İslâm’da davetin taşınmasında asıl
olan, devletin yani Hilâfet’in bu görevi yerine
getirmesidir. Hilâfet’in görevi; içeride İslâm’ı
uygulamak, dışarıda ise cihad yolu ile İslâm’ı insanlara
taşımaktır. Bu görev, Rasulullah (sav)’in Medine’de İslâm
Devleti’ni kurduğu günden, son Osmanlı halifesine kadar
tarih boyunca İslâm Devletinin vaktini harcadığı, önem
verdiği çalışma olmuştur. Bu çalışma sayesinde Asya’da,
Avrupa’da ve Afrika’da birçok insan İslâm’a girmiştir.
İnsanların İslâm’a girişleri, 1924 yılında Hilâfet’in
kaldırılmasına kadar geçen süre içerisinde aralıksız
olarak devam etmiştir. Öyleyse şöyle bir soru gündeme
gelmektedir: Hilâfet’in yıkılmasından sonra insanların
İslâm’a girmeleri neden durmuştur?
Allah Subhanehu insanı görünmeyen
şeylerden, soyut fikirlerden çok; daha fazla hissedilebilen
maddi unsurlara, iman edebilecek fıtratta yaratmıştır.
İnsan, hissedilebilen bir şeyi gördüğü zaman onun varlığına
inanır ve doğrular, sahih ve salih ise onu sever ve ona
meyleder. Fakat aynı insan, hissedilen bir olayı bir başka
insan veya insan topluluğundan duyduğu zaman bazen
varlığına inanır, varlığını doğrular, onu sevip ona
meyleder; bazen de inanmaz ve varlığını doğrulamaz. Hatta
inanıp varlığını doğrulasa bile imanı ve tasdiki,
doğrudan müşahade ve hissetme ile vardığı sonuçtan daha
az kuvvete sahip olur. Bu durum apaçık ve kesin bir husustur.
İşte insanı bu niteliklere göre yaratan
Allah Subhanehu, Muhammed (sav)’e İslâm şeriatını
indirmiş, inanmaları ve tasdik etmeleri için de insanlara
tebliğ etmesini emretmiştir. Rasulünü, bu şeriatı bir
devletle şekillendirmekle, -ki bu fikirler ve hükümler
bütünlüğüdür- hissedebilir bir varlık haline getirmekle,
İslâm devletini kurmakla mükellef kılmıştır. İslâm
şeriatının devlet şekline büründürülmesi sayesinde de
insanlar, gruplar halinde İslâm’a girmişlerdir. Devlet
kurulmadan önce on üç yıl boyunca Rasulullah (sav),
insanların İslâm’a çağrılması noktasında
yoğunlaşmasına rağmen, üç yüz civarında insan dışında
kimse inanmamıştır. Fakat Medine’de devleti kurduktan yani
İslâm, insanlar tarafından hissedilen bir varlık haline
geldikten sonra Medine halkından ve dışarıdan birçok insan
grup grup İslâm’a akın etmiştir. Daha önce de söylediğimiz
gibi bunun sebebi, insanın, ne kadar doğru ve gerçek olsa da
teorik ve soyut düşüncelere iman etmekten ziyade, elle
tutulur, gözle görülür maddi sözlere iman edebilecek
nitelikte yaratılmış olmasıdır. Allah’ın, insanı bu
fıtrat üzere yaratmış olmasından ötürü, hissedilebilen
vakıa boyunca yani İslâm’ın devletle temsil edildiği süre
zarfında halkların akın akın İslâm’a girmeye başladıklarını
görürüz. İslâm Devleti eliyle birbirinden farklı halklar:
Araplar, İranlılar, Türkler, Kürtler, Berberiler, Afganlılar
ve daha niceleri İslâm’a girmişlerdir. Eğer İslâm
Devleti olmamış olsaydı, bu halklar, İslâm’a girmezler ve
üç kıtada İslâm yayılmazdı. Bu nedenledir ki biz, İslâm
Devleti’nin; İngilizler, Batılı müttefikler ve onların
bazı Türk ve Arap uşakları aracılığıyla yıkılmasının
öncesinde, Hilâfet’in ve bunun uzantısı olan daveti
taşıma amellerinin zayıflamasının hemen akabinde, birçok
bölgede İslâm’ın yayılmasının durduğuna ve
sınırlandığına şahit oluyoruz.
Bu topraklarda yaşayan insanlar,
ülkelerinin Hilâfet Devleti’ne katılmasıyla gözle
görülür ve hissedilebilir bir şekilde İslâm’ın tatbik
edildiğini gördüler, doğruluğuna şahit oldular. Hilâfet’in,
tebaasına hayrı ve mutluluğu getirdiğinden, İslâm’a
gruplar halinde iman ettiler. Ancak Hilâfet Devleti’ne katılmayıp
sınırları dışında kalan halklar ve Hilâfet’in yıkılışının
ardından gelen insanlar, İslâm’ı hissedebilir mücessed
bir şekilde göremediler; küfürleri üzere kaldılar ve İslâm’a
inanmadılar. İslâm’ı duymalarına, kitap, gazete ve diğer
iletişim araçlarında ideolojisine ait cümlelere şahit
olmalarına rağmen; tıpkı Medine’de İslâm Devleti
kurulmadan önce, İslâm’ın ilk yıllarında olduğu gibi
şuraya buraya yayılmış çok az sayıdaki insanın dışında
İslâm’a inanan olmamıştır. Şüphesiz ki bu halklar ve
insanlar, Hilâfet Devleti kurulduktan, içeride İslâm’ı
tatbik etme, dışarıda cihad yolu ile İslâm davetini taşıma
görevine yeniden başladıktan sonra İslâm’a akın akın
gireceklerdir.
Buraya kadar anlattıklarımızı
özetleyecek olursak: Beşeriyetin tabiatında soyut düşüncelere
ve teorik hükümlere imandan daha fazla, hissedilebilen
hususlara süratle iman etme özelliğinin var olduğunu söyleyebiliriz.
Fikirlerden ve hükümlerden meydana gelen İslâm, bir devlet
aracılığı ile uygulandığında bir model oluşturur ve
insanlar tarafından hissedilebilir bir vakıa haline gelir;
insanların iman etmelerine ve İslâm’a girmelerine neden
olur. Fakat soyut düşünceler ve teorik hükümler şeklinde
kalıp, davet cümleleri halinde dilden dile dolaşırsa, yani
hissedilebilir bir vakıası olmazsa çok az sayıda insanın
dışında inanan olmaz.
Hatta biz, tarihimiz boyunca İslâm’ın
bir devletle temsil edildiğini gördük. Yani devlet, Raşidî
bir Hilâfet olduğunda insanların yoğun bir şekilde İslâm’a
girmesi sonucunu verir. Eğer temsil boyutu eksik ise İslâm’a
girişlerde de azalma olur. Osmanlı hilafetinde olduğu gibi,
İslâm’ın temsil edilmesi en alt seviyede olursa, çok az
sayıda halklar İslâm’a girerler. Ancak hangi halde olursa
olsun Hilâfet’in yıkılmasından sonraki döneme oranla,
İslâm’ın devletle temsil edildiği asırlarda İslâm’a
giriş daha fazladır.
Bu nedenledir ki Allah Subhanehu,
müslümanlara Hilâfet’i ikame etmelerini emretmiştir. Hilâfet’i
yeniden kurmak, bir halife nasbetmek, ardından da daveti
taşımaya başlayarak ülkeleri fethetmek, fethedilen ülkeleri
ve halklarını da devlete katmak ve üzerlerine İslâm’ı
tatbik etmek, böylece de insanların görebilmeleri için İslâm’ı
hissedilebilir mücessed bir varlık haline getirmek, müslümanların
üzerine düşen en büyük görevlerden birisidir. Böylelikle
müslümanların sayısı daha da artar ve bu kesinlikle
gereklidir. Allah’ın izniyle de elbette gerçekleşecektir.
İslâm’ın hissedilebilir bir vakıa
şeklinde temsil edilmesi, temel bir iş olup küçümsenmesi ve
boş verilmesi doğru değildir. İslâm daveti taşıyanların
bu hususu tam anlamıyla idrak etmeleri, kendi elleriyle Hilâfet’i
iade etmede Allah’ın yardım etmesi için gayretlerini kat
kat arttırmaları, yalnızca Allah için ihlasla çalışmaları
gereklidir.
Peki, İslâm’ın hissedilebilir bir vakıa
halinde temsil edilmesi ancak devletle mi olur?
İster devlet kurulu olsun isterse henüz
kurulu olmasın, İslâm davetinin durması şer’an caiz
değildir. Devlet henüz kurulmadan önce on üç yıl boyunca
Rasul (sav), Mekke’de İslâm davetini yüklenmiştir. Şu anda
ise bizler bu daveti taşıdığımız gibi henüz Hilâfet
kurulmadan önce tüm müslümanların da bu daveti
taşımaları gerekir Çünkü Hilâfet ancak davetin taşınmasıyla
kurulur. Hilâfet kuruluncaya kadar bu davet taşıma görevi,
kesintisiz bir şekilde devam edecek ve kıyamete kadar da tüm
müslümanların üzerinde bir farz olarak kalacaktır. Daveti
taşımak, devletin görevi olduğu gibi müslümanların da görevidir.
Dolayısıyla ne müslümanların ne de devletin daveti taşıma
görevinden uzak kalması caiz değildir. Çünkü İslâm bir
bütün olarak davetin taşınmasına bağlıdır.
Devletin, İslâm davetini taşıması vacip
olduğu gibi, içeride ve dışarıda İslâm’ı temsil etmesi
de vaciptir. Eğer varlığıyla İslâm’ı temsil etmiyorsa,
İslâm Devleti sayılmayacağı gibi, daveti taşımış da
sayılmaz. Bu durum, müslüman bireyler için de geçerlidir.
Müslümanlardan daveti taşıma görevini yerine getirenler
sözüyle, fiiliyle ve nitelikleriyle şahsında İslâm’ı
temsil etmiş sayılırlar; daveti taşımadıkları zaman ise sözüyle,
fiiliyle ve nitelikleriyle şahsında İslâm’ı temsil etmiş
sayılmazlar. Bu yönüyle İslâm davetini taşıyanlar,
devletin gıyabında İslâm’ın hissedilebilen tek
temsilcileridir. Öyleyse İslâm davetini taşıyanın,
konuştuğunda şer'î hükümleri ve fikirleri kavraması veya
bunlarla çelişmeyen sözleri söylemesi gereklidir. Yine
daveti taşıyan, şer'î hükümlere uygun hareket etmelidir.
Fazilet ve iyi ahlâk gibi şer’î sıfatlarla sıfatlanmalı,
hoş karşılanmayan kötü niteliklerden uzak durmalıdır.
İslâm, insanı sahip olması gereken sıfatlara sahip olmaya
teşvik etmiş, bunlara sahip olmamasını ise hoş
karşılamamıştır. Şu üç unsurdan birisi müslümanda noksan olduğunda, davet taşıyıcısı olamaz:
a- Daveti taşıyan, İslâm’ın
hissedilebilen bir örneği/modeli olmalıdır. O insanlar
arasında bir modeldir ve onların önderidir.
b- Daveti taşıma gücü ve başarısı
oranında sözleri, fiilleri ve sıfatlarıyla İslâm’ın
temsilcisi olmalıdır.
c- Daveti taşıyan, bu rütbeye
müstahak olabilmek için hakkı söylemeye, meşru olan
şeyleri yapmaya ve şeriat tarafından belirlenen sıfatlara
sahip olmaya hırs göstermelidir.
Aksi takdirde daveti taşıyan, günümüz
İslâm dünyasında kurulu olan devletlerin, kesinlikle İslâm
Devleti olmadıkları halde “İslâm Devleti” oldukları
iddiasında bulunmaları gibi boş bir iddiada bulunmuş
sayılır. Zira bu devletlerin hiç birisi, ne içeride ne de dışarıda
İslâm’ı temsil etmemektedirler. Bunlar ancak küfür
devletleridirler. İslâm davetini taşımamaktadırlar; tam
tersine davet ve daveti taşıyanlarla savaşmaktadırlar.
Daveti taşıyanın çok iyi bir şekilde
kavraması gereken husus budur. Daveti taşıyan, Hilâfet’in
olmadığı bir ortamda, İslâm’ın hissedilebilir tek örneği
olduğunu unutmamalıdır. Daveti taşıyan, yaşayan canlı bir
İslâm olmalı, tıpkı Allah Rasulü (sav)’in ashabı gibi
hareket halinde olmalıdır. 'İslâm davetini taşıyan'
kişiliğine sahip olabilmek için daveti taşıyan, bu üç
temel faktörlerden herhangi birisini küçümsememelidir. Kim
bunlara sahipse, kamil ve salih bir şekilde İslâm’ı temsil
etmiş sayılır ve davet taşıyıcısı sıfatına hakkıyla
sahip olur; ardından da işinde başarılı olur; taşıdığı
ve insanları davet ettiği hükümler ve fikirlerle insanları
ikna eder. Kim bu unsurlardan yoksun olursa, davet
taşıyıcısı kişiliğinden de yoksun olur, üstlendiği
misyonu yerine getiremez, süreklilik sağlayamaz ve başarılı
olamaz.
Müslüman, hakkıyla daveti taşıyan
olabilmesi için; İslâm’ın söylediklerini söylemeli, İslâm’a
muhalif olanları ise söylememelidir. Yaptığı işte
kendisine lazım olan şer'î hükümleri ve düşünceleri
bilmelidir. Çünkü cahil olan kimse, İslâm’ın söylediklerini
söyleme ve emretme gücüne sahip olamaz ve bu hususta
kendisinden emin olunmaz. Dolayısıyla sahih bir şekilde İslâm
davetini taşımaktan âciz kalır. Davetle ilgili bu düşünceleri
ve hükümleri öğrenmek her müslüman üzerine farz olduğuna
göre, daveti taşıyanın, bunları öğrenmesi öncelikle farzdır.
Hak şeriat, öğrenmeye teşvik etmiş, alimlerin konumu yüceltilmiştir.
Allah (cc), şöyle buyurmaktadır:
“...Allah, içinizden iman etmiş olanları
ve kendilerine ilim verilenleri derecelerle yükseltir. Ve Allah
işlediklerinizden haberdardır.”
*
Ebu Derda’dan: Rasulullah (sav)’i şöyle
söylerken işittim:
“Kim bir ilim öğrenmek için yola
koyulursa, Allah da onu cennete giden yollardan birine koyar.
Melekler ilim talebinde bulunandan memnun olarak kanatlarını (üzerine)
koyarlar. Göklerde ve yerde olanlar, hatta suda bulunan varlıklar
bile alimler için istiğfar ederler. Alimlerin abid üzerindeki
üstünlüğü, dolunaylı gecede ayın, diğer yıldızlara
üstünlüğü gibidir. Alimler, peygamberlerin varisleridirler.
Peygamberler ne dinar ne de dirhem miras bırakırlar; ama ilmi
miras bırakırlar. Kim de ilim elde ederse bol bir nasip elde
etmiştir.”
*
Daveti taşımada asıl olan alim olmaktır.
Daveti taşıyan, sözlerinde başkalarına örnek olması
gerektiğini unutmamalıdır. Çünkü başkaları onu dinler,
anlattıklarını şeriat ve din kabul edip alırlar. Hangi
halde ve ortamda bulunursa bulunsun bu işten kaçınmak veya
hafife almak doğru değildir. Şakalaşsa, öfkelense ve hoş
karşılamasa veya buna benzer herhangi bir şey olsa, Allah Sübhanehu’nun
emrine uyarak ve Rasul’e tabi olarak hak söz söylemeye devam
etmelidir. Ebu Hureyre’den:
"Dediler ki; Ey Allah’ın
Rasulü, sen bizimle şakalaşıyorsun. Dedi ki: Evet,
ancak ben yalnızca hak söz söylüyorum.”
*
Abdullah b. Ömer’den:
"Dedim ki; Ya Rasulullah!
Senden işittiklerimi yaşayabilir miyim? Dedi ki: Evet.
Dedim ki: Memnuniyeti ve kızgınlığı da mı? Dedi ki:
Evet. (Allah) benden ancak hak olanı söylememi ister.”
*
Daveti taşıyanın, amellerini ve
davranışlarını şer’î hükümlere göre şekillendirmesi
ve disiplin etmesi lazımdır. Aksi şekilde hareket etmekten
sakınmalıdır. Zira şer’î kaidede şöyle denilmektedir:
"Fiillerde asıl olan şer’î hükümlere bağlanmaktır."
Bu kural şer’î hükümleri öğrenme gereğinin yanında;
Allah’tan sakınmasını, gizli ve açık olarak Allah’tan
korkmasını, O’na itaat ederek ve sürekli hatırlayarak
Allah’ın rızasını kazanmaya koşmasını gerektirir.
İşte böylece daveti taşıyan, hareket ve davranışlarında
başkaları tarafından örnek alınacak bir kişi ve önder
olur. İslâm’a muhalif herhangi bir hareketi yapamaz. Zira
insanlar daveti taşıyanı kendilerine örnek almaktadırlar.
Eğer daveti taşıyanlar, İslâm’a muhalif bir davranışta
bulunurlarsa, insanlar tarafından da taklit edilecekleri için
Rablerine asi olurlar.
Daveti taşıyanın övgüye layık diğer
niteliklere; güzel ahlâk, doğruluk, ihlas, fedakarlık,
sabır, sebat, alçak gönüllü olmak, insanları sevmek,
Allahtan korkmak, Allah’ı sevmek ve Allah için öfkelenmek
ve insanlara karşı hüsnü zanda bulunmak gibi sıfatlara
sahip olması; kötülenen niteliklerden ve kötü ahlâk sahibi
olmaktan kaçınması gerekir. Cimri, kibirli, hasetçi ve zalim
olanlar; daveti taşımaya ehil olamazlar. Allah, amellerinde
onları başarılı kılmaz. Onların elleriyle hayrı gerçekleştirmez.
Zira insanlar, bu kişileri hareketlerinde ve sözlerinde
kendilerine örnek almazlar. Çoğu kere onlara yönelik
ithamlar, daveti taşıyanların tümüne birden yöneltilir. Bu
durumda ise başarısızlık ve kötü sonuç ortaya çıkar.
Ali b. Ebu Talip buna dikkat çekerek şöyle demektedir:
“Ali (ra) Basra halkından olan
Haricilerden bir kavme uğradı. İçlerinde Ca’d b. Ba’ce
denilen bir adam şöyle dedi: Allah’tan kork ey Ali! Sen
öleceksin… dedi ve elbisesinden dolayı Ali’yi azarladı.
Bunun üzerine Ali (ra) şöyle dedi: Size de ne oluyor? Elbise
kibirden çok uzaktır ve müslümanın bana uyması için en
uygun olanıdır.”
*
İslâm, birçok nasta güzel ahlâka sahip
olmayı teşvik etmektedir. Ebu Hüreyre’den: Rasulullah (sav)
şöyle dedi:
"İman açısından müminlerin kemale
ereni ahlâken en güzel olanıdır…”
*
Aişe (r.anha)’den: Rasulullah (sav)’i şöyle
söylerken işittim:
"Mümin güzel ahlâkı ile; sürekli
oruç tutan, namaz kılan kimsenin derecesine ulaşır.”
*
Ebu Derda’dan: Nebi (sav) şöyle dedi:
"Kıyamet günü müminin mizanında güzel
ahlâktan daha ağır bir şey yoktur. Şüphesiz ki Allah (cc);
çirkin, düşük söz (ve davranış) sahiplerine
buğzeder.”
*
Enes (ra), Nebi (sav)’in şöyle söylediğini
rivayet ediyor.
“Ben, haklı olsa bile yalanı terk eden
kimseye cennetin kenarında bir köşkü garanti ediyorum. Şaka
bile olsa yalanı terk edene cennetin ortasında bir köşkü, ahlâkı güzel olana da cennetin en üstünde bir köşkü
garanti ediyorum.”
*
Daveti taşıyan, Allah Subhanehu’nun rızasına
nail olabilmek için övülen sıfatlara ve güzel ahlâka sahip
olmaya hırs göstermeli, İslâm’ı temsil etmede
eksikliklerini tamamlamalıdır. Böylece kabul etmeleri ve
hidayete ererek içerisine girmeleri için insanlara
götürülen İslâm’ın canlı ve hissedilebilen birer
numunesi olurlar. Allah’ın, çalışmasında başarılı
kıldığı mutlu kimseler grubuna dahil olarak, insanlar
tarafından hareketleri ile örnek alınan kişiler haline
gelirler. Böylece kendilerine uyan kimselerin almış olduğu mükafatın
aynısını, eksiksiz olarak almaya hak kazanırlar. Ebu Hüreyre’den:
Nebi (sav) şöyle dedi:
"Kim bir hidayete davette bulunursa, buna
uyanların sevaplarının bir misli ona gelir ve bu durum
onların ücretlerinden hiçbir şeyi eksiltmez…”
*
Allah için ihlâsla çalışan, hükümlerini
bilerek, gerektiği şekilde Allah’tan sakınan, güzel ahlâka
ve şer’î niteliklere sahip olan her daveti taşıyan bu
makama ulaşır.
Daveti taşımak ağır bir sorumluluk, zor
ve yıpratıcı bir çalışma olup bunu Allah, insanlara önder
olmaya, onları hidayete erdirmeye ve liderlik yapmaya ve
onların ellerinden tutarak İslâm için İslâm’la birlikte
İslâm’ın hissedilebilir en büyük örneğini oluşturmak
-ki bu Raşidi Hilâfet Devletidir- için çalışmaya
elverişli olan ve rızasına nail olmaya müstahak olan herkese
ikram eder.
Daveti taşıyan açısından, eliyle Allah’ın
hayrı gerçekleştirmesi ve bu ümmete zaferi/yardımı
indirmesi onuruna sahip olabilmek; yeryüzünde hakimiyet kurmak
ve kavuşma gününde cennetteki en yüksek dereceyi almak;
Firdevs cennetine girmeye hakkıyla layık olmak; şer’î
hükümlere dikkatli bir şekilde ve sıkı sıkıya
bağlanmayı, günah ve isyan sayılan her türlü ağırlıktan
soyutlanmayı gerektirir.
|