Fıkhın Gelişmesi


Fıkıh; İslâmî bilgilerin en kıymetli olanlarından ve toplum üzerinde de etkisi en büyük olanlarındandır. İslâm kültürüne ait bölümlerin en önemlisidir. Zira İslâm kültürü, Kitap Sünnet ve bu ikisinin anlaşılması için ortaya konan ve bunların uzantısı olan bilgilerden meydana gelmektedir. İslâm kültürü, Arapça lisanı ile ilgili ilim dallarını, Hadis ilimlerini ve tefsirle ilgili ilimleri kuşatmasına rağmen, onun en belirgin yönü, hayata bakış açısı ile bağlantılı fikirler ve hayatın sorunlarını çözen çözümlerdir. Bir başka ifade ile o hem akide hem de Şer’î hükümlerde kendini gösterir. Çünkü İslâm kültürü, hayatta karşılaşılan sorunları çözmeye yönelik olarak alınan pratik kültürdür. İçerisinde akideye ait konulardan daha ziyade sorunlara ait çözümleri yani daha çok hükümleri bulundurmaktadır. Fıkıh, ancak bu hükümleri bilmekle olur.

İslâmî kültürün ve Şer’î hükümlerin öğrenilmesi Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'in resul olarak gönderilmesinden itibaren başlar. Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem tek başına Şer'î hükümlerin kaynağı idi. Çünkü insanlara Allah Subhenehû ve Teala’nın dinini öğretmesi için gönderilmişti. Allahu Teâla şöyle buyurmaktadır:

يَاأَيُّهَا الرَّسُولُ بَلِّغْ مَا أُنزِلَ إِلَيْكَ مِنْ رَبِّكَ وَإِنْ لَمْ تَفْعَلْ فَمَا بَلَّغْتَ رِسَالَتَهُ  "Ey Resul Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer yapmazsan onun elçiliğini yapmamış olursun."[1]

وَأَنزَلْنَا إِلَيْكَ الذِّكْرَ لِتُبَيِّنَ لِلنَّاسِ مَا نُزِّلَ إِلَيْهِمْ "Sana da insanlara indirileni açıklayasın diye bu zikri indirdik."[2]

Resulün dışında Müslümanlardan herhangi biri, yalnız başına herhangi bir konuda veya herhangi bir hüküm hakkında görüş belirtemez. Çünkü Resul onların aralarındadır ve herhangi bir mesele ile ilgili olarak ona müracaat etmeleri kolaydır. Resul varken ne tür bir olay olursa olsun, herhangi birinin kendinden bir görüş belirtmesine asla yol yoktur. Bu nedenle onlar, bir olayla karşılaştıklarında ve bir ihtilaf vuku bulduğunda ve onlardan birinin aklına bir şey takıldığında hemen Resule soruyorlar ve Resul bazen bir ayet ile bazen de Hadis ile görüşünü onlara bildiriyor, aralarındaki ihtilafı gideriyor ve onların sorularını cevaplandırıyordu.

Ancak Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem zamanında bazı Sahabelerin ictihad ettiklerine ve bazı anlaşmazlıklara ictihadları ile hükmettiklerine veya bazı vakıalarla ilgili olarak hüküm istinbat ettiklerine dair gelen haberlere gelince:

Bu ictihadların hiçbiri Şer’î hükümlere kaynak teşkil etmemekteydi. Bunlar ancak, Şeriatı anlamak için yapılan hareketlerden, Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'den gelen bir emirin yerine getirilmesi ve Şeriatın tatbikinden ibarettir. O müçtehitlerin de anladıkları gibi bunlar Kitap ve Sünnete dayanmaktadır. Buna bu ictihadların içerisinde meydana geldiği durum delâlet etmektedir. Zira. Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'in Ali b. Ebi Talib'i Yemen'e kadı olarak gönderirken ona şöyle dediği rivayet edilir:

إِنَّ اللَّهَ سَيَهْدِي قَلْبَكَ وَيُثَبِّتُ لِسَانَكَ فَإِذَا جَلَسَ بَيْنَ يَدَيْكَ الْخَصْمَانِ فَلا تَقْضِيَنَّ حَتَّى تَسْمَعَ مِنَ الآخَرِ كَمَا سَمِعْتَ مِنَ الأوَّلِ فَإِنَّهُ أَحْرَى أَنْ يَتَبَيَّنَ لَكَ الْقَضَاءُ   "Allah, kalbine hidayet verecek ve lisanını sabitleştirecektir. Davalı ve davacı iki hasım senin önünde oturduğu zaman birinci konuşanı dinlediğin gibi diğerini de dinlemedikçe aralarında hüküm verme. Böyle davranman, durumun aydınlanması açısından senin için daha iyidir."[3]

Yine Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'in Muaz b. Cebel'i Yemen'e gönderirken ona şöyle dediği rivayet olunur:

كيف تقضي إذا عرض لك قضاء ولم تجد في كتاب الله ولا في سنة رسوله ما تقضي به؟ فقال معاذ اجتهاد رأيي فقال الرسول الحمد لله الذي وفق رسول رسول الله لما يرضي الله ورسوله    "Sana bir dava geldiği zaman onun hükmünü Allah’ın Kitabında ve Resulü'nün Sünnetinde de bulamazsan ne ile hükmedeceksin? Muaz, görüşümle ictihad ederim dedi. Bunun üzerine Resul Sallallahu Aleyhi Vesellem şöyle dedi: Allah’ın Resulünün elçisini Allah ve Resulünün razı olacağı hususta muvaffak kılan Allah’a hamdolsun." [4]  

Yine aralarındaki duvarın her birinin de kendisine ait olduğunu iddia eden iki komşusu arasındaki anlaşmazlığa hükmetmesi, gidermesi için Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem Huzeyfe b. el-Yeman'ı görevlendirdi.

Bir başka olayda ise Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem Amr b. al-As'a şöyle dediği rivayet edilir:

أحكم في هذه القضية. فقال عمرو أأجتهاد وأنت حاضر؟ قال نعم ان أصبت فلك أجران وان أخطأت فلك أجر   “Bu dava hakkında hükmet. Bunun üzerine de Amr; Sen burada iken ben ictihad mı edeyim? Diye sordu. Allah’ın Resulü ise şöyle dedi: Evet, eğer isabet edersen senin için iki sevap, hata edersen bir sevap vardır."[5]

Bütün bunlar ve benzerleri, Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem zamanında Müslümanların yapmış olduğu ictihadların, ancak Resul Sallallahu Aleyhi Vesellem'in emri ile yapıldığına ve bunun kaynağının da yine kendisi olduğuna delâlet etmektedir.

Buna göre, Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'in dönemi bütün İslâm kültürünün ortaya çıkıp vücut bulduğu dönemdir. Bu durum Sallallahu Aleyhi Vesellem'in gönderilişinden vefatına kadar geçen yirmi iki küsür yıl devam etti. Kur'an'ın tamamı bu zaman içerisinde indi. Ve yine Sünnet-i Şerif de bu müddette tamamlandı. Kur'an ve Sünnet; fikirler, hükümler ve kültür için İslâm'ın tek kaynağıdırlar. 

Hicretin on birinci yılında Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'in vefatı ile Sahabe dönemi başladı. Sahabe dönemi aynı zamanda tefsir ve hakkında nassın bulunmadığı ortaya koymadığı olaylarla ilgili olarak istinbat/hüküm çıkarma kapılarının açıldığı dönemdir. Sahabeler, Kur'an'ın ve Sünnetin nasslarının tamamının henüz Müslümanlar arasında yayılmadığını ve herkesin elde edebileceği şekilde bulunmadığını gördüler. Çünkü Kur'an'ın nassları, Resulün ve bazı Sahabelerin evinde özel sayfalarda yazılmış bir şekilde bir arada bulunuyordu. Sünnet ise henüz bir araya toplanmış değildi.

Sahabeler Kur'an ve Sünnetin teşrii sırasında meydana gelen birtakım olaylar hakkında hükümler koyduğunu, olması muhtemel varsayıma dayalı olaylar hakkında ise hükümler koymadığını gördüler. Müslümanlar, Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem zamanında vuku bulmayan birtakım olaylar ve sorunlarla karşılaştılar. Resul Sallallahu Aleyhi Vesellem’in bu olaylar ve sorunların hükümlerini belirleyen açık nasslar bırakmadığını gördüler. Aynı zamanda Müslümanlardan her ferdin Kur'an ve Sünnetin nasslarından kendi başına hüküm çıkarabilecek güçte olmadığını da gördüler. Çünkü insanlar bu nassları ancak, onlara bunları anlatacak kimseler aracılığı ile anlayabilmektedirler. Dolayısıyla da insanlara bu nassları anlatabilecek şahısların bulunması gerekmektedir. Bu nedenle, Müslümanlar arasında Kur'an’ı Kerimi ve Resulün Hadislerini yaymanın kendilerine ait bir görev olduğunu idrak ettiler.

Bu amaçla Kur'an’ı toplama ve toplanan nüshadan birçok nüshalar çoğaltarak Müslümanlar arasında yayma işini yerine getirdiler. Sünnetin rivayetinde, bunu nakleden ravilerin güvenilir kimseler olmasını sağlayacak gerekli ihtiyati tedbirleri aldılar. Aynı zamanda, Kitap ve Sünnetin nassları ile ilgili olarak Müslümanların muhtaç oldukları tefsir ve açıklamaları yapmanın da onların üzerine düşen bir görev olduğunu idrak ettiler. Ve insanlara dinlerini öğretmeye başladılar.

Sonra da insanların, hakkında nass bulunmayan olaylarla karşılaştıklarında insanlara fetva vermek zorunda olduklarını gördüler. Bu amaçla da ortaya çıkan meselelerde gerekli hükümleri istinbat etmeye, dinin en güzel emrini yerine getirmeye başladılar.

Şer’î hükümler konusunda Sahabelerin takip ettikleri metot şöyle idi:

- Karşılaştıkları olayın hükmünü gösteren Kur'an'da ve Sünnette bir nass buldukları zaman buldukları nassdan öteye geçmezler ve nassı olaya doğru bir şekilde tatbik edebilmek için bütün gayretlerini bu nasslardan kastedilen manayı anlamaya harcarlardı.

- Karşılaştıkları olayın hükmünü gösteren Kur'an'da ve Sünnette bir delil bulamadıkları zaman ise, hükmü istinbat için ictihad ederlerdi.

- İçtihatlarında Şer’î nassları iyi bir şekilde anlamaya ve şifaen Resulden öğrendikleri bilgilere, ayetlerin inişine ve olaylara tatbik edilmelerine şahit olarak sahip oldukları bilgilere dayanıyorlardı.

Onların yaptıkları ictihadları inceleyenler, hakkında nass olmayan olayı, hakkında nass bulunan olaya Kıyas ettiklerini görürler. Onlar "Maslahatı celb ve mefsedeti def etmeyi/maslahatı elde etmeyi ve zararları gidermeyi " hükümler için bir illet saymıyorlardı. Şeriatın kendisine delâlet ettiği maslahata itibar ediyorlardı. Hakkında nass bulunmayan maslahatları, hakkında nass bulunan maslahatlara Kıyas ediyorlardı. Maslahatı tespit hakkında kendi görüşlerini söylemiyorlardı. Çünkü kişisel görüşe dayanarak söz söylemek nehyedilmişti.

Tarihçiler, muhaddisler ve fakihler Sahabelerden birçok ictihad nakletmişlerdir. Bunlardan, onların Şeriata ne kadar bağlı oldukları ve Şeriatı ne kadar anladıkları anlaşılmaktadır. Bunlara birkaç örnek:

Bir kadın, dostu ile kocasının oğlunu öldürmek üzere anlaşmış ve onu öldürmüştü. Olay Ömer'e intikal edince Ömer; Bir kişiye karşılık iki kişi öldürülebilir mi diye tereddüt etti. Bunun üzerine Ali Radıyallahu Anhu şöyle dedi: "Söyle bakalım, bir grup bir deveyi beraberce çalsalar ve deveyi kesip aralarında paylaşsalar her biri bir parça alsa, her birine hırsızlık cezasını uygular mıydın? deyince Ömer: "Evet" diye cevap verdi. Ali de dedi ki; "İşte bu da öyledir." Bunun üzerine Ömer Ali'nin görüşü ile amel etti ve amiline ikisini de öldürmesini emrederek şöyle yazdı: "Eğer San'a halkının tamamı bu cinayete katılmış olsaydı hepsini öldürürdüm."

Yine bir gün ortak bir meselede ihtilaf ettiler: Bir kadın ölmüş ve geride kocası, anası, ana bir kardeşleri ve öz erkek kardeşleri kalmıştı. Ömer kocaya 1/2, anneye 1/6 ana bir kardeşlere 1/3 verdi ve öz kardeşlere hiçbir şey kalmadı. Bunun üzerine öz kardeşler ona; “Diyelim ki babamız eşekti. Biz aynı anneden değil miyiz?” Ömer görüşünü değiştirdi ve onları da mirasa ortak etti.

Eğer maslahat bizzat nassın kendisinden anlaşılıyorsa, Sahabeler nassın kendisi için geldiği maslahatı yakalayıp anlamaya çalışıyorlardı. Allahu Teâla'nın şu ayeti buna örnektir:

إِنَّمَا الصَّدَقَاتُ لِلْفُقَرَاءِ وَالْمَسَاكِينِ وَالْعَامِلِينَ عَلَيْهَا وَالْمُؤَلَّفَةِ قُلُوبُهُمْ    "Sadakalar, Allah'tan bir farz olarak; ancak fakirler, miskinler, sadaka üzerinde memur olanlar, kalpleri ısındırılanlar... aittir."[6]

Allahu Teâla, kalpleri İslâm'a ısındırılanları zekât verilecek kimseler arasında saymaktadır. Nebi Sallallahu Aleyhi Vesellem'in de kalpleri İslâm'a ısındırılmak istenen bazı kimselere sadaka verdiği sabittir. Resulün vefatından sonra Ömer'in onlara zekât vermediği ve onlara şöyle dediği rivayet edilir:

"Allah İslâm'ı güçlendirdi ve artık İslâm'ın size ihtiyacı kalmadı. Eğer İslâm üzere devam ederseniz ne ala. Eğer devam etmek istemezseniz sizin ile bizim aramızda kılıç vardır."

Ömer kalplerin ısındırılmasının devletin güçsüz olması nedeniyle yapılan bir hareket olduğunu ve وَالْمُؤَلَّفَةِ قُلُوبُهُمْ "kalplerin ısındırılması" kelimesinin de bu anlama geldiğini, söyledi. Zira Ömer’e göre; kalplerin ısındırılması ancak onlara ihtiyaç olduğu zaman geçerlidir. İslâm'ın güçlenmesi ile ise artık onlara ihtiyaç kalmadığını, ihtiyacın ortadan kalkması ile de, kalplerin ısındırılmasına neden olan illet de ortadan kalkmıştır. Dolayısıyla bununla ilgili bu hüküm de kalkmıştır.

Sahabeler bilmedikleri nassları öğrenmek maksadıyla insanlara soruyorlar ve araştırıyorlardı. Sahabeler Radıyallahu Anhum Hicaz'da toplanarak Kitap ve Sünneti araştırıyorlardı. Kitap ve Sünnette bir mesele ile ilgili hükmü bulamadıkları zaman, Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'in böyle bir mesele hakkında bir hükümde bulunduğunu bilen bir kimsenin olup olmadığını araştırmak üzere Müslümanlara soruyorlardı. Bu nedenle birbirlerine müracaat ediyorlar ve sordukları mesele hakkında görüş belirtebilmek amacıyla bir araya gelip meseleyi soruşturuyorlardı.

Ebu Bekir ve Ömer hükümleri istinbat ederken halka müracaat ediyorlardı. el- Bağavi "Mesabihi's Sünne" isimli eserinde şöyle demektedir:

“Kendisine bir dava geldiği zaman Ebu Bekir, Allah Subhenehû ve Teala’nın Kitabına bakar. Eğer orada bir hüküm bulursa onunla hükmederdi. Kitapta bulamazsa, bu konu ile ilgili olarak Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'in Sünnetinden bildiği ile hükmederdi. Eğer bu ikisinde de bulamazsa çıkıp Müslümanlara sorar ve şöyle derdi: Bana şöyle şöyle bir dava geldi. Eğer bu konuda Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'in verdiği bir hükmü biliyorsanız bana söyleyin. Bazen ashabdan bir cemaat yanına gelerek Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'in o konudaki hükmünü bildirirlerdi de bunun üzerine Ebu Bekir şöyle derdi: "Nebi Sallallahu Aleyhi Vesellem'in uyguladığı hükümleri ezberleyen insanları aramızda bulunduran Allah Subhenehû ve Teala’ya hamd olsun." Eğer o meselenin hükmünü Nebi Sallallahu Aleyhi Vesellem'in Sünnetinde de bulamazsa halkın ileri gelenlerini toplar ve onların seçkinleri ile istişare ederdi. Eğer onların görüşleri bir hüküm üzerinde birleşirse ona göre hükmederdi.”

Ömer Radıyallahu Anhu'nun de bildiği halde sahabeler ile istişare ettiği rivayet edilir. Hatta kendisine bir olay getirildiği zaman; "Bana Ali'yi çağırın ve bana Zeyd'i çağırın" derdi. Onlarla istişare eder sonra da ittifak ettikleri ile karar verirdi.

Sahabelerin birbirlerine müracaat ettiği bu metotla, aralarında görüş ayrılıkları nadiren görülmekteydi. Çünkü onlardan her biri kendinde var olan görüşü diğerine açıklıyor ve görüşünü hangi delille delillendirdiğini gösteriyordu. Böylece onların tamamı hak ve doğru olana yöneliyorlar ve bir kısmı diğerinin görüşüne başvuruyordu. Onlar her ne kadar bazı hükümlerle ilgili görüşlerinde ihtilaf ediyorlarsa da onların ihtilafları nadiren görülmekteydi ve ihtilafları, anlama metodunda değil anlamada oluyordu.

Fetihlerin genişlemesiyle Sahabeler çeşitli şehirlere dağılınca hakkında nass bulunmayan bir olayla karşılaşıldığı zaman bu Sahabeleri bir araya toplamak kolay olmadı. Şehirlerin birbirinden uzak olması ve yaşadıkları şehirde karşılaştıkları olay hakkında hemen hüküm verme zaruretinden dolayı, görüşünü diğerlerine açmaya veya başkasının görüşüne başvurmaya imkân bulamadılar ve bulunduğu yerde her Sahabe gösterdiği görüşte yalnız kaldı. Müslümanların yaşadığı şehirlerin her birinde bir veya daha fazla Sahabe bulunuyordu. Onlar bulundukları yerlerde meseleler hakkında kendilerine Şer’î hükmün sorulduğu kimselerdi. Hakkında nass bulunmayan meselelerde hükümler istinbat ediyorlar, insanlara Kitap ve Sünneti öğretme görevini üstlendikleri gibi nassların açıklanması işini de üstlenmişlerdi.

O dönem, Sünnet henüz bir araya getirilmemişti. Bu nedenle de tek olay hakkında Sahabelerin görüşleri de farklı oluyordu. Onlardan her birinin istinbat ettiği ve fetva verdiği görüşüne göre bir delili vardı. Bununla beraber bu görüşlerin tamamı, onların tamamı tarafından kabul görmüş Şer’î hükümlerdi. Çünkü onlar yalnızca nassı anlama konusunda ihtilaf etmişlerdi. İçtihat metotları ise, Kur'an ve Hadisle ilgili nassı esas alarak önce bunları araştırmaya dayanan tek bir metotları vardı. Onlara göre maslahatlar ancak Şeriatın delâlet ettiği maslahatlardır. Meseleleri ve maslahatları da Kıyaslıyorlardı. İçtihat metotlarının tek olması, anlayıştaki bu farklılık üzerinde herhangi bir etki meydana getirmiyordu. Tam tersine fıkhın gelişmesi ve büyümesine bir sebep teşkil ediyordu. Ortaya çıkan olaylar ve sorunlar kadar fetvalar vermişlerdir. Aralarındaki ihtilaflar önemli bir yer işgal etmediği gibi fûruu konuları da aşmamıştır.

Sahabeler arasında detay konulardaki ihtilaf iki sebebe dayanmaktadır:

1. Kur'an'ın ve Sünnetin nasslarının büyük bir bölümü kast edilene delâletleri açısından katiyyet değil zannilik ifade etmekteydi. Bir nass, şu manaya delâlet edeceği gibi lügat açısından iki veya daha fazla anlama gelebilen müşterek manaya da delâlet etmesi nedeniyle bir başka manaya da delâlet etmekte veya lafız tahsis ihtimali olan genel bir lafız olabilmektedir. Onlardan her müctehid kendinde var olan karinelere göre belli bir anlamı tercih ediyordu.

2. Sünnet henüz bir araya toplanmamıştı. Bütün Hadisler bir kitapta toplanmadığı gibi bütün Müslümanların aynı seviyede istifade edebileceği şekilde Müslümanlar arasında yaygın da değildi. Sünnet henüz rivayet ve ezber yoluyla intikalini sürdürüyordu. Bazen Mısır'daki bir müctehidin bildiği bir Hadisi Şam'daki bir müçtehit bilemiyordu. Daha önceden bilmediği bir Sünneti başkasından öğrendiği zaman bazı müçtehitler çoğu kez verdikleri fetvadan dönüyorlardı. Bu da detay konularda ihtilaflara neden oluyordu. Ancak deliller ve usul değişmiyordu. Bu nedenle de ictihad metodunda farklılık olmuyordu.

Özetle Sahabeler, Şeriatı biliyorlardı. Kur'an'ı öğrendiler ve Hadisi Resul Sallallahu Aleyhi Vesellem'den aldılar. Risalet sahibi Efendimiz Muhammed Sallallahu Aleyhi Vesellem'le olan beraberliklerinden dolayı kendilerini İslâm hükümlerini uygulamaya vakfettiler. İnsanların arasında hükmediyorlar, meseleleri belli bir hükme bağlıyorlar ve onlara dinlerini öğretiyorlardı. İkamet ettikleri belde insanları için bir nur ve Şeriat için güvenilir bekçi idiler. İslâm'a davette güven veren ve sadık kimselerdi. İnsanlara Kur'an'ı okuyorlar, Şeriatı ve hükümlerini öğretiyorlardı. İnsanlara İslâm'ın öğretilmesinde teorik yolu değil pratik bir yolu takip ediyorlardı. İnsanlara, İslâm'ı ve hükümlerini, bu hükümlere göre hayatın sorunlarının nasıl çözüleceğini ve onlardan yararlanma metodunu da öğretiyorlardı.

Onlar, yönetici kimselerdi. Aynı zamanda da öğretici kimselerdi. İnsanlar, kendilerinden İslâm kültürünü, İslâm'ı almak ve hükümleri anlamak için Sahabeye doğru koşuyorlardı. Şer’î hükümler hakkında açıkladıkları görüşler fetvalar olarak isimlendirildi. Kadın erkek Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'in ashabından 130 civarında fetva ezberlenmiştir. Bunların içerisinde ilim ve görüş belirtmede yedi kişi ön plana çıkmaktadır. Ve bunlar “El-Müksirûn” diye isimlendirilmiştir. Bu yedi kişi şunlardır: Ömer, Ali, İbni Mesud, Aişe, Zeyd b. Sabit, İbni Abbas ve İbni Ömer.

Halifeler, valiler ve diğer yöneticiler Şer’î hükümler konusunda fakih, âlim kimselerdi. Fetva ile meşgul idiler. Onun için İslâm onlarda cisimleşmişti. Zira akılları İslâm kültürü ile dolu idi. Fikirleri bu kültürden kaynaklanmaktaydı. Doğruladıkları mefhumları bu fikirlerin anlamları idi. Bu emirleri, yasakları ve hükümleri onlar infaz ediyorlardı. Halife ve vali düşünüyor, düşündüğü ile amel ediyor, anlıyor ve anladığı ile de hükmediyordu. Bu nedenle amelleri isabetli, işleri dosdoğru, şahsiyetleri üstün, insanlara karşı konuşmalarında doğru sözlü ve verdikleri hükümler bütün incelikleri ile İslâm çizgisine tamamen bağlı kimselerdi.

Tabiinden bir grup Sahabelerden ayrılmayarak, onlardan Kur'an'ı aldılar, Sünneti onlardan rivayet ettiler, onların fetvalarını ezberlediler ve hükümleri istinbat metotlarını anladılar.

Sahabeler hayatta iken fetva veren Tabiinin ileri gelenlerinden, Medine'de Said b. el-Müseyyeb'i, Kufe'de de Said b. Cübeyr'i zikredebiliriz. Bu nedenle Sahabeler dünyadan göçtüklerinde fıkıhta ve istinbatta onların yerini Tabiinin doldurduğunu görmekteyiz. Tabiin de ictihadlarına göre hükümler istinbat ediyorlardı. Onlar bir mesele hakkında hüküm vermek istedikleri zaman cevabını önce Allah Subhenehû ve Teala’nın Kitabı'nda ve Resulünün Sünnetinde arıyorlardı. Bu ikisinde bulamazlarsa Sahabelerin fetvalarını inceliyorlardı. Onlar fıkhi açıdan Sahabelerin fetvaları arasında tercih yapıyorlar, onlardan bir kısmının görüşünü alıyorlar, bazen de Sahabelere muhalefet ediyorlardı.

Hüküm istinbatında Tabiin de Sahabelerin metodunu uyguluyordu. Bu nedenle verdikleri fetvalar, herhangi bir varsayıma göre değil ortaya çıkan olaylar ve sorunlar kadardı. Yani olaylar kadar fetvalar bulunmaktaydı. Yine onlar arasındaki ihtilaflar da pek fazla değildi. Aynı zamanda ihtilaf sebepleri, Sahabelerin ihtilaflarını da aşmıyordu. Bu ihtilaflar Şer’î deliller üzerinde değil, nassların anlaşılması konusunda idi. Bu nedenle onların ihtilafları Müslümanlar arasında hayatta herhangi bir etkisi olmamıştır.


[1] Maide: 67

[2] Nahl: 44

[3] Ebu Davud, Akdiyyeh, 3111

[4] Ebu Davud

[5] Buhari, Müslim

[6] Tevbe-60