Allah Subhanehu ve Teâla, Kur’an’ı
Muhammed b. Abdullah’a kavmi olan Araplara tebliğ etmesi için
âyetler halinde indirmiştir. Bu âyetler, Arapçayı bilen
kimseler tarafından okunabilmekte ve anlaşılmaktadır.
Araplar arasında yaşayan ve Arap bir peygambere inen bu Kur’an,
âyetler topluluğundan oluşan sûrelerden bir benzerini
getirebilmeleri için, Arap dilini kullanmakta belağatları ve
ediplikleri ile övünen Araplara meydan okumaktadır. Daha
işin başında, Mekke’de iken Araplara şöyle meydan
okumaktadır:
"Senin için 'onu uydurdu' diyorlar,
öyle mi? De ki: Öyleyse onun sûrelerine benzer uydurma on
sûre getirin. İddianızda samimi iseniz Allah’tan başka çağırabileceklerinizi
de çağırın."
*
Mekke Araplarının bu meydan okuma
karşısında âciz kaldıkları ortaya çıktıktan sonra bu
defa Allah (cc), sûrelerden bir tanesinin benzerini getirmeleri
için onlara meydan okumaktadır:
"Senin için 'onu uydurdu' diyorlar,
öyle mi? De ki: Öyleyse onun sûrelerine benzer bir sûre
getirin. İddianızda samimi iseniz Allah’tan başka çağırabileceklerinizi
de çağırın."
*
Mekke Arapları bundan da âciz kaldılar.
Allah Rasülü (sav) Medine’ye intikal ettiğinde ise bu defa
Allah Sübhanehu ve Teâla geride kalan Arapların tamamına
meydan okumakta ve bir sûre getirmelerini istemektedir:
"Kulumuz Muhammed’e indirdiğimiz Kur’an’dan
şüphe ediyorsanız siz de onun benzeri bir sûre meydana
getirin. Eğer doğru sözlü iseniz Allah’tan başka güvendiklerinizi
de yardıma çağırın."
*
Böylece diğer Araplar da Kur’an sûrelerinin
veya âyetlerinin bir benzerini meydana getirmekten âciz kalmışlardır.
Bu konu hakkında düşünen kimse, iki soru
ile karşı karşıya kalır:
1- Araplar fesahat ve edebiyat erbabı
oldukları halde nasıl oldu da Kevser sûresi gibi üç
küçük ayetten oluşan bir sûre meydana getiremediler.
Bu soruya şöyle cevap verilir: Kur’an,
Arapların alışageldikleri ve bildikleri üslûbun dışında
yepyeni bir üslûp kullandı. Arapların kullandıkları ifade
tarzı, bilinen tüm türleri ile nesir ya da şiirden
oluşmaktaydı. Yani yalnızca iki tür edebi üslûp
kullanmaktaydılar. Bu iki türün kapsamına giren üslûpları
kullanmak Arapların yapabilecekleri işlerdendi. Dillerinde bir
üçüncü üslûbun kullanılacağı akıllarının ucundan
dahi geçmiyordu. İşte Kur’an’ın icazı da buradan, Arapların alışık
olmadıkları ve yapmaktan âciz kaldıkları üçüncü bir
tür getirmiş olmasından kaynaklanıyordu.
Meydan okuma, genellikle meydan okunanın en
iyi yapabildiği, becerdiği hususlarda olur. Aksi halde ciddi
bir meydan okuma sayılmaz. Araplar, Arap dilini en iyi
bildiklerini ve konuştuklarını, bu konuda yetenekli
olduklarını iddia ediyorlardı. Çünkü onlar fesahat, belağat
ve beyan ehli kimselerdi. Kullandıkları dil ve ifade üslûbu
konusunda Allah’ın onlara meydan okuması yerinde bir meydan
okumadır. Eğer sen okuma yazma bilmeyen bir kimseye meydan
okusan ve o da bunu yapmaktan âciz olsa kendinin mucize sahibi
olduğunu iddia edebilir misin? Matematikçi birisine ameliyat
yapması için meydan okusan ve o da bunu yapmaktan âciz olsa
bu durum senin mucize sahibi olduğuna delil olabilir mi?
Elbette ki hayır. Meydan okuma, mesleğinde becerikli ve uzman
kişilere karşı yapıldığında ve onlar da bundan âciz kaldıklarında
anlam kazanır. Araplar, kullandıkları ifade üslûplarının
dışında bir başka çeşidi konuşmuyorlar ve Arap dilinde
kullandıkları ifade üslûplarının eksiksiz ve tam olduğunu
iddia ediyorlardı. Dolayısıyla bu meselede yapılan meydan
okuma onlar için kesin ve susturucu bir şeydir.
Kur’an mucize bir sözdür. Mucizeliği
Arapların kullana geldikleri şiir ve nesir dışında yepyeni
bir üslûbu kullanmış olmasından kaynaklanmaktadır. Ki bu
üslûp, başkalarının kullanmaktan âciz kaldıkları
yalnızca Kur’an’a has bir üslûptur. Böylece Arap lügatında
ifade tarzı olarak üç üslûp meydana gelmiş oldu: Nesir,
şiir -Araplar tarafından kullanılabilen üslûplar- ve
Arapların kullanmaktan âciz kaldıkları Kur’an’ın
üslubu.
2- Diğer taraftan Allah Sübhanehu ve
Teâla, bu Kur’an’ı, Muhammed b. Abdullah’a
peygamberliğini ve kendisinin Allah Azze ve Celle tarafından gönderildiğini
ispatlaması için indirmiştir. Zira mucize özelliğine sahip
olan bu Kur’an, cümlelerden meydana gelmektedir. Bu
cümlelerin mucizeliği ise bunları söyleyenin Allah (cc) olduğuna,
Kur’an’ın (hem lafzının hem de manasının Allah’tan
olduğuna) Nebisi ve Rasülü olan Muhammed (sav)’e indirdiğine
delalet etmektedir. Bu nedenledir ki Kur’an’ın cümleleri
ayet veya âyetler olarak isimlendirilmiştir. Bu şekilde
isimlendirilmesinin nedeni, "ayet" kelimesinin Arap lügatinde
'bir şeye delalet eden işaret ve alamet' anlamına gelmesidir.
Bu açıdan ele alındığında ise bu cümlelerin mucize oluşları,
bunları söyleyen kudret sahibinin Allah Subhanehu ve Teâla
olduğuna işaret etmektedir. Subhan olan Allah, her şeyden münezzeh
olanın varlığına işaret etmesi için bu cümleleri "âyetler"
şeklinde isimlendirmiştir. Kur’an cümlelerden meydana
gelmekte ve bu cümlelerin her biri, Allah’ın varlığına
delalet etmektedir. Çünkü Allah’tan başkasının,
benzerini getirmesi kesinlikle mümkün değildir. Allah (cc),
Bakara ve Âl-i İmran sûrelerinde şöyle buyurmaktadır.
"(Ey Muhammed!) İşte bunlar Allah’ın
âyetleridir. Biz onları sana hak olarak okuyoruz."
*
"Sana Kitabı indiren O’dur. O’nda (Kitapta)
muhkem (anlamları kesin olan) âyetler vardır."
*
"Elif, Lam, Ra. İşte bunlar hikmetli
Kitabın âyetleridir."
*
Kur’an, Allah Sübhanehu’nun 'varlığına
işaret eden alametler' anlamına gelmek üzere, cümlelerini
âyetler diye isimlendirmiştir.
Şimdi bu yaratıcının varlığına delalet
eden bu geniş kâinata bir göz atalım.
Kâinata bakan bir kimse, bu alemde yer alan
her bir parçanın daha doğrusu hacmi olan her bir şeyin aynı
zamanda bir mucize olduğunu ve insanın benzerini meydana
getirmekten âciz kaldığını görür. Öyle ki, bu mahlukatın
her biri bizzat varlıkları ile mucizedir. Bunların
tamamının veya her birinin tek tek "ayet" veya
"âyetler"
lafzı ile isimlendirilmeleri, Kur’an’ı Kerim’in
kastettiği anlama uygun olacağında şüphe yoktur. Kur’an
cümleleri mucize olduğu için "âyetler" şeklinde
isimlendirildiği gibi, bu kâinatta var olan mahlukatın da
birer mucize olduğunda herhangi bir şüphe yoktur. Bu nedenle
bir başka isimle, "âyetler" lafzı ile, yani kudret sahibi
bir yaratıcının varlığına işaret edecek bir kelime ile
isimlendirilebilir. Kur’an’ı Kerim, bu mahlukattan bir çoğunu
"âyetler" lafzı ile isimlendirmiştir.
"Göklerin ve yerin yaratılmasında,
gece ile gündüzün birbiri ardınca gelmesinde, insanlara
yararlı şeylerle denizde süzülen gemilerde, Allah’ın gökten
indirip yeri ölümünden sonra dirilttiği suda, her türlü
canlıyı orada yaymasında, rüzgarları ve yerle gök arasında
emre amade duran bulutları döndürmesinde düşünen kimseler
için âyetler vardır."
*
"Gece ile gündüzün birbiri ardınca
gelmesinde, Allah’ın göklerde ve yerde yarattıklarında, O’na
karşı gelmekten sakınan kimseler için âyetler vardır."
*
"Gece ile gündüz, Güneş ile Ay, Allah’ın
varlığının âyetlerindendir. Güneşe ve Ay’a secde
etmeyin. Eğer Allah’a kulluk etmek istiyorsanız bunları
yaratana secde edin."
*
"Sizi topraktan yaratması O’nun
varlığının âyetlerindendir. Sonra hemen birer insan olup
yeryüzüne yayılırsınız. İçinizden kendileriyle huzura
kavuşacağınız eşler yaratıp aranızda muhabbet ve rahmet
var etmesi O’nun varlığının âyetlerindendir. Bunlarda
tefekkür eden bir kavim için âyetler vardır. Gökleri ve
yeri yaratması, dillerinizin ve renklerinizin değişik
olması, O’nun varlığının âyetlerindendir. Doğrusu bunda
bilenler için âyetler vardır. Geceleyin uyumanız, gündüz
de lütfundan rızık aramanız O’nun varlığının
âyetlerindendir. Bunlara kulak veren bir kavim için âyetler
vardır. Size korku ve ümit veren şimşeği göstermesi,
gökten su indirip ölümünden sonra yeri onunla diriltmesi O’nun
varlığının âyetlerindendir. Bunlarda akleden kavim için
âyetler vardır. Göğün ve yerin, O’nun emri ile ayakta
durması O’nun varlığının âyetlerindendir. Sonra sizi
kabirlerinizden bir çağırmaya görsün, hemen çıkıverirsiniz."
*
Allah Sübhanehu ve Teâla "ayet" lafzını;
göklerin ve yerin yaratılması, gece ve gündüz farklılığı,
denizde yürüyen gemiler, rüzgarların esmesi, yerle gök arasında
emre âmâde duran bulutlar, Güneş, Ay, insanın
yaratılması, insanoğlu arasındaki evlilikler, farklı diller
ve ırklar, uyku, ümit ve Kur’an’daki daha birçok ayette
yer aldığı üzere diğer varlıklar hakkında
kullanmaktadır.
"Göklerde ve yerde inananlara nice
ayetler vardır."
*
"…Allah’ın göklerde ve yerde
yarattıklarında âyetler vardır."
*
Kâinat, gökler ve yer, yerde ve göklerde
bulunanlar, bu kâinattaki tüm yaratıklar hakkında gelen Allah’ın
Kitabındaki bu iki âyet; bütün bunları "âyetler" yani 'kudretli bir yaratıcının varlığına işaret eden alametler'
olarak nitelendirmişlerdir. Ebu Hüreyre’nin rivayet ettiği
kudsi hadiste Allah (cc)’ın şu sözü mahlukatın
yaratılmasındaki icaza örnek olması için yeterlidir. Ebu
Hureyre (ra) şöyle diyor: "Nebi (sav)’i şöyle söylerken
işittim:
"Allah Azze ve Celle dedi ki: Benim
yarattığım gibi yaratmaya kalkışan kişiden daha zalim kim
vardır? Hadi onlar bir zerre veya bir tane veya arpa
yaratsınlar!"
*
Yaratılışla ilgili âyetler hakkında yer
alan meydan okuma, İsra Sûresinde, Kur’an hakkındaki meydan
okuma gibidir.
"De ki: İnsanlar ve cinler birbirlerine
yardımcı olarak bu Kur’an’ın bir benzerini ortaya koymak
için bir araya gelseler, andolsun ki, yine de benzerini
getiremezler."
*
İnsanoğlu indirilen âyetlerin benzerini
meydana getirmekten âciz kaldığı gibi, yaratılışla ilgili
âyetlerin benzerini meydana getirmekten de âcizdir. Yani
insanlar Kur’an cümleleri gibi cümle kurmaktan da, şu kâinatta
var olan yaratıkların benzerini meydana getirmekten de
âcizdir.
Kur’an, okunan âyetlerden meydana gelen
bir kitaptır. Kâinat ise görünen âyetlerden meydana gelen
bir kitaptır. Her iki kitap da kudretli bir yaratıcının
varlığına delalet etmektedir.
Ancak insan, 'kudret sahibi yaratıcıya iman
edebilmek için bu âyetleri nasıl kullanmalıdır?' sorusuna
verilecek cevap şöyledir:
Allah Sübhanehu ve Teâla Kur’an âyetleri
konu edilirken "tedebbür" lafzını kullanmakta, varlıklar
ve evren gibi kevni âyetlerden bahsederken de "tefekkür"
lafzını kullanmaktadır. Neden böyle farklı kullanım
vardır ve iki kelime arasındaki fark nedir?
Dinlememiz için Allah (cc) Nisa sûresinde şöyle
buyurmaktadır:
"Kur’an’ı tedebbür etmiyorlar mı?
Eğer o (Kur’an) Allah’tan başkasından gelmiş
olsaydı elbette ki onda çok fazla farklılıklar bulurlardı."
*
"Kur’an’ı tedebbür etmiyorlar mı?
Yoksa kalpleri kilitli midir?"
*
"Söyleneni hiç tedebbür etmezler mi?
Yoksa onlara, daha önce geçmiş atalarına gelmeyen bir şey mi
geldi?"
*
"(Ey muhammed!) Sana indirdiğimiz
bu Kitap mübarektir. Âyetlerini tedebbür etsinler, aklı
olanlar da öğüt alsınlar."
*
Allah (cc) tedebbür kelimesini, Kur’an
âyetleri ile birlikte kullanmakta, bu kelimenin yerine bir başka
kelimeyi veya müradifini kullanmamaktadır.
Şimdi de, Allah’ın insanlara hitap ederken
yaratılış ile ilgili âyetleri nasıl kullandığını görmemiz
için şu âyetlere kulak verelim:
"Sizden biriniz arzu eder mi ki,
hurma ve üzüm ağaçlarıyla dolu, altlarından ırmaklar akan
ve her çeşit meyveleri bulunan bir bahçesi olsun da, bakıma
muhtaç çoluk çocuğu varken kendisine ihtiyarlık gelip çatsın,
bahçeye de içinde ateş bulunan bir kasırga isabet ederek
yakıp kül etsin! Tefekkür edesiniz
diye Allah, size âyetlerini böylece açıklar."
*
"Göklerin ve yerin yaratılışında,
gece ile gündüzün birbiri ardınca gelmesinde akıl
sahiplerine şüphesiz deliller vardır. Onlar ayakta iken,
otururken, yan yatarken Allah’ı anarlar; göklerin ve yerin
yaratılışını tefekkür ederler. Rabbimiz sen bunları
boşuna yaratmadın. Sen münezzehsin. Bizi ateşin azabından
koru, derler."
*
"Dünya hayatı, gökten indirdiğimiz su
gibidir ki, onunla insan ve hayvanların yiyeceği bitkiler
yetişip birbirine karışmıştır. Yeryüzü süslenip bezendiği
ve yerin sahiplerinin bütün bunlara mâlik olduklarını
sandıkları sırada gece veya gündüz, buyruğumuz o yere
gelmiş ve orayı hiçbir şey bitirmemişe çevirmişiz; bir gün
önce bir şey yokmuş gibi olmuştur. Tefekkür eden bir kavim
için âyetleri böylece uzun uzun açıklıyoruz."
*
"Yeri düzleyen, orada dağlar nehirler
var eden, her türlü üründen çift çift yetiştiren, gündüzü
geceyle bürüyen de O’dur. Doğrusu bunlarda tefekkür eden
kimseler için ibretler vardır."
*
"Yukarıdan size su indiren O’dur.
Ondan içersiniz; hayvanları otlattığınız bitkiler de
onunla biter. Allah onunla size ekinler, zeytin ve hurma ağaçları,
üzümler ve her türlü ürünü yetiştirir. Tefekkür eden
kimseler için bunda ders vardır."
*
"Rabbin bal arısına: Dağlarda, ağaçlarda
ve hazırlanmış kovanlarda yuva edin; sonra her çeşit
üründen ye; sonra da Rabbinin işlemen için gönderdiği
yoldan yürü diye öğretti. Karınlarından, insanlara şifa
olan çeşitli renklerde bal çıkar. Tefekkür eden bir millet
için bunda ibret vardır."
*
"İçinizden kendileriyle huzura kavuşacağınız
eşler yaratıp aranızda muhabbet ve rahmet var etmesi O’nun
varlığının âyetlerindendir. Bunlarda tefekkür eden bir
kavim için âyetler vardır."
*
"Allah, ölecekleri ölümleri anında,
ölmeyeceklerin de uykuları anında ruhlarını alır.
Ölmelerine hükmettiği kimselerinkini alır, diğerlerini bir
süreye kadar salıverir. Doğrusu bunda, tefekkür eden bir
kavim için âyetler vardır."
*
Yaratılışla ilgili bunlar ve daha birçok
ayette Allah Sübhanehu ve Teâla "tefekkür"
kelimesini kullanmaktadır. Öyleyse bu ayrıcalık niçindir? "Tedebbür" ve
"tefekkür" kelimelerinin
anlamı nedir?
Tedebbür kelimesi sözlükte:
sonuçlara, bir şeyin evveline ve sonuna bakmak demektir. Bu
kelime kelimesinden türetilmiş olup arka
kısım, son anlamlarına gelmektedir. Bu tarife göre "tedebbür"
kelimesi, sonunu görünceye kadar bir şeyin bir bütün olarak
başlangıcına ve sonuna bakmaktır. Bir şeyin yalnız
başlangıcına veya ortasına bakmak tedebbür sayılmaz.
Sonuna varıncaya kadar bir bütün halinde bir şeyin tamamına
bakmadıkça tedebbür yapılmış sayılmaz. Tedebbürün
manası da budur. Bir başka anlamıyla tedebbür bir
şeye kuşatıcı, kapsamlı bir şekilde bakmak demektir.
Üçüncü bir anlamıyla tedebbür; araştırıcı,
soruşturucu bir şekilde bakmaktır. Yani bir şeye bir ucundan
öbür ucuna kadar bakmaktır. Allah Sübhanehu ve Teâla insana
Kur’an’ı tedebbür etmesini emrettiği zaman ondan,
Kur’an âyetlerine araştırıcı, soruşturucu bir bakışla,
başlangıcına ve sonuna bakmasını istemektedir. Elbette ki
bu şekilde bakıştan kasıt, kişiyi kudretli bir
yaratıcının varlığına inanmaya götürmesidir. Zira iman,
Allah’ın indiridiği âyetlere insanın bir bütün olarak
bakmasını, düşünmesini gerektirmektedir. Bu anlam Allah-u
Teâlanın şu sözünde de açıkça görülmektedir:
"Kur’an’ı tedebbür etmiyorlar mı?
Eğer o (Kur’an), Allah’tan başkasından gelmiş
olsaydı elbette ki onda çok fazla farklılıklar bulurlardı."
*
Âyetlerin tamamına bakan bir kimse:
kurgusunun ve üslûbunun gücü, ifade üstünlüğü ve
üslûb çekiciliği, şaşırtıcılığı, çok uzun olarak
yazılmış bulunan metinlerin tersine tamamında aynı
özelliklerin olduğunu görür. Zira insanoğlunun kaleme
aldığı metinlerin, bir yerinde kuvvetli, bir başka yerin de
zayıf; bir yerinde üstün; bir başka yerinde düşük; bir
tarafında çekici, bir başka tarafında sığ olması kaçınılmazdır.
Fakat çok sayıdaki Kur’an âyetlerinin hiçbirinde herhangi
bir zayıflık, düşüklük, sığlık bulmak söz konusu değildir.
Bu âyetler, beşer katında değil, kudretli yaratıcı katında
en mükemmel bir şekilde ifade edilmişlerdir. Bütün
âyetlere dosdoğru bir şekilde bakmadıkça bu sonuca ulaşmak
mümkün değildir. Hatta bir ayetin yarısına veya dörtte
birine bakmış olsa bile herhangi bir zayıflık, düşüklük
veya sığlık bulması söz konusu olamaz; aleyhinde bir söz
söylenemez. Belki geride kalan kısımda düşüklük, zayıflık
veya sığlık olabilir gibi yanlış yaklaşımı ve bu gibi düşünmek
isteyenlerin huccetlerini kesip atmak için Allah, insanlara Kur’an
âyetlerini tedebbür etmelerini yani tamamına
araştırıcı, sorgulayıcı bir şekilde bakmalarını
emretmektedir. Kur’an âyetlerinde yer alan "tedebbür"
kelimesinin kullanılmasından kasıt ve hikmet budur. Eğer
yalnızca bakmak, okumak ve tilavet kelimeleri kullanılmış
olsaydı, huccet oluşmazdı. Kur’an cümlelerinin ayet; yani
yüce yaratıcının varlığına delil, işaret sayılabilmesi
için tamamına bakılmalı ki, böylece buna bakan kimselerde
Kur’an cümlelerinin insan sözleri olmayıp Rabbani âyetler
olduğu yönünde bir kesinlik oluşsun.
Fakat yaratılışla ilgili âyetlere bu
şekilde bir bakış istenmemektedir. Zira bu türden âyetlerde
"tedebbür" kelimesi kullanılmış olsaydı, insanın
buna gücü yetmez ve aleyhinde bir huccet sayılmaz; her şeyi
bilen, hikmet sahibi ve Subhan olan yaratıcının elinde bir
bahane kalmazdı.
Zira insan aklı, çevresindeki çok sayıda
varlığı, kozmosu (evren) yani yaratılış âyetlerini kuşatamaz.
Hayvanların, bitkilerin, havanın, semanın, Güneşin ve bu kâinatta
insanın kuşatamadığı her şeyin yaratılışları da böyledir.
Bunlarda binlerce, milyonlarca hatta milyarlarca alamet, işaret
vardır. Şayet huccet, bu yaratıklarda bulunan şeylerin
baştan sona araştırılıp incelenmesi üzerinde yoğunlaştırılmış
olsaydı, acziyetinden dolayı insan, bunları yerine
getiremezdi. Allah Subhanehu, akıllara, gerçekleştirmekten
âciz kaldığı hususlarda hitap etmemektedir. Hele hele insan
aklının kavramaktan, ihata etmekten âciz kaldığı çok sayıdaki
yaratılışla ilgili âyetler hakkında, ondan (insandan) tedebbür
etmesini istemez.
Allah’ın, yaratılışla ilgili âyetler
hakkında nasıl hareket etmesi gerektiği hususunda insana
hitap ederken "tefekkür" kelimesinin dışında
kullandığı âyetler de vardır.
"Yeyüzünde rengarenk şeyleri de sizin
için yaratmıştır. Bunda öğüt alan kimseler için ibret
vardır."
*
"Göğün boşluğunda Allah’ın
emrine boyun eğerek uçan kuşlara bakmıyorlar mı? Onları
Allah’tan başka tutan kimse yoktur. İnanan kavim için bunda
âyetler vardır."
*
"İyi toprak, Rabbinin izniyle bitki
verir; çorak toprak kavruk bitki çıkarır. Şükredecek bir
kavim için böylece âyetleri yerli yerince açıklarız."
*
"Gökleri gördüğünüz gibi direksiz
yükselten, sonra arşa hükmeden, her biri belli süreye kadar
hareket edecek olan Güneş ve Ay’ı emri altına alan,
işleri yürüten, âyetleri uzun uzun açıklayan Allah’tır.
Ola ki Rabbinize kavuşacağınıza kesin olarak inanırsınız."
*
"Yeryüzünde, hepsi de aynı su ile
sulanan, birbirine komşu toprak parçaları, tek ve çok
köklü üzüm bağları, ekinler, hurma ağaçları vardır.
Fakat onları şekil ve lezzet bakımından birbirinden farklı
kılmışızdır. Akleden kimseler için bunda âyetler vardır."
*
&Bu âyetlerde ise öğüt alan kimseler,
inanan kimseler, şükredenler, kesin olarak inananlar ve akleden
kimseler kelimeleri kullanılmaktadır. Bu kelimelerin hiçbirisi
kesinlikle "tefekkür" kelimesinin alternatifi veya
yerine kullanılmış kelimeler değildir. Yalnızca düşünmenin
zenginleştirilmesi ve verimli olması içindir. Zira kevni
âyetleri düşünenlerde; öğüt alma, iman, şükür, kesinlik
ve akıl yani idrak meydana gelir. Tefekkür bir araç olup, diğerleri
tefekkürün sebep olduğu sonuçlardır.
Bu noktada şöyle bir soru sorulabilir:
İman, şükür, yakîn (kesinlik) ve akıl kavranılabilen
birtakım şeyleri idrak etmek anlamına gelmektedir ki, bu da
tefekkürün neticesidir. Fakat bu makamda tefsir edilen 'öğüt
alma'nın, aşağıdaki âyetlerin ve bu konudaki diğer
âyetlerin manası nedir?
"…İnanan kavim için bunda âyetler
vardır."
*
"Size âyetlerini (mucizelerini)
gösteren, rızık indiren O’dur. Allah’a yönelenden başkası
ibret almaz."
*
Öğüt alma ancak daha önceden olan bir
iş için söz konusu olabilir, aksi halde olmaz. Burada ise
daha önce gerçekleşmiş bir fiil vardır. Her insanın
yaratılış esnasında Allah’ın varlığına iman etmesi
olayı vardır. Bu nedenledir ki insan, yaratılış âyetlerine
baktığı zaman, yaratılışı esnasında Allah’a iman
ettiğini hatırlar. Şayet her insan yaratılması esnasında
Allah’a iman etmiş olmasaydı, yaratılışla ilgili âyetleri
tefekkür esnasında "tezekkür"ün (öğüt almanın)
manasını tasavvur edemezdi. Buna delil ise Allah (cc)’ın şu
ayetidir:
"Rabbin insanoğlunun sülbünden soyunu
alıp devam ettirmiş, onlara: 'Ben sizin Rabbiniz değil
miyim?'
demiş ve (buna kendilerini şahit tutmuştu) onlar da; 'Evet, şahidiz' demişlerdi. Bu, kıyamet günü
'bizim bundan
haberimiz yoktu' dersiniz veya 'daha önce babalarımız Allah’a
ortak koşmuşlardı, biz de onlardan sonra gelen bir soyuz,
bizi boşa çalışanların yaptıklarından ötürü yok eder
misin?' dersiniz diyedir."
*
Bu ayet söylediklerimizin delili olduğu
gibi Ahmed, Nesei, İbni Cerir et-Taberi’ ve el-Hâkimin sahih
olarak rivayet ettikleri bir hadis de bunu teyid etmektedir:
"Allah (cc), insanoğlunun sülbünden
Numan yani Arfe’de misak (söz) aldı. Onun sülbünden yarattığı
her zürriyeti çıkarmış, önüne yaymış, saçmış onlarla
yüzyüze konuşup: Ben sizin Rabbiniz değil miyim? demiş
ve (buna kendilerini şahit tutmuştu) Onlar da: Evet, şahidiz,
demişlerdi. Bu, kıyamet günü bizim bundan haberimiz yoktu
dersiniz veya daha önce babalarımız Allah’a ortak
koşmuşlardı, biz de onlardan sonra gelen bir soyuz, bizi
boşa çalışanların yaptıklarından ötürü yok eder misin?
dersiniz diyedir."
Öyleyse 'tezekkür'ün manası budur ve daha
önce de söylediğimiz gibi, tefekkürün yerine kullanılan bir
kelime olmayıp tefekkürün sonucudur.
Özellikle daveti taşıyıcıların ve genel
olarak da müslümanların tamamı, indirilmiş olan âyetlerin
tümünü ve yaratılışla ilgili âyetlerin içeriklerini
bilinçli bir şekilde kavramalıdırlar. Kur’an’ın
okunması ve âyetlerinin "tedebbürü", daveti taşıyanlar
ve diğer müslümanlar için gereklidir. Yaratılışla ilgili
âyetler hakkında tefekkür de lazımdır ve
tasarlanmıştır. Aynı zamanda indirilmiş olan Kur’an
âyetlerinin okunması ve tedebbürü ibadet olduğu gibi
yaratılış âyetleri hakkında düşünmek de ibadettir. Amr
b. Abdi Kays’dan: Dedi ki: Nebi (sav)’nin ashabından bir, iki
ve üç kişiden daha fazlasından şunları işittim: "Tefekkür,
imanın ışığı veya nurudur." (İbni Kesir)
İbni Kesir ve Kurtûbi, tefsirlerinde Hasen’den şu sözü
nakletmektedirler: "Bir saatlik bir tefekkür, bir gece kıyamda
bulunmaktan daha hayırlıdır." Bu sözün benzeri, ibni
Abbas, Ebu’d Derda, sahabeler ve tabiinden kimselerden
nakledilmiş olup, onlar da tefekkürü ibadetten ve imandan
saymaktadırlar.
İndirilmiş olan âyetlerin ifadelerindeki
icaz açısından aynı seviyede olduğu belirtilmektedir. Şu
ayette olduğu gibi:
"Kur’an’ı tedebbür etmiyorlar mı?
Eğer o (Kur’an), Allah’tan başkasından gelmiş
olsaydı elbetteki onda çok fazla farklılıklar bulurlardı."
*
Aynı şekilde kevni âyetlerin de yaratılıştaki
mucizelik açısından aynı seviyede olduğu belirtilmektedir.
Ayette şöyle buyurulmaktadır:
"Gökleri yedi kat üzerine yaratan O’dur.
Rahman’ın bu yaratmasında bir düzensizlik bulamazsın. Gözünü
bir çevir bak, bir çatlak görebilir misin?"
*
Kur’an âyetlerinin öğrenilmesi,
okunması emredildiği gibi yaratılış âyetlerinin öğrenilmesi
de emredilmiştir. Bir şahısta her iki ilim birlikte
bulunduğu zaman o kişi mutlak olarak "alim" ismi ile
anılmaya hak kazanır. Aksi halde bilgisi, belli bir konu ile
kayıtlı kalır. Rûm sûresinde yüce Rabbimiz şöyle
buyurmaktadır:
"Gökleri ve yeri yaratması,
dillerinizin ve renklerinizin değişik olması, O’nun
varlığının âyetlerindendir. Doğrusu bunda bilenler için
âyetler vardır."
*
"Allah’ın gökten su indirdiğini görmez
misin? Biz onunla türlü türlü ürünler yetiştirmiş,
dağlarda da beyaz, kırmızı, siyah ve her türlü renkte
yollar var etmişizdir. İnsanlar, yerde yürüyenler ve
davarlar da böyle türlü türlü renktedirler. Allah’ın
kulları arasında O’ndan korkan ancak alim olanlardır.
Doğrusu Allah güçlüdür, bağışlayandır."
*
Her iki ayet incelendiği zaman "alimler"
ve "bilenler" isimlendirmesinin yaratılış âyetlerinde
yer aldığı görülür. Yani bir insanın mutlak olarak
alimlerden ve bilenlerden sayılabilmesi için şeriat
ilimlerine ilave olarak kevni âyetlere bakması ve bunlar
hakkında düşünmesi gereklidir. İndirilmiş olan âyetler
hakkında tedebbür etmek ve kevni âyetler hakkında da tefekkürde
bulunmak vacip olan işlerdendir. Diğer müslümanların
dışında kalan davet taşıyıcılarının bunlardan uzak
kalması ve bilmemesi veya köklü ve güçlü bir imana ulaşabilmesi
için kendisini bunlar hakkında düşünmeye zorlamaması
doğru değildir.
Kur’an âyetleri mucize bir kelamdır.
Yaratılış âyetleri ise yaratılmışlar hakkında bir
mucizedir. Buradaki mucize bir Rabb’ın bulunduğuna delalet
etmektedir. Bu nedenle "âyetler" yani her şeyden münezzeh
olan kudretli yaratıcının varlığına işaret etmek üzere
alâmetler şeklinde isimlendirilmişlerdir. Alâmet kelimesinin
tekili "alem"dir. Kâinatta var olan her şey kudret sahibi
bir yaratıcının varlığını gösteren bir "alem" ve
"alâmet"tir.
Şairin şu sözü ne kadar da ilgi çekicidir:
Her şeyde O’nun için vardır alâmet
O’nun tek olduğuna eden delâlet.
Kâinatın tamamı bir yaratıcı tarafından
yaratılmıştır. Allah kâinatı iki iş için yaratmıştır:
1- Bu kâinatın, O’nun her şeyden münezzeh
olduğuna delâlet etmesi.
2- O’na kulluk edilmesi.
Yarattıkları ile Allah’ın varlığına
delil getirmek, insanların üzerine vaciptir. Sonra Allah’ın
Nebilerinin ve Rasüllerinin doğru sözlü olduklarına ve
kendilerine itaat edilmelerine işaret etmek üzere getirdikleri
mucizelerle delil getirmeleri, ardından da Allah’ın
kullarına emrettiği hususlarda, onların emirlerine itaat
etmelerine delil getirmek ve hamd etmek de vaciptir. Adem
(as)’den
Nebilerin ve Rasüllerin sonuncusu Muhammed (sav)’e gelinceye
kadar tüm Nebilerin ve Rasüllerin getirdikleri dinlerin aslı
da budur. Bu asıl Şûra sûresinde yüce Rabbimizin şu sözü
ile belirtilmektedir:
"Allah Nuh’a buyurduğu şeyleri, size
de din olarak buyurmuştur. (Ey Muhammed!) Sana
vahyettik. İbrahim’e, Musa’ya ve İsa’ya da buyurduk ki:
Dine bağlı kalın onda ayrılığa düşmeyin…"
*
Ebu Hüreyre’nin rivayet ettiği, Müslim’de
Ahmed İbni Hanbel’in Müsnedinde yer alan bir hadiste Allah
Rasülü (sav) şöyle buyurmaktadır:
"Ben dünyada da ahirette de Meryem oğlu
İsa’ya insanların en yakınıyım. Dediler ki: Nasıl ey
Allah Rasülü? Dedi ki: Peygamberler anneleri ayrı, babaları
bir kardeştirler, dinleri de tektir. Onunla benim aramda Nebi
de yoktur."
İşte bu asıl, ayette ve hadiste din
olarak isimlendirilmiştir.
Tüm dinlerin aslı şudur: Allah’ın
varlığına, O’nun bu kâinatın Rabbı olduğuna, O’na
kullukta bulunmanın ve hamd etmenin insanların üzerine vacip
olduğuna iman etmektir. Bu büyük asıl, Kur’an’daki sûrelerin
en üstününü ve Kur’an’ın başlangıcını oluşturan
Fatiha sûresinde tam olarak şöyle belirtilmektedir: "Hamd
alemlerin Rabbi olan Allah’adır." Alemlerin Rabbi olmak,
yaratılmışların -ki alâmât, avâlim veya âlemîn
kelimelerinin hepsi aynı anlama gelmektedir- Rabbi olmaktır.
Yani onların yaratıcısı ve sahibi olmak demektir. İşte bu
Rab, yani yaratıcı ve her şeyin sahibi Allah’tır. Bunun
anlamı da tapınılacak varlık demektir. İşte bu Rab
ilahtır ve O’na hamd etmek vaciptir. Yukarıda geçen dört
kelime, dini zikretmek yani tüm dinlerin aslını belirlemek için
gelmiştir. Bu husus Allah-u Teâla tarafından Zümer
sûresinde şöylece belirtilmektedir:
"Allah, âyetleri birbirine benzeyen ve
yer yer tekrar eden Kitab’ı, sözlerin en güzeli olarak
indirmiştir. Rab’lerinden korkanların bu Kitap’tan tüyleri
ürperir, sonra hem derileri ve hem de kalpleri Allah’ın
zikrine yumuşar…"
*
Fatiha’nın en yüce sûre olmasında ve bu
sûrenin bu dört kelime ile açılmasında ve her müslümanın
bu sûreyi namazların her rekatında okumaya mecbur
tutulmasında şaşılacak bir şey yoktur.
Öyleyse her müslümanın özelde ise daveti
taşıyan kimsenin, güçlü bir imana ve tam bir kesinliğe
ulaşabilmesi için, Allah (cc) tarafından indirilmiş olan
âyetlerin tamamını, yaratılışla ilgili olanları düşünmesi
gereklidir.
|