NEBİLERİN VE RASULLERİN KISSALARI |
|
Peygamberlerin ve Rasüllerin kıssaları,
Kur’an’da büyük bir yer kaplamakta olup, elliden fazla
sûrede yer almaktadır. Özellikle Allah Nebisi Musa (as) ile
ilgili kıssalar birçok sûrede birbirinden farklı ifadelerle
yer almaktadır. Biz biliyoruz ki Allah Teâla, Kur’an’da
yer alan her bir harfi ve her bir kelimeyi bir hikmete, maksada
mebni olarak zikretmiştir. Öyleyse şanlı Kur’an’da,
Nebilerin ve Rasüllerin kıssalarının bu kadar büyük
ölçüde zikredilmiş olmasının hikmeti nedir?
Allah Subhanehu ve Teâla Kur’an’ı hak
olarak indirmiştir. Bakara sûresinde şöyle buyrulmaktadır:
"Bu da, Allah’ın Kitab’ı hak
olarak indirmesinden ileri geliyor…"
*
"Elif, Lam, Mim. Allah, O’ndan başka
ilah olmayan, diri ve her an yarattıklarını gözetip durandır.
Kitabı sana hak olarak indirmiştir…"
*
Öyleyse Nebilerin ve Rasüllerin kıssaları
da haktandır. Bu hususa ayette şöylece dikkat çekilmektedir:
"Şüphesiz bu anlatılanlar haktır (gerçek
olaylardır). Allah’tan başka ilah yoktur. Doğrusu Allah
güçlüdür, hakimdir."
*
"Hüküm, ancak Allah’ındır. O, hükmedenlerin
en hayırlısı olarak hakkı anlatır."
*
İşte bu kıssalar "hak"tır ve biz de
hak olarak geleni istiyoruz. Tüm insanlara hak olanı
taşımakla emredilmişiz. Bizlerden, akîdeyi, ibadetleri,
muamelat ve sözleşmelerle ilgili hükümleri ve diğer şer’i
hükümleri öğrenmek, öğretmek ve bunlarla amel etmek
istenmektedir. Aralarında peygamber kıssalarının da yer
aldığı Kur’an âyetlerinin tamamını öğrenmemiz, öğretmemiz
ve amel etmemiz istendiği de şüphesizdir. Aksi takdirde Kur’an’da
yoğun olarak yer alan bu kıssalardan neyin kastedildiği
anlamsızlaşır ve bize hak olarak indirilmezdi. Oysa Allah Subhanehu,
boş işlerle uğraşmaktan kesinlikle münezzehtir.
Allah Subhanehu, müslümanlar olarak
bizlerden, insanlara şahitler olmamızı istemekte ve bizleri, "seçkin bir ümmet" olarak nitelendirmektedir. Bakara
sûresinde şöyle buyurmaktadır:
"İşte böylece biz sizi, insanlara şahid
olmanız için, seçkin bir ümmet kıldık. Rasül de size
şahittir…"
*
"Daha önce ve Kur’an’da
peygamberlerin size şahit olması, sizin de insanlara şahit
olmanız için size ‘müslüman’ adını veren O’dur…"
*
Şahitler kelimesinin anlamını
taşımak veya insanlara şahitler olabilmemiz için, daveti
onlara taşımamız ve İslâm şeriatını tebliğ etmemiz
gereklidir. İnsanlara daveti taşıyan kimse, taşıdığı
kimseler üzerinde şahit olduğu için "şahit" olarak
isimlendirilmeyi hak etmiş sayılır. Daveti taşımayan kimse
ise, bu sıfatı almaya hak kazanamaz. İslâm’da daveti taşımak
büyük ve eşsiz bir iştir; herhangi bir müslüman da bu
vazifeden geri kalamaz. Aksi taktirde, hayırdan birçok şeyi
kaybeder ve kendisini diğer ümmetlere karşı şahit olmaktan
mahrum etmiş sayılır. Zira diğer ümmetlerle İslâm ümmetinin düşüncelerinin,
değerlerinin, davranışlarının ve yaşayış tarzlarının
aralarında çok büyük farklılıklar vardır. Dolayısıyla
daveti taşıyan kimsenin, işini en güzel bir şekilde
yapabilmesi, daveti taşıma esnasında karşılaşabileceği
her durumda en uygun bir tavrı alabilmesi için kendisine yardımcı
olabilecek şeylerle silahlanması gereklidir. Fikren ileri
seviyede olan insanlara, davet taşınırken sahip olunması
gereken niteliklerle, fikren orta seviyede veya geri kalmış
insanlara davet taşınırken sahip olunması gereken nitelikler
arasında farklılıklar vardır. Askeri açıdan güçlü
bir millete karşı yapılan cihad ile, donanım ve taktik yönüyle
askeri açıdan zayıf olan bir millete karşı yapılan cihad daha farklı olacaktır. Dolayısıyla birbirinden
farklı nitelikteki insanlara davet taşınırken, daveti
taşımada yeterliliğin bulunması için; davet taşıyıcının,
çeşitli niteliklerle donanması gereklidir. Bu nedenle de
şanlı kitabımız Kur’an’da yer alan peygamber
kıssalarının da bu açıdan değerlendirilmesi gereklidir.
Bir başka ifade ile Nebilerin ve
peygamberlerin kıssaları, birbirinden farklı milletlere
davetin taşınmasında kullanılan araçlar arasındaki nüansları
anlamada birer örnek teşkil etmektedir. Nuh (as)’ın kavmine
hitabı; Salih (as)’in, İbrahim (as)’in, Şuayb (as)’ın veya
İsa (as)’nın kavmine hitabından farklıydı. Çünkü bu
kavimlerin ve milletlerin tamamı, az veya çok birbirlerinden
farklı niteliklere sahiptiler. Ancak diğer din mensupları,
yalnızca kendi kavimlerine indirilenlere tabi olmakla yükümlü iken,
müslümanlar, onlardan farklı olarak kendileri dışındaki tüm
kavimlere ve milletlere de kendilerine gönderilen daveti taşımakla
yükümlü tek ümmettirler. Öyleyse tüm kavimlere ve
milletlere daveti taşımakla sorumlu olan müslümanların,
daveti taşıma keyfiyeti hakkında birçok örneğe vakıf
olmaları gerekir. Belki de bize olan sevgisinin bir göstergesi
olsa gerek ki alemlerin Rabbi, daveti taşıma keyfiyeti
hakkında, kendisi ile silahlanabileceğimiz ve istifade
edebileceğimiz birçok örneği bizlere göstermektedir. İşte
daveti taşıma işine kalkışan kimse bu esnada
karşılaşabileceği muhtelif güçlüklere, anlayış, kültür
ve medeniyet açısından farklı insanlara karşı nasıl bir
tavır takınması gerektiğini kavrayabilmek için bu kıssaları
bilmek zorundadır.
Söylediğimiz şeylerin delili, Yusuf sûresindeki
şu ayettir:
"And olsun ki peygamberlerin
kıssalarında aklı olanlar için ibretler vardır. O,
uydurulan bir söz değildir. Fakat kendinden önceki kitapları
tasdik eden, inanan kavme her şeyi açıklayan, doğru yolu gösteren
bir rehber ve rahmettir."
*
Bu ayette Allah (cc) bu kıssaların şu
noktaları beyan ettiğini bildirmektedir:
1- İslâm’ı tasdik ettiğini,
2- Her şeyi açıkladığını,
3- Biz müslümanlar için bir rahmet olduğunu.
Madem ki bu kıssalarda bizlere öğütler,
ibret alınacak sahneler var ve bizim için rahmet var, öyleyse
bu kıssaları öğrenmeliyiz. Nitekim Enam sûresinde Allah (cc), Rasülüne şöyle hitap etmektedir:
"İşte bunlar, Allah’ın doğru yola
eriştirdikleridir; onların yoluna uy, sizden buna karşılık
bir ücret istemem, bu sadece herkes için bir hatırlatmadır."
*
Bu ayet açık ve net bir şekilde Nebi
(sav)’nin,
bu Nebilerin ve Rasüllerin yoluna uymakla emredildiğini göstermektedir.
Rasüle uymakla emredilen ve Rasüle has bir emir olmadıkça
-ki burada böyle bir emir yoktur- peygambere gelen bir emrin,
aynı zamanda ümmetine de gelmiş sayılacağına göre, bizler
de bu emirle muhatabız, dolayısıyla bu Nebilerin ve Rasüllerin
yollarına uymakla yükümlüyüz.
Burada, hemen insanın aklına şöyle bir
soru gelmektedir: Yukarıdaki ifadeyi kullanmakla, sanki biz; "Bizden
öncekilerin şeriatı bizim için de mi şeriattır?"
diyoruz. Dolayısıyla Nebilerin ve Rasüllerin yoluna uymakla
onların şeriatlarına ve dinlerine uymak mı gerekir? diyoruz.
Bu istifhama şöyle cevap verelim:
Nebilerin ve Rasüllerin yoluna uymak dinin
usulu ile ilgili hususlarla, tevhid ve itaatla alakalıdır;
tafsili hükümlerle alakalı bir husus değildir. Şûra
sûresindeki Allah (cc)’ın şu sözünden maksat da budur:
"Allah Nuh’a buyurduğu şeyleri size
de din olarak buyurmuştur. (Ey Muhammed!) Sana
vahyettik. İbrahim’e, Musa’ya ve İsa’ya da buyurduk ki:
Dine bağlı kalın onda ayrılığa düşmeyin…"
*
Âl-i İmran sûresindeki şu ayette de durum
aynıdır:
"(Ey Muhammed!) De ki: Allah doğru
söyledi. Doğruya meyleden İbrahim’in milletine/dinine uyun;
o puta tapanlardan değildi."
*
"Sonra sana doğruya yönelen, puta
tapmayan İbrahim’in milletine uy, diye vahyettik."
*
"Nuh’a, İbrahim’e, Musa’ya ve İsa’ya
emredilenler bizim için de geçerlidir" sözü, biz İbrahim’in
milletine uymakla emrolunduk anlamına gelmektedir. Bu söz;
Nuh’un, İbrahim’in, Musa’nın ve İsa’nın getirdiği
dinin hükümlerine, detaylarına uymakla emrolunduk, anlamına
gelmemektedir. Bu sözden kasıt, bu Nebilere usulu dinde,
tevhidde ve icmali olarak itaatta uymaktır ki bu da, Allah
katında tek şeydir. Nitekim Allah Rasülü (sav), şu hadisiyle
buna işaret etmektedir: Ebu Hüreyre’nin rivayet ettiği, Müslim’de
ve Ahmed İbni Hanbel’in Müsnedinde de yer alan bir hadiste
Allah Rasülü (sav), şöyle buyurmaktadır: "…Peygamberler,
anneleri ayrı babaları bir kardeştirler, dinleri de tektir."
Öyleyse davet taşıyıcılarının bu
kıssaları incelemeleri, bunlardan ibret almaları, davet
taşıma esnasında faydalanabilmeleri için bunları bilmeleri,
buna ilave olarak da daveti taşımada esas olan Nebi
(sav)’nin
siyretine bakmaları gereklidir. Bunları yapmayan kimse,
kendisi açısından birçok faydayı kaybetmiş, sadece bu
âyetleri okuma sevabını almanın dışında bundan bir pay
alamamış demektir.
Bu kıssalarda yer alan dersleri ve ibret
sahnelerini özetleyebilmek, birçok kitaba ve kağıda sahip
olmayı gerektirir. Dolayısıyla bunların tamamını burada
zikretmek imkansız olduğundan, sadece bu kıssalardaki temel düşünceye
ve ana hatlara dikkat etmekle yetinmek gerekmektedir. Daveti taşıyıcının
ise bu kıssaları, kendisi için dersler çıkartmak ve ibret
almak için incelemesi ve araştırması gerekir.
Daveti taşıyıcının, öğrendiği
takdirde ibret alacağı, araştırma ve incelemede bir metod
olarak kullanabileceği derslerden ve ibretlerden bazıları
şunlardır:
1- Davet taşıyan kimsenin en fazla muhtaç
olduğu husus sebattır. Çünkü daveti taşıyıcı,
birçok zorluklarla ve engellerle karşılaşır, işkenceye ve
baskıya uğrayabilir, saptırma çabalarına muhatap olabilir.
İşte bu esnada: "Peygamberlerin kıssalarından sana
anlattığımız her şey senin gönlünü pekiştirmemizi
sağlar. Sana bu belgelerle gerçek, inananlara da öğüt ve
hatırlatma gelmiştir."
* ayetini okuduğu zaman,
peygamberlerle ilgili haberlerin, sebatlılığa elverişli bir
madde olduğunu anlar. Kendisi için lazım olan sebatlılığı
elde edebilmek için okumasını, incelemesini ve
araştırmasını sürdürür.
2- Davet taşıyıcısının muhtaç olduğu en
önemli hususlardan birisi de insanların kendisini
yalanlaması, ona zulmetmelerine karşı Allah’tan zafer
gelinceye kadar sabretmesidir. Zira sabır
olmadan zafer kesinlikle olmaz ve Allah ona zaferi göstermez.
İşte daveti taşıyıcı; "Senden önce de nice elçiler
yalanlandı ve kendilerine yardımımız gelene kadar
yalanlanmaya ve sıkıştırılmaya katlandılar. Allah’ın sözlerini
değiştirecek yoktur. And olsun ki peygamberlerin haberi sana
geldi."
* ayetini okuduğu zaman, Allah’ın zafer vadinin
ve kurtuluşun gerçekleşebilmesi için sabırla beklemesi
gerektiğini, peygamber kıssalarında ve Rasüllerle ilgili
haberlerde bu hususun vurgulandığını anlar.
3- Daveti taşıyan, yaptığı işi yalnızca
Allah için yapması; mal, makam, şan-şöhret, dünyevi
bir maksat karşılığında yapmaması gereklidir. Yaptığı
işi tıpkı peygamberlerin yaptığı gibi yapmalı, onların
takip ettikleri yolu takip etmelidir. Allah Nebisi Nûh (as) Hûd
sûresinden kavmine şöyle seslenmektedir:
"Ey kavmim! Buna karşılık ben, sizden
bir mal da istemiyorum, benim ücretim Allah’a aittir."
*
Aynı sûrede Allah Nebisi Hûd (as) da, kavmi Âd’e
şöyle seslenmektedir: "Ey kavmim! Buna karşılık ben,
sizden bir mal da istemiyorum, benim ücretim ancak beni
yaratana aittir. Hâlâ akletmiyor musunuz?"
*
Şuara sûresinde ise Allah Nebisi Salih (as)
kavmine şöyle seslenmektedir:
"(Ey kavmim!) Buna karşılık ben,
sizden bir mal da istemiyorum, benim ücretim ancak alemlerin
Rabbi’ne aittir."
*
Aynı sûrede Allah Nebisi Lût (as) da, kavmine
şöyle seslenmektedir:
"(Ey kavmim!) Buna karşılık ben,
sizden bir mal da istemiyorum, benim ücretim ancak alemlerin
Rabbi’ne aittir."
*
Yine aynı sûrede Allah Nebisi Şuayb (as), kavmi
Medîn’e (Eyke Ashabına) şöyle seslenmektedir:
"(Ey kavmim!) Buna karşılık ben,
sizden bir mal da istemiyorum, benim ücretim ancak alemlerin
Rabbi’ne aittir."
*
Öyleyse davet taşıyıcıları Allah için
hareket ederek, Allah’ın rızasını kazanmayı arzulayarak
davet taşıma işine girişmelidirler; mal, makam-mevki,
şan-şöhret gibi herhangi bir dünya menfaatini arzulamaktan
uzak durarak çalışmalarını yalnızca Allah’a has
kılmalı, ecrini, mükafatını yalnızca Allah’tan
beklemelidirler.
4- Davet taşıyıcısının yapması gereken en
önemli işlerden birisi de hakka sımsıkı bağlanmak; arzularına, şehvetlerine, heva ve heveslerine mahkum olmaktan
sakınmaktır. Çünkü bu durum, apaçık sapmadır ve daveti
taşıyıcı, sapkınlığı istememelidir. Allah (cc), şöyle
buyurmaktadır:
"Ey Davud! Seni şüphesiz yeryüzünde
hükümran kıldık, o halde insanlar arasında adaletle hükmet,
hevese uyma yoksa seni Allah’ın yolundan saptırır. Doğrusu
Allah’ın yolundan sapanlara, onlara, hesap gününü
unutmalarına karşılık çetin bir azap vardır."
*
"İşte onlar, Adem’in ve Nûh’la
beraber taşıdıklarımızın soyundan; İbrahim ve İsrail’in
soyundan ve seçip doğru yola eriştirdiğimiz, Allah’ın
kendilerine nimet verdiği peygamberlerdendir. Rahman’ın
âyetleri onlara okunduğu zaman, ağlayarak secdeye
kapanırlardı. Onların ardından namazı bırakan,
şehvetlerine uyan bir nesil geldi. İşte bunlar
azgınlıklarının karşılığını göreceklerdir. Ancak
tevbe edip, inanıp salih işler yapanlar bunun dışındadır.
Bunlar hiçbir haksızlığa uğratılmadan cennete
gireceklerdir."
*
İşte daveti taşıyan; arzularına,
şehvetlerine tabi olanlardan olmamak için, sakınmalıdır.
Şayet bir gün ayağı kayar, hevasına ve şehvetlerine mahkum
olursa, durumunu değiştirip hak sözü ve hak ameli terk
ederse; hiç vakit kaybetmeden, gecikmeksizin hemen tevbe yoluna
gitmeli, ta ki Allah tevbesini kabul etsin.
5- Daveti taşıyan, Allah’ın
vaadinin bir gün
mutlaka gerçekleşeceğine, yeryüzünde kendisinin hakim kılınacağına;
inat edenlere, kibirlenenlere, zalimlere ve laiklere karşı
galip getirileceğine gerçekten iman etmelidir. Zaferle ilgili
hiçbir emarenin varlığını hissetmese bile bu iman, daveti
taşıyanda köklü ve şüpheden tamamen uzak olmalıdır. Zira
Allah’ın emirlerine uyması durumunda bu zaferi Allah’ın,
bir gün mutlaka gerçekleştireceğini bilmelidir. Allah (cc) Şuara sûresinden Musa ve Harun’a şöyle seslenmektedir:
"İkiniz Firavun’a varınız: Biz şüphesiz
alemlerin Rabbi’nin elçisiyiz, İsrail oğullarını bizimle
birlikte gönder, deyiniz."
*
Allah Nebisi Musa (as), bu emri kesinlikle
gerçekleşecek bir iş olarak kabul etti ve bu emir aynı sûrede
başka âyetlerde de tekrarlanmaktadır.
"Biz Mûsa’ya, kullarımızı geceleyin
yola çıkar; şüphesiz takip edileceksiniz, diye vahyettik."
*
İsrail oğullarının Mısır’dan çıkmalarında
ve Firavun’dan kurtulmalarında herhangi bir şüphe söz
konusu değildi. Bu nedenledir ki Mûsa’nın ashabı, deniz
kenarına varıp kendilerini takip eden Firavun’un ordusunu görünce,
ilahi vaad hakkında şüpheye düştüklerinde;
"İki topluluk birbirini gördüklerinde
Mûsa’nın adamları, işte yakalandık, dediler."
* Allah
Nebisi Mûsa, kesinlikle şüpheye düşmedi. İçerisinde
bulundukları zor durum, Allah’ın vaadinin gerçekleşeceğine
olan imanını etkilemedi. Allah’ın kendilerini Firavun’dan
kurtaracağına ve vaadini gerçekleştireceğine olan kesin
imanıyla onlara şöyle dedi:
"Hayır! Rabbim benimle beraberdir, bana
elbette yol gösterecektir."
*
Bu kıssadan alınması gereken ders şudur:
Yukarıda da değindiğimiz gibi; Nebilerin yoluna uymaları
gereken davet taşıyıcılarının, Allah’ın vaadine kesin gerçekleşecek
bir vakıa olarak bakmaları gerekmektedir. Çünkü Allah (cc),
verdiği söze aykırı davranmaz. Allah (cc), Nebisi Mûsa’ya,
İsrail oğullarını Firavun’un hükmünden ve tasallutundan
kurtarmasını emretmiş, Mûsa da O’nun emrinin gerçekleşeceğinden
en ufak bir şüpheye dahi düşmeksizin O’na, kesin olarak
inanmıştır. Zira İsrail oğulları deniz kenarına
vardıklarında, denizi geçebilecekleri bir gemi bulamadılar
ve kendilerini öldürmek üzere arkalarından koşuşturmakta
olan Firavun’un ordusunu karşılarında buldular. Mûsa, o
anda kurtuluş çareleri üzerinde durmadan veya kurtuluşla
ilgili herhangi bir vesileyi de aramadan, kurtulacaklarına olan
imanında şüpheye düşmedi. Kavmine şöyle dedi:
"Hayır! Rabbim benimle beraberdir, bana
elbette yol gösterecektir."
*
Ayette yer alan
kelimesi,
Firavun ordusunun kendilerine kesinlikle ulaşamayacağı
anlamını ifade etmektedir. Zira Firavun’un, onları
yakalaması, kurtuluşun gerçekleşmemesi demektir. Kendisi,
kurtuluş keyfiyetini bilmemesine rağmen imanının zirvesinde
şu sözü söylemiştir:
"…Bana elbette yol gösterecektir."
*
Bu nedenledir ki: "Allah, sizden iman
edip salih amel işleyenlere, kendilerinden öncekileri
yeryüzünde hükümran kıldığı gibi; onları da hükümran
kılacağına, onlar için razı olduğu dini iyice
yerleştireceğine, korkularını güvene çevireceğine dair söz
vermiştir. Çünkü onlar bana kulluk ederler, bana ortak koşmazlar.
Bundan sonra da kim küfrederse işte onlar, fasıkların ta
kendileridir."
* ayetini okuyan davet taşıyıcısı, peş
peşe gelişen olayların ve durumların istediği neticeyi göstermemesine
rağmen Allah’ın vaadini gerçekleştireceğine olan
imanından dolayı, Musa (as)’ı kendisine örnek alarak sahip
olduğu kuvvete, mevcut olan kötü şartlara, peş peşe
gelişen entrikalara aldırış etmeden Allah’ın vadine
kesinlikle güvenir. Aziz ve güçlü olan Allah’ın, Hilafeti
kurmasına imkan tanıyacağına ve bu Hilafetin şüphesiz
kurulacağına inanır.
Yine Maide suresindeki: "Kim Allah’ı, peygamberini ve müminleri dost edinirse bilsin ki şüphesiz
Allah’tan yana olanlar üstün gelirler."
* ayetini okuyan
kimse, Allah’ın emrini yerine getirenlerin,
yasakladıklarından sakınanların, davetini hak olarak
sadakatle ve ihlasla taşıyanların bir gün mutlaka üstün
geleceğinden şüphe etmez.
"Müşrikler istemese de dinini bütün
dinlerden üstün kılması için Rasülünü hidayetle
gönderen O’dur."
*
Bu ayeti okuyan davet taşıyıcısı, İslâm
dininin bütün dinlere üstün olacağı bir günün mutlaka
geleceğine inanır.
İşte böylece daveti taşıyan, alemlerin
Rabbi olan Allah’ın söz vermiş olduğu hususların mutlaka
gerçekleşeceğine inanır; bunlarla ilgili birtakım
öncülleri somut olarak görmese bile, Allah tarafından
verilen sözün yerine geleceğinden kesinlikle şüphe etmez.
6- "Gemi, dağlar gibi dalgalar içinde
onları götürürken Nûh, bir kenarda ayrı kalmış olan
oğluna; Ey oğulcuğum! Bizimle beraber gel, kafirlerle
birlikte olma, diye seslendi. Oğlu: Dağa sığınırım, beni
sudan kurtarır deyince, Nûh; Bugün Allah’ın emrinden (azabından)
O’nun merhamet ettikleri dışında kurtulacak yoktur, dedi.
Aralarına dalga girdi, oğlu da boğulanlara karıştı."
*
Bu âyetleri okuyan davet taşıyıcısı,
tufan kıssasını düşünmeye başlar. Yaratılmışların
kurtuluşunun, ancak Allah’ın emrine boyun eğmekle ve hükümlerini
uygulamakla mümkün olacağını, Allah’tan gelecek cezalara
karşı sınırlı olan aklî tedbirlerle yetinmekle helak olmanın
önüne geçilemeyeceğini anlar. Nûh’un oğlu şayet ilahi
hidayete yönelmiş ve Rabbi’nin emrini yerine getirmiş
olsaydı, kurtulanlardan olacaktı. Ancak o, Rabbi’nin emrini
yerine getirmekten kaçınarak, kendi gücüne, aklınca
tedbirlere sığındığında helak olması da kaçınılmaz
oldu.
Yine bu tufan kıssasından, şu şekilde de
ders alınabilir: Şayet müslümanlar, kafir devletlerin
tuzaklarından kurtulmak ve onlara karşı zafer kazanmak
istiyorlarsa; mücadelenin tüm aşamalarında gerekli olan ruhi
ve maddi donanımları, ilahi hidayetin kaynağından ari bir
şekilde, yalnızca akli çözümlere meylederek yapmamaları
gerektiği gibi bir sonucu da çıkartmaları mümkündür.
Nitekim tarih boyunca müslümanların elde ettikleri zaferler,
ilahi hidayete tabi olmaları sonucunda gerçekleşmiş; son iki
yüz yıllık süre içerisindeki hezimetleri ise ilahi hidayeti
terk ederek akıllarının onlara telkin ettiği hazırlıkları
yapmaktan ve kanunlar çıkarmaktan kaynaklanmıştır.
7- Daveti taşıyan; daveti, sonuçlarına
ve tehlikelerine aldırış etmeksizin; kuvvetle,
dayanıklılıkla ve meydan okuyarak taşımalıdır. Yalnızca
daveti ve davetin çıkarını tek hedef ve gaye haline
getirmelidir. İnsanlardan korkmanın ve selamette olmayı
hedeflemenin, başarının dinamiklerini ortadan
kaldırdığını, Rabbi’nin rızasını ve zaferi yok
ettiğini bilmelidir. Bu nedenle aşağıdaki âyetlere bir
bakalım:
"Ey Yahya! Kuvvetle Kitab’a sarıl
diye daha çocukken ona hikmet verdik"
*
"Ey Hûd! Sen biz bir belge getirmeden
senin sözünden ötürü tanrılarımızı terk etmeyiz ve sana
inanmayız. Bir kısım tanrılarımız seni çarpmıştır
demekten başka bir şey demeyiz, dediler. Hûd: Doğrusu ben,
Allah’ı şahid tutuyorum. Siz de şahid olun ki ben, (O’nu
bırakıp) ortak koştuklarınızdan uzağım. Hepiniz bana
tuzak kurun sonra da ertelemeyin."
*
Birinci ayette Allah (cc), Yahya (as)’a
Kitab’a sımsıkı sarılmasını emretmekte; ikinci ayette
ise Hûd (as), tek başına, yalnız olduğu halde; "Hepiniz
bana tuzak kurun, sonra da ertelemeyin" şeklinde kavmine
hitap etmektedir. Yani kavmine, hepinizin üzerinde ittifak ettiğiniz
tuzakları, entrikaları uygulayınız ve bunda da gecikmeyiniz,
diyor. Hangi güç bu sözden ve bu sözün dayandığı kuvvetten daha güçlü olabilir; hangi
sertlik, dayanıklılık ve meydan okuma bunun kadar dehşetli
olabilir?!
Bu örnekler, Nebilerin ve Rasüllerin kıssalarından
çıkartılabilecek derslerden ve ibretlerden bir kısmını
oluşturmaktadır ve bunların tamamı, istinbat için elverişlidir.
Çünkü daha önce de söylediğimiz gibi, bunların tamamı
daveti taşıma keyfiyeti hakkındaki örneklerdir. Davet taşıyıcısı
için bu kıssalardan çıkartılabilecek daha birçok dersler,
ibretler ve faydalar vardır.
Müslüman, kevni âyetler hakkında düşünmekle
emrolunduğu gibi, Nebilerin ve Rasüllerin kıssaları
hakkında düşünmekle de yükümlüdür. Çünkü bu kıssalarda
da kevni âyetler vardır ki, bunlar da mucizelerdendir. Zira
Nebiler ve Rasüller, kavimlerinin hidayete ermeleri için
içerisinde bir takım mucizeler bulunan kevni âyetlerle gelmişlerdir.
Nûh tufanından kurtuluş, kevni bir ayettir. Salih (as)’ın
devesi, Lût (as)'ın kavminin yerin dibine batırılması, İbrahim
(as)’ın
ateşten kurtarılması, Mûsa (as)’nın denizi yarması gibi
peygamberlerin getirdikleri mucizelerin tamamı, kevni
âyetlerdendir. Allah (cc), şöyle buyurmaktadır:
"Ey cin ve insan topluluğu! Size
âyetlerimizi anlatan, bugünle karşılaşmanızdan sizi uyaran
peygamberler gelmedi mi?…"
*
"Ey insanoğlu! Size, aranızdan
âyetlerimizi okuyan peygamberler geldiğinde, kimler onların
bildirdiklerine karşı gelmekten sakınır ve gidişini düzeltirse,
işte onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir."
*
Nebilerin ve Rasüllerin mucize olarak
beraberlerinde getirdiklerinin tamamı kevni âyetlerdir.
Muhammed (sav) dışındakilerden hiçbirisi, mucize olarak
indirilmiş âyetlerle gelmemiştir. Her ne kadar Davud (as)’a
verilen Zebur, İbrahim (as)’a ve Mûsa (as)’a verilen
sahifeler ve İncil, indirilmiş idiyseler de mucize nitelikli
âyetler değildiler. Yani peygamberliklerinin tasdik edilmesi için,
kavimlerine karşı delil olarak kullanabilecekleri türden
âyetler değildi. Yalnızca içinden inançlarla ve
hükümlerle ilgili hususların alınabileceği şeriatları
ifade ediyorlardı. Fakat Kur’an âyetleri ise, iki husus
için birden indirilmiştir:
a- Hem yaratıcının varlığına hem de
Muhammed (sav)’in peygamberliğine işaret edecek mucizeler
olması için.
b- İçinden inançlar ve hükümlerle
ilgili hususları almak üzere okumak ve incelemek için.
Öyleyse Muhammed (sav) dışında kalan
Nebilerin ve Rasüllerin tamamına verilen mucize nitelikli
âyetlerin tamamı, kevni âyetlerdir. Fakat Muhammed (sav)’e
indirilen âyetler mucize özelliğine sahiptir.
Bundaki hikmet şudur: Her Nebi ve Rasül,
belirli bir süreyle yalnızca kendi kavimlerine gönderilmişlerdir.
Nebinin ve Rasülün gitmesiyle birlikte risaletleri de sona
eriyordu. Nübüvvet süresi bittiğinde, hemen akabinde, eski
Nebinin veya Rasülün mucizelerine gerek kalmaksızın, yeni
bir Nebi geliyordu. Nübüvvetinin sona ermesiyle birlikte,
getirdiği şeriat da sona erdiği için, şeriatına ait
mucizenin olduğu gibi kalmasına da gerek kalmıyordu. İşte bütün
peygamberlerin mucizeleri böyleydi; nübüvvetleri ile başlıyor
sona ermesiyle de bitiyordu. Bu kural, Muhammed (sav)’e kadar tüm
peygamberler için geçerli olmuştur. Muhammed (sav)’in nübüvveti
ise kıyamete kadar devam edecektir. Bu nedenle de mucizeleri -âyetler-,
nübüvvetinin sonuna kadar olduğu gibi kalacak şekilde
gelmiştir. Nübüvvetlerinin sona ermesi ile birlikte,
mucizeleri ve şeriatları da sona eren geçmiş Rasüllerin ve
Nebilerin getirdikleri mucizelerin hilafına, Kur’an âyetleri,
kıyamete kadar mucizeliğini devam ettirecektir. Eğer böyle
olmasaydı, Kur’an’da bulunanların tefekkür edilmesi,
kevni âyetler olan, mucizeleri anlatan, Nebilerin ve Rasüllerin
kıssalarına bakılması emrinin bir anlamı olmazdı. Fakat
yaratılış kanunları ve kuralları, bunlar hakkında tefekkür,
tıpkı diğer kevni âyetler hakkındaki düşünme gibidir ve
bu tefekkür insanı imana ve yakîne götürür. Allah (cc), şöyle
buyurmaktadır:
"Peygamberleri onlara; O’nun hükümranlığının
alameti size sandığın gelmesidir, onda Rabbiniz’den gelen gönül
rahatlığı ve Mûsa ailesinin ve Hârun ailesinin bıraktıklarından
kalanlar var; onu melekler taşır. Eğer inanmışsanız bunda
sizin için delil vardır, dedi."
*
"İsrailoğullarına şöyle diyen bir
peygamber kılacak: Ben size, Rabbinizden bir ayet getirdim. Ben
size çamurdan kuş gibi bir şey yapıp ona üfleyeceğim.
Allah’ın izniyle, hemen kuş olacaktır; anadan doğma körleri,
alacalıları iyi edeceğim; Allah’ın izniyle, ölüleri
dirilteceğim; yediklerinizi ve evlerinizde sakladıklarınızı
da size haber vereceğim. İnanmışsanız bunda size ayet (delil)
vardır."
*
Ancak burada, genel nitelikli kevni
âyetlerle -bu kâinattaki yaratılanlarla- Nebilere ve Rasüllere
has olan kevni âyetler arasında fark vardır. Genel nitelikli
kevni âyetler yalnızca kudretli yaratıcının varlığına
delalet eden işaretlerdir, bundan daha fazlasına işaret
etmezler. Nebilere verilen özel nitelikli kevni âyetler
(mucizeler) ise, iki şeyi ifade ederler:
Bir; Kudretli yaratıcının varlığını gösterir.
İki; Kevni âyetlerle gelen şahsın veya elinde
bu türden bir mucize bulunan kişinin, bu kudretli
yaratıcının Rasülü veya Nebisi olduğunu gösterir.
Bir başka anlamıyla genel nitelikli kevni
âyetler, Allah (cc)’a imana elverişli iken; özel nitelikli
kevni âyetler (mucizeler), kudretli yaratıcının varlığına
işaret etmenin yanında bu kevni âyetleri getiren Nebinin
diyanetine ve şeriatına iman etmenin zorunluluğuna da işaret
eder. Özel nitelikli kevni âyetleri incelediğimiz zaman, iki
sınıf olduğunu görürüz:
Bir- Mucize ile gelen Nebinin, kavmi nezdinde
nübüvvetine ve risaletine delil olacak bir olgu olması için
mucizeye konu olan olay, yaratılış kurallarına aykırı
şekilde cereyan eder. İbrahim (as) kıssasında olduğu gibi,
yakma özelliğine sahip olan ateşin yakmaması; Mûsa (as) kıssasında
olduğu gibi, asanın yılana dönüşmesi; İsa (as)’da
olduğu gibi, ölüleri diriltmesi ve körleri iyileştirmesi
gibi olaylar, bunun örnekleridirler.
İki- Kendi varlığı ile bir mucizeliği
sağlayan nebilerin durumu, özel nitelikli kevni âyetlere
örnektir. İsa (as)’ın, hiç evlenmemiş olan annesinden
doğması olayında olduğu gibi. Yani İsa (as)’ın bizzat
kendisi bir mucizedir. Annesinin evlenmeden onu doğurmuş
olması, hem kendisine hem de annesine ait bir mucizedir. Allah (cc), şöyle buyurmaktadır:
"Meryem oğlunu da, annesini de mucize
kıldık. Her ikisini de pınarı bulunan, oturmaya elverişli yüksek
bir yere yerleştirdik."
*
Üzeyr (as)’ın dünyada ölmesi, sonra
yeniden diriltilmesi de bu türden bir olaydır. Üzeyr (as) İsrail oğullarına gönderilen peygamberlerdendir ki; bu husus,
ayette şöylece belirtilmektedir:
"Yahut altı üstüne gelmiş bir kasabaya
uğrayan kimseyi görmedin mi. 'Allah burayı ölümünden sonra
acaba nasıl diriltecek!?' dedi. Bunun üzerine Allah, onu yüz yıl
ölü bıraktı sonra diriltti. Ne kadar kaldın? dedi. 'Bir gün
veya bir günden az kaldım' dedi. Hayır, yüz yıl kaldın,
yiyeceğine ve içeceğine bak, bozulmamış, eşeğine bak ve
hem seni insanlar için ayet (mucize) kılacağız…"
*
Her iki ayette de görüldüğü üzere hem
İsa (as) hem de Üzeyr (as)’ın bizzat kendileri mucizedirler.
|