İslâm Dışı
Kültürler Karşısında Müslümanların Tavrı |
|
Müslümanlar İran'ı, Irak'ı,
Şam'ı, Mısır'ı, Kuzey Afrika'yı ve İspanya'yı fethettiler. Bu
ülkelerin hepsi farklı dillere, ırklara, medeniyetlere,
kanunlara ve adetlere sahiptiler. Üstelik kültürleri de farklı
idi. Müslümanlar bu ülkeleri fethettikleri zaman İslâm
Davetini oralara taşıdılar ve oralarda İslâm nizamını
uyguladılar.
Ayrıca oralarda yaşayan
insanlar iman edinceye kadar Müslüman olmaları için onları
zorlamıyorlardı. Ancak İslâm ideolojisinin gücü ve doğruluğu,
akidesinin kolay anlaşılması ve fıtrata uygunluğu onları
etkiledi ve onlar grup grup Allah Subhânehû ve Teala’nın
dinine girdiler. Bunlara ilave olarak İslâm'ın anlaşılması
herkes için kolaydı.
Harp halinde âlimler orduyla
beraber hareket ediyorlar ve insanlara İslâm dinini öğretmek
için çeşitli ülkelere göçüyorlardı. Bu nedenle bu ülkelerde
güçlü bir İslâmî kültür hareketi meydana geldi. Bunun, insanlara
dinin hakikatini ve kültürünü anlatmada çok büyük etkisi oldu.
Böylece İslâm, fethedilen ülkelerdeki kültürleri ve düşünceleri
etkiledi. Bütün akliyetler İslâm akliyetinin potasında eridi.
Ancak İslâm, dünyanın fikri
liderlik merkezini ele almakla, insanlığı karanlıktan kurtarmak
için çalışıyor ve davetini korumak ve insanlara taşıma için
kuvvet hazırlasa da asla kendini kabul ettirmek için insanları
zorlamıyordu. Bunlara ilave olarak ise, İslâm'ın hakikatini
idrak etmeleri için akılları ve zihinleri İslâm kültürü ile
donatmaya çalışıyordu. Bu nedenle İslâm, insanların İslâm
kültürüne uymalarında çok düzgün bir üslûb kullandı.
Müslümanlar Arap yarımadasından
çıktıkları zaman fetih yolu ile İslâm'ı yayacaklarını
anlıyorlardı. Ülkelere girdiler ve oralara İslâm'ı götürdüler.
Kur'an’ı, Sünneti Nebeviyeyi ve Arapça lisanını götürdüler.
İnsanlara Kur'an’ı, Hadisi ve din hükümlerini öğrettikleri gibi
aynı zamanda onlara Arapça lisanını da öğretiyorlar ve İslâm
kültürünün iyice yerleşmesine çok fazla önem veriyorlardı.
Bu nedenle Müslümanların
yönetimleri altında çok fazla zaman geçmeden fethedilen
ülkelerdeki eski kültürler iyice azalarak yok oldu. İslâm
kültürü ülkelerin tek kültürü halini aldı. İslâm'ın dili olan
Arapça lisanı o ülkelerdeki tek lisan oldu. Zira İslâm
Devleti’nin kullandığı resmi dil yalnızca Arapça idi. Bu nedenle
halklarının, dillerinin ve kültürlerinin farklılığına rağmen
bütün İslâm beldelerindeki kültür tek kültür olan
İslâm kültüründen
meydana geldi. İran kültürü Şam kültüründen, Afrika kültürü Irak
kültüründen ve Yemen kültürü de Mısır kültüründen farklı iken
bütün akliyetler tek akliyette İslâm akliyetinde odaklaştı. Bu
nedenle fethedilen toprakların tamamı daha önce farklı
ülkelerden oluşmakta iken, Arap beldeleriyle beraber tek bir
ülke olarak İslâm
ülkesini meydana
getirdi. Bu topraklarda yaşayan insanların tamamı da daha önce
farklı halklardan ve ırklardan müteşekkil iken tek bir ümmet
olarak İslâm ümmetini
oluşturdu.
Müsteşriklerin/oryantalistlerin kasten yaptıkları ve bazı
Müslüman âlimlerin de içine düştükleri fahiş bir hata vardır.
Müsteşrikler; İran, Rum, Yunan, Hind ve diğer kültürlerin İslâm
kültürünü etkilediğini iddia etmektedirler ve kasten de bunları
yaymaktadırlar. Birçok yabancı kültürün İslâm kültürüne
girdiğini söyleyenlerin sözlerindeki saptırma ne kadar da
açıktır. Oysa gerçekte İslâm kültürü fethedilen ülkelere girdiği
zaman bu ülkelerdeki kültürleri tamamen etkiledi, hatta
neredeyse eski kültürler tamamen yok oldu. Daha önce bu
ülkelerin kültürleri olarak niteledikleri kültürlerin yerini
İslâm kültürü alarak bu topraklardaki tek kültür haline geldi.
İslâm dışı kültürlerin İslâm
kültürünü etkilediği şüphesine gelince:
Bu şüphe, Müslüman olmayanların
eşya hakkındaki mefhumları değiştirmek için yaptıkları kasıtlı
hareketler ve bir takım araştırıcıların dar görüşlülüklerinden
dolayı kasıtlı olarak yapılan bir kargaşa ile gelmiştir. Evet,
İslâm kültürünün, gelişmesi, yeşerip gürleşmesi için yabancı
kültürlerden faydalandığı ve istifade ettiği doğrudur. Fakat bu,
etkilenmek değil, sadece yararlanmaktır. Bu ise; bütün kültürler
için gereklidir.
Bir kültürden etkilenme ile
faydalanma arasında fark şudur:
Bir kültürden etkilenmek;
o kültürü inceleyip araştırmak ve içerdiği düşünceleri
kendilerinde daha önceden var olan kültüre soyut bir şekilde
benzemesi veya bu fikirlerin hoşlarına gitmesi nedeniyle alarak
kendi fikirlerine katmaları demektir. Bir kültürden etkilenmek,
kişiyi etkilenilen kültürde var olan fikirlere inanmaya sevk
eder. Eğer ilk fetihte Müslümanlar yabancı kültürden etkilenmiş
olsaydılar Roma hukukunu naklederler ve İslâm'dan bir parça
sayarak Roma hukukunu tercüme eder ve İslâm hukukuna ilave
ederlerdi. Yunan felsefesini akidelerinden bir parça
yapabilirlerdi. Hayatlarını İran ve Roma hukukuna göre
yönlendirebilirler ve devlet işlerinde de onların maslahatına
göre hareket edebilirlerdi. Eğer böyle yapmış olsalardı, Arap
yarımadasından ilk çıkışta İslâm, istikrarsız bir tarafa
yönlendirilmiş, fikirleri karmakarışık bir hale getirilerek,
“İslâm” özelliğini kaybetmiş olurdu. Eğer etkilenme olsaydı
böyle bir sonuç ortaya çıkardı.
Faydalanmaya gelince;
faydalanma ise kültürü derinlemesine incelemek, araştırmak,
İslâm kültürü ile araştırılan kültür arasındaki farkı bilmek
sonra da İslâmî fikirlere herhangi bir çelişkinin sızmasına yer
vermeden, hayat hakkında, teşri ve akide hakkında diğer
kültürlerden her hangi bir fikri de almadan bu kültürdeki
manaları, teşbihleri, edebi kültür ürünlerini, mana ve
teşbihlerdeki eda güzelliklerini almaktır. Özetle İslâm dışı
kültürden etkilenmeden, hayata bakış açısı üzerinde bir etki
meydana getirmeden bilgilenmek için incelemektir.
Müslümanlar İslâmî fetihlerin
başlangıcından kültürel ve misyoner saldırıların yoğun bir
şekilde yapıldığı miladi on sekizinci asrın ortalarına kadar
yani çöküş dönemine kadar İslâm akidesini kültürlerine esas
olarak alıyorlardı. İslâm dışı kültürleri, içerisinde var olan
fikirlere inanmak için değil, içerisinde hayattaki eşyalar
hakkında var olan manalardan faydalanmak için inceliyorlardı. Bu
nedenle İslâm dışı kültürlerden etkilenmediler ancak
faydalandılar.
Fakat Batılıların kültürel
saldırılarından sonra Müslümanlar, bunun tam tersini yaptılar.
Batı kültürünü incelediler ve Batı kültürüne ait fikirlerden
hoşlandılar. Hatta onlardan bir kısmı Batı fikirlerine inanarak
İslâm kültürünü tamamen bıraktı. Bir kısmı ise batı kültürüne
ait fikirlerden hoşlanarak onları İslâm kültüründen sayıp İslâm
kültürüne ilave etti. Böylece İslâm kültürü ile çelişmesine
rağmen Batı kültürüne ait bazı fikirler İslâmî fikirlerden
sayıldı.
Onlardan birçoğu "Egemenliğin
kaynağı halktır" şeklinde bilinen demokratik kuralı İslâmî kural
olarak kabul ettiler. Hâlbuki bu kural hâkimiyetin halka ait
olduğu, kanunları koyanın halk olduğu anlamına gelmektedir. Bu
ise İslâm'la tamamen çelişmektedir. Çünkü İslâm'da egemenlik
halkın değil Şeriatındır. Kanunlar ise insanlar tarafından
yapılmaz Allah
Subhanehû ve Teala
katından gelir.
Yine onlardan
birçoğu İslâm'ın, demokrasi, sosyalizm ve komünizm gibi bir
sistem olduğunu söylediler.
Oysa;
- İslâm demokrasi ile
çelişmektedir. Çünkü İslâm, devlet başkanını, Şeriatı uygulayıcı
aynı zamanda da Şeriatla kayıtlı kılmıştır. Yönetici, halk
tarafından ücretle tutulmuş bir kişi olmadığı gibi kendi
iradesine göre hareket eden bir kişi de değildir. Bilakis o,
Şeriata göre ümmetin maslahatını gözetir.
- İslâm, sosyalizm ile de
çelişmektedir. Çünkü İslâm'a göre mülkiyet, keyfiyet açısından
sınırlıdır. Azlık-çokluk bakımından mülkiyetin sınırlandırılması
caiz değildir.
- İslâm, komünizmle de
çelişmektedir. Çünkü İslâm, Allah Subhenehû ve Teala’nın
varlığına imanı hayatın esası kılmakta, ferdi mülkiyeti kabul
etmekte ve onu korumak için çalışmaktadır.
Fikirlerinden hoşlanılarak
demokrasiyi veya sosyalizmi veya komünizmi İslâm'dan saymak
yabancı kültürden faydalanmak değil ondan etkilenmek
demektir.
Bundan daha kötüsü Batının
fikri liderliği, İslâm akidesi ile çelişen bir akidedir.
Onlardan bir kısmı Batı kültüründen etkilendi ve bazı
öğreticiler “dini devletten ayırmak” gerekir demeye başladılar.
Bazıları ise “din siyasetten başka şeydir” dedi! “Din siyasete
karışmaz” diyenler oldu!
Bütün bunlar kültürel
saldırılardan sonra çöküş asrında Müslümanların İslâm dışı
kültürleri inceleyip araştırdıklarına ve ondan etkilendiklerine
delalet etmektedir. Oysa daha önceki dönemlerde Müslümanlar da
İslâm dışı fikirleri incelediler, araştırdılar. Ancak onlardan
etkilenmeden istifade ettiler/faydalandılar.
Böylece Müslümanların İslâm
dışı kültürleri inceleme ve araştırma keyfiyetinin ve İslâm dışı
kültürleri alış keyfiyetinin ortaya konulması ile diğer
kültürlerden Müslümanların nasıl faydalandıkları ve nasıl
etkilenmedikleri açıkça görülmüştür.
İslâm kültürünü inceleyen kimse
bu kültürün içerisinde tefsir, hadis, fıkıh ve benzeri Şer’î
bilgilerin, sarf, nahv, edebiyat belağat ve benzeri Arapça
lisanına ait bilgilerin, mantık ve tevhid gibi de akli
bilgilerin var olduğunu görür. İslâm kültürü bu üç grup bilgi
dalının dışına çıkmaz.
Şer'î bilgiler
kesinlikle İslâm dışı kültürlerden etkilenmemiştir. Kesinlikle
faydalanmamıştır da. Çünkü Şer’î bilgilerin esası Kitap ve
Sünnet ile kayıtlıdır.
-Fıkıh;
Fakihler İslâm dışı kültürlerden kesinlikle faydalanmadılar,
inceleyip araştırmadılar da. Çünkü İslâm Şeriatı eski
Şeriatların tamamını neshetmiştir. İslâm'dan önceki Şeriatlara
göre yaşayan kimseler, İslâm geldikten sonra onları tamamen
bırakmakla emrolunmuşlar ve bırakmayanlar da kâfir
sayılmışlardır. Bu nedenle Şeriata göre; Müslümanların İslâm
dışı Şeriatları almaları ve etkilenmeleri caiz değildir.
Müslümanlar, yalnızca İslâm hükümlerini almakla kayıtlıdırlar.
Çünkü İslâm hükümlerinin dışındakiler küfür hükümleridir ve
alınmaları haramdır.
Buna binaen hükümlerin
alınmasında İslâm'ın yalnızca bir metodu vardır. Bu metot;
var olan sorunu
anlamak ve Şer’î delillerden bu sorunla ilgili hükmü
çıkarmaktadır.
Bu nedenle Müslümanlar, Roma
hukukundan veya diğer hukuklardan kesinlikle etkilenmediler,
herhangi bir şey almadılar. Ne incelediler ne de araştırdılar.
Müslümanlar felsefi eserleri ve bazı ilim dalları ile ilgili
eserleri tercüme etmelerine rağmen İslâm hukukunun dışındaki ne
Roma hukuk ve kanunlarından, ne de Roma hukuk ve kanunlarının
dışındakilerden asla herhangi bir şeyi tercüme etmediler.
Bütün bunlar fakihlerde, ne
faydalanmak amacıyla ne de incelemek ve araştırmak amacıyla
İslâm fıkhının dışındaki hukuktan herhangi bir şeyin
bulunmadığına kesinlikle delalet etmektedir.
İslâm fıkhında var olan gelişme
ve büyüme fethedilen topraklarda yaşayan Müslümanların
karşılaştıkları olaylara çözümler aranmasının sonucudur. İslâm
Devleti'nin karşılaştığı çok geniş çaplı ekonomik sorunlar ve bu
devletle ilgili muhtelif işlerde ortaya çıkan meseleler,
Müslümanları, İslâmî kaidelere göre Kitap'tan ve Sünnetten veya
Kitap ve Sünnetin işaret ettiği Şer’î delilerden bu meseleleri
çözecek hükümler çıkarmaya ve karşılaşılan sorunlar hakkında
dinlerinin hükümlerini öğrenmeye sevk etmiştir. Zira hükümler,
sorunları çözmek için vardır. Dinlerinin emrettiği ve Efendimiz
Muhammed Sallallahu
Aleyhi Vesellem'in
açıkladıkları da budur. Muhammed
Sallallahu Aleyhi Vesellem'in
Muaz'ı Yemen'e vali olarak gönderdiğinde ona şöyle söylediği
rivayet edilir:
بم
تحكم؟ قال بكتاب الله قال: فإن لم تجد. قال بسنة رسول الله. قال:
فإن لم تجد. قال: اجتهد رأيي. فقال: الحمد لله الذي وفق رسول رسول
الله لما يحبه الله ورسوله
"Ne ile hükmedeceksin?
Muaz; Allah’ın
Kitabı ile. Kitap'ta bulamazsan? Allah‘ın Resulü'nün
Sünneti ile. Allah’ın Resulü'nün Sünnetinde de bulamazsan?
Görüşümle ictihad ederim, deyince Allah Resulü
Sallallahu Aleyhi Vesellem
şöyle dedi: Allah’ın
Resulü'nün elçisini, Allah ve Resulü'nün sevdiği şeyde muvaffak
kılan Allah’a hamd olsun."
Bu nedenle ortaya çıkan her
mesele karşısında Şer’î hüküm istinbat ederek ictihad yapmak
Müslümanlara farzdır. İstinbat edilen bu hükümler Kitap'tan ve
Sünnetten veya Kitap ve Sünnetin işaret ettiği Şer’î delillerden
çıkartılmış İslâm'a ait Şer’î hükümlerdir.
Tefsire
gelince; Müslümanlar; ya kelimelerin ve cümlelerin sözlük veya
Şer’î anlamlarına göre ya da ortaya çıkan olayları bu
kelimelerin ve cümlelerin delalet ettiği anlamların kapsamına
dahil ederek ayetlerin anlamlarını açıklamaya çalışıyorlar ve
Kur'an-ı tefsir ediyorlardı. Her ne kadar ayetlerin anlamlarını
açıklamada ve tefsirde genişleme olduysa da, İslâm dışı
kültürden sayılması itibarı ile hayata bakış açısı ile ilgili
olarak Roma veya Yunan fikirlerinden ve kanunlarından tefsire
hiçbir şey girmemiştir. Evet, Kur'an dışı anlamlar olmalarına
rağmen bazı müfessirlerin uydurma ve zayıf hadislere
tefsirlerinde yer verdikleri ve bunların Kur'an tefsirindeki
anlamlara karıştığı doğrudur. Fakat bunlar İslâm dışı
kültürlerin etkisi sayılmaz. Bilakis, söylemediği halde Resulün
hadislerine sokulan şeylerin İslâm kültürüne de sokulması
sayılır. Hadislere iftira edilerek İslâm'a bir şeyin
sokulmasıyla, İslâm'dan bir parça sayılarak İslâm dışı
fikirlerin İslâm'a sokulup İslâm dışı kültürden etkilenme
arasında fark vardır.
Özetle; Şer’î bilgiler, İslâm
dışı kültürden kesinlikle etkilenmemiştir.
Edebiyat, lisan ve benzeri
bilgilere gelince:
Arapça lisanının fethedilen ülkelerdeki lisanlar üzerinde, hayat
işlerinde genel olarak kullanımdan kaldıracak derecede çok güçlü
bir etkisi olmuştur. Kur'an'ın dili olması ve İslâm'ın
anlaşılmasında temel bir parça olmasından dolayı hayattaki
işlerin hemen hemen tamamında tek egemen dil Arapça idi. Bu
nedenle İslâm'a tamamen inandıktan sonra fethedilen bölgelerde
yaşayan halkların bu etkinin güçlenmesinde ortak oldukları
görülmüştür. Çünkü Arapça, inandığı ve bağlandığı İslâm dininin
bir gereğidir. Bu nedenle Arapça lisanı fethedilen bölgelerdeki
dilden ve kültürden etkilenmemiştir. Tam tersine Arapça,
fethedilen topraklarda kullanılan ana dili etkileyerek
zayıflattı hatta bazılarında ana dil tamamen yok oldu bir
kısmında ise yok olmaya yüz tuttu ve İslâm'ın tek dili olan
Arapça lisanı hayatta hakim olarak kaldı. Arapça, İslâm
Devleti'nin tek resmi dili ve yaygın olan dildir. Arapça;
kültür, ilim ve siyaset lisanıdır.
Ancak Arap edebiyatı fethedilen
bölgelerde medeni şekillerle (bina vb) bağ bahçe ile köşklerle,
denizler ve nehirlerle çeşitli manzaralarla vb karşılaşınca
anlamlarını, hayal gücünü, benzetmelerini ve konularını artırdı,
geliştirdi ve bunlardan istifade etti. Ancak İslâm ile çelişen
fikirlerden etkilenmedi. Bu nedenle İslâm akidesi ile ilgili
konularda ve İslâm'la çelişen meselelerde Müslüman
edebiyatçıların hiçbirinin etkilenmediği ve onlardan tamamen yüz
çevirdiği görülür. Yunan felsefesinin tercüme edilmesine ve
Yunan felsefesine önem verilmesine, Yunan edebiyatçılarının
birçok ilahı kabul etmelerine, onlara beşeri sıfatlar vermeleri
ile ilgili yazılar yazmalarına rağmen bunların hiçbiri,
Müslümanlarca hiçbir şekilde revaç bulmadı ve kabul görmedi.
Hatta onlara kesinlikle dönüp bakmadılar bile.
Evet, bazı şahısların İslâm
kültürüne uymayan bir takım davranışlarda bulunduğu, birtakım
edebiyatçı, şair ve erotik konuları işleyenlerin İslâm'ın kabul
etmediği anlamları kullandıkları doğrudur. Ancak bunlar İslâm
toplumu içerisinde anılmayacak kadar azınlıkta kalmış
kimselerdir. Bunların ortaya koydukları edebi eserlerde İslâm'ın
yasakladığı şeylerin etkisi görülse de bu etki, İslâm kültürünü
etkileyebilecek bir durumda olmamıştır. Bilakis İslâm kültürü,
Arap edebiyatı ve Arapça lisanı şaibelerden arınmış bir halde
devam etti.
Akli bilgilere gelince;
Müslümanlar, hayattaki aslî vazifeleri olan İslâm’a Davetin
doğası gereği diğer dinlere ve kültürlere mensup kişilerle
karşılaşıyorlardı. Diğer din ve kültür sahipleri Yunan felsefesi
ile silahlanmışlardı. Bu nedenle de elbette ki onların
akidelerini çürütmek, bozukluğunu ve yanlışlığını açıklamak
gerekiyordu. Yine bu kimselerin anlayabileceği bir üslûbla İslâm
akidesinin açıklanması da gerekmekteydi. Bundan dolayı İslâm
akidesinin insanlara anlayacakları bir üslûbla açıklanması ve
öğretilmesi için Müslümanlar, tevhid ilmini oluşturdular. Tevhid
ilminin konusunu her ne kadar İslâm akidesi oluşturuyorsa da,
şekil ve eda açısından akli bilgiler kapsamına giren Tevhid
ilminde Müslümanlar mantıktan faydalandılar. Bu nedenle de
mantığı Arapçaya tercüme ettiler.
Buradan da açıkça
anlaşılmaktadır ki
yabancı kültür ne
Şer’î bilgilerde ne Arap dili ile ilgili konularda ne de akli
bilgilerde İslâm kültürünü etkilememiştir. Çöküş asrının
sonlarına kadar İslâmî kültür sadece
İslâmî kültür
olarak kalmıştır.
Aynı şekilde düşünme metotları
açısından da İslâm'ı anlamaları açısından da Müslümanlar, İslâm
dışı kültürden etkilenmediler. Yalnızca İslâmî akideye sahip
Müslümanlar olarak hayatlarını sürdürdüler.
Ancak bazı fertler akli
bilgilerde yabancılardan etkilendiler ve onlarda yepyeni
fikirler ortaya çıktı. Yine, yabancı felsefelerin beyinlerini
bulandırması nedeniyle bazı fertler bir takım İslâmî fikirleri
anlamada hataya düştüler veya akli konuları araştırırken onları
sapıklığa düşmeye sevk etti. Bazı fikirleri ve İslâmî fikirleri
İslâm akidesinden kopuk bir şekilde anladılar. Bunlar iki
gruptur:
1.
Anlayışlarındaki hata onları içerisinde bulundukları yanlış bir
ortama düşürmekle birlikte onlar, İslâmî zihniyeti ve İslâmî
nefsiyeti taşımaya devam ettiler. Bu nedenle hatalı fikirleri
içerse de onların akli ürünleri İslâm kültüründen sayıldı. Ancak
onlardaki hata anlayıştan kaynaklanan bir hataydı.
2.
İdraktaki sapıklık onları içerisinde bulundukları hale düşürdü.
İslâm akidesinden tamamen uzaklaştılar ve İslâm dışı bir akliyet
taşır oldular. Bu nedenle onların akli ürünleri İslâm
kültüründen sayılmadı.
Birinci gruptakilere gelince;
Onların anlayışta hataya düşmelerinin sebebi Hind felsefesidir.
Hind felsefesi, dünyadan el etek çekmeyi ve bedene azap etmeyi
öngörmektedir. Bazı Müslümanlar zühd
ile Hind çilekeşliğini birbirine karıştırarak, dünyadan el etek
çekmenin, vücuda işkence yapmanın bazı hadislerde bahsedilen “zühd”
olduğunu sandılar. İşte, bu anlayıştan tasavvufçular denilen
grup ortaya çıktı. Bu ise; “dünyadan almak” ya da “dünyadan yüz
çevirmek” manasının anlaşılması üzerinde etki yaptı. Oysa “zühdün”
manası, dünyayı bir gaye edinmemek, uğruna mal
kazanılacak yüce değer haline getirmemek
anlamına gelmektedir. Yoksa “zühdden”
kasıt; temiz olan şeylerden faydalanmamak değildir. Hint
felsefesinde var olan dünyadan el etek çekmek ise; İslâm
fikrinin tam tersine gücü yettiği halde hayatın lezzetlerinden
ve temizlerinden tamamen yüz çevirmek anlamına gelmektedir. Ki
bu anlayış, İslâm'la tamamen çelişir. İşte bu hatalı anlayış;
Hint felsefesinin birtakım Müslümanlar tarafından incelenip
araştırılmasının uzantısı olarak onların zihinlerini
bulandırmasının sonucunda ortaya çıktı.
İkinci gruba
gelince; Onların anlayışlarındaki sapıklığa Yunan felsefesi
sebep olmuştur. Yunan felsefesi; metafizik konuları inceleyen,
araştıran fikirleri gündeme getirdi. İlahın varlığı ve sıfatları
ile ilgili konuların araştırılmasını sağladı.
Fethedilen bölgelerde Yunan
felsefesi ile kültürlenmiş olan gayri müslimler İslâm'a hücum
ettiler. Onların bu saldırıları; İslâm'a saldıranların
hücumlarını reddetmek, geri püskürtmek için bir takım
Müslümanları Yunan felsefesini tercüme etmeye, inceleyip
araştırmaya sevk etti. İslâm'ın getirdikleri ile Yunan
felsefesinden gelenler arasında bir uyum sağlamaya çalıştılar.
Bu çaba ise Yunan felsefesi ile haşır-neşir olanları
etkileyerek Kur'an yaratılmış mıdır değil midir? Sıfat
mevsufun/vasıflanan hususun aynı mıdır yoksa değil midir? vb.
gibi konuların araştırılmasına sevk etti. Ancak bu araştırmalar
İslâm zihniyeti sınırında durdu. Ve bu kişiler İslâm akidesine
ait fikirlere bağlı kaldılar. Onların araştırma yapmalarının
sebebi kendilerinde var olan İslâm akidesi idi. Bu nedenle İslâm
akidesinden çıkmadılar. İslâm akidesine uygun olmayan felsefi
konulara sürüklenmediler. Onların fikirleri İslâmî fikirlerdi ve
araştırmaları da İslâm kültürüne ait araştırmalardan sayıldı. Bu
nedenle sapıtmadılar ve İslâm akidesinden çıkmadılar. İslâm
akidesine bağlılıkları onları dalalete düşmekten korudu.
Bunları, Mutezile ve benzeri tevhid ilmiyle uğraşan âlimler
oluşturmaktadır.
Ancak bunların yanında İslâm
akidesine bağlanmadan Yunan felsefesine dalan, sürüklenen çok az
sayıda şahıslar da vardı. Bunlar İslâm'la herhangi bir bağlantı
kurmadan yalnızca akli esasa göre Yunan felsefesini
araştırdılar. Yunan felsefesini araştırmada derinleştiler.
Felsefeyi olduğu gibi almaya çalıştıkları gibi, Yunan
felsefesini taklit etmeye ve onun gereğini yerine getirmeye çaba
harcadılar. Araştırmalarına İslâm akidesinin herhangi bir etki
göstermesine yer bırakmadılar, İslâm akidesinin var olup
olmadığına hiç önem vermediler. Sırf felsefi bir araştırma
yaptılar. Onların Müslüman sayılmaları, araştırmalarının İslâmî
alanlarda görülmesinden dolayıdır. Ancak buna neden İslâm
akidesine olan bağlılıkları değil Yahudi felsefecilerde olduğu
gibi içlerinde eskiden kalma mefhumlar olarak İslâm'dan birtakım
kırpıntıların bulunmasıydı. Bu ise onların felsefelerini hiçbir
şekilde İslâm'a yaklaştırmaz. Tam tersine Yunan felsefesi
metodunda kullanılan akli bir felsefedir. Bunlar İbni Sina,
Farabi, İbni Rüşd gibi Müslüman filozoflardır. Felsefeleri
İslâmî bir felsefe değildir. İslâm'ın hayat hakkındaki felsefesi
de değildir. İslâm'la uzaktan veya yakından kesinlikle alakası
yoktur. Araştırmada İslâm akidesinin yeri olmadığı için İslâm
kültüründen de sayılmaz. Çünkü araştırmada İslâm akidesine hiç
önem verilmemiştir. Araştırmada söz konusu olan şey, İslâm'la ve
İslâm akidesiyle herhangi bir ilgisi olmaksızın yalnızca Yunan
felsefesi idi.
Müslümanların İslâm dışı
kültürler karşısındaki tavırlarının özeti işte budur. Onlar
fıkhi hükümlerle ilgili konularda kesinlikle yabancı kültürleri
incelemediler, araştırmadılar, yabancı kültürden ne
faydalandılar ne de etkilendiler. Şer’î bilgilerde İslâm dışı
kültürlerle alakalı hiçbir şey yoktur.
Bazı anlamlarda, benzetmelerde
ve hayal gücünün artırılmasında yabancı kültürde var olan
şeylerden faydalandılar. Ancak bu faydalanma Arapça dilini ve
Arap edebiyatını etkilemedi. İslâm dışı kültürleri incelemeleri
bu açıdan etkilenmeye yönelik bir inceleme değil faydalanmaya
yönelik bir inceleme idi.
Akli ilimlere
gelince; Müslümanlar, mantık ve tevhid ilminde eda üslûbu
açısından akli ilimleri incelediler ve ondan faydalandılar.
Ancak İslâm ve İslâm fikirleri kesinlikle etkilenmedi. Fakat
bazı Müslümanlar sadece İslâm anlayışlarında etkilendiler ve bu
etkilenme onların davranışlarında ve yazdıkları eserlerde açıkça
görüldü. İslâmî kültürde ve İslâmî fikirlerde bu etki olmadı.
Tasavvuf ehli ve felsefeciler bunlardandır.
Kültür açısından durum budur.
Tabiat, matematik,
astronomi, tıp ve benzeri ilimlere gelince;
Müslümanlar bu ilimleri evrensel bir şekilde incelediler,
araştırdılar ve aldılar. Bunlar hayata bakış açısına göre
şekillenen ve etkilenen kültür kapsamına giren konulardan
değildir. Bunlar ancak deneye dayalı ilimlerdir. Bütün insanlar
için geneldir. Herhangi bir halka ait olmayıp evrenseldir. Bu
nedenle Müslümanlar bunları aldılar ve istifade ettiler.
İlmi ve İslâm kültürüne ait
konularda takip edilen telif/kitap yazma üslûbuna gelince;
Bunlar belli bir düzene ulaşıncaya kadar doğal olarak gelişti.
İslâm kültürü, insanların işittiklerini ağızdan ağza
birbirlerine nakletmeleri ile başladı. İslâm devletinin
sınırlarının genişlemesi sonucunda ilimlerin ve bilgilerin
yazılmasına şiddetle ihtiyaç duyuluncaya kadar Kur'an'ın dışında
tedvini/kayda geçirilmesi yapılmış hiçbir şey yoktu. İhtiyacın
ortaya çıkmasından sonra yavaş yavaş tedvin işi çoğalmaya
başladı. Ancak başlangıçta düzensiz bir şekilde idi. Tefsirde,
hadiste, fıkıhta, edebiyatta vs. bir meseleyi olduğu gibi
yazıyorlardı. Bunların tamamı düzensiz ve bölümlerine ayrılmamış
bir şekilde tek kitapta toplanmıştı. Çünkü onların nazarında
bunların tamamı ilimdir. Onlara göre şu ilim ile şu ilim
arasında veya şu bilgi ile şu bilgi arasında herhangi bir fark
yoktur. İlmin hepsi aynı şeydir. Dünya belirli bir ilimle
ayrılmış değildir. Fakat daha sonraları bilgi akımları
genişleyince ve âlimlerin birçoğu bu bilgilerin tamamına aynı
anda sahip olabilme gücünden yoksun kalınca, telif eserlerde
yoğunlaştılar. Her grup, ilimlerden ve bilgilerden kendilerine
ağır basan özel bir alana yöneldi. Böylece birbirine benzeyen
konular bir arada toplanmaya başlandı. İlim ve bilgi kapsamına
giren konular birbirinden ayrıldı. Âlimler bunları yavaş yavaş
bir düzene koymaya başladılar. Böylece fikirler belli bir
düzenlemeye ve telife yönlendirilmiş oldu.
Örneğin; Hadiste "Muvatta",
edebiyatta "Kelile ve Dimne", usulde "er-Risale", fıkıhta imam
Muhammedin kitapları, Dilbilgisinde "Kitabu'l Ayn", Nahivde
"Sibeveyh"'in kitabı, siyrette "İbni Hişam" ve tarihte "Taberi"
gibi telif eserler yazıldı. Hatta fıkhın yalnızca bir bölümünde
bile kitaplar yazıldı. Ekonomide Ebu Yusuf'un "Kitabu'l Harac"ı,
yönetim konusunda Maverdi'nin "el-Ahkamu's Sultaniy"esi bunlara
örnektir. Daha sonra ise ilimler ve bilgiler telif eserlerin her
dalını kapladı. Bu durum ilim ve bilgi kapsamına giren konuların
hemen hemen her dalında mükemmel telif eserlerin yapılmasına ve
eser içindeki konuların bölümlere ayrılmasına, aşama aşama
belirli bir düzenlemenin yapılmasına yol açtı. Daha sonraları
ise üniversitelerde yüksek tahsildeki sınıflarda ve telifte ilim
ve kültür konuları birbirlerinden ayrıldı.
Burada Müslümanların
başkalarından telif üslûbu ile ilgili şeyleri aldıklarını da
zikretmek gerekir. Çünkü telif üslûbu ilim gibidir. Herhangi bir
halka ait özel bir kültür değil geneldir.