Allah’u Teâla, mükellef olan
kimselere usül ve furusu ile İslâm Şeriatının tamamı ile yani feri
hükümler ve inançlar ile hitap etmiştir. Ancak fıkıh usulü ilmi,
usulü yani akaid ile ilgili hususları incelemez.
Fıkıh usulü ilmi,
furuatla ilgili hususları yani Şer’î hükümleri yalnızca üzerine
bina olduğu esaslar
yönünden inceler, hükmün kapsamında olan meseleler yönünden
incelemez.
Şer’î delilleri tanıma
hakkında bir inceleme yaparken Şer’î hükmünün ne olduğunun
bilinmesi kaçınılmazdır.
Usulü fıkıh âlimleri
Şer’î hükmü şöyle tarif ettiler:
Şer’î hüküm;
iktiza, tahyir veya vazi ile kulların fiilleriyle alakalı Şâri’nin
hitabıdır.
Şâri, Allah’u Teala’dır.
Şâri’nin hitabı, Allah’u Teala’nın hitabı demektir. Ayrıca
Allah’ın hitabı; her ne kadar ifade ettiği hususu dinleyene ve
anlayabilecek konumdaki bir varlığa hitap olması bakımından hükmün
ilgili olduğu kimseye yönlendirilmesi olsa da hitap, ifade ettiği
hususun yönlendirilmesi değildir. Zira hitap, lafızlar ve
terkiplerin içerdiği manaların kendisidir. Fakat hitaba delâlet
eden bir konumda olduğundan Sünneti ve Sahabenin İcmasını da
kapsaması için “Allah’ın hitabı” değil de “Şâri’nin hitabı”
denilmiştir. Ta ki; “Allah’ın hitabı” ile sadece Kur'an’ın kast
edilmiş olduğu sanılmasın. Sünnet de vahiy olduğu için Şâri’nin
hitabıdır. Sünnetten bir delil açığa çıkardığından dolayı
Sahabelerin İcması da Şâri’nin hitabıdır.
Mallarındaki zekât gibi
hususlarda çocuk ve deli ile ilgili hükümleri de kapsaması için
“mükellefler denilmemiş “kulların fiilleri ile ilgili alaka”
denilmiştir.
İktiza ile alakalı olması,
taleple ilgili olması demektir. Çünkü iktiza kelimesi talep
anlamına gelmektedir. İktiza yani talep ise; bir fiilin
yapılmasını talep ve terkini talep olarak iki kısma ayrılır.
Fiilin yapılması talebi eğer kesin ise o, vacib veya farzdır.
Kesin değil ise mendup veya Sünnet veya nafiledir. Fiilin terkinin
talebi, eğer kesin ise o haram veya mahzurdur/yasaktır; kesin
değil ise, mekruhtur.
Tahyir ise, o mubahlıktır.
Vaz’ın hitabına gelince veya
kulların fiilleri ile ilgili vaz’î hitab; bir şeyi sebep veya mani
v.b. kılmaktır. Örneğin; güneşin tam tepede olması namazın
varlığını gerektirir. O, namazın
sebebidir.
Necaset, namaza engeldir/manidir.
Güneşin tam tepede oluşunun sebeb olması, necasetin mani olması
v.b. her ne kadar hükümler için birer alâmet olsalar da, onlar
hükümlerdendirler. Çünkü Allah, güneşin tepede olmasını öğle
namazının farziyetine bir alamet kılmıştır. Necasetin varlığını
ise namazın batıllığına/geçersizliğine alâmet kılmıştır. Güneşin
tam tepede olmasının farz kılıcı oluşunun manası, ancak namaz
fiilinin yapılması talebidir. Necasetin batıl oluşunun manası da,
ancak necasetin terk edilmesinin talebidir v.b. Zira vaz’i
hükümler hakikatinde Şâri’nin hitabıdır.
Böylelikle; “kulun fiilleri
ile alakalı Şâri’nin hitabıdır” şeklindeki Şer’î hükmün tarifi
efradına cami, ağyarına mani bir tarif olmaktadır. Yani bütün
unsurlarını içerip ilgisiz unsurlara engel olan bir tariftir. Zira
bu tarif, “iktiza” veya “tahyir” sözü ile vacib, mendup, haram,
mekruh ve mubahtan müteşekkil beş hükmü kapsamına almıştır.
“Vaz’i” sözü ile de; sebebi, mani olanı, şartı,
sahihi-batılı-fasidi, ruhsatı-azimeti kapsamına almıştır. Bu
tarife binaen Şâri’nin hitabı iki kısma ayrılır: 1-Teklif
hitabı, 2-Vaz’în hitabı.
Teklif hitabı,
iktiza ve tahyirle alakalı Şâri’nin hitabıdır. Yani fiilin
yapılması talebi ile veya terk edilmesi talebiyle ya da yapılması
ve yapılmaması arasında serbest bırakmakla ilgilidir. Hitap kesin
olarak fiilin yapılması talebi ile alakalı ise bu
vacibtir,
eş anlamı ise farzdır.
Vacib,
kasten terk eden kimsenin şer’an mutlak surette zemmedildiği
husustur. Terk edenin Şeriata göre zemmedilmesinin anlamı şudur:
Allah’ın kitabında, Rasulullah SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’in
Sünnetinde, Sahabenin İcmasında geçeni terk eden bir halde
bulunduğunda noksanlaştıran ve azarlanan olmaktır. Fiilin
terkinden dolayı insanların kınamasına itibar edilmez. Bilakis
Şeriatın zemmine itibar edilir.
Farz
olması bakımından, farz-ı ayın ile farz-ı kifaye arasında bir fark
yoktur.
Fiilin talebi ile ilgili
Şâri’nin hitabı kesin bir talep değilse o
menduptur.
İbadetlerde eş anlamlısı “sünnettir”.
Mendup,
faili Şer’an övülen, terk edeni ise Şer’an kınanmayan husustur.
Mendup “nafile”
olarak da isimlendirilir.
Fiilin terki ile alakalı
Şâri’nin hitabı kesin bir talep olduğunda o,
haramdır.
Eşanlamı ise mahzurdur/yasaktır.
Haram,
faili/işleyeni Şer’an zemmedilendir.
Fiilin terki ile alakalı
Şâri’nin hitabı kesin bir talep değilse, o mekruhtur.
Mekruh;
“terk edeni Şer’an övülen, yapanı ise Şer’an kınanmayan husustur”
şeklinde tarif edildi.
İster serbestliğe dair açık
bir nâss ile olsun, ister nâsdaki talebin sîgasından serbestlik
anlaşılsın, Şâri’nin hitabı fiilin yapılması ve terk edilmesi
arasındaki serbestlik ile alakalı ise o,
mubahtır.
Hitabın serbestlikle alakalı olduğunun talebin sîgasından
anlaşılması şöyle olur: Eğer hitap, iki farklı durumda bir tek
hükümde nehiyden sonra emir sîgasıyla da gelmiş olsa mubah olur.
Şer’î hükümler teklif
hitabında kesinlikle bu beş husustan dışarı çıkmazlar.
Vacib
ve farz
aynı anlama gelir. Aralarında
fark yoktur. Birbirinin eşanlamlısı lafızlardır. Fakat bazı
müçtehitler şöyle demiştir: “Teklif, Kitap ve mütevatir Sünnet
gibi katî bir delille sabit ise o farzdır. Haberi Ahad/fertlerin
haberi ve kıyas gibi zanni bir delille sabit ise o vacibtir.” Bu
söz ne lügatte ne de Şeriatta kendisine delâlet eden bir delil
olmaksızın ortaya konan bir hükümdür. Onlar için bir ıstılah
olması da doğru değildir. Çünkü ıstılah, anlamlara belirli
isimlerin verilmesidir. Bu ise, bu türden bir şey değildir.
Belirli bir anlamın ya da isimlendirmenin tarifidir. Dolayısıyla
vakıaya mutabık olması gerekir. Bu isimlendirmenin vakıası,
Şâri’nin kesin bir şekilde talep ettiği husustur. Talebin katî bir
delille veya zanni bir delille sabit olması arasında bir fark
toktur. Zira mesele hitabın delâlet ettiği hususla alakalı bir
meseledir, hitabın sübutu ile alakalı değildir.
Edası yönünden farz iki kısma
ayrılır:
Namaz gibi geniş (vakitli) ve
oruç gibi dar (vakitli) farz.
Vacibin vakti öğle namazın
vakti gibi kendisinden (eda süresinden) fazla ise
geniş vacibtir.
Bu vaktin tüm cüzleri, bu vacibin içinde eda edilmesi için
vakittir. Farzın düşmesi ve farzdaki maslahatın hâsıl olması
hususunda bu sürenin her bölümü uygun vakittir.
Ebu Davud’un tahriç ettiği
öğle namazını emreden şu hadis geniş vacibe bir delildir:
“Nebi
SallAllah’u Aleyhi VeSSellem dedi ki:
أَمَّنِي جِبْرِيلُ عَلَيْهِ السَّلَام عِنْدَ الْبَيْتِ
مَرَّتَيْنِ فَصَلَّى بِيَ الظُّهْرَ حِينَ زَالَتِ الشَّمْسُ
وَكَانَتْ قَدْرَ الشِّرَاكِ وَصَلَّى بِيَ الْعَصْرَ حِينَ كَانَ
ظِلُّهُ مِثْلَهُ...
"Cibril Aleyhisselam bana,
Beytullah`ın yanında, iki kere imamlık yaptı. Bunlardan birincide
öğleyi, gölge ayakkabı bağı kadarken kıldı. Sonra, ikindiyi her
şey gölgesi kadarken kıldı..."
Bu, zikredilen vaktin tüm bölümlerini kapsar. Bundan kasıt,
namazın fiilinin ilkini vaktin başlangıcında, sonunu da vaktin
sonunda uygulamak değildir. Yine bu vaktin hiçbir bölümünü boş
bırakmayacak şekilde her diliminde sürekli namaz kılmak da
değildir. Vaktin belirli bir parçasını vacibin vukuu bulması için
tahsis etmek de değildir. Çünkü yukarıda geçen ayetin lafzında
buna delâlet eden bir delil yoktur. Dolayısıyla bu emirde geriye
vaktin her bölümünün vacibin vukuu için elverişli olmasından başka
bir kasıt kalmamaktadır. Böylece mükellef, vaktin dilediği bir
dilimine fiili denk getirmekte/yapmakta serbest olmaktadır.
Farziyet vaktin tüm parçalarında mükellef üzerinde hâsıl olur.
Dilediği hangi parçada fiili yaparsa farz ondan düşer ve mükellef
için vacibin maslahatı gerçekleşir. Ancak mükellefe düşen görev,
vücubun/farziyetin başladığı ilk andan itibaren farzı yerine
getirmeye azmetmektir. Azmetmiş olması şartı ile namazı vaktin
başlangıcından itibaren geciktirirse ve vakit çıkmadan önce namazı
eda etmeden ölürse Allah’a günahkâr olarak kavuşmaz. Fakat
mükellef namazı vaktin başlangıcından sonra geciktirdiğinde
ölebileceği zannı galibine sahipse, ölmese bile namazın vaktin
başlangıcında eda etmeyip geciktirmesinden dolayı âsi/günahkâr
sayılır. Bu nedenledir ki geniş zamanlı vacibi, mükellefin vakti
içerisinde yerine getirebileceğine dair zannı galibin olması
gerekir. Eğer bu şekilde zannı galibi olmazsa geciktirmesi helâl
olmaz.
Aynı şekilde hacc, gücü yeten için geniş vacibtir. Mükellef,
yapabilecek gücü elde ettikten sonra her vakitte yerine getirme
hakkına sahiptir. Fakat zannı galibine göre haccı eda etmeden önce
gücünü kaybedebileceği endişesini taşırsa, bu endişeye sahip
olduğu andan itibaren hemen haccı eda etmesi vacib olur.
Vacibin vaktinin vacibin eda vaktinden fazla olduğu her husus
böyledir. Ancak vacibin vakti oruç gibi kendisinden fazla değilse,
farz oluşundan itibaren hemen eda edilmesi gerekir. Geciktirilmesi
caiz değildir. Geciktirilirse günahkâr olunur ve kaza edilmesi
gerekir.
Farz, uygulama açısından iki kısma ayrılır: Farz-ı
ayın ve farz-ı kifaye. Farz oluşu yönünden aralarında bir fark
yoktur. Çünkü her ikisinde de farz kılınış tektir. Her ikisi de
fiilin kesin talebidir, aralarındaki fark ise şudur:
Farz-ı ayın her fertten bizzat talep edilen husustur.
Farz-ı kifaye ise, bütün Müslümanlardan yapılması talep
edilen husustur. Farzın ikamesi için yeterlilik hâsıl olursa farz
yerine getirilmiş olur. Bu durumda onu ister Müslümanların tamamı
yapsın, ister ise bir kısmı yapsın fark etmez. Farzın ikamesi için
yeterlilik hâsıl olmazsa her birisinin üzerine vacib/farz olarak
kalır, ta ki farz yerine getirilesiye kadar.
Bu farziyet, fail açısındandır. Mef’ul yönünden ise vacib
iki kısma ayrılır:
Seçeneği olan vacib, kesin belirlenmiş vacib.
Seçeneği olan vacib, mükellefin birden fazla fiil arasından
seçeneği olan vacibtir.
Allah’u Teâla’nın şu sözünde olduğu gibi:
لا يُؤَاخِذُكُمْ اللَّهُ بِاللَّغْوِ فِي
أَيْمَانِكُمْ وَلَكِنْ يُؤَاخِذُكُمْ بِمَا عَقَّدْتُمْ الأيْمَانَ
فَكَفَّارَتُهُ إِطْعَامُ عَشَرَةِ مَسَاكِينَ مِنْ أَوْسَطِ مَا
تُطْعِمُونَ أَهْلِيكُمْ أَوْ كِسْوَتُهُمْ أَوْ تَحْرِيرُ رَقَبَةٍ
فَمَنْ لَمْ يَجِدْ فَصِيَامُ ثَلاثَةِ أَيَّامٍ ذَلِكَ كَفَّارَةُ
أَيْمَانِكُمْ إِذَا حَلَفْتُمْ “Allah sizi
yeminlerinizdeki lağvden (kasıtsız yeminden) dolayı sorumlu
tutmaz. Fakat bağlanmış olduğunuz (yemin kastı ile yaptığınız)
yeminden dolayı sizi sorumlu tutar. (Bu tür yeminlerinizi
bozarsanız) onun kefareti ailenize yedirdiğiniz orta
yollusundan on fakiri doyurmak yahut onları giydirmek ya da bir
köle azad etmektir. Fakat kim bunu bulamazsa üç gün oruç tutsun.
İşte yemin ettiğiniz takdirde yeminlerinizin kefareti budur.”
Mükellef; on fakiri doyurmak ya da onları giydirmek ya da bir köle
azad etmek arasında serbesttir. Ona vacib olan, bunlardan birisini
yapmaktır. Söz konusu vacib, aynıyla değil mükellefin fiili ile
belirlenir.
Kesin belirlenmiş vacib
ise; mükelleften yapması istenen ve seçeneği olmayan farzdır.
Örneğin namaz mükellefin, kendisi ile başkası arasında herhangi
bir seçeneği olmaksızın mutlaka yerine getirmesi gerektiği
farzdır.
Vacibin ancak kendisi ile
tamamlandığı husus
iki kısma ayrılır: 1-Vacibiyeti,
o şeye (vacibe) şart koşulmuş olması, 2-Vacibiyeti, o şeye
(vacibe) şart koşulmamış olması.
1-Vacibliği
kendisi ile şart koşulan hususa gelince; şartın bizzat kendisinin
vacib olmadığı hususunda bir ihtilaf yoktur. Asıl vacib,
vucubiyetine delil getirilen husustur. Belirli bir namazın
vacibiyeti taharetin varlığı şartına bağlanmıştır. Oysa namaz
hitabı (delili) yönünden taharet vacib değildir. Taharet ancak
vacibin edası için şarttır. Namaz hitabındaki vacib olan husus
sadece şart gerçekleştiğinde namaz kılmaktır.
2-Vacibliği
kendisi dışında herhangi bir şarta bağlanmamış bilakis vukuu şart
koşulmuş, mutlak şekilde olan hususa gelince; bu iki kısma
ayrılır: a- Mükellefin gücü dâhilinde olması, b-
Mükellefin gücü dâhilinde olmaması.
a-
Mükellefin gücü dâhilinde olan hususa gelince; o, vacibin talep
edildiği hitabın kendisi ile vacibtir. Onun vacibliği aralarında
herhangi bir fark olmaksızın Şâri’nin hitabı ile gelen herhangi
bir şeyin vacibliği gibidir. Örneğin dirseklerin yıkanması
gibidir. Zira ellerin dirseklere kadar yıkanması vacibi ancak
dirseklerden bir cüzün yıkanması ile tamamlanır. Çünkü gaye olunan
nokta gayeye dâhildir. Bu vacibin gerçekleşmesi gayeden bir
parçanın gerçekleşmesine bağlıdır. Bu nedenledir ki dirseklerden
bir cüzün yıkanması vacibtir. Hitap doğrudan bunu getirmemiş olsa
da, vacibin varlığının kendisine bağlı olduğu hususu getirmiştir.
Böylece Şâri’nin hitabı hem vacibi hem de bu vacibin ancak kendisi
ile yerine getirilmesinin mümkün olduğu hususu da kapsar
olmaktadır. Hitabın buna delâleti, bağlayıcı delâlet olduğu için
bu husus vacib olmaktadır.
Bir başka örnek de; halife olmadığı zaman bir halife nasbetmek
veya yöneticileri muhasebe etmek için bir siyasi kitle kurmanın
vacib oluşudur. Zira halifenin ikamesi vacibtir ve yöneticileri
muhasebe etmek de vacibtir. Ancak bu farz fertler tarafından
yerine getirilemez. Çünkü fert, tek başına bu farzı yani halifeyi
nasbetme ve yöneticileri muhasebe etme farzını yerine getirmekten
acizdir. Dolayısıyla bu farzı yerine getirebilecek güçte
Müslümanlardan bir cemaatın teşkilatlanması zorunludur. Bu durumda
ise halifeyi nasbedecek veya yöneticileri muhasebe edecek
yeterlilikte bir kitlenin oluşturulması Müslümanlar üzerine vacib
olur. Eğer Müslümanlar böyle bir kitle oluşturmazlarsa günahkâr
olurlar. Çünkü onlar vacibin eda edilebilmesi için zorunlu olan
hususu yerine getirememişlerdir. Müslümanlar yöneticiyi muhasebe
etmeye veya bir halife nasbetmeye gücü yetmeyen bir kitle
oluşturduklarında da günahkârlıkları devam eder ve vacibi yerine
getirmemiş sayılırlar. Çünkü vacib olan husus; sadece bir kitlenin
kurulması değildir. Bilakis bir halife nasbetmeye veya
yöneticileri muhasebe etmeye gücü yetecek bir kitleyi
oluşturmaktır. Yani vacibi yerine getirmeye gücü olan bir kitleyi
kurmaktır.
İşte böylece vacibin yapılmasının kendisi ile tamamlandığı her
şey, vacibin içinde şart olarak yer almasa da vacibtir. Bu
anlatılanlar mükellefin gücü dâhilinde olan hususlarla alakalıdır.
Eğer mükellefin gücü dâhilinde değilse o vacib değildir.
Çünkü Allah’u Teâla şöyle buyurdu:
لا يُكَلِّفُ اللَّهُ نَفْسًا إِلا وُسْعَهَا
‘Allah hiçbir nefse taşıyamayacağını yüklemez.”
Rasulullah SallAllah’u
Aleyhi VeSSellem de şöyle buyurdu:
وَإِذَا أَمَرْتُكُمْ بِأَمْرٍ فَأْتُوا مِنْهُ
مَا اسْتَطَعْتُمْ
“Size bir şeyi
emrettiğimde onu gücünüz yettiğince yerine getirin.”
Onun için güç yetirilmeyen husus ile sorumlu kılmak caiz değildir.
Çünkü onunla sorumlu kılmak Allah’a zulüm nisbet etmeyi gerektirir
ki bu da caiz değildir.
Özetle bir şey emredildiği
zaman, ancak kendisi ile tamamlandığı husus da emredilmiş olur. Bu
husus; ister varlığı ile var olmayı, yokluğu ile yokluğu
gerektiren sebep olsun, isterse yokluğu ile yokluğu getiren
varlığı ile ne var olmayı ne de yok olmayı gerektirmeyen şart
olsun fark etmez. Sebep ister köleyi azad etmeyi farz kılan “sîga”
gibi Şer’î olsun, ister gerekli ilmi elde etmeye bakmak gibi akli
sebep olsun, ister ise öldürme cezasını vacib kılan boyunun
koparılmasından kesilmesi gibi normal bir sebep olsun fark etmez.
Şart da ister abdest gibi
Şer’î olsun veya kendisi ile emredilen için gerekli olduğu aklen
belirlenen husus gibi akli olsun, emredilen bir husustaki
çelişkinin terk edilmesi gibi, ister ise abdeste başın bir bölümün
yıkanması gibi normalde kendisinden ayrılmayan normal bir şart
olsun fark etmez.
Böylece bir hususun
vacibiyeti, ancak kendisi ile tamamlanan hususu da farz kılar.
Yani bir husus ile mükellef kılmak, ancak kendisi ile tamamlanan
hususla da mükellef kılmayı gerektirir. Buradan hareketle şu kaide
ortaya çıkmıştır: Bir vacibin ancak kendisi ile tamamlandığı
şey de vacibtir.
Haram;
sem’i/vahyî delilin, fiilin terkini kesin olarak talep eden
Şâri’nin hitabına delâlet ettiği husustur.
Haram,
faili Şer’an zemmedilen husustur. Eşanlamlısı ise
mahzurdur/yasaktır.
Mübah;
sem’i delilin, herhangi bir karşılık olmaksızın fiilin yapılması
ile terk edilmesi arasında serbest bırakan Şâri’nin hitabına
delâlet ettiği husustur. Mübahlık, Şer’î hükümlerdendir. Çünkü o
Şâri’nin hitabıdır. Bu nedenle de mubahlığın tespiti için onunla
ilgili Şâri’nin hitabının gelmiş olması kaçınılmazdır. Mubahlık,
bir şeyin yapılması ve terk edilmesindeki engelin/zorluğun
kaldırılması değildir. Aksi halde, Şeriat gelmeden önce sabit
olmuş olurdu. Hâlbuki Şeriat gelmeden önce Şeriat (hüküm) yoktur.
Mubahlık, bizzat Şeriat tarafından konulmuş, Şeriat geldikten
sonra var olmuştur. Bu nedenle de Şer’î hükümlerdendir.
Ayrıca hakkında mubahlığın
gerçekleştiği hükümlerin her birisi için mubahlık hükmü Şeriattan
gelmelidir. Mubah, hakkında Şeriatın haram ve helâl kılmaksızın
sükût ettiği şey demek değildir.
Selman el-Farisi’den rivayet
edilen şu hadise gelince: Dedi ki;
“Rasulullah
SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’e erimiş yağ, peynir ve
yaban eşeği hakkında soruldu. Dedi ki:
الْحَلالُ مَا أَحَلَّ اللَّهُ فِي كِتَابِهِ
وَالْحَرَامُ مَا حَرَّمَ اللَّهُ فِي كِتَابِهِ وَمَا سَكَتَ عَنْهُ
فَهُوَ مِمَّا عَفَا عَنْهُ
“Helâl, Allah’ın
Kitabında helâl kıldığı, haram da Allah’ın Kitabında haram kıldığı
hususlardır. Hakkında sükût ettiği husus ise, sizin için
affettiğidir.”
Bu, Kur'an’da, Kur'an’ın
hakkında sükût ettiği hususların mubah olduğuna delâlet etmez.
Zira hadiste haram kılınan ve helâl kılınan bir takım şeylerin
varlığından bahsedilmektedir.
Nebi SallAllah’u Aleyhi
VeSSellem’den sahih olarak rivayet edilen bir hadiste şöyle
buyrulmaktadır:
أُوتِيتُ الْقُرْآنَ وَمِثْلَهُ مَعَهُ “Bana
Kur'an ve onunla beraber benzeri verildi.”
Şu halde, “hakkında sükût
edilen husustan” kastedilen vahyin sustuğu husus demektir. Aynı
şekilde vahyin hakkında sustuğu şeyden kasıt, onun mubah olduğu
anlamı da değildir. Çünkü hadiste yer alan,
الحلال
ما أحل الله
“Helâl, Allah’ın helâl kıldığıdır.” ifadesi haram kılınmayan her
şeyi kapsamaktadır.
Helâl
vacibi, mendubu, mubahı, mekruhu kapsar. Zira bunlar haram olmayan
husus anlamındaki “helâl” kavramı kapsamındadır. Buna binaen
“hakkında sükût ettiği husus” ifadesi onun mubah olduğu anlamına
gelmez.
Rasulullah SallAllah’u
Aleyhi VeSSellem’in şu sözüne gelince:
وَمَا سَكَتَ عَنْهُ فَهُوَ مِمَّا عَفَا لكم
“Hakkında sükût
ettiği husus sizin için affedilendendir.”
وَمَا
سَكَتَ عَنْهُ فَهُوَ مِمَّا عَفَا عَنْهُ
“Hakkında sükût
ettiği husus sizin için affedilmiştir.”
أشياء رخصة لكم ليس بنسيان
فلا تبحثوا عنها
وسكت عن
“Unutmaksızın, size rahmet olarak sükût ettiği şeyleri
araştırmayınız.”
Bu hadislerde geçen “bazı şeyler hakkında sükût etmesinden” murat
onları helâl kılmasıdır. Onları helâl kılması, insanlara Allah’tan
bir bağışlama ve rahmet olarak itibar edilmektedir. Çünkü onları
haram kılmayıp helâl kılmıştır. Bunun delili, Rasulullah
SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’in Saad b. Ebi Vakkas’tan
rivayet edilen şu sözüdür:
إِنَّ أَعْظَمَ الْمُسْلِمِينَ فِي الْمُسْلِمِينَ جُرْمًا مَنْ
سَأَلَ عَنْ أَمْرٍ لَمْ يُحَرَّمْ فَحُرِّمَ عَلَى النَّاسِ مِنْ
أَجْلِ مَسْأَلَتِهِ
“Müslümanlar hakkında Müslümanların en büyük cürüm işleyeni;
insanlara haram kılınmayan bir şey hakkında soru sorup da o şeyin
onun sorusu üzerine haram kılınmasına sebep olan kimsedir.”
Yani vahyin haram kılmayıp sükût ettiği şey hakkında soru soran
kimsedir.
Bu hadislerde geçen “sükût etmek” haram kılmayıp sükût etmek
anlamındadır. Yoksa Şer’î hükmü beyan etmeden sükût etmek
değildir. Çünkü Allah Şer’î hükmü beyan hususunda sükût
etmemiştir. Bilakis her şey hakkında Şer’î hükmü beyan etmiştir.
Zira Allah’u Teâla şöyle buyurmuştur:
وَنَزَّلْنَا عَلَيْكَ الْكِتَابَ تِبْيَانًا
لِكُلِّ شَيْءٍ “Kitabı sana her şey için
bir açıklama olarak indirdik.”
Buna göre; mubah, Şeriatın hakkında sustuğu değildir. Bilakis
mubah, Şeriatın hükmünü mubah olarak açıkladığı husustur.
Şeriatın hakkında sustuğu şey mubahın bir kısmıdır. Şeriatın onun
hakkındaki sükûtu onun mubah olduğunu açıklamaktadır. Mubah
hükümlerinden her bir hüküm hakkında onun mubah olduğuna dair bir
delil gelmiştir.
Örneğin; avlanmanın mubahlığı Allah’ın şu sözünde gayet açıktır:
وَإِذَا حَلَلْتُمْ فَاصْطَادُوا
“İhramdan çıktığınız zaman avlanın.”
Cuma namazından sonra dağılmanın mubahlığı Allah’u Teâla’nın şu
sözünde gayet açıktır: فَإِذَا
قُضِيَتْ الصَّلاةُ فَانتَشِرُوا “Artık namaz
kılındığında dağılın.”
Kabirleri ziyaret etmenin mubahlığı da Rasulullah SallAllah’u
Aleyhi VeSSellem’in şu hadisinde gayet açıktır:
كُنْتُ نَهَيْتُكُمْ عَنْ
زِيَارَةِ الْقُبُورِ فَزُورُوهَا
“Sizi kabir ziyaretinden men etmiştim. Artık kabirleri
ziyaret ediniz.”
Alış-verişin mubahlığı da Allah’u Teâla’nın şu ayetinde açıktır:
وَأَحَلَّ اللَّهُ الْبَيْعَ
“Allah, alış-verişi helâl kıldı.”
İcarenin, vekâletin, rehin vermenin, v.b. mubahlığı kendi
delillerinde açıktır.
Buna binaen mubahlık, Şer’î bir hükümdür, tespiti ona delâlet eden
Şer’î bir delille olmalıdır.
 |