2-1: Hakim:
Hükümle ilgili konuların en önemlisi, en önceliklisi, en gereklisi hüküm
çıkarırken kime müracaat edileceğini yani hakimin/hüküm koyucunun kim
olduğunu açıkça bilmektir. Çünkü hükmü ve türünü bilmek bu bilgiye bağlıdır.
Burada “hakimden” kasıt, her konuda yetkili olan yürütme otoritesine
sahip olan kişi değildir. Bilakis hakimden kast olunan, eşya ve
fiiller konusunda hüküm koyma yetkisine sahip kimsedir. Çünkü bu varlık
âleminde hissedilen şeyler, insanın fiilleri ve insan fiilleri dışındaki
eşyadır. Mademki insan bu kâinatta yaşamaktadır, öyle ise bu hususta bahis
konusu olan insandır. Hüküm koymak da ancak insan için ve insanla alakalı
olur. Şu halde insan fiilleri ve fiillerle alakalı eşya hakkında hüküm
kaçınılmaz olmaktadır. Öyle ise bu konuda hüküm koyma yetkisine sahip tek varlık
kimdir? Allah mı yoksa insan kendisi mi, başka bir ifade ile Şeriat mı akıl mı?
Çünkü ‘bu Allah’ın hükmüdür’ diye bize bildiren Şeriattır ve insanı da hüküm
koyucu yapan akıldır. O halde hüküm koyan, Şeriat mıdır, akıl mıdır?
Bu hükmün konusu; yani fiiller ve eşya hakkında hüküm olarak ortaya
konulan şey ise, hüsn/güzellik ve kubuh/çirkinliktir.
Çünkü hüküm koymaktan maksat şudur:
1-İnsanın fiil karşısındaki tavrını belirlemek; o fiili yapacak mı,
yapmayacak mı ya da yapmakla yapmamak arasında serbest mi kalacağını tayin
etmektir.
2-İnsanın fiillerini ilgilendiren eşya karşısındaki tavrını
belirlemektir. O eşyayı alacak mı, terk mi edecek yoksa almakla terk etmek
arasında serbest mi kalacağını tayin etmektir.
İşte, insanın bu tavrını tayin etmesi, karşı karşıya kaldığı şeye bakışına
bağlıdır. O güzel midir, çirkin midir yoksa ne güzel, ne de çirkin midir? Bunun
için istenilen hükmün konusu, hüsn
ve kubuh meselesidir.
Güzellik ve çirkinlikle ilgili hüküm, akla mı yoksa Şeriata mı
aittir? Zira hüküm koymakta bir üçüncü seçenek yoktur.
Buna cevap şöyledir: Fiiller ve eşya hakkında hüküm şu üç açıdan verilir:
1-Fiiller ve eşyanın ne olduklarına dair varlıkları açısından,
2-Fiiller ve eşyanın insan tabiatına ve fıtri/yaratılış eğilimlerine
uygunlukları ve uygunsuzlukları açısından,
3-Yapılmalarının övülmesi, terk edilmelerinin yerilmesi ya da övülmeleri
ve yerilmeleri -yani bunlar hakkında sevap ve cezanın olması ya da sevap ve
cezanın olmaması- açısından.
Bunlar eşya hakkında hükmün üç yönüdür. Vakıa açısından olan birinci yönden,
insan tabiatına uygun olması ve olmaması açısından olan ikinci yönden eşyalar
hakkında hüküm vermek şüphesiz ki insanın bizzat kendisine -yani akıla-
bırakılmıştır, Şeriata değil. Bu iki açıdan eşya ve fiiller hakkında hüküm veren
akıldır. Şeriat bu ikisinden herhangi biri hakkında hüküm vermez. Zira Şeriatın
bu ikisine bir müdahalesi yoktur. Örneğin; ilmin güzel, cehaletin çirkin olması
gibi. Çünkü bunların vakıalarında kemal ve
noksanlık açıkça ortadadır. Aynı şekilde zenginlik güzeldir ve fakirlik
çirkindir. Boğulmakta olan kimseyi kurtarmanın güzel, haksız yere bir malı
almanın ise çirkin sayılması örneğinde olduğu gibi insan tabiatı haksızlıktan
hoşlanmaz ve helak olmak üzere olan birisine yardım etmeye meyleder. Aynı
şekilde tatlı ve hoş şeylerin güzel, acı veren şeyin çirkin olması gibi.
Örneklenen bütün bu hususlarda hüküm vermek için insanın hissettiği ve aklının
kavradığı şeylerin/nesnelerin vakıasına veya hisseden ve aklı ile kavrayan
insanın fıtratına uygunluğuna müracaat edilir. Onun için bu tür konularda
güzelliğin ve çirkinliğin ne olduğuna Şeriat değil akıl karar verir. Yani bu iki
açıdan eşya ve fiiller hakkında hüküm koyma yetkisi insana aittir, hakim/hüküm
koyucu insandır.
Dünyada övülmeleri ve yerilmeleri, ahirette sevap ve ceza açısından fiiller ve
eşya hakkında hüküm vermek; şüphesiz ki sadece Allah’a aittir, insana değil.
Yani Şeriata aittir, akıla değil. Bu; imanın güzelliği, küfrün çirkinliği,
itaatin güzelliği, isyanın çirkinliği, savaşta yalanın güzelliği, savaş dışında
kâfir yönetici yanında da olsa yalanın çirkinliği gibidir.
Bu açıdan fiiller ve eşya hakkında hüküm vermenin akla ait olmayışının sebebi,
aklın vakıasından dolayıdır. Zira akıl; hiss, vakıa, öncül bilgiler ve
dimağ/beyinden oluşmaktadır. Hissetmek, aklı oluşturan unsurların en temel
cüzüdür. İnsanın hissetmediği bir şey hakkında aklının hüküm vermesi mümkün
değildir. Çünkü aklın eşyalar hakkında vereceği hüküm, eşyanın hissedilir
oluşuyla mukayyet olduğundan, hissedilemeyen hususlar hakkında hüküm vermesi de
imkânsızdır. Zulmün övülür-yerilir oluşu, insanın hissettiği hususlardan
değildir. Çünkü o hissedilir bir şey değildir. Dolayısıyla akıl onun hakkında
hüküm veremez. Zulmün övülmesi ya da yerilmesi, ona karşı tabiatında nefret veya
yakınlık duygularının oluşmasına sebep olsa da, sadece bu duygular aklın o şey
hakkında hüküm vermesinde yararlı olmaz. Bilakis hissetmek mutlaka gereklidir.
Bundan dolayı aklın, fiil ve eşya hakkında övmek ve yermek açısından güzellik ve
çirkinlik hükmü vermesi mümkün değildir. Bu sebeple aklın, eşya ya da fiiller
hakkında övmek ve yermek hükmü vermesi caiz değildir. Çünkü bu hükmü vermek onun
için erişilebilir değildir. Bu ona imkânsızdır.
Övmek ve yermek hükmünü koymayı insanın fıtri eğilimlerine terk etmek caiz
değildir. Çünkü bu eğilimler, kendisine uygun düşene, övgüyle, ters düşene ise
yergi ile hükmederler. Hâlbuki eğilimlere uygun düşen hususlar bazen zina,
livata, hür insanları köleleştirmek gibi yerilen fiillerden olabilir. Ya da
bazen de eğilimlere ters düşen hususlar, düşmanla savaşmak, sıkıntılara karşı
sabretmek, ciddi bir eziyeti tahakkuk ettiren durumlarda hak söz söylemek gibi
övülen fiillerden olabilir.
Hükmü; eğilimlere ve arzulara terk etmek, onları övgü ve yergiye ölçü yapmak
demektir. Bu kesinlikle hatalı bir ölçüdür. Çünkü hükmü; eğilimlere ve arzulara
terk etmek apaçık hatadır. Zira bu iş, hükmü vakıaya muhalif, hatalı kılar,
ayrıca övme ve yerme hükmünü olması gerektiği hususa göre değil de şehvetlere ve
arzulara göre verilir hale getirir. Bundan dolayı fıtri eğilimlerin övme ve
yerme hükmü vermesi caiz değildir.
Mademki; aklın ve fıtri eğilimlerin övme ve yerme hükmü vermeleri caiz değildir,
öyleyse övme ve yerme hükmünün verilmesini insana terk etmek caiz değildir. Buna
göre övme ve yerme hükmünü veren Allah’tır insan değil, Şeriattır akıl değil.
Diğer taraftan eşya ve fiiller hakkında övme ve yerme hükmü insana terk
edilirse, şahısların ve zamanın farklılığına bağlı olarak hüküm de farklılaşır.
Zira eşya ve fiiller hakkında övme ve yerme yönünde sabit bir hüküm vermek
insanın gücü dâhilinde değildir. Bundan dolayı eşya ve fiiller hakkında bu
açıdan hüküm vermek Allah’a aittir insana değil, Şeriata aittir akıla değil.
Zira bu açıdan hüküm vermekte aklın yetkisi yoktur. İnsanın bugün güzel diye
hüküm verdiğine yarın çirkin diye hüküm verdiği, dün çirkin diye hüküm verdiğine
aynı gün güzel diye hüküm verdiği görülen, bilinen bir husustur. Bu nedenledir
ki aynı şey hakkındaki hüküm farklılaşmaktadır, sabit olmamaktadır. Böylece
hükümde hata oluşmaktadır. Onun için övme ve yerme hükmünü akıla ve insana
vermek caiz değildir.
Buna binaen, kulların fiilleri ve bu fiillerle ilgili eşyalar hakkında övgü ve
yergi bakımından hakimin insan değil Allah olması kaçınılmazdır. Yani
hüküm koyucunun akıl değil Şeriat olması kaçınılmazdır.
Bu açıklamalar güzellik ve çirkinlik hakkında aklî delil yönüyle yapılan
açıklamalardır.
Şer’î delil açısından ise; Şeriat, Rasul SallAllah’u Aleyhi
VeSSellem’e tabi olmayı emretmesine ve arzuyu yermesine istinaden güzel ve
çirkin konusunda hüküm vermeyi tekeline almıştır. Bu nedenledir ki övgü ve yergi
açısından güzel, Şeriatın güzel bulduğu, çirkin de Şeriatın çirkin bulduğu
şeydir. Şeriat açısından bu kesinlikle böyledir.
Fiiller ve eşya hakkında övgü ve yergi hükmünün verilmesi, insanın bunlar
karşısındaki tavrını belirlemek için olur.
-Eşya bakımından hükmün verilmesi, insanın o eşyayı almasının caiz mi yoksa
haram mı olduğunu açıklar. Zaten eşyanın vakıası açısından bundan başkası da
düşünülemez.
-İnsanın fiilleri bakımından hükmün verilmesi ise; insanın o fiilleri yapması mı
yoksa yapmaması mı isteniyor, ya da yapıp yapmamakta serbest mi bırakılıyor
hususunu açıklar. Mademki; bu açıdan hüküm vermek sadece Şeriata aittir, öyle
ise; insanın fiilleri ve bu fiillerle alakalı eşyalar hakkındaki hükümlerde akla
değil Şeriata müracaat edilmelidir. Kulların fiilleri ve bunlarla alakalı eşyada
sadece Şeriatın hükmü hakim olmalıdır.
Eşyaların helal ve haram olmaları; kulların fiilleri hakkında; vacib/farz,
haram, Mendup, mekruh veya mubah olmaları açısından ayrıca bazı durumların ve
sözleşmelerin ise; sebep veya şart veya engel veya sahih, batıl, fasid veya
azimet ve ruhsat olmaları açısından hüküm vermek gibi hususların tamamında
insanın tabiatına uyumluluğuna ya da uyumsuzluğuna ve vakıasının ne olduğuna
bakılmaz. Bu hususlarda sadece dünyada övgüyü ve yergiyi, ahirette ise sevap ve
cezayı gerektirmeleri bakımından hüküm verilir. Bu nedenledir ki bu hususlarda
hüküm vermek sadece Şeriata aittir, akla değil. Dolayısıyla fiiller ve onlarla
alakalı eşya hakkında bir takım durumlar, işler ve sözleşmeler hakkında
gerçekten hüküm koyucu olan sadece Şeriat olmaktadır. Bu hususta aklın
kesinlikle hüküm koyma yetkisi yoktur.
Hükümle ilgili bir Şer’î delil olmaksızın fiiller ve eşyalar hakkında hüküm
vermek caiz değildir. Zira eşyalar ve fiiller hakkında Şeriatın gelmesinden önce
hüküm yoktur.
Allah’u Teâla şöyle demiştir: وَمَا كُنَّا
مُعَذِّبِينَ حَتَّى نَبْعَثَ رَسُولاً “Biz Rasul göndermedikçe
azap edici değiliz.”
لألا يَكُونَ لِلنَّاسِ عَلَى اللَّهِ حُجَّةٌ بَعْدَ
الرُّسُلِ “Ki insanların Rasullerden sonra Allah’a karşı bir bahaneleri
olmasın...”
Hüküm şu iki şeyden birisiyle; ya Şeriatla ya da akıl ile tespit edilir. Aklın
ise bunda yeri yoktur. Çünkü mesele vacib ve haram kılma meselesidir. Akıl farz
veya haram kılamaz. Farz ve haram kılmak akıla bağlı değil, ancak Şeriata
aittir. Böylece hüküm Şeriata bağlı kalmaktadır. Şeriat gelmeden önce
Şeriat/kanun olmayacağına göre, hüküm de; Allah’tan Şeriatının gelmesine
bağlıdır. Yani Şeriatın tamamı açısından Rasulü’n gelmesine, hakkında delil
gösterilmesi istenen mesele açısından ise Şer’î delile bağlıdır.
Bu konu ile ilgili olarak Rasulü’n gelmesi hususuna gelince; bu ayetin manasında
açıkça ortaya konulmaktadır. Çünkü ayette Rasul gönderilmeden önce insanların
cezalandırılmayacağı bildirilmiştir. Bu ise onların Şer’î hükümlerle ve
inanılması gereken hususlarla -yani herhangi bir şeyle- mükellef
kılınmadıklarını göstermektedir. Bunun, Allah kendilerine bir Rasul göndermeden
önce insanlardan hükmün tamamen kaldırılmasından başka bir manası yoktur.
Buradan hareketle; ‘fetret ehli azaptan kurtulmuşlardır’ denilebilir. Fetret
ehli, bir risaletin kaybolup bir risaletin gönderildiği dönem arasında
yaşamışlardır. Fetret ehlinin hükmü, kendilerine bir risalet ulaşmayan kimseler
için hüküm olur. Muhammed SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’in risaleti
dikkat çekici bir şekilde kendilerine ulaşmamış kimseler de fetret ehli gibi
azaptan kurtulmuşlardır. Çünkü ayetteki durum onlara da uymaktadır. Onlar da
kendilerine bir Rasul gönderilmemiş sayılırlar. Zira Rasul’ün risaleti onlara
tebliğ edilmemiştir. Tebliğ etmeme günahı, gücü yetip de yapmayanların üzerine
olur.
Binaenaleyh Rasul gönderilmeden önce eşyalar hakkında helaldir ya da haramdır
denilmez. Çünkü ortada eşyalar hakkında bir hüküm yoktur. Fiiller için de durum
aynıdır. Bilakis insan, herhangi bir hükümle kayıtlı olmaksızın dilediğini
yapabilir. Kendisine bir Rasul gönderilinceye kadar da Allah katında sorumlu
olmaz. Rasul geldiğinde ise, Rasul tarafından kendisine tebliğ edilen hükümlerle
kayıtlı olur.
Rasul gönderilip, risaletini tebliğ ettikten sonraki duruma gelince; eğer
getirdiği risalet İsa Aleyhisselam Efendimizde olduğu gibi belirli
hususlarla gelmiş, diğer hususlarda da kendisinden başka bir Rasul’ün risaletine
tâbi olunmasını emretmiş ise; onlar kendilerine tebliğ edilen hükümlere bağlı
kalırlar ve o hükümlere uymaya zorlanırlar. Bu risalet neshedilinceye kadar
bağlı kalmadıkları hususlardan dolayı azaba müstahak olurlar. Rasul’ün risaleti
bir takım şeyleri getirmiş ve bazı hususlara da müdahale etmemişse o zaman onlar
sadece o risaletin getirdiği ile mukayyet olurlar. Risaletin getirmediğinden
dolayı azap görmezler. Eğer Rasul’ün risaleti her şeye genel ve her hususu
açıklayıcı nitelikte ise, bu takdirde her hususta bu risaletle kayıtlı olurlar.
Tıpkı Efendimiz Muhammed SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’in durumunda
olduğu gibi. Zira onun risaleti her şeyi kapsar ve her şeyi açıklayıcı bir
şekilde gelmiştir. Bunun için bu risalette bulunan hususlardan başka hüküm
yoktur. Çünkü; وَمَا كُنَّا مُعَذِّبِينَ حَتَّى
نَبْعَثَ رَسُولاً “Biz Rasul göndermedikçe azap edici değiliz.”
Ayeti; “Biz kendilerine Rasul gönderdiğimiz halde onun risaletine muhalif
olanlara azap ederiz” anlamına gelmektedir. Rasul’ün tebliğ ettiği risaletten ne
olursa olsun tek bir hükme dahi muhalif olan kimse azaba müstahak olur. Bunun
içindir ki hakkında delil olmadıkça hiçbir “fiil” ve “eşya” için hüküm yoktur.
Buna binaen şöyle denilemez: “Eşyada ve fiillerde asıl olan haramlılıktır. Zira
haramlılık, Allah’ın mülkünde O’nun izni olmaksızın tasarrufta bulunmak
demektir. Dolayısıyla mahlûkata kıyasla izinsiz davranış haram olur.”
Böyle denilmez. Çünkü; Allah’ın, Rasul göndermedikçe azap etmeyeceğini bildiren
ayetin manası; hüküm açıklanmadıkça cezalandırılmayacağı anlamına gelmektedir.
Üstelik mahlukatın zarar görmesi söz konusu iken Allah Subhanehu Teâla
fayda ve zarardan münezzehtir.
Aynı şekilde “Mubahlığın, mülk sahibini zarara uğratmaktan ve bozukluk
belirtilerinden uzak bir şekilde faydalanma olduğunu gerekçe göstererek
fiillerde ve eşyalarda asıl olan mubahlıktır.” denilemez. Şu nedenlerden dolayı
böyle söylenemez:
1-Ayetin mefhumuna göre insan, Rasul’ün getirdikleri ile mukayyettir.
Buna muhalefet ettiğinde azaba müstahak olur. Dolayısıyla asıl olan, Rasule tabi
olmak ve risaletinin hükümlerine bağlanmaktır. Asıl olan, mubahlık yani kayıtlı
olmamak değildir.
2-Hüküm ayetlerinin geneli, Şeriata başvurmanın ve hükümlerine
bağlanmanın farziyetine delâlet etmektedir. Şu ayetlerde olduğu gibi.
Allah’u Teâla şöyle buyurmaktadır: وَمَا
اخْتَلَفْتُمْ فِيهِ مِنْ شَيْءٍ فَحُكْمُهُ إِلَى اللَّهِ
“Herhangi bir şey hakkında ihtilafa düşerseniz, onun hakkında hüküm vermek hakkı
Allah’ındır.”
فَإِنْ تَنَازَعْتُمْ فِي شَيْءٍ فَرُدُّوهُ إِلَى
اللَّهِ وَالرَّسُولِ “Herhangi bir şey hakkında anlaşmazlığa düşerseniz,
onu Allah ve Rasule götürünüz.”
وَنَزَّلْنَا عَلَيْكَ الْكِتَابَ تِبْيَانًا لِكُلِّ
شَيْءٍ “Biz sana bu Kitabı, her şeyi açıklayıcı olarak kısım kısım
indirdik.”
3-Rasulullah SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’de şöyle
buyurmuştur: كل أمر لَيْسَ عَلَيْهِ
أَمْرُنَا فَهُوَ رَدٌّ “Emrimiz
üzere olmayan her iş reddedilir.”
Bu hadis de asıl olanın Şeriata uymak ve Şeriata bağlanmak olduğunu
göstermektedir.
4-Bozukluk belirtilerinden ve mülk sahibine zarardan uzak bir faydalanma
da mubahlığa delil olamaz. Görmez misin ki; dul bir kadınla zina etmek, bozukluk
belirtilerinden ve mülk sahibine zarardan uzak bir faydalanma olduğu halde yine
de haramdır. Kiminle olursa olsun gülmek ve neşelenmek için şakayla da olsa,
yalan söylemek; yalan söyleyen ve hakkında yalan söylenen her iki taraf için,
bozukluk belirtilerinden ve mülk sahibine zarar vermekten uzak olduğu halde
haramdır.
5-Üstelik Şeriatın gelmesinden sonra fiiller ve eşyalar için hükümler var
olmuştur. Dolayısıyla asıl olan; fiiller ve eşyalar hakkında Şeriatta hüküm olup
olmadığını araştırmaktadır. Çünkü asıl olan; Şeriatın varlığına rağmen, eşyaları
ve fiilleri mubah kabul ederek doğrudan akıl ile mubah hükmünü koymak değildir.
Aynı şekilde, “Eşyalar ve fiiller hakkında asıl olan durmak ve hükümsüzlüktür.”
de denilemez. Çünkü ‘durmak’, işi veya Şer’î hükmü terk ve ihmal etmek demektir
ki bu caiz değildir. Kur'an ve Sünnet’te sabit olan; bilmemek halinde hükmü
öğrenmek için sormaktır, durmayı ve hükümsüzlüğü esas almak değildir.
Allah’u Teâla şöyle buyurmuştur: فَاسْأَلُوا
أَهْلَ الذِّكْرِ إِنْ كُنْتُمْ لا تَعْلَمُونَ “Eğer
bilmiyorsanız zikir ehline sorun.”
Rasul SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’in teyemmüm hadisindeki şu sözü de
buna delildir: أَلا سَأَلُوا إِذْ لَمْ
يَعْلَمُوا فَإِنَّمَا شِفَاءُ الْعِيِّ السُّؤَالُ
“Madem bilmiyorlardı niye sormadılar? Şüphe yok ki, cehaletin
şifası sormaktır.”
Bunlar, durmak ve hükümsüzlüğün asıl olmadığına delâlet eder. Ayrıca Rasul
SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’in gönderilmesinden sonra hüküm Şeriata ait
oldu ve Şeriat gelmeden önce hüküm yok sayıldı. Bu nedenledir ki hüküm Şeriatın
gelmesine yani tek bir mesele için bile Şer’î delilin varlığına bağlıdır. Bundan
dolayı, nasıl ki ancak Şeriat geldikten sonra hüküm verilebiliyorsa yine ancak
Şer’î delile dayalı olarak hüküm verilebilir. Şu halde asıl olan, hüküm hakkında
Şeriatta delil aramaktır, yani hüküm için Şeriatta delil aramaktır.
Geriye bir mesele kaldı o da; “İslâm Şeriatı; geçmişte yaşanan vakıaların
tamamı, halen var olan sorunların tümü ve olması mümkün olayların tamamı ile
ilgili hükümleri kapsayıcı nitelikte midir?” sorusudur.
Buna şu şekilde cevap verilir: Yaşanan her vakıa, ortaya çıkan her sorun ve
meydana gelen her olay için İslâm Şeriatında hüküm vardır. Zira İslâm Şeriatı,
insanın fiillerinin tümünü kapsamlı bir şekilde eksiksiz olarak kuşatmaktadır.
Geçmişte yaşanan, halen karşı karşıya kalınan, gelecekte ortaya çıkan her şey
için Şeriatta hüküm vardır.
Allah’u Teâla şöyle buyurdu: وَنَزَّلْنَا
عَلَيْكَ الْكِتَابَ تِبْيَانًا لِكُلِّ شَيْء
ٍ “Biz sana bu Kitabı, her şeyi
açıklayıcı olarak kısım kısım indirdik.”
الْيَوْمَ أَكْمَلْتُ لَكُمْ دِينَكُمْ وَأَتْمَمْتُ
عَلَيْكُمْ نِعْمَتِي “Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim,
üzerinizdeki nimetimi tamamladım.”
Şeriat, kulların fiillerinden her ne olursa olsun hiçbir hususu ihmal etmedi.
Zira her husus için ya Kur'an’dan ve Sünnet’ten bir nâss delil getirmiştir. Ya
da Kur'an ve Sünnet’te hükümdeki Şeriatın maksadına ve hükmün konulması sebebine
mükellefin dikkatini çeken işaretler koymuştur ki, mükellef o işaret ve sebebin
bulunduğu her hususa hükmü uygulayabilsin. Şeriata göre kula ait bir fiilin
hükmünü gösteren bir delilin veya emarenin olmaması mümkün değildir. Çünkü
تبيانا لكل شيء
“her şey için bir açıklayıcı olarak” ayetinin genelliği ve Allah’ın bu
dini kemale erdirdiğine dair nâssın açıklığı bunu göstermektedir
Bazı vakıalara ait Şer’î hükmün olmadığının iddia edilmesi, Şeriatın; ilgili
fiil hakkında bir delil belirtmeyerek ya da Şeriatın maksadına mükellefin
dikkatini çeken bir işaret koymayarak kulların bazı fiillerini kesin bir şekilde
ihmal ettiği anlamına gelir. Bu tür bir iddia; ortada Kitabın açıklama
getirmediği bir şeyin var olduğuna, hükmünü zikretmediği bir fiil olduğuna göre,
Allah’ın bu dini kemale erdirmediği, dolayısıyla bu dinin noksan bir din olduğu
anlamına gelir. Bu ise Kur'an’ın nâssına ters düşmektedir. Bu nedenle de bu
iddia batıl bir iddiadır. Hatta Rasulullah SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’den
sahih bir rivayetle gelen ve bu manayı içeren ahad hadisler olsa bile -yani
kullara ait bir takım fiillerin hükmünün Şeriat tarafından belirtilmemiş
olduğunu vurgulayan ahad hadisler olsa bile- hem sübutu hem de delâleti katî
olan Kur'an nâssı ile çeliştiği için dirayeten reddedilir. Çünkü
تبيانا لكل شيء “her şey için bir
açıklayıcı olarak…”, اليوم اكملت لكم دينكم
“Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim.” ayetleri sübutu ve delâleti
katî ayetlerdir. Dolayısıyla bu iki ayetle çelişen her ahad haber dirayeten
reddedilir. Bu iki katî ayeti iyice anlayıp kavradıktan sonra Müslüman için,
insan fiillerinden tek bir vakıa olsa da Şeriatın hükmünü hiçbir şekilde
açıklamadığı bir vakıanın olduğunu söylemesi helâl değildir.
Tirmizi ve İbni Mace’nin Selman el-Farisi’den rivayet ettikleri şu hadise
gelince: Dedi ki; “Rasulullah SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’e
eritilmiş yağ, peynir ve yapıştırıcı hakkında sorulduğunda şöyle dedi:
الْحَلالُ مَا أَحَلَّ اللَّهُ فِي كِتَابِهِ وَالْحَرَامُ مَا
حَرَّمَ اللَّهُ فِي كِتَابِهِ وَمَا سَكَتَ عَنْهُ فَهُوَ مِمَّا عَفَا عَنْهُ
“Helâl, Allah’ın Kitabında helâl kıldığı hususlardır, haram da
Allah’ın Kitabında haram kıldığı hususlardır. Sükût ettiği ise sizin için
affedilendir.”
Ebu Derda, Nebi SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’den şöyle dediğini
rivayet etti:
ما احل الله في كتابه فهو حلال وما حرم فهو حرام
وما سكت عنه فهو عفو فاقبلوا من الله عافيته فإن الله لم يكن لينسى شيئا ثم تلا هذه
الآية “Allah’ın Kitabında helâl kıldığı helâl, haram kıldığı ise
haramdır. Sükût ettiği ise affedilmiştir. Öyle ise Allah’ın lütfunu kabul
ediniz. Çünkü Allah hiçbir şey unutmaz.” Dedi ve şu ayeti okudu: وَمَا
كَانَ رَبُّكَ نَسِيًّا “Rabbin unutkan değildir.”
Sa’lebe de Nebi SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’den şöyle dediğini
rivayet etti:
إن الله فرض فرائض فلا تضيعوها وحد حدودا فلا
تعتدوها ونهى عن إشياء فلا تنتهكوها وسكت عن أشياء
رخصة لكم ليس بنسيان فلا تبحثوا عنها
“Muhakkak ki Allah bir takım hususları farz kıldı ki onları terk etmeyiniz.
Bir takım konularda da sınırlar koymuştur, onları aşmayınız. Bir takım şeyler
hakkında ise unuttuğundan değil, size rahmet olarak sükût etmiştir. Onların
üzerinde araştırmayın.”
Bu hadisler ahad haberler olmalarından dolayı katî nâss ile karşı karşıya
getirilmezler.
Ayrıca bu hadisler, Şeriatın açıklık getirmediği bir takım şeyler olduğuna
delâlet etmez. Sadece Allah’ın size rahmetinin sonucu olarak haram kılmadığı
şeylerin var olduğuna delâlet eder. Zira Allah bunları haram kılmaktan sükût
ederek affetmiştir. Bu hadislerin konusu, bir takım şeyler hakkında hükümler
koymayarak sükût etmesi de değildir. Bilakis onları haram kılmayarak sükût
etmesidir. Bir takım hususları haram kılmayarak sükût etmesi, hükmü açıklanmayan
her hususa mubah hükmünün konulması anlamına gelmez. Bilakis bu sükût, Şâri’den
gelen bir sükûttur. Şâri’nin haram kılmayarak sükût etmesi ise; helal demektir.
Buna; vacib, mendup, mübah ve mekruh dâhil olur. Ve yalnızca hakkında sükût
edilen hususlara uygulanır, hükmü açıklanmayan her şeye uygulanmaz. Bu
hadislerde geçen o şeyler hakkında yer alan,
العفو “affedilmiştir” ibaresi
hadislerin nâsslarına ve siyaklarına göre, عفا
الله عنك “Allah seni affetti”
ayetindeki “affetme” ibaresi gibidir. Bu da haram kılınmayan şeyler hakkında
soru sorulmasının yasak olunmasıdır, yoksa haram olur, demektir.
İbni Abbas RadıyAllah’u Anhuma da şöyle dediği rivayet edildi:
“Kur'an’da zikredilmeyen hususlar, Allah’ın affettiği hususlardandır”
İbn Şeybe Müsnaf’ında rivayet etti ki; İbrahim b. Sa’ad. İbni Abbas’a,
“Zimmîlerin malları hakkında ne dersin?” denildiğinde şöyle dedi: “العفو
“affedilmiştir.”
Ubeyd b. Umeyr şöyle dedi: “Allah helaller ve haramlar kıldı. Helâl kıldığı
helaldir, haram kıldığı ise haramdır. Sükût ettiği ise
العفو “affedilmiştir”
Nebi SallAllah’u Aleyhi VeSSellem “beratü’l asliye”/“aslı itibariyle
muaflık” hükmüne binaen hüküm inmeyen hususlarda fazla soru sorulmasından
hoşlanmazdı. Zira “beratü’l asliye” şu manaya gelir: Fiiller, beratü’l asliye
hükmüyle birlikte af olunmuşlardır.
Nitekim Nebi SallAllah’u Aleyhi VeSSellem şöyle demiştir:
إِنَّ أَعْظَمَ الْمُسْلِمِينَ فِي الْمُسْلِمِينَ جُرْمًا مَنْ
سَأَلَ عَنْ شَيْءٍ لَمْ يُحَرَّمْ عَلَى الْمُسْلِمِينَ فَحُرِّمَ عَلَيْهِمْ مِنْ
أَجْلِ مَسْأَلَتِهِ “Müslümanlardan
Müslümanlara karşı en büyük cürüm işleyen kimse, onlara haram kılınmamış bir şey
hakkında soru sorup da o şeyin sorusundan dolayı haram kılınmasına sebep olan
kimselerdir.”
ذَرُونِي مَا تَرَكْتُكُمْ فَإِنَّمَا أَهْلَكَ
الَّذِينَ مِنْ قَبْلِكُمْ كَثْرَةُ سُؤَالِهِمْ وَاخْتِلافُهُمْ عَلَى
أَنْبِيَائِهِمْ وَلَكِنْ مَا نَهَيْتُكُمْ عَنْهُ فَانْتَهُوا وَمَا أَمَرْتُكُمْ
بِهِ فَأْتُوا مِنْهُ مَا اسْتَطَعْتُمْ “Sizi serbest bıraktığım
hususlarda beni serbest bırakın. Çünkü sizden öncekiler çok soru sormaları ve
nebilerine muhalefet etmeleri nedeniyle helâk oldular. Size bir şeyi nehyedersem
onu terk ediniz, size bir şeyi emredersem onu gücünüz nispetinde yerine
getiriniz.”
Müslim ve Ahmed, Ebu Hureyre yoluyla şunu tahriç ettiler: “Rasulullah
SallAllah’u Aleyhi VeSSellem bize hitap ederken şöyle dedi:
أيها الناس قد فرض الله عليكم الحج فحجوا
“Ey insanlar Allah size haccı farz kılmıştır. O halde haccedin.” Bunun
üzerine adamın birisi, “Ya Rasulullah her yıl mı?” diye sordu. Rasulullah sustu.
Adam üç defa aynı soruyu sordu. Üçüncü defasında Rasulullah SallAllah’u
Aleyhi VeSSellem buyurdu ki: وَلَوْ
قُلْتُ نَعَمْ لَوَجَبَتْ ولما استطعتم ثم قال ذَرُونِي مَا تَرَكْتُكُمْ
“Eğer evet deseydim o şekilde farz olurdu
ve yapamazdınız.” Sonra şöyle dedi: “Sizi serbest bıraktığım
hususlarda siz de beni serbest bırakın.”
Bu rivayetlerin tamamı, وسكت عن أشاء
“Bazı şeyler hakkında sükût geçti.” ifadesi ile o şeylerin haram
kılınmadığının kast edildiğine delâlet etmektedir. Bu ifade Rasulullah
SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’in başka bir hadisteki şu sözünün benzeridir.
ذَرُونِي مَا تَرَكْتُكُمْ
“Sizi serbest bıraktığım hususlarda siz de beni serbest bırakınız.”
Aynı hadisin başka rivayetindeki şu ifade bunu desteklemektedir:
عفا عن أشياء
“Bazı şeyleri affetti.” Yani
onları haram kılmayarak serbest bıraktı.
Buna göre; Rasul SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’in;
وسكت عن أشاء
“Bazı şeyler hakkında sükût geçti.” Veya
وما سكت عنه فهو عفو “Sükût ettiği
şey affedilmiştir.” sözü, kulların fiillerinden bir kısmının hükmü
açıklanmamıştır anlamına gelmez. Bilakis bu sözler, ‘size rahmetinden
dolayı haram kılmadı’ anlamına gelir. Sükût hükmü kapsamında yer alan belirli
şeyleri haram kılmamışsa onlar haram değildir, hükmü helaldir. Öyle ise mesele;
Şâri’nin bazı şeyleri haram kılmayarak sükût etmesi ile alakalıdır, bazı
şeylerin hükümlerinin açıklanmaması ile alakalı değildir.
Bu açıklamalar, hadisin anlamı açısından yapıldı.
Hadisin Şeriatın hükmündeki konumu açısından ise:
Mükelleflerin fiilleri –mükellef olmaları bakımından-; ya bütün olarak teklif
hitabı kapsamındadır –ki bu fiilin yapılmasını ya da serbest olmasını
gerektirir-, ya da bir bütün halinde teklif hitabının kapsamında değildir.
Eğer teklif hitabının kapsamında iseler, Şeriatta onlar için bir hüküm
olması kaçınılmazdır. Zira kulların fiilleri, teklif hitabının kapsamında yer
almışlardır. Eğer bir bütün olarak teklif hitabı kapsamında olmazlarsa,
mükelleflerden bazılarının herhangi bir zaman ve durum bile olsa teklif hitabı
hükmü dışında kalması gerekir ki, bu esastan batıldır. Zira onu mükellef
olduğunu varsaydığımızda kapsam dışında kalamaz. Mükellef olmadığını
varsaydığımızda ise bu varsayımımız batıldır/geçersizdir. Çünkü teklif hitabının
genelliği nedeni ile teklif de geneldir, her durumu ve zamanı kapsar. Buna
binaen Rasulullah SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’in
وسكت عن أشاء
“Bazı şeyler hakkında sükût geçti.” sözünün; ‘bazı hususların
hükmü açıklanmamıştır’, manasına gelmesi mümkün değildir. Çünkü hükmün
açıklanmaması, herhangi bir hal ve vakitte mükellef olmayan bir şahsın varlığını
gerekli kılar. Şu halde Rasulullah SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’ in o
sözü, bazı hususları haram kılmayıp sükût etti anlamından başka bir anlama
gelmez. Buna binaen hadis, insan için Şeriatın açıklık getirmediği herhangi bir
fiilin var olduğuna delâlet etmez. Dolayısıyla bu hadisle böylesi bir delil
getirme keyfiyeti devre dışı kalır.
Böylelikle “insanın fiillerinde esas olan, Allah’ın hükmüne bağlanmaktır.”
Şer’î kaidesi kesinlik kazanmaktadır. Şu halde bir Müslüman’ın, herhangi bir
fiil hakkında Şâri’nin hitabından Allah’ın hükmünü öğrenmeden adım atması caiz
değildir.
Mubahlık, Şer’î hükümlerden bir hükümdür. Dolayısıyla Şeriatta hakkında mutlaka
bir delil vardır. “Şeriatın açıklık getirmemesi”;
bir hususun mubah oluşuna delil olmaz, bilakis Şeriatın noksan olduğuna delil
olur. Bir hususun mubah olduğunun delili, onu Şeriatın serbest bıraktığına dair
nâssın olmasıdır.
Fiiller açısından durum budur. Eşyalara gelince -ki onlar fiillerle alakalıdır-:
Haram kılıcı bir delil olmadıkça eşyalar hakkında asıl olan mubahlıktır.
Bir şeyde asıl olan mubahlık olunca onu haram kılan bir delil olmadıkça haram
kılınmaz. Çünkü Şer’î nâsslar eşyaların tamamını mubah kılmıştır. Bu nâsslar her
şeyi kapsar şekilde genel olarak gelmiştir.
Nitekim Allah’u Teâla şöyle buyurmuştur:
أَلَمْ تَرَى أَنَّ اللَّهَ سَخَّرَ لَكُمْ مَا فِي الأرْضِ
“Görmedin mi, Allah yerde onları da emrinize vermiştir.”
“Allah’ın yerde olanların tamamını insanın emrine vermesi” ifadesinin manası;
yeryüzünde olan her şeyin insana mubah kılınması demektir.
Allah’u Teâla şöyle dedi: يَاأَيُّهَا
النَّاسُ كُلُوا مِمَّا فِي الأرْضِ حَلالاً طَيِّبًا “Ey insanlar,
yeryüzünde olanlardan temiz ve helâl olarak yiyin.”
يَابَنِي آدَمَ خُذُوا زِينَتَكُمْ عِنْدَ
كُلِّ مَسْجِدٍ وَكُلُوا وَاشْرَبُوا “Ey ademoğulları, her mescidde
ziynetlerinizi alın, yiyin, için.”
هُوَ الَّذِي جَعَلَ لَكُمْ الأرْضَ ذَلُولاً
فَامْشُوا فِي مَنَاكِبِهَا وَكُلُوا مِنْ رِزْقِهِ “O, yeri size
itaatkar ve yumuşak kılandır. O halde yerin omuzlarında (dört bir yanında)
yürüyün ve O’nun rızkından yiyin.”
İşte, böylece eşyanın mubahlığı hakkında gelen bütün ayetler genel olarak
gelmiştir. Ve onların genelliği eşyaların tamamının mubahlığına delalettir.
Dolayısıyla eşyaların mubahlığı Şâri’nin genel hitabı ile gelmiş olur. Eşyaların
tamamının mubahlığının delili, her şeyi mubah kılarak gelen Şer’î nâsslardır.
Bir şey haram kılındığı zaman, bu genelliği tahsis eden, o şeyi mubahlık
genelliğinden istisna olduğunu gösteren bir nâssın olması kaçınılmazdır. Bundan
dolayı eşyada asıl olan mubahlıktır.
Bundan dolayı Şeriatın bir şeyi haram kılarken bu eşyaları nâssın genelliğinden
istisna ettiğini görürüz.
Nitekim Allah’u Teâla şöyle buyurdu:
حُرِّمَتْ عَلَيْكُمْ الْمَيْتَةُ وَالدَّمُ وَلَحْمُ الْخِنزِيرِ
“Leş, kan, domuz eti .... size haram kılındı.”
Rasulullah SallAllah’u Aleyhi VeSSellem şöyle buyurdu:
حرمت الخمرة بعينها
“Şarap, şarap olduğu için haramdır.”
Böylece, Şeriatın eşyadan haram kıldığı bazı husus, mubah kılan nâssların
genelliğinden istisna edilmiş olur ki bu aslın (mubahlığın) tersine bir durum
olur. Asıl olan bütün eşyaların mubah olmasıdır.
Şöyle denilmez: “Eşyayı kulun fiilinden ayırmak mümkün değildir. Eşyanın hükmü
ancak kulun fiilinin hükmünden gelir. Dolayısıyla eşya fiilin hükmünü
alır.”denilmez. Çünkü her ne kadar eşyaların kulların fiilleri ile alakaları
kaçınılmaz ve eşyalara ait delil aynı zamanda kulların fiillerinin hükmünü
açıklığa kavuşturma sadedinde gelmiş olsa da ancak kulun fiiline ait delil, eşya
ile ilişkilendirildiğinde eşyanın fiille alakalı olduğu haldeki hükmünü açıklar.
Bu, ya mubahlıktır ya da haramlılıktır. Fiilin delili, eşya bakımından
kesinlikle bu ikisinden başkasını açıklamaz. Onun için eşyanın hükmü hakkında
vacibtir veya menduptur denilmez. Dolayısıyla eşyaların hükmü mubah veya haram
hükmü ile sınırlıdır. Bu yönüyle eşya, kulun fiilinden farklı bir konumdadır.
Her ne kadar eşyanın delili, kulun fiilinin hükmünü açıklığa kavuşturma
sadedinde gelmiş olsa da eşya, fiilin hükmünü almaz. Diğer bir açıdan mubah
kılma delilinde genellik, haram kılma delilinde ise belirli eşyayı tayin etmek
hali vardır. Bu durum, mubahlığı bütün eşya için genel, haramlığı ise, hakkında
haram kılmanın geçtiği husus için özel hale getirmektedir.
Böylelikle asıl itibarı ile ve vasıflandırıldıkları hükümleri itibarıyla
eşyaların hükmü, fiillerin hükmünden farklıdır. Zira haram kılıcı delil
olmadıkça eşyalar için asıl olan mubah olmasıdır. Fiillerde ise asıl olan
Şer’î hükme bağlı olmaktır. Eşyalar ancak helâl ve haram olarak
vasıflandırılırlar.
Fiiller ise bundan farklıdır. Zira Şâri’n fiillerle ilgili hitabı, fiilleri iki
bölüme ayırmıştır. 1-Teklif hitabı, 2-Vaz’i hitabı.
Teklif hitabı beş kısma ayrılır: 1.Farz 2.Mendup 3.Haram
4.Mekruh 5.Mübah.
Vaz’i hitap da beş kısma ayrılır: 1-Sebep 2-Şart 3-Mani
4-Sıhat-batıllık-fesad 5-Azimet-ruhsat.
Özetle, Efendimiz Muhammed SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’in bütün
insanlara gönderilmesinden sonra hükmü olmayan bir fiil ya da eşyanın var
olduğunu söylemek caiz değildir. Yine Şeriattan bir delil olmaksızın herhangi
fiil ya da eşyaya ait bir hükmün var olduğunu söylemek de caiz değildir. Çünkü o
hüküm Şâri’nin hitabıdır. Ayrıca Şeriatın hükmünü açıklamadığı her şeyin mubah
olduğunu söylemek de caiz değildir. Çünkü mubah Şer’î bir hükümdür. Zira mubah,
Şâri’nin kulların fiilleri ile ilgili serbest bıraktığı hitabıdır.
Şâri tarafından hükmü açıklanmamış bir şeyin var olduğunu iddia etmek; Kur'an
tarafından açıklık getirilmemiş bir şeyin var olduğu ve Şeriatın eksik olduğu
anlamına gelir. Ki bu iddia; sübutu ve delâleti katî Kur'an nâssları ile
çeliştiği için caiz değildir.
Buna binaen, insandan kaynaklanan hiçbir fiil ve insanın fiili ile alakalı
hiçbir şey yoktur ki Şeriatta hükmü bulunmasın. Şâri’nin hitabından bizzat hükme
delâlet eden bir delil olmadıkça hüküm yoktur. Zira Rasul SallAllah’u
Aleyhi VeSSellem gönderilmeden, dolayısıyla da Şeriat gelmeden önce hüküm
yoktur. Rasul SallAllah’u Aleyhi VeSSellem geldikten sonra ise, Rasul
SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’in getirdiği risaletten bizzat hükme
delâlet eden bir delil bulunmadıkça da hüküm yoktur.