KADININ GÖREVLERİ
İslâmi teşrii, tabiatı
gereği herhangi bir ayırıma gitmeden, insan vasfını taşıması
nedeniyle hem erkeğin hem de kadının birtakım işleri yapmalarını
mübah kılmıştır. Yine herhangi bir şekilde cins ayırımına
gitmeden bu işlerden bir kısmını farz, bir kısmını haram, bir
kısmını mekruh, bir kısmını da mendup kılmıştır. Bazı işler
vardır ki insani vasıf taşımakla beraber bunları sadece erkekler
yapabilir. Yine bazı işler de vardır ki insani vasıfta olmalarına
rağmen onları ancak kadınlar yapabilir. Şeriat, bu işlerin
özelliklerini göz önünde bulundurarak bunlarda bir ayırıma
gitmiş; farziyet, haramlık, mekruhluk, mendubluk veya mübahlık açısından
erkek ve kadını farklılaştırmıştır. İşte bu çerçevede
şeriat; yönetme ve otorite görevini yalnızca erkeklere verirken,
-erkek olsun kız olsun- çocukların terbiye ve bakım görevini kadınlara
vermiştir. Bunun için kadınlık vasfını taşımalarından dolayı
kadınları ilgilendiren bazı işlerin kadınlara, erkek olma vasfına
sahip olmalarından dolayı da bazı işlerin erkeklere verilmesi
gerekmektedir. Erkek ve dişiyi yaratırken, erkeğin ve kadının
durumunu en iyi bilen Allah (c.c.)'dır. Yalnızca erkeğe veya kadına
veyahutta erkek-kadın ayırımı gözetilmeksizin insan olmaları
nedeniyle insanlara ait hükümlerin sınırlarını vâzederken, onların
bu teklifleri taşıyıp taşıyamayacaklarını en iyi bilen de şüphesiz
ki Allah (c.c.)'dır. Zira insana neyin faydalı olduğunu en iyi bilen
O'dur. İnsan aklının, kadının şanından değildir diyerek kadını
birtakım işlerden mahrum etmesi veya erkeklere ait birtakım işleri
ona yüklemeğe çalışarak böylece kadına ait hakkın korunduğunu
kabul etme çabalarının tümü, şeriata karşı çıkmak demektir. Böylesi
bir davranış kesin bir hata ve fesadın sebebidir.
Şeriat; kadını bir ana ve
evin eğitimcisi olarak takdim etmiş; hamilelik, doğum, süt emzirme,
çocuğun bakımı, terbiyesi ve iddetle ilgili olarak birtakım hükümler
getirmiştir. Bunların hiçbirini erkeğe teklif etmemiştir. Çünkü
bunlar, kadınlık vasfı taşıması dolayısıyla kadını
ilgilendiren hükümlerdir. Gebelikten başlayarak, çocuğun doğumu, süt
verilmesi, beslenip bakılma sorumluluğu kadına yüklenmiştir. Bu,
kadının en önemli görevi ve en büyük sorumluluğudur. Diyebiliriz
ki, kadının en önemli ve asli işi; annelik ve evinin
eğiticiliğidir. Çünkü bu iş; insan türünün devam etmesini sağlayan
önemli bir husustur. Bu görev erkeklere değil yalnızca kadınlara
verilmiştir. Bu nedenle kadına ne tür görevler verilirse verilsin,
ne kadar sorumluluk yüklenirse yüklensin, kadının asli görevinin
"annelik" ve "evinin terbiyecisi" olduğu açıkça
bilinmelidir. Bu nedenledir ki şeriat kadına; hamile iken veya süt
emziriyorken Ramazanda orucunu bozma ruhsatını vermiştir. Hayız ve
nifas halinde iken namazdan sorumlu tutmamıştır. Memede olduğu süre
içerisinde erkeğe, annesinin yanından çocuğunu alıp götürmesini
yasaklamıştır. Bunların tümünü kadının asli görevi olan
"annelik" ve "evinin terbiyecisi" görevleri gibi en
yüce görevini tamamlayabilmesi için kadına hak olarak
tanımıştır.
Ancak tüm bu anlatılanlardan;
kadının asli görevinin annelik ve evinin terbiyecisi olduğu, başka
işleri yapmasının mümkün olmadığı anlamı çıkarılmamalıdır.
Bu ifadenin anlamı şudur: Allah (c.c.) kendisiyle sükun ve rahat
bulunsun, ondan nesil ve zürriyet elde edilsin diye kadını
yaratmıştır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Allah nefislerinizden
sizin için eşler yaratıp, yine sizin zevcelerinizden çocuklar ve
torunlar yarattı."
"Kendileriyle sükun
ve rahat bulmanız için, eşleri, nefislerinizden yaratmış olması,
O'nun ayetlerindendir."
Aynı
zamanda kadını, özel hayatta çalıştığı gibi genel hayatta da
çalışması için yaratmıştır. Daveti taşıma görevini ve
hayattaki işlerinde kandisine lazım olanı yapması için gerekli olan
ilmi öğrenmesini de farz kılmıştır. Alış-veriş, icare ve
vekalet gibi işleri yapmayı caiz kılmıştır. Yalanı, hileyi ve
hiyaneti haram kılmıştır. Aynı şeyleri erkeğe de caiz ve haram
kılmıştır. Ticaret yapabileceği gibi, ziraat ve sanayi alanında da
çalışabileceğini, akidlere ve anlaşmalara girebileceğini,
istediği kadar mal üretebileceğini mübah kılmıştır. Hayatta
işini, bizzat kendisi yapabileceği gibi bir ortak veya bir işçi vasıtasıyla
da görebilir. İnsanları, gelir getiren kaynakları ve birtakım
eşyayı kiralayabileceği gibi, bundan başka daha birçok muamelelerle
de iştigal edebilir. Bu, Şari'in umumi olan hitabından ve kadına ait
herhangi bir yasağın olmayışından anlaşılmaktadır. Ancak kadın,
hükmetme görevini üstlenemez. Mesela kadın, devlet reisi, onun
muavini, vali, amil ve hükmetme görevinden sayılan herhangi bir işi
yüklenemez. Ebu Bekir'den rivayet edildiğine göre: Fars halkının
devlet başkanlığına Kisra’nın (Kraliçe) kızını melike olarak
seçtikleri haberi Rasulullah (s.a.v.)'a ulaştığı zaman Allah'ın
Rasulü şöyle buyurmuştur:
"Bir kadını kendi
işlerine emir tayin eden hiçbir millet
felah bulamaz."
Bu
hadis, kadını yönetici yapanların kınanmalarından dolayı
kadının yönetici olmasının yasaklandığının açık ve net bir
ifadesidir. Emir sahibi olmak, yönetici olmak anlamına gelmektedir: Yüce
Allah şöyle buyurmaktadır:
"Ey iman edenler!
Allah'a, Rasul'e ve sizden olan emir sahibine itaat ediniz."
Bu
nedenle kadınların yönetici olmaları caiz değildir. Fakat
kadınların hükmetme dışındaki görevleri
yüklenmeleri caizdir. Buna göre kadın,
devlet memurluklarına tayin edilebilir. Çünkü memurluk, hükmetme
kapsamına girmez, icare konusuna girer. Memur, devlet kurumlarından
birinde çalışan özel ücretlidir. Bu yönüyle memur, herhangi bir
şahsın yanında veya şirkette çalışan ücretli kimse gibidir. Kadın,
yargı organlarından herhangi birinde hâkim olarak görev yapabilir.
Zira hakimlik yöneticilik kapsamına girmemektedir. Çünkü hakimlik,
insanlar arasındaki anlaşmazlığı gidermektir; anlaşmazlığa düşen
iki tarafa ilzam edici bir şekilde şer'î hükmü haber vermektir.
Çünkü yargı; "ilzam edici bir şekilde hükmü haber
vermektir" diye tarif edilir. Kâdı, yönetici olmayıp
başka ücretliler gibi devletin yanında çalışan bir görevlidir.
Ömer (r.a.)’in, kendi kavminden
Şifa isminde bir kadını, Çarşı Pazar “Kâdı”sı yani, çarşılardaki
tüm aykırı davranışları karara bağlayan "Hisbe Kâdısı"
olarak tayin ettiği rivayet edilmiştir. Ancak hadisin nassına bağlı
olarak kadının Kâdı olmasının ve hadisin kâdılık olgusuna
uygulanmasının caiz olması meselesine gelince: Eğer yasaklama hadisi
kadının, yargı üzerinde emirlik görevine getirilmesi gibi bir
duruma uygunluk arzederse, kadının böyle bir göreve getirilmesi caiz
değildir. Eğer hadis, böyle bir hususa şamil değilse kadının
yargıç olmasını engellemeye delil sayılmaz. Hadise baktığımız
zaman, İranlıların kendilerini idare etmek üzere başlarına kraliçe
olarak bir kadını tayin ettikleri haberi Allah'ın Rasulüne ulaşınca,
buna cevap olarak böyle bir durumu zemmetmiştir. Bu hadis verilen bir
habere aittir ve sorulan bir sorunun cevabıdır. Haberin
konusu ise; kraliçelik yani "devlet başkanlığı"dır.
Dolayısıyla cevap yalnızca devlet başkanlığı ile ilgilidir.
Devlet başkanlığı ise "yönetim"le ilgili bir husustur.
Bir başka açıdan meseleye baktığımız zaman yasaklamanın umumi
olan velayete ait olduğu görülür. Bu da; emirlik velayetidir. İşte
hadisin manası ve işaret ettiği husus da budur.
Yargının konusu ise vali ve
halifenin yaptığı işten farklıdır. Halife ve valinin görevi;
ister doğrudan kendisine bir mesele gelsin veya kadı tarafından gönderilen
bir problem olsun veya kendisine hiçbir kimse herhangi bir mesele
getirmemiş olsun, şeriat'a aykırı gördüğü hususta direkt olarak
şer'i hükmü infaz etmektir. Halife, bir dava karşısında herhangi
bir davacı olmadan hükmü icra eder. Fakat kâdı, ancak biri
kendisine bir dava getirdikten sonra o dava hakkında hüküm verebilir.
Kâdı'nın bakacağı davada muhakkak iki taraf mevcuttur. Ortada bir
iddia olduğu zaman ancak hükmedebilir. Bir iddia sahibi olmadıkça
kâdı'nın hükmetme selahiyeti yoktur. Gelen davaya bakması da,
mesele hakkında bağlayıcı bir şekilde Allah'ın hükmünü haber
vermekten ibarettir. Hem infaz edici hem de kâdılık görevini
birlikte yürütmekle yetkili kılınması dışında kâdının mutlak
olarak tenfiz yetkisi yoktur. Her iki yetkiye da sahip olduğu zaman; kâdı
olarak hükmeder ardından da infaz yetkisine sahip birisi olarak
verdiği hüküm gereğince hükmü infaz eder. Yargı olayı ile hüküm
verme olayları ayrı ayrı şeylerdir. Bundan dolayı, kadınların yönetici
olmalarını yasaklayan hadis "kâdı"ya uygulanamaz. Üstelik
yargı; hiçbir zaman herhangi bir şeyde velayet anlamına gelmez. Kâdı'nın
tayin edildiği belde halkından hiçbiri üzerinde herhangi bir
velayeti yoktur. Hatta karşısına gelen iki davacının üzerinde bile
herhangi bir velayeti yoktur. Ona itaat da vacib değildir. Ancak, gelen
dava üzerinde hüküm verdiği zaman hükmü yerine getirmek vacib
olur. Çünkü onun verdiği hüküm Allah (c.c.)'ın verdiği hükümdür.
Kâdı'nın kendisine ait bir hüküm ve emir değildir. Onun verdiği hükme,
sadece bir kâdı'nın hükmü nazarıyla bakılmamalıdır. Diğer
taraftan kâdı'nın verdiği hüküm ancak, mahkemede hükmettiği
zaman geçerlidir. Bundan dolayı yargı meclisinin dışında kâdı'nın
bir olayı görmesi, gördüğüne ve işittiğine hükmetme yetkisini
vermez. Gördükleri ve işittikleri şeyler kâza meclisinde olduğu
zaman verdiği hüküm geçerlilik kazanır. Fakat "yöneticinin"
durumu böyle değildir. Yönetme mevkiinde bulunan yöneticiye, her
halde itaat vacibtir. Hükmetmek için yöneticinin yönetim merkezinde
yani dairesinde bulunması şart değildir. Evde, yolda, devlet
merkezinde ve her nerede bulunursa bulunsun "yöneticiye"
itaat farzdır. Zira Allah'ın Rasulü şöyle buyurmaktadır:
"Emire itaat eden bana
itaat etmiş olur."
Bu nedenle kadının "yönetici"
olmasını yasaklayan hadis, kesinlikle mahkeme hakimliği görevine
uygulanamaz. Bu hadis ile kadının yargı görevinde bulunması
yasaklanamaz. Kâdı; "yöneticinin" yanında, muayyen bir
işi yapmak üzere muayyen bir ücretle çalışan "ücretli"
kimsedir. "Ücretli" kelimesi, hangi görevde bulunursa
bulunsun ücretle çalışan herkesi kapsamına alır. Hatta Rasul
(s.a.v.), Kur'an öğreten kimseyi dahi "ücretli" saymış ve
şöyle demiştir:
"Karşılığında
ücret aldığınız şeylerin en hayırlısı Allah'ın
Kitabıdır."
Kâdı
da Kur'an öğreten kimse gibi ücretli bir kimsedir. Beytülmaldan aldığı
şey ise ücretidir.
"Kâdı, yöneticinin
yardımcısıdır. Bundan dolayı, hükmetmede
ona tabidir" denemez.
Çünkü kâdı; yöneticinin yanında çalışan bir ücretlidir, onun
yardımcısı değildir. Kâdı'nın görevi iki tarafın
anlaşmazlıklarını anlayıp şer'i hükümlerin hangi maddesine göre
mahkeme olacaklarını, durumlarının intibak ettiği şer'i hükmü
onlara bildirmektir. Netice olarak kâdı, muayyen bir işe tahsis
edilmiş, muayyen bir ücretle çalıştırılan bir ücretlidir.
Kâdı ve muhtesib'in
durumu
budur. Fakat mezalim mahkemelerine bakan kâdı'nın durumu
değişiktir. Kadının, mezalim hâkimi olması ve bu göreve
getirilmesi caiz değildir. Çünkü mezalim hâkimliği yöneticilik
kapsamına giren görevlerdendir. Dolayısıyla hadisin manası, bu
mahkemelere bakan hâkimi kapsamına alır. Çünkü burada görevli
olan hâkimin görevi; şikayet olsa da olmasa da "yöneticiden"
kaynaklanan herhangi bir zulmü insanlardan kaldırmaktır. Mezalim hâkimi,
yönetici tarafından haksızlığa uğradığını iddia eden bir
kişinin yönetici aleyhine dava açmasına gerek görmeden de davaya
bakabilir. Böylesi bir durumda mezalim hâkiminin davalıyı mahkemeye
çağırması da çağırmaması da caizdir. Çünkü konu, problem hakkındaki
bir hükmü haber vermek olmayıp, yeneticiden kaynaklanan
haksızlığın insanlardan giderilmesidir. Bundan dolayı, mezalim
mahkemelerine bakmak hükmetmektir. Bunun için kadının, böyle bir
mahkemede hâkim olması caiz değildir.
Ümmet Meclisi'nin bulunması
halinde, kadının Ümmet Meclisi'ne üye olmasının caiz olup
olmadığı meselesine gelince; bu mesele bazılarınca tam bir açıklığa
kavuşmadığı için demokratik sistemlerdeki parlamentoya kıyaslayarak,
İslâm'daki Ümmet Meclisi'ne kadının
üye olmasının caiz olmayacağını zannetmişlerdir. Gerçekte ise;
demokratik sistemdeki parlamento ile, İslâm'daki
Ümmet Meclisi arasında fark vardır. Parlamento kanun yapar ve hükmeder.
Çünkü demokrasinin tarifinde parlamentonun
hükmetme yetkisinin olduğu
belirtilir. Gerektiği zaman parlamento, devlet başkanını seçebilir
ve onu azledebilir, bakanlara güvenoyu verir, gerekirse düşürebilir.
Parlamentonun üç görevi vardır:
1-
Hükümeti denetler ve muhasebe eder.
2- Kanun yapar.
3-
Yöneticileri tayin eder ve onları düşürür.
Parlamentonun hükümeti
denetleyip muhasebe etmesi hükmetmek (yürütme) sayılmaz. Fakat
kanunlar çıkarıp tatbike koyması, yönetici ve idarecileri tayin
etmesi ve onları azletmesi hükmetmek sayılır. Ümmet Meclisi ise
böyle değildir. Ümmet Meclisi; yöneticileri muhasebe eder ve
denetler, gerektiğinde uyarılarda bulunur. Bu uyarılar ise:
a-
İşlerin arzu edilen şekilde yürümemesi,
b-
İslâm'ın tatbikatında gevşek davranılması,
c-
İslâmi davetin tebliğ ve yüklenilmesinde gerekli çabanın gösterilmeyişi
gibi hususlarda olur. Fakat, Ümmet Meclisi, hiçbir zaman kanun
koyamaz. Bir yöneticiyi tayin veya azledemez. Bu karakteriyle
parla-mentodan farklıdır. Onun için demokrasi ve kapitalizm
prensiplerine göre işleyen kanun yapma ve hükmetme vasfına haiz
parlamentoya kadının üye olması caiz değildir. Fakat hükmetme
karakteri olmayan, Ümmet Meclisi’ne kadının üye olması caizdir.
Ancak, parlamen-toya kadının üye olamaması, onun yöneticiyi
seçmesinin de caiz olmayacağı anlamına gelmez. Çünkü hükmetme
yetkisini veren parlamentoya kadının üye olması, hadisi şerifin
kesin nehyiyle sabit olduğu üzere caiz olmaz. Çünkü Peygamber
(s.a.v.):
"Bir kadını
başlarına kraliçe tayin eden
millet felah bulmaz."
buyurmuştur.
Bu hadis, kadının yöneticiyi seçmesine engel olmaz, onu hükmetme
yetkisine sahip kılmaz. Kadın, kendisine hükmedecek kimseyi
seçebilir. Şeriat, kadına yöneticiyi seçme yetkisini verdiği gibi,
hüküm ile ilgili işleri yapmak üzere herhangi bir erkeği seçebilme
yetkisini de vermiştir. Kadın, halifeye biat edebilir ve seçimine katılabilir.
Ümmü Atiyye'den:
"Biz Nebi (s.a.v.) 'a
biat ettik ve Allah'ın bize; Allah'a hiçbir şeyi
ortak koşmamamızı emreden ayeti
okudu ve bizi, ölülerin arkasından bağırıp çağırarak yas
tutmaktan nehyetti. Bunun üzerine bizden bir kadın elini geri çekti
ve; falan kadın benimle birlikte yas tuttu. (üzerimde hakkı vardır)
Ondan izin almak isterim dedi. Bunun üzerine Allah'ın Rasulü ona bir
şey söylemedi. Kadın gitti ve sonra geri dönerek gelip biat
etti."
Allah'ın Rasulüne
yapılan bu biat; nübüvvet biatı değil, yöneticiye itaat etme biatıydı.
Bu olay, kadının yöneticiye biat edebileceğini ve onu seçebileceğini
göstermektedir. Parlamento açısından durum budur.
Ümmet Meclisi’nin durumu
ise böyle değildir. Ümmet Meclisi görüş belirtme ve belirtilen görüş
ile amel etme yeridir, hükmetme yetkisi yoktur. Ümmet tarafından
halifeyi seçme yetkisi verilmedikçe yöneticiyi seçemeyeceği gibi
onu azledemez de. Kanun koyma yetkisi de
yoktur. Ümmet Meclisi’nin bütün işi görüş belirtmekle
ilgilidir. Ümmet Meclisi genellikle şu işlere
bakar:
a-
Devlet (halife), uygulamaya koymak istediği dahili herhangi bir iş
hususunda görüşünü almak üzere Ümmet Meclisi’ne müracaat eder,
b-
Dahili ve harici uygulamalarından dolayı halifeyi denetlemek,
c-
Dahili ve harici birtakım konularda görüşlerini belirtmek,
d-
Halife adaylarını tesbit etmek,
e-
Valiler ve yardımcılar hakkındaki hoşnutsuzluklarını gündeme
getirmek, görüşlerini bildirmek.
Burada sıralanan işlerin tümü
bir nevi görüş beyanından ibarettir. Dolayısıyla Ümmet Meclisi’nin
işi genelde birtakım konularda görüşünün alınması amacıyla
"şûra" görevini yerine getirmektir. Ancak h ükümleri
benimseme gibi hususlarda Ümmet
Mecilisinin görüşü halifeyi bağlayıcı değildir. İşte bunların
tümü görüş belirtmekten ibaret olup, yönetim işlerinden
değildir. Bu nedenle Ümmet Meclisi’nin görevi yalnızca görüş
belirtmekle ilgilidir.
Ümmet Meclisi
üyeleri yalnızca görüş belirtmede halkın vekilleridir. Yönetimde
onların vekilleri olmadıkları gibi, yöneticinin nasbedilmesinde ve
azlinde de onların temsilcileri değillerdir. Hatta Ümmet Meclisi
üyeleri halife yardımcıları ve valiler hakkında
hoşnutsuzluklarını ortaya koydukları zaman,
onlar hemen azledilmiş sayılmazlar.
Ancak Ümmet Meclisi’nin görüşlerine istinaden halife tarafından
azledilirler. Oysa parlamento böyle değildir. Zira parlamento
üyeleri, bakanlar hakkında verdikleri güvenoyunu geri çektikleri
zaman devlet başkanının görevden almasına gerek kalmaksızın görevlerinden
alınırlar.
Ümmet Meclisi üyeleri halkın
görüşünü temsil ettiklerine göre, kadın da Ümmet Meclisi yetkisi
dahilinde bulunan her konuda görüşünü açıklama hakkına sahiptir.
Siyasi, iktisadi ve teşrii nitelikteki konularda ve diğer konularda görüş
belirtme hakkına sahiptir. Kendi yerine görüş belirtmesi için
dilediği kimseyi vekil tayin edebileceği gibi, kendisi de başkaları
adına vekil olabilir. İslâm, görüş belirtme hakkını erkeğe
verdiği gibi kadına da aynı eşitlikte vermiştir. İslâm'da şûra,
eşit olarak hem erkeğin hem de kadının hakkıdır. Zira Allah (c.c.)
şöyle buyurmaktadır:
"İş (hususunda)
onlarla müşavere et."
"Onların işleri, kendi
aralarına, müşavere iledir."
Bu
ifadeler, hem kadına, hem de erkeğe şamildir. Aynı şekilde emr-i
bi'l ma'ruf ve nehyi ani'l münker görevini ifa etmek aralarında
herhangi bir ayırım bulunmaksızın hem erkeğin hem de kadının
yapması gereken görevlerdendir. Nitekim, Allah (c.c.) şöyle
buyurmaktadır:
"Sizden, hayra davet
eden, marufu emreden, münkerden nehyeden bir ümmet bulunsun."
Allah
Rasulü ise şöyle buyurmaktadır:
"Sizden bir kimse,
herhangi bir kötülük gördüğü zaman, onu değiştirsin."
Dikkat
edilirse cümle hem erkeğe hem de kadına şamildir. İdarecileri
muhasebe etmek ve denetlemek hem kadına hem de erkeğe farzdır. Nebi
(s.a.v.):
"Din nasihattir.
Denildi ki: Kim için ey Allah'ın
Rasulü? Dedi ki: Allah, Rasulü, müslümanların
yöneticileri ve tüm Müslümanlar için nasihattir"
derken nasihatı, hem erkek
hem de kadın için bir hüküm olarak belirtmekteydi. Hadiste
belirtildiği gibi nasihatta bulunma görevi yalnızca erkekle
sınırlı tutulmamıştır. Hadise göre kadın erkek ayırımı
yapılmaksızın müslüman olan herkes, hem müslümanların yöneticileri
hem de tüm insanlar için nasihatta bulunma görevini ifa etmekle
yükümlüdür. Asrı saadette kadınların Rasulullah (s.a.v.) ile
tartışmaları ve bazı konular hakkında soru sormaları; günümüzdeki
kadınların da yönetim yetkisine sahip olan kimselerle tartışabileceklerine
ve onlara birtakım sorular sorabileceklerine işaret etmektedir. Bir
bayram günü Allah Rasulü’nün erkeklere vaaz ettikten sonra kadınların
bulunduğu yere geçip onlara da öğütte bulunduğu ve onlara şöyle
dediği rivayet edilmektedir:
"Sadaka verininiz,
çünkü çoğunuz cehennem odunusunuz"
deyince,
yanakları işaretlenmiş bir kadın, kadınlar arasından ayağa
kalktı ve; Niçin ey Allah'ın Rasulü? dedi..."
Bu hadis, kadınların
Allah'ın Rasulü ile münakaşa ettiğine ve haklarında söylediğinin
sebebini sorduklarına işaret etmektedir. Salebe kızı Havle olayı şöyledir:
"Havle, kocasının kendisi için söylediği zıhar durumunu
sormak üzere Allah'ın Rasulüne gelmişti. Allah Rasulü
(s.a.v.):
“Senin bu sorduğun bu mesele hakkında yanımda hiçbir şey
yoktur" dedi. Bunun üzerine
kadın, bu konuda Allah Rasulü ile mücadele etti.”
Bu, meşhur bir olaydır. Nitekim, Kur'an-ı Kerimde bu hususa işaret
edilmektedir:
"Kocası hakkında
seninle cedelleşen ve Allah'a şikayet eden kadının sözünü, Allah
işitmiş bulunuyor. Allah, sizin karşılıklı konuşmalarınızı
işitiyor."
mealindeki
ayet, kadınların Allah Resulü ile münakaşa ettiklerini açıkça
belirtmektedir. Her konuda, kadının kendi reyini açıklayabileceği
ve bu konuda münakaşa edebileceği hususunda herhangi bir şüphe
yoktur. Bu konuda icma vuku bulmuştur.
Kadının, kendi görüşünü
temsil edecek kimseyi vekil tayin edebileceği ve başkasının adına
vekil olabileceğinin caiz oluşunda herhangi bir ihtilaf yoktur.
Çünkü kadın; nikah, alış-veriş, icare ve diğer muamelelerde,
kendisini temsil edecek kimseyi vekil tayin edebileceği gibi
başkasına da vekil olabilir. Bu konuda herhangi bir tahdit de yoktur. Yani kadının
vekalet alması veya vekalet vermesi sadece bazı alanlarla sınırlı
olmayıp her şeyi kapsamına almaktadır. Ümmet Meclisi üyeliğinde görüş
belirtme olayı da bundan bir parçadır. Dolayısıyla kadının
dilediğine vekil olması veya vekalet vermesi
şer'an caizdir.
Ümmet Meclisi, rey ve görüşlerin
belirlendiği bir yer olduğuna göre ve meclis üyeleri de başkalarını
temsilen orada bulunduklarına göre kadın; Ümmet Meclisi üyeliğine
hem seçilebilir, hem de seçebilir. Kadın, başkasına vekil
olabileceği gibi, rey ve görüşlerini bildirmek üzere başkasını
da vekil tayin edebilir. Nitekim Allah'ın Rasulü gönde-rilişinin on
üçüncü yılında, yani hicret ettiği yıl, ikisi kadın olmak
üzere yetmiş üç kişi Mekke'ye yanına gelmişti. Bu kadınlardan
biri Mazin oğullarının kadınlarından biri olan Ümmü Ammara diğeri
ise Seleme oğullarının kadınlarından Amr b. Adiyye'nin kızı Esma
idi. Onlarla Akabede buluşmak üzere sözleşmişti. Gece yarısı
erkekler dağı tırmanırlarken, iki kadın da onlarla beraber dağı
tırmanıyorlardı. Akabede buluştukları zaman Allah Rasulü onlara şöyle
dedi:
"Kadınlarınızı ve
çocuklarınızı koruduğunuz gibi, beni de koruyacağınıza binaen
sizden biat alıyorum."
Onların,
bu teklife karşı cevapları şöyleydi:
"Zorlukta ve rahatlıkta,
sevinçte ve kederde, seninle birlikte olacağımıza, dinleyip, itaat
edeceğimize, hiç kimsenin kınamasından korkmayarak nerede olursak
olalım hakkı söyleyeceğimize dair biat ettik." 
Bu biat,
siyasi bir biattır. Kadının siyasi bir biatta bulunması caiz
olduğuna göre, seçmesi ve seçilmesi de caizdir. Çünkü biat etmek
ve seçmek, yöneticiyi seçmek ve ona itaat etmek kapsamında
değerlendirilir.. Biat ve seçme olaylarının aynı şeyler olduğunun
delili şudur: Halife, biat edilmezse şer'an halife olamaz. Onu halife
yapan şey biattır. Biat, hakikatte halifeyi seçmek olup; onu
dinleyip, ona itaat etme taahhüdüdür. Biat, sadece dinleyip, itaat
ahdi vermekten ibaret değildir. Hilafet akdi tahakkuk ettikten sonra
itaat ve dinleme mecburiyeti biat etmeyenleri de kapsar. Fakat ilk biat,
seçme ve dinleyip itaat biatıdır. Bunda rıza şarttır. Çünkü
böylesi bir biat, razılık aktidir. Bunun için, biat ve seçme aynı
şeylerdir. Ümmet Meclisi’nde kadını temsil edecek kişiyi seçmesi
daha evladır. Çünkü en yüksek bir mevki olan halifeyi seçmeye kadın
selahiyetli olduğuna göre, kendi reyini temsil edecek birini vekil
tayin etmesi elbette ki caizdir. Böylece, kadının Ümmet Meclisi’ne
üye olarak seçilme ve seçme hakkına sahip olması şer'an caizdir.
İkinci Akabe Biatı,
kadının Ümmet Meclisi’ne, kendisinden başka birini seçebileceğinin
caiz olduğuna delalet eden bir delildir. Şûra Meclisi’ne kadının
üye olarak seçilmesine gelince; Allah'ın Rasulü Akabe’de biat işini
bitirince onlara şöyle demişti: "Kendi aranızdan
kavimlerini temsil edecek olan, on iki kişiyi seçiniz." Rasulün
bu emri herkes için geçerli bir emirdir. Burada, Allah Rasulü erkek
kadın ayırımı yapmamıştır. Gerek seçecek ve gerekse seçilecek
kimselerden erkek kadın ayırımına gitmemiştir. Umumi
olan bir ifadeyi tahsis eden başka
bir delil varid olmadığı müddetçe umumiliği üzerinde bırakılır.
Delil tahsis edilmediğine göre hem kadına hem de erkeklere şamildir.
Binaenaleyh Ümmet Meclisi’nde,
kadının üye olarak bulunması, meclis üyelerini seçmesi, başkasının
reyini temsil edebilmesi, başkasının da kendi reyini temsil
edebileceğinin delili İkinci Akabe Biatıyla sabittir.
Şûrada kadın ve erkeğin
hak sahibi olduklarında herhangi bir şüphe yoktur. Yöneticinin
muhasebe edilmesi ve denetimi hem erkek ve hem de kadın üzerine farzdır.
Aynı şekilde emr-i bi'l maruf, nehy-i ani'l münker görevi hem erkek,
hem de kadın üzerine farzdır. Nasihat, hem erkek hem de kadın için
meşru kılınmıştır. Görüşünü temsilen vekalet tayini hem erkek
hem de kadın için bir haktır. Kadının kendisine ait bir görüşü
vardır. Bu görüşün; siyasi veya birbaşka görüş olması
arasında fark yoktur. Ümmet Meclisi’nin görevlerinden olan; şura,
yöneticileri muhasebe etmek, ma'rufu emredip münkerden sakındırmak,
görüş belirtmekle alakalı olan her konuda müslümanların
imamlarına (yöneticilerine) nasihatta bulunmak gibi işlerin hiçbirinin
yönetimle ilgili olmaması, kadının Ümmet Meclisi’ne üye olmasında,
Ümmet Meclisi üyelerini seçmesinin caiz oluşunda herhangi bir şüphenin
bulunmamasını gerektirir.
Ancak bazı kimseler; biatın
dinlemek ve itaat etmek üzere alınan bir söz olduğu, seçim olmadığını
ileri sürerek bunu kadının Ümmet Meclisi’ne seçilmesine delil
olarak kabul etmemekte ve bu konuda şüpheye düşmektedirler. Dikkat
edilirse Ümmet Meclisi’nin görevi görüşle alakalı hususlardır.
Kadının, dilediği kimseyi görüş belirtmede kendisine vekil tayin
etme hakkına sahip olması; kadının Ümmet Meclisi üyelerini
seçmesinin caiz olmasında herhangi bir şüphenin olmamasını
gerektirir. Üstelik başlangıç itibarıyla biat, karşılıklı
rızaya dayananan bir akittir. Biatta bulunanların serbest iradeleri
ile halifenin seçilmesi işlemidir. Sanıldığı gibi biat, sadece
itaat için verilen bir söz değildir. Bu yönüyle biat, halifenin
seçilmesi işlemidir. Dolayısıyla kadının da yöneticiyi seçme
hakkına sahib olduğu İkinci Akabe Biatı ile sabittir. Kadının
halifeyi seçmesi caiz olduğuna göre Ümmet Meclisi üyelerini
seçmesi haydi haydi caizdir. Diğer taraftan bazıları, Ümmet Meclisi’ni
parlamentoya benzeterek kadının Ümmet Meclisi’ne üye olmasının
caizliği hususunda şüpheye düşmüşlerdir. Oysa Ümmet Meclisi’nin
görev ve yetkileri ile parlamentonun görev ve yetkileri birbirinden
tamamen farklıdır. Ümmet Meclisi görüş belirtme yeri olduğu
halde, parlamento aynı anda yasama ve yürütme organıdır. Dolayısı
ile bunlar birbirine benzemezler. Bu durumda kadınların Ümmet Meclisi’ne
üye olmalarının caiz olması hususunda herhangi bir şüphenin
olmaması gerekir. Böylece kadının; Ümmet Meclisi’ne üye olmasının
ve meclis üyelerini seçmesinin caizliği hususunda herhangi bir şüphe
kalmamaktadır.
|
|