَاءٌ عَلَيْهِمْ أَأَنذَرْتَهُمْ أَمْ لَمْ
تُنذِرْهُمْ لا يُؤْمِنُونَ (6) خَتَمَ اللَّهُ عَلَى
قُلُوبِهِمْ وَعَلَى سَمْعِهِمْ وَعَلَى أَبْصَارِهِمْ غِشَاوَةٌ
"Şüphesiz ki kâfirleri, başlarına gelecekle uyarsan da uyarmasan
da birdir. Onlar inanmazlar. Allah onların kalplerini ve
gözlerini mühürlemiştir, gözlerinde de perde vardır."
كَلا
بَلْ رَانَ عَلَى قُلُوبِهِمْ
"Hayır, onların kazandıkları, kalplerini paslandırıp
körletmiştir."
وَأُوحِيَ إِلَى نُوحٍ أَنَّهُ لَنْ يُؤْمِنَ مِنْ قَوْمِكَ إِلا
مَنْ قَدْ آمَنَ
"Nuh'a vahyedildi ki: Senin kavminden iman edenlerden başkası
asla inanmayacaktır."
Bu ayetler, birtakım insanların
asla iman etmeyeceklerinin Allah
Subhenehû ve Teala
tarafından Resulüne bildirildiğini ifade etmektedir ki bu tür
haberler Allah Subhenehû ve Teala’nın ilmine giren
şeylerdendir. Bu ifadelerden, bir grup insanın iman edecekleri,
bazılarının da iman etmeyeceklerinin önceden belirlenmiş olduğu
gibi bir anlam anlaşılmamalıdır. Bilakis her insanda iman etme
kabiliyeti vardır. Resul
Sallallahu Aleyhi Vesellem
ve ondan sonra davet taşıyıcıları bütün insanları imana
çağırmakla muhataptır. Müslüman’ın herhangi bir kimsenin
imanından ümitsizliğe düşmesi caiz değildir.
Ancak Allah Subhenehû
ve Teala’nın ilmiyle önceden bir kimsenin iman
etmeyeceğini bilmesine gelince:
Allahu Teâla onu bilir, çünkü O'nun ilmi her şeyi kuşatmıştır.
Bildiklerinden bize haber vermedikleri hakkında hüküm yürütmemiz
caiz değildir. Allahu Teâla kendilerine haber vermedikçe hiçbir
Nebi herhangi bir kimsenin iman etmeyeceğine dair bir hüküm
vermemiştir.
Ancak Allahu Teâla’nın şu
ayetlerine gelince;
وَاللَّهُ لا يَهْدِي الْقَوْمَ الْفَاسِقِينَ
"Allah fasıklar güruhunu
hidayete erdirmez."
وَاللَّهُ لا يَهْدِي الْقَوْمَ الظَّالِمِينَ
"Allah zalimler güruhunu
hidayete erdirmez."
وَاللَّهُ لا يَهْدِي الْقَوْمَ الْكَافِرِينَ
"Allah kâfirler güruhunu
hidayete erdirmez."
إِنْ
تَحْرِصْ عَلَى هُدَاهُمْ فَإِنَّ اللَّهَ لا يَهْدِي مَنْ يُضِلُّ
"Onların hidayeti bulmalarına ne kadar hırs göstersen de,
muhakkak ki Allah dalâlete sapanı hidayete erdirmez."
إِنَّ
اللَّهَ لا يَهْدِي مَنْ هُوَ مُسْرِفٌ كَذَّابٌ
"Muhakkak ki Allah, haddi aşan yalancı bir kimseyi hidayete
erdirmez."
Bu ayetler onların
hidayete
ermelerine Allahu Teâla'nın muvaffak kılmayacağını ifade
etmektedir. Çünkü
hidayete ermekte
başarılı kılmak Allah'tandır. Fasık, zalim, kâfir, dalâlette
olan, haddi aşan, yalancı gibi sıfatlara sahip olanların hepsi
hidayetle
çelişen niteliklere sahip kimselerdir. Allahu Teâla bu tür
sıfatlara sahip olanları
hidayete
ermekte başarılı kılmaz. Çünkü başarılı kılmak; insan için
hidayete ermenin
sebeplerini hazırlamaktır. Bu sıfatlara sahip olan kimseler için
ise hidayet
sebepleri hazır değildir, ancak
dalâlet
sebepleri hazırdır. Bunu en
güzel Allahu Teâla’nın şu ayetleri ifade etmektedir:
اهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ
"Bizi doğru yola hidayet et."
وَاهْدِنَا إِلَى سَوَاءِ الصِّرَاطِ
"Bizi doğru yola ilet."
Yani doğruyu
bulmaya “bizi muvaffak kıl” demektir. Bu ise
hidayetin
sebeplerini “bize kolaylaştır” demektir.
Ahmed b. Hanbel, Müs. Kabâil, 25966
|