DİLİN LAFIZLARI VE KISIMLARI


Delâlet Eden ve Delâlet Edilen Olması İtibarı İle Lafzın Kısımlara Ayrılması:
 

Lafız; delâlet eden ve delâlet edilen olması itibarı ile yani lafız ve mana olması itibarı ile şu yedi kısma ayrılır: Münferid/tek oluş, mütebâyin/farklı oluş, müterâdif/eş anlamlı, müşterek/ortak anlamlı, menkul/nakledilen, hakikat, mecaz.

Şöyle ki: Lafız ve mana; ya tek olurlar ya lafız ve mana ikisi de çok olur ya mana tek olmasına rağmen lafız çok olur ya da lafız tek olmasına rağmen mana çok olur.

Birincisi; lafız ve mananın tek olmasıdır.  الله – Allah lafzı gibi. Zira bu lafız tekdir ve delâlet ettiği de tekdir. İşte bu münferiddir. Lafzı manası ile tek olduğundan dolayı “münferid” olarak isimlendirilmiştir.

İkincisi; lafız ve mananın ikisi de çok olmasıdır. “siyah” ve “beyaz” gibi. İşte bu mütebâyindir. Onlardan her biri diğerinden farklı yani manasında ona muhalif, aykırı olmasından dolayı farklı lafızlarla isimlendirildiler.

Üçüncüsü; mana tek olurken lafzın çok olmasıdır.  الأسد – Aslan ve  السبع – “Aslan” gibi. İşte bu müterâdiftir. İki kişinin bir tek hayvanın üzerine binmesi anlamına gelen  رديف – “redîfe” kelimesinden alınarak müterâdif kelimelerle isimlendirildiler. Zira iki lafız veya daha çok lafızlar bir tek manaya delâlet eden eş anlamlı durumdadırlar.

Dördüncüsü; lafız tek olurken mananın çok olmasıdır. Yani lafız tek olup o manalardan her birisi için konulduğundan mana çok oluyor, “göz” için veya “cariye” için v.b. عين – ‘Ayn’ lafzının konulmuş olması gibi. bu müşterektir.

Beşincisi; lafzın tek, mananın çok olurken, lafzın her birisi için konulmayıp bir mana için konulduktan sonra diğer manaya nakledilerek o ikinci manada meşhur olmasıdır.  الصلاة – ‘salât’ gibi,  الدابة – ‘dâbbe’ gibi. Gramerciler nezdinde  الفاعل – ‘fail’ gibi. Bu menkuldür. Lafız birinci manaya göre menkulân anhu/kendisinden nakledilen, ikinci manaya göre menkulen ileyhi/kendisine nakledilen olarak isimlendirilir. Eğer nakleden Şeriat ise o, “Şer’î menkul” olarak -الصلاة – ‘salât’ gibi- isimlendirilir, nakleden genel örf ise o, “örfi menkul” olarak –الدابة – ‘dâbbe’ gibi- isimlendirilir, özel ıstılah olarak nakledilmiş ise o, “ıstılahi menkul” olarak –gramercilerin nezdinde الفاعل -‘fâil’ gibi- isimlendirilir.

Altıncısı; lafız tek, mana çok olurken, lafzın her birisi için konulmayıp bir mana için konulduktan sonra bir alakadan dolayı başka bir manaya nakledilmesi, fakat o ikinci manada meşhur olmaması, yani o manaya hakim olmamasıdır. Bu durumda lafız; eğer kendisi için konulduğu manaya söylenirse o, “hakikattir”, eğer kendisine nakl olunan mana için söylenirse o, “mecazdır”.

Yedincisi; lafzın mecaz halidir.

 

Terâdüf:
 

Terâdüf/eş anlamlılık, tek oluşundan dolayı bir tek manaya delâlet eden münferid lafızların sürekli ard arda olmasıdır. “İnsan” ve “beşer” lafızlarının “konuşan canlıya” delâlet etmesi gibi,  البر – “Burra” ve  القمح – “Kamhu” lafızlarının “buğdaya” delâlet etmeleri,  الجلس – “Celese” ve  القعد – “Ka’ade” lafızlarının “oturmaya” delâlet ettikleri gibi. Aynı şekilde Arapların sözlerinden nakledilen;  الصلهب – “Sulheb” ve  الشوذب – “Şevzeb” lafızlarının “uzun” manasının isimlerinden olması,  البهتر – “Buhter” ve  البحتر – “Buhtur” lafızlarının “kısa” manasının isimleri olması gibi. v.b.

Dilde eş anlamlılığın vukuu bulmasının sebebi lafız koyucuların olmasıdır. Şöyle ki; bir kabile mesela bilinen “buğday” için  القمح – “Kamhu” lafzını koyarken başka bir kabile “buğday” için البر – “Burre” lafzını koymaktadır ve her iki konulan da meşhur olmaktadır. Ya da sebep; lafız koyucu tek olurken ya nefiste olanı haber vermeye vesilelerin çok olması veya  البديع – Bedi’/söz kullanma sanatı alanında genişleme kastı olur. “Bedi’” lafzı, nesirde seci’ yapmak/kafiyeli konuşmak ve şiirde kafiye gibi sözü güzelleştirmeye verilen bir isimdir.  ما أبعد ما فات وما أقرب ما هوآت “Geçmiş ne kadar uzaktır. Gelecek ne kadar yakındır” demen gibi.  فات  lafzı yerine مضى  lafzı ifade edilse idi, bu mana hâsıl olmazdı. Benzer lafızlar; اشتريت البر وأنفقته في البر “Burre/buğday alıp onu birrde/hayırda harcadım” sözünde olduğu gibi. البر –“Burre” lafzının yerine  القمح –“Kamhu” lafzı ifade edilse idi, talep edilen dikkati çekmezdi.

Ters çevirmede Allah’u Teâla’nın şu sözü gibi;

  وربك فكبر “Sadece Rabbini büyük tanı.”[1]

Burada  رب –“Rab” lafzı yerine  الله – Allah lafzı kullanılsa idi, talep edilen dikkati çekmezdi. Talep edilen husus şudur: ربك  lafzı bir yönden  ربك  okunur, ters yönde ise  كبر  diye okunur. Yani Allah’ın bu sözü, her iki yönden okunduğunda da aynı şekilde olmaktadır.

Böylece terâdüf Arap dilini zenginleştirmiş olmaktadır. Ancak terâdüf, asıl olanın zıddıdır. Asıl olan, terâdüfün olmamasıdır. Bir lafız mütarâdif olması ve olmaması arasında şüpheli olduğunda o lafzın, müterâdif olmamaya hamledilmesi evladır. Zira asıl olan; lafzın kendisi için başka bir lafız konulmayan bir mana için konulmuş olmasıdır. Çünkü ikinci lafız birincisi bilindiği zaman bilinir. Onun için bazıları terâdüfün vukuu bulmasından imtina etmişlerdir. Her ne kadar her lafız, kendisi için başka bir lafız konulmamış bir mana için konulsa da terâdüf olmanın, Arapçada varlığı ve Araplardan rivayet edilmişliği sabittir. Arapçayı kabileler olan Arapların koymuş olması, terâdüfün olmanın vukuu bulmasını gerektirir. Ancak o, asıl olana muhaliftir.

 

İştirak:
 

İştirak/ortaklık, lafzın öyle olmaları bakımından iki farklı hakikat için ilk konuluşta konulmuş olmasıdır. Müşterek; iki ve daha fazla manadan her birisi için konulan lafızdır. Mesela;  عين –“Ayn” lafzının “göz”, “cariye”, “altın” için konulması gibi,  الروح –“Rûh” lafzının “hayatın sırrı”, “Allah’la bağlantının idraki”, “Cebrail” v.b. için konulması gibi. Bunlara benzer bir çok müşterek lafız vardır.

Birden fazla lafız koyucu olmasının mümkün oluşundan dolayı Arap dilinde müşterekin olması mümkündür. Zira iki lafız koyucudan birisinin bir husus için koyduğu lafzı, diğeri başka bir husus için koyabilir. Bir kabilenin “göz” için  عين – “Ayn” lafzı koyarken, başka bir kabile de “cariye” için  عين     -“Ayn” lafzı kor ve sonra bu her iki hususta konulan lafız meşhur olur. Ya da açıklamanın fesada sebep olması durumunda, konuşanın işitende belirsizliği mümkün kılması için farklı iki hususa bir lafız koyarak yani lafız koyanın belirsizlik maksadı ile lafız koymasıyla da müşterek oluşabilir. Ebu Bekir RadıyAllah’u Anh’dan Rasulullah SallAllah’u Aleyhi VeSSellem ile beraber mağaraya girerken bir kâfirin ona “Ey Ebu Bekir! Önündeki bu adam kimdir?” diye sorması üzerine ona şöyle demesi gibi;   الرجل يهدني السبيل     هذا“Bu adam bana yol göstermektedir”.[2]

 Müşterek, Arap dilinde mevcuttur. Ebu Hasan el-Basri şöyle dedi: “Lügat koyucunun iki zıt olan “hayz” ve “temizlenmeye” القرء –“Kur’u” ismini vermesi, dilde müşterek ismin vukuu bulmasına delâlet eder.

Nitekim Kur'an-ı Azim’de Allah’u Teâla’nın şu sözlerinde olduğu gibi müşterek isim geçmektedir: ثلاثة قروء “Üç kur’u...”[3]  والليل إذا عسعس “Geri geldiği zaman/yahut dönüp gittiği zaman geceye...”[4]

عسعس – “yüzünü dönmek” ve “sırtını dönmek” yani “geri gelmek” ve “dönüp gitmek” anlamındadır. Bu gecenin geri gelmesi ya da dönüp gitmesinde müşterek bir lafızdır. Bu ise; müşterekin Arap dilinde vukuu bulduğuna delâlet etmektedir.

Ancak müşterek asıl olana terstir. Asıl olan; manaya has bir tek lafzın konulmasıdır. Yani asıl olan, iştirakin olmamasıdır. Buna göre lafız; ortaklık ve teklik ihtimali arasında gidip gelince, zanna galip olan tekliktir. Ortaklık ihtimali ise oldukça mümkün olandır. Eğer oldukça mümkün olan değilse, tek oluş ihtimali ile ortaklık ihtimalinin eşit seviyede olmasından dolayı asıl olana terstir. O ikisi de her bir lafızda kaim olur. Kastedilen manasını açıklayan bir karine olmaksızın lafız anlaşılmaz. Bunun için müşterek lafzın manasını belirleyip bir manasına tahsis etmek bir karineye ihtiyaç duyar. Şu halde kast olunan manayı açıklayan bir karine kaçınılmazdır. Müşterek asıl olana aykırı olmasaydı, müşterek olma ihtimalinden dolayı ve Şâri’nin muradının, manadan bize görülenden başkası olması nedeni ile nâsslarla delil getirmek muhal olurdu. Zira o zaman zannın bir faydası olmazdı. Bundan dolayı, müşterek asıl olana muhaliftir.

Müşterek, bütün manalarında hakikat olarak kullanılır. Bu, Kur'an’da vukuu bulması delilinden dolayıdır.

Allah’u Teâla şöyle demiştir:  إِنَّ اللَّهَ وَمَلائِكَتَهُ يُصَلُّونَ عَلَى النَّبِيّ ِ “Allah ve melekleri, Nebiye salât ederler.”[5]

الصلاة – “Salât”; Allah’ın affetmesidir. Allah’tan başkasının ise af dilemesidir. Buna göre  الصلاة –“Salât”; “affetmek” ile “af dilemek” arasında bir müşterek lafızdır. Bu lafız, her iki mana hakkında da bir defada kullanılmıştır. Zira  الصلاة –“Salât” lafzı, Allah’a ve meleklere isnad edilmiştir. Bilinir ki; Allah’tan sadır olan mağfirettir, af dilemek değil, meleklerden sadır olan ise mağfiret değil, istiğfardır.

Allah’u Teâla şöyle dedi: أَلَمْ تَرَى أَنَّ اللَّهَ يَسْجُدُ لَهُ مَنْ فِي السَّمَاوَاتِ وَمَنْ فِي الأرْضِ وَالشَّمْسُ وَالْقَمَرُ وَالنُّجُومُ وَالْجِبَالُ وَالشَّجَرُ وَالدَّوَابُّ وَكَثِيرٌ مِنْ النَّاسِ   “Görmedin mi göklerde ve yerde olan herkes; güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, hayvanlar ve insanlardan bir çoğu Allah’a secde ederler?”[6]

Allah’u Teâla burada  السجد – “Secde” ile huşu’u/boyun eğmeyi murat etmektedir. Çünkü hayvanlar hakkında tasavvur edilen budur. Bu ayetle, insanların ise cephelerini yani yüzlerini yere koymaları kast edilmiştir.

Böylece her iki mananın hakikat olarak kast edildiği sabit olmaktadır. Bu nedenledir ki tahsis eden bir karinenin bulunmaması durumunda konuşanın muradını hâsıl edebilmek için ihtiyaten müşterekin tüm manalarına hamledilmesi gerekmektedir. Çünkü tüm manalarına hamledilmezse lafzın ihmal edilmesi ve tercih eden olmadan tercih edilmesi zorunlu hale gelir. Manalarından birisine hamledilmemesi halinde lafzın ihmal edilmesi ve manalarından bir mananın ihmal edilmesi zorunlu olur. Manalarından yalnızca birisine hamledilmesi durumunda ise, tercih eden olmadan tercih yapılmış olur. bunun içindir ki, müşterekin manalarından birisine tahsis edilmesi için bu manaya tahsis eden bir karinenin bulunması kaçınılmazdır. Karine bulunmazsa müşterek lafız tüm manalarına hamledilir.

 

Hakikat ve Mecaz:
 

Hakikat; dilde kendisi için ilk olarak konulan husus hakkında kullanılan lafızdır. Belirli bir yırtıcı hayvan hakkında kullanılan  الأسد –“Aslan” lafzı gibi.

Mecaz ise, aralarında bir alakadan dolayı dilde kendisi için ilk olarak konulan husustan başkası hakkında kullanılan lafızdır. “Cesur adam” hakkında  الأسد – “Aslan” lafzının kullanılması gibi. Mecaz üç kısımdır:

Birincisi; kelimelerde mecaz halinin olması, cesur adamı kast ederek “bir aslan gördüm” demek gibi.

İkincisi; sadece terkipte mecaz olması. Şairin şu sözü gibi:

أشاب الصغير وأفنى الكبير                         كر الغداة ومر العشي

            Küçüğün saçını ağarttı, büyüğü fani etti/yok etti.

            Sabahın geri gelmesi, akşamın geçip gitmesi.

الشابة – “Saçın ağarması”,  الأفناء – “Fani olmak”,  الكر – “Geri gelmek”,  المر – “Geçip gitmek”, hakiki olarak meydana gelenlerdir. Fakat “saçın ağarması” ve “fani olmanın”, “sabahın geri gelmesi” ve “akşamın geçip gitmesine” isnad edilmesi, o ikisini yapandan başkasına isnad etmektir. İşte bu mecazdır. Çünkü “saçları ağartma” ve “fani etme” fiilinin faili, Allah’u Teâla’dır.

Üçüncüsü; kelimelerde ve terkipte birlikte mecaz olması. Şaka yapmak istediğin kimseye şöyle demen gibi:  احياني اكتحالي بطلعتك “Görüntünle gözlerimin sürmelenmesi beni ihya etti/bana hayat verdi.” Yani seni görmek beni mutlu etti.  احياء – “Hayat vermek”, “mutluluk” hakkında kullanıldı.  اكتحال – “Gözün sürmelenmesi” ise “görmek” hakkında kullanıldı. Bu mecazdır. Ayrıca  الأحياء –“Hayat vermek”,  الاكتحال – “Gözün sürmelenmesine” isnad edildi. Hâlbuki hayat veren Allah’u Teâla’dır. Böylece kelimeleri ve terkipleri ile birlikte cümlenin tamamında mecaz olmaktadır.

Mecazın kullanılmasında, hakiki mana ile mecaz mana arasında alakanın olması şart koşulur. İki mana arasındaki bu alakanın, Arapların kullandığı alaka çeşitlerinden birisi olması kaçınılmazdır. Fakat tabirin Arapların kullanmış olduğu tabir olması şart koşulmaz. Şu anlamda; her ferdin kullandığı hakiki mana ile ondan aldığı mecazi mana arasındaki bir alakadan dolayı, istediği lafzı ve istediği cümleyi mecaz olarak kullanması mümkündür. Fakat alakanın nedensel veya durumsal veya başka şekilde olmasıyla birlikte, alaka çeşidinin mutlaka Arapların kullanmış olduğundan olması gerekmektedir. Arapların külliden cüze, sebepten müsebbibe v.b. mecaz yapma çeşidini koymuş olması kaçınılmazdır.

Cüzlere/detaylara gelince; onlar cümleler ve kullanımlardır. Onları Arapların kullanmış olması şart koşulmaz. Bilakis Arapların kullandığı türler çerçevesinde kaldıkça her ferdin dilediği gibi mecazi tabirler icad etme hakkı vardır. Mecazi isimlendirmede Araplar nezdinde muteber olan alaka sayısı çoktur. Bazıları bunları yirmi beş, bazıları otuz bir, bazıları da on iki tane olarak saymıştır. Bunların en önemlileri şunlardır:

1- Sebebiye/nedensellik:

Bu, sebebin isminin müsebbibe verilmesidir. Nedensel alaka dört kısma ayrılır:

a- Uygunluk nedenselliği:

Bu, bir şeyin ona karşılık gelen bir isimle isimlendirilmesidir. Arapların  سال الواد – “Vadi aktı”, sözlerinde olduğu gibi. Yani vadideki su aktı demektir. “Akan suya” karşılık  الوالد – “Vadi”, lafzı kullanılmıştır. Çünkü “vadi” akan suyun karşılığı olan bir sebeptir. Bu nedenle de sebebin ismi sebep olana verilmiştir.

b- Şekilsel uygunluk: 

يد –“El”, kelimesinin “kudret/güç” olarak isimlendirilmesi gibi. Zira kudret, elin sureti/görünümüdür. Çünkü “el” lafzında maddedeki görünümün dönüştürülmesi işlevi vardır. يد –“El”, lafzının kudrete isim olarak kullanıldığının örneği şu sözdür: يد الأمير تطال كل عابث   “Emirin eli her suç işleyene uzanır.” Yani emirin kudreti, suç işleyenlere ulaşır.  يد –“El”, için özel bir suret/şekil vardır. Ve onunla bir şey üzerinde otorite kurulur. Sebebin görünür isminin müsebbibe atfedilmesi babından hareketle  يد –“El”, kelimesi “kudrete” atfedilmiştir.

c- Faillik nedenselliği:

نذل السخاب –“Bulut indi” yani, “yağmur yağdı” örneğinde olduğu gibi. Yağmurun buluttan çıkması nedeniyle bir şeyin failinin ismi verilmiştir.

d- Gaye nedenselliği:

Buna örnek, üzümün الخمر –“Şarap” olarak isimlendirilmesidir. Şu ayette olduğu gibi: إِنِّي أَرَانِي أَعْصِرُ خَمْرًا    “Ben kendimi şarap sıkıyor görüyorum.”[7]  Yani üzüm sıkıyorum demektir. Bu ayette  الخمر – “Şarap”, lafzı “üzüm” yerine kullanılmıştır. Çünkü üzüm sıkmaktan gaye şarap yapmaktır.

2- Müsebbibiye/sebep olma:

Bu, sebep olanın isminin sebebe verilmesidir. Öldürücü hastalığın “ölüm” ile isimlendirilmesinde olduğu gibi. Müsebbibin isminin sebebe verilmesinden hareketle “ölüm” lafzı öldürücü hastalığa isim olarak verilmiştir.

3- Benzerlik:

Yani bir sıfatla ortaklık, zihnin kendisine yöneldiği bir emare olmalıdır. Zira kasıt, kendisi için var olması itibarı ile karine ile beraber anlaşılır. Karine ya “cesaret” için “aslan” gibi makul/akledilen olur, ya da duvara nakşedilmiş suret üzerindeki “aslan” gibi hissedilen olur. Yani aslan resmi ve suretinin hissedilmesi gibi.

4- Zıt oluş:

Bu, bir şeyin zıddının ismiyle isimlendirilmesidir. Allah’u Teâla’nın şu sözünde olduğu gibi:  وَجَزَاءُ سَيِّئَةٍ سَيِّئَةٌ مِثْلُهَا “Bir kötülüğün cezası/karşılığı, onun misli bir kötülüktür.”[8]

الجزاء – “Ceza”, lafzına  سيئة –“kötülük” affedilmiştir. Hâlbuki الجزاء“hasene/iyiliktir”. Ya da seviye zıtlığı olur. Bu, nükte yapmak veya alay etmek vasıtası ile ilişkilendirmek ve benzeştirmek seviyesinde olur. “Cimri” olana “o, hâtem/cömerttir” demek, “korkak” olana “o, aslandır” demek gibi.

5- Külliye/külli oluş:

Bir cüz kastedilerek külli/bütün zikredilir. Kur'an’ın bir kısmı için “Kur'an” denilmesi gibi. Allah’u Teâla’nın şu sözü gibi:  يَجْعَلُونَ أَصَابِعَهُمْ فِي آذَانِهِمْ   “Parmaklarını kulaklarına koyuyorlardı.”[9] Yani parmak uçları kast ediliyor. Parmak uçlarına “parmak” denildi.

6- Cüziyye/cüzi oluş:

Bu, cüz’ün isminin külle verilmesidir.

Allah’u Teâla’nı şu sözü gibi:  فَتَحْرِيرُ رَقَبَةٍ مُؤْمِنَةٍ “Bir mü’min boynunu kurtarmak.”[10] Yani bir köle azad etmektir. “Köle” insanı kast ederek köleden bir cüz olan “boyun” zikredilmiştir.

7- Hazır oluş:

Bu, bir husus için hazır olan şeyi, o hususun ismi ile isimlendirmektir. Şarap fıçısında olan الخمر –“Şarap” maddesine  مسكر –“Sarhoşluk veren içki” denmesi gibi. Zira o durumda henüz sarhoşluk veren duruma gelmemiştir, fakat ona hazırdır.

8- Komşuluk/yakınlık:

Bu, bir şeyi kendisine yakın olanın ismi ile isimlendirmek gibidir. Kırba/su tulumu olan su kabına  الراوية – “Raviye” denilmesi gibi. Zira  الراوية – “Raviye” lügatte, üzerinde su taşınan “deve” veya “katır” veya “eşek” ismidir. “Kırba” ya  الراوية – “Raviye” denilmesi, bu adı geçen hayvanların üzerinde olduğundan/yani yakınlıktan dolayıdır.

9- Fazlalık:

Bu, sözün, bir kelimenin düşünülmesi ile düzenlenmesidir. Zira onun fazla/ilave olduğuna hükmedilir. Allah’u Teâla’nın şu sözü gibi: لَيْسَ كَمِثْلِهِ شَيْءٌ    “Hiçbir şey Onun benzeri gibi değildir.”[11]

 Zira mecaz olarak ziyade isimlendirilmektedir. Yani  ليس مثله شيء  “Onun benzeri bir şey yoktur” demektir. Burada  ك –“Kaf”, fazlalıktır. Zira kast olunan, benzer olanın nefy edilmesidir. المثل –Benzer olanın benzeri nefy edilmesi değil. Çünkü ك –Kaf “benzer” manasındadır. O zaman Allah’a bir benzerin olduğunun ispatı gerekirdi ki bu imkânsızdır. O halde “kaf”ın fazlalık olması gerekir.

10-Bir şeyin, üzerinde bulunduğu hususu dikkate alınarak isimlendirilmesidir.

Câmid olarak herhangi bir kelimeden türememiş bir kelime şeklinde, “kölelikten kurtulmuş kişiye” “köle” denmesi gibi. Ya da müştak bir kelime olarak dövüşmeyi bırakmış olan adama “dövüşçü” denilmesi gibi .

11- Mastar, ismi mef’ul ve ismi fail arasında hâsıl olan alaka.

Bu durumda onlardan her birisi diğerine mecaz olarak isimlendirilir. Bu ise altı kısımdır:

a- İsmi failin, ismi mef’ula isim olarak verilmesi:

Allah’u Teâla’nı şu sözü gibi: مِنْ مَاءٍ دَافِقٍ    “Atan bir sudan...”[12]  Yani  مدفوق –“Atılmış” demektir. Şu söz gibi: سر كاتم “Sırra kâtim/gizleyeni gizlemek” (sekreter) gibi. Yani  مكتوم –“Gizlenen” demektir.

b- İsmi mef’ulun, ismi faile isim olarak verilmesi:

Allah’u Teâla’nın şu sözü gibi: حِجَابًا مَسْتُورًا   “Örtünen bir örtü...”[13] Yani  ساترا –“Örten” demektir.

Yine Allah’u Teâla’nı şu sözü gibi:  إِنَّهُ كَانَ وَعْدُهُ مَأْتِيًّا  “Şüphesiz Onun va’di gelmiş olandır.”[14] Yani  آتيا “Gelicidir” demektir.

c- Mastarın ismi faile isim olarak verilmesi:

Şu söz gibi:  رجل صوم وعدل “Kendisine hakim ve adil bir adam.” Yani  صائم –Kendisine hakim olan ve  عادل –“Adil” olan demektir.

d- İsmi failin, mastara isim olarak verilmesi:

Şu söz gibi:   قم قائما واسكت ساكتا     “Ayakta duran olarak kal ve susan olarak sus.” Yani  قياما –“Ayağa kalkmak” ve  سكوتا –“Susmak” demektir.

e- İsmi mef’ulun, mastara isim olarak verilmesi:

Allah’u Teâla’nın şu sözü gibi:  بِأَيِّيكُمْ الْمَفْتُونُ   “Deliren hanginizde imiş.”[15]  Yani  الفتنة –“Delilik” demektir.

f- Masdarın ismi mef’ula isim olarak verilmesi.

Allah’u Teâla’nı şu sözü gibi: هَذَا خَلْقُ اللَّهِ  “Bu, Allah’ın yaratmasıdır.”[16] Yani  مخلوق لله –“Allah’ın yaratığıdır” demektir.

Yine Allah’ın şu sözü gibi:  وَلا يُحِيطُونَ بِشَيْءٍ مِنْ عِلْمِهِ   “Onun ilminden hiçbir şeyi kavrayamazlar.”[17] Yani  من معلومه –“Onun bildiklerinden” demektir.

Söze mecazın girmesi, bazen bizzat kendiliğinden olur, bazen de sonradan olur. Bizzat kendiliğinden olan mecaz sadece cins isimde olur. O kişinin kendisine uygun olana delâlet edendir. Çünkü vasıflardan bir vasıf olmasından başka birçok şeye uygun düşer. “Cesaret” için “aslan” denilmesi gibi, “şiddetli vuruş” için “öldürmek” denmesi gibi, başkasına dâhil olmayan husustur. Bizzat olan mecazın dâhil olmadığı birkaç husus şunlardır:

a- Harf:

Harfte mecaz olmaz. Çünkü o tek başına manasını ifade etmez. Çünkü kendisi ile alakalı olan zikredilmedikçe manasını ifade etmez. Harf tek başına ifade edilmediğinden ona mecaz dâhil olmaz. Çünkü mecazın dâhil olması, sözün ifade eden oluşundan bir türevdir. Mecazın, harfe dâhil olmasının açıklanması “tabi olmak” iledir. Zira onunla alakalı olanların mecaz olarak kullanılması ile olur. Mecaz yapmak, o kelime ile alakalandırılmış hususlardan çıkmaktadır.

Allah’u Teâla’nın şu sözünde olduğu gibi:  فَالْتَقَطَهُ آلُ فِرْعَوْنَ لِيَكُونَ لَهُمْ عَدُوًّا وَحَزَنًا   “Nihayet Firavun ailesi onu yitik çocuk olarak (nehirden) aldı. O, sonunda kendileri için bir düşman ve bir tasa olacaktı.”[18]  الإلتقاط –“Almanın”, “düşman” olma sonucu ile, illetlendirilmesi madem ki mecazdır, illet lâmının dâhil edilmesi de mecazdır. Dolayısıyla mecaz harfte kendisi ile alakalı olana “tabi olarak” gelmektedir. Fakat bizzat kendiliğinden olan mecaz, harfte olmaz.

b- Kısımları ile türev: 

ضارب –“Vuran/döven” v.b. gibi. Çünkü fiil ve türevden her biri “hakikat” veya “mecaz” oluşunda “mastar” olan aslına tabidir. “Dövüşmenin” sona ermesinden sonra ya da önce “dövüşçü/döven” denilmesi sadece mecaz olur. Çünkü bu haliyle ona  ضرب –“Dövüşmek” lafzının verilmesi, ancak hakikat değil, mecaz olur.  ذو ضرب –“Dövüşçü” dememiz gibi.

c- İlim:

Çünkü eğer doğaçlama olarak ya da bir alaka olmayana nakledilen olarak olursa, onun mecaz olmadığı hususunda bir anlaşmazlık yoktur. “Bereket” lafzından konulan veya yüklenenle ilintili oluşundan dolayı oğluna “mübarek” ismini vermesi gibi, bir alakadan dolayı nakledilirse, aynı şekilde o da mecaz olmaz. Çünkü mecaz olmasaydı, o alaka ortadan kalkınca, o isimlendirmekten kaçınırdı. Bu durumda ise böyle değildir. Dolayısıyla bu, mecaz olmadığına delâlet eder.

Bu izahat, hakikat ve mecaz hakkında bir özettir. Sözde asıl olan, hakikattir. Öyle ki hakiki mana ile mecazi mana çeliştiğinde hakiki mana evla olandır. Çünkü mecaz, asıl olanın karşıtıdır. Lafız hakikat ile mecaz arasında gidip gelince, hakikatin tercihe şayan olduğuna, mecazın ise olası olduğuna yorumlanır. Çünkü mecaz, ilk konulan olan hakiki manaya, onunla mecazi mana arasındaki münasebete ve ondan ona nakledilmeye ihtiyaç duyar. Hâlbuki hakikat, ilk konulana ihtiyaç duymaz. İşte bu tek başına, mecazı asıl olana karşıt kılmak için yeterlidir.


[1] Müddesir: 3

[2] Buhari

[3] Bakara: 228

[4] Tekvir: 17

[5] Ahzab: 56

[6] Hacc: 18

[7] Yusuf: 36

[8] Şura: 40

[9] Bakara: 19

[10] Nisa: 92

[11] Şura: 11

[12] Tarık: 6

[13] İsra: 45

[14] Meryem: 61

[15] Kalem: 6

[16] Lokman: 11

[17] Bakara: 255

[18] Kasas: 8