İLK
ÖNCE YAPILMASI GEREKEN Meselenin,
insanların düşünmeyle meşgul olmaları ve düşünmeye kutsal bir
nitelik vermelerinden ibaret olduğu doğrudur. Fakat meselelerin,
çözüme kavuşturulması için artılarını, eksilerini ortaya
koymak gerekir. Bilindiği gibi insanların düşünmeyle uğraşmaları,
güzel bir eylemdir. Düşünmeyi terk etmek ise, hayatta başarılı
olmanın temelinden uzak kalmak anlamına gelir. Düşünmeyle meşgul
olmak, güzel olmasının ötesinde, gerekli bir faktördür. Düşünme,
değerlerin en yücesi olup topluma ve ümmete zarar veren değerlerin
üstesinden gelmek için gerekli koşuldur. Böyle bir durumda, düşünmenin
kutsallaştırılması kaçınılmaz olur. İnsanların düşünmeyle
meşgul olmalarını engellemek için düşünmenin yanında, gerekli
olan diğer unsurları da vermek gerekir. Sözgelimi kişinin düşünmeyle
meşgul olmasına ilaveten kendisine, mekanik unsurları düşünmesini
engelleyecek biçimde, düşünmenin gerçekliğini de vermemiz
gerekir. Kişinin nesneleri, görsel ve işitsel olarak tanıması
yeterlidir. Örneğin; "macera", "tepsi" ve
"sandalye" gibi mekanik nesneler hakkında zihnin, meşgul
olmaması gerekir. Bunu sağladığımız takdirde düşünceyi, kendi
seyrine bırakmış oluruz. Böylece hem insanları mekanik unsurları
düşünmekten alı koyar hem de düşünmeyle meşgul olmalarını ve
onu, kutsallaştırmalarını engellememiş oluruz. Düşünmeyi, üzerinde
düşünülen nesneye göre ayarlamak esastır. Eğer bu sür’at
gerektiren bir meseleyse, "çaba" aracılığıyla sür’atli
düşüneceğiz. Siyaset veya düşünmenin göstergeleriyle ilgili
meseleler gibi ince eleyip sık dokumayı gerektiren konularda ise,
daha yavaş ve daha detaylı düşüneceğiz. Zira bu gibi meseleler
hakkında yavaş düşünmek, hızlı düşünmekten daha faydalıdır.
Kısaca, kendi isteğimize göre değil, üzerinde düşünülen
nesnenin durumuna göre düşüncemizi ayarlayacağız. Bu ayarlama,
nerede hızlı, nerede yavaş düşüneceğimizi bize öğretecektir.
Kıvrak zekâ kazanmak için sür’at, şart olduğu halde sür’atin,
hayatta her şey demek olmadığı da bilinmelidir. Bu hızı, hayat sınavında
başarılı olmayı sağlayacak kadar ayarlamak gerekir. Söz ve
olaylarda sür’atin, her şeye baskın gelmesine meydan
verilmemelidir. Burada söylemek istediğimiz; bu sür’atin,
nefislere, iç benliğe işlenmesidir. Yani nefislerin, düşünceyle
meşgul olmaması, düşünceyi kutsamaması; ancak aynı zamanda onu,
göz ardı edip kutsal niteliğini de yok etmemesidir.
Her şeyden önce,
insan ve insan hayatındaki duygu merkezine eğilmek gerekir. Öncelikle
insanlara, duygunun merkezi kavratılmalıdır. Nefisler, duygunun
merkezine ve insan üzerindeki etkisine vakıf olmadıkça, duyguyu göz
ardı etmiş olur. Bunun sonucu; sadece ve sadece düşünmeye eğilmek
ve düşünmenin duyguya ve her şeye baskın çıkmasına neden
olmaktır. Hem düşünmeye hem de kıvrak düşünmeye çözüm
getirmek isteniyorsa, duygu, duygunun merkezi, kişi üzerindeki
etkileri ve varlığının zorunluluğu üzerinde yoğunlaşmak kaçınılmaz
olur. İnsan, akıl ve duygunun bileşiminden meydana gelmektedir. İslâm
da hem akla hem de duyguya hitap etmektedir. Duygu da tıpkı akıl
gibi insanın, ayrılmaz bir parçasıdır. Sevgi, nefret, tembellik,
aktif olma, hüzün, sevinç gibi duygular, tıpkı akıl gibi her
insanda mevcuttur. Fakat insanın sırf duyguya yönelmesi; yaşamını
gelişigüzel, düzensiz bir şekilde sürdürmesine neden olur. Aynı
şekilde kendini sırf akla ve düşünmeye vermek de insanın, hayata
karşı mukavemet gösterme gücünü yok eder. Zira duygu, hareket
ettiricidir. Akıl ise yönelici ve rehberlik edicidir. Bu nedenle
rehbersiz yapılan bir hareket, yıkıcı olabilir. Hareket kabiliyeti
olmayan bir rehberlik ise, kendisine ivme kazandıran güçten yoksun
olduğu için, yön tayin etmekten öteye geçmez ve tabiî bir sonuç
da vermez. İslâm ümmetinin, İslâm'ın hâkim olduğu dönemde
olduğu gibi sağlıklı bir seyir alması için, akıl ile duygunun
bir arada olması şarttır.
Tarihsel süreç içerisinde
İslâm ümmetinin duyguyu harekete geçirme kabiliyeti, zamanla
minimum düzeyde seyretmiş ve "duyguyu harekete geçirme"
kabiliyeti yerini, körü körüne "duyguya yönelme"ye
bırakmıştır. Sonunda duygu, ümmetin hayatına egemen olmuştur.
Ümmetle düşmanları, yani İslâm ve Müslümanlarla, küfür ve kâfirler
arasındaki çekişme; böyle bir dönemde büyüdü. Bu durumda Müslümanlar,
"yöneltici faktör"ü, yani düşünme yetisini
kaybettiler ve çalışmaları, herhangi bir sonuç vermedi. Dolayısıyla
düşmanları, onlara galip geldi. Düşmanlarının kendilerini, akılla,
fikirle (akıl ve fikir silahıyla) yendiğini; kendilerinin de
duyguyla meşgul oldukları için yenildiklerini düşündüler. Böyle
düşündükleri için de, düşünmeye yönelip duygudan yüz çevirdiler.
Böylece düşünmeyi doğuran her şeyi yitirdiler. Düşünmeyi
kutsadıkları için mekanik nesneler hakkında kafa yorup durdular ve
nihayet, yavaş düşünme sürecine girdiler. Duygularını
yitirdikleri için, kıvrak zekâlarını da yitirdiler.
İşte bu nedenle her
şeyden önce yapılması gereken ilk iş duyguyu, tekrar lâyık olduğu
yere koymaktır. Böylece düşünme, kendi eksenine konacak; mekanik
nesneler hakkında kafa yorulmayacak; hızlı düşünme yetisi kazanılmış
olacaktır. Burada düşünme değil, duygu ve onun bulunması gereken
yer söz konusudur. Bu nedenle önce, zaten insanda fıtrat olarak var
olan duyguyu, tekrar harekete geçirmek gerekir. Sorun, insanların düşünmede
yoğunlaşmaları veya onu kutsallaştırmaları değil; asıl sorun
duygunun, kendi merkezine tekrar yerleştirilmesidir. İşte bütün
mesele budur.
Duygunun da tıpkı akıl
gibi, hâlâ insanda mevcut olduğu ve insandan koparılmasının imkânsız
olduğu doğrudur. Fakat mesele kişinin, duygu ve düşünmeyle meşgul
oluşudur. Duygu, insanda zaten mevcuttur. Önemli olan onu, harekete
geçirmektir. Fakat duyguyu harekete geçirme kabiliyeti yitirilmiş;
onun yerine, düşünme harekete geçirilmiştir. Böylece kâfirler
insanları, duygudan uzaklaştırmayı başarmışlardır. Bu da
insanları, hızlı düşünememe ve kıvrak zekâyı kullanamama gibi
bir problemle karşı karşıya bırakmıştır. İnsanlar, düşünme
ile o kadar içli dışlı olmuşlardır ki ondan, istifade edemez ve
kıvrak zekâlarını kullanamaz hale gelmişlerdir. Bunun temelinde,
duyguyu harekete geçirme kabiliyetinin yitirilmesi ve yalnızca, düşünmeyle
uğraşılması yatmaktadır. İnsan, hem duygu hem de akıldan müteşekkil
olduğuna göre bunlardan birinin ihmal edilmesi, diğerinin de göz
ardı edilmesi anlamına gelir ki, bu da verimsizliğe neden olur.
Zira duygu mevcut olmadığı sürece aklın, yani düşünmenin
verimli olması mümkün değildir. Duygunun, sadece mevcut olması da
yetmez. Onun harekete geçirilmesi gerekir. O halde düşünme
duyguyla birlikte, aynı anda harekete geçirilirse verimlilik kazanır.
Düşünmenin verilmesi için ilk önce yapılması gereken; aynı
anda düşünmeyle birlikte, duygunun da harekete geçirilmesidir.
|