DİLİN LAFIZLARI VE KISIMLARI |
|
Delâlet Eden ve
Delâlet Edilen Olması İtibarı İle Lafzın Kısımlara Ayrılması:
Lafız; delâlet eden ve delâlet
edilen olması itibarı ile yani lafız ve mana olması itibarı ile şu
yedi kısma ayrılır:
Münferid/tek oluş, mütebâyin/farklı oluş, müterâdif/eş anlamlı, müşterek/ortak anlamlı, menkul/nakledilen,
hakikat,
mecaz.
Şöyle ki: Lafız ve mana; ya tek
olurlar ya lafız ve mana ikisi de çok olur ya mana tek olmasına
rağmen lafız çok olur ya da lafız tek olmasına rağmen mana çok
olur.
Birincisi; lafız ve mananın tek olmasıdır.
الله
– Allah lafzı gibi. Zira bu lafız tekdir ve delâlet ettiği de
tekdir. İşte bu
münferiddir. Lafzı
manası ile tek olduğundan dolayı “münferid” olarak
isimlendirilmiştir.
İkincisi; lafız ve mananın ikisi de çok olmasıdır. “siyah” ve “beyaz” gibi. İşte
bu mütebâyindir. Onlardan her
biri diğerinden farklı yani manasında ona muhalif, aykırı
olmasından dolayı farklı lafızlarla isimlendirildiler.
Üçüncüsü; mana tek olurken lafzın çok olmasıdır.
الأسد
– Aslan ve
السبع
– “Aslan” gibi. İşte bu
müterâdiftir. İki kişinin bir tek hayvanın üzerine binmesi anlamına gelen
رديف
– “redîfe” kelimesinden alınarak müterâdif kelimelerle
isimlendirildiler. Zira iki lafız veya daha çok lafızlar bir tek
manaya delâlet eden eş anlamlı durumdadırlar.
Dördüncüsü; lafız tek olurken mananın çok olmasıdır. Yani lafız tek olup o
manalardan her birisi için konulduğundan mana çok oluyor, “göz”
için veya “cariye” için v.b.
عين
– ‘Ayn’ lafzının konulmuş olması gibi. bu
müşterektir.
Beşincisi; lafzın tek, mananın çok olurken, lafzın her birisi için konulmayıp bir
mana için konulduktan sonra diğer manaya nakledilerek o ikinci
manada meşhur olmasıdır.
الصلاة
– ‘salât’ gibi,
الدابة
– ‘dâbbe’ gibi. Gramerciler nezdinde
الفاعل
– ‘fail’ gibi. Bu
menkuldür. Lafız
birinci manaya göre menkulân anhu/kendisinden nakledilen, ikinci
manaya göre menkulen ileyhi/kendisine nakledilen olarak
isimlendirilir. Eğer nakleden Şeriat ise o, “Şer’î menkul” olarak
-الصلاة
– ‘salât’ gibi- isimlendirilir, nakleden genel örf ise o, “örfi
menkul” olarak –الدابة
– ‘dâbbe’ gibi- isimlendirilir, özel ıstılah olarak nakledilmiş
ise o, “ıstılahi menkul” olarak –gramercilerin nezdinde
الفاعل
-‘fâil’ gibi- isimlendirilir.
Altıncısı; lafız tek, mana çok olurken, lafzın her birisi için konulmayıp bir mana
için konulduktan sonra bir alakadan dolayı başka bir manaya
nakledilmesi, fakat o ikinci manada meşhur olmaması, yani o manaya
hakim olmamasıdır. Bu durumda lafız; eğer kendisi için konulduğu
manaya söylenirse o, “hakikattir”,
eğer kendisine nakl olunan mana için söylenirse o, “mecazdır”.
Yedincisi; lafzın mecaz
halidir.
Terâdüf/eş anlamlılık,
tek oluşundan dolayı bir tek manaya delâlet eden münferid
lafızların sürekli ard arda olmasıdır. “İnsan” ve “beşer”
lafızlarının “konuşan canlıya” delâlet etmesi gibi,
البر
– “Burra” ve
القمح
– “Kamhu” lafızlarının “buğdaya” delâlet etmeleri,
الجلس
– “Celese” ve
القعد
– “Ka’ade” lafızlarının “oturmaya” delâlet ettikleri gibi. Aynı
şekilde Arapların sözlerinden nakledilen;
الصلهب
– “Sulheb” ve
الشوذب
– “Şevzeb” lafızlarının “uzun” manasının isimlerinden olması,
البهتر
– “Buhter” ve
البحتر
– “Buhtur” lafızlarının “kısa” manasının isimleri olması gibi.
v.b.
Dilde eş anlamlılığın vukuu
bulmasının sebebi lafız koyucuların olmasıdır. Şöyle ki; bir
kabile mesela bilinen “buğday” için
القمح
– “Kamhu” lafzını koyarken başka bir kabile “buğday” için
البر
– “Burre” lafzını koymaktadır ve her iki konulan da meşhur
olmaktadır. Ya da sebep; lafız koyucu tek olurken ya nefiste olanı
haber vermeye vesilelerin çok olması veya
البديع
– Bedi’/söz kullanma sanatı alanında genişleme kastı olur. “Bedi’”
lafzı, nesirde seci’ yapmak/kafiyeli konuşmak ve şiirde kafiye
gibi sözü güzelleştirmeye verilen bir isimdir.
ما أبعد
ما فات وما أقرب ما هوآت
“Geçmiş ne kadar uzaktır. Gelecek ne kadar yakındır” demen gibi.
فات
lafzı yerine
مضى
lafzı ifade edilse idi, bu mana hâsıl olmazdı. Benzer lafızlar;
اشتريت
البر وأنفقته في البر “Burre/buğday alıp onu birrde/hayırda harcadım” sözünde olduğu gibi.
البر
–“Burre” lafzının yerine
القمح
–“Kamhu” lafzı ifade edilse idi, talep edilen dikkati çekmezdi.
Ters çevirmede Allah’u
Teâla’nın şu sözü gibi;
وربك
فكبر “Sadece Rabbini büyük
tanı.”
Burada
رب
–“Rab” lafzı yerine
الله
– Allah lafzı kullanılsa idi, talep edilen dikkati çekmezdi. Talep
edilen husus şudur:
ربك
lafzı bir yönden
ربك
okunur, ters yönde ise
كبر
diye okunur. Yani Allah’ın bu sözü, her iki yönden okunduğunda da
aynı şekilde olmaktadır.
Böylece terâdüf Arap dilini
zenginleştirmiş olmaktadır. Ancak terâdüf, asıl olanın zıddıdır.
Asıl olan, terâdüfün olmamasıdır. Bir lafız mütarâdif olması ve
olmaması arasında şüpheli olduğunda o lafzın, müterâdif olmamaya
hamledilmesi evladır. Zira asıl olan; lafzın kendisi için başka
bir lafız konulmayan bir mana için konulmuş olmasıdır. Çünkü
ikinci lafız birincisi bilindiği zaman bilinir. Onun için bazıları
terâdüfün vukuu bulmasından imtina etmişlerdir. Her ne kadar her
lafız, kendisi için başka bir lafız konulmamış bir mana için
konulsa da terâdüf olmanın, Arapçada varlığı ve Araplardan rivayet
edilmişliği sabittir. Arapçayı kabileler olan Arapların koymuş
olması, terâdüfün olmanın vukuu
bulmasını gerektirir. Ancak o, asıl olana muhaliftir.
İştirak/ortaklık, lafzın öyle olmaları bakımından iki farklı hakikat için ilk konuluşta
konulmuş olmasıdır.
Müşterek; iki ve daha fazla manadan her birisi için konulan lafızdır. Mesela;
عين
–“Ayn” lafzının “göz”, “cariye”, “altın” için konulması gibi,
الروح
–“Rûh” lafzının “hayatın sırrı”, “Allah’la bağlantının idraki”,
“Cebrail” v.b. için konulması gibi. Bunlara benzer bir çok
müşterek lafız vardır.
Birden fazla lafız koyucu
olmasının mümkün oluşundan dolayı Arap dilinde müşterekin olması
mümkündür. Zira iki lafız koyucudan birisinin bir husus için
koyduğu lafzı, diğeri başka bir husus için koyabilir. Bir
kabilenin “göz” için
عين
– “Ayn” lafzı koyarken, başka bir kabile de “cariye” için
عين
-“Ayn” lafzı kor ve sonra bu her iki hususta konulan lafız meşhur
olur. Ya da açıklamanın fesada sebep olması durumunda, konuşanın
işitende belirsizliği mümkün kılması için farklı iki hususa bir
lafız koyarak yani lafız koyanın belirsizlik maksadı ile lafız
koymasıyla da müşterek oluşabilir. Ebu Bekir RadıyAllah’u Anh’dan
Rasulullah SallAllah’u Aleyhi VeSSellem ile beraber
mağaraya girerken bir kâfirin ona “Ey Ebu Bekir! Önündeki bu adam
kimdir?” diye sorması üzerine ona şöyle demesi gibi;
الرجل
يهدني السبيل
هذا“Bu
adam bana yol göstermektedir”.
Müşterek,
Arap dilinde mevcuttur. Ebu Hasan el-Basri şöyle dedi: “Lügat
koyucunun iki zıt olan “hayz” ve “temizlenmeye”
القرء
–“Kur’u” ismini vermesi, dilde müşterek ismin vukuu bulmasına
delâlet eder.
Nitekim Kur'an-ı Azim’de
Allah’u Teâla’nın şu sözlerinde olduğu gibi müşterek isim
geçmektedir:
ثلاثة قروء
“Üç kur’u...”
والليل
إذا عسعس
“Geri geldiği
zaman/yahut dönüp gittiği zaman geceye...”
عسعس
– “yüzünü dönmek” ve “sırtını dönmek” yani “geri gelmek” ve “dönüp
gitmek” anlamındadır. Bu gecenin geri gelmesi ya da dönüp
gitmesinde müşterek bir lafızdır. Bu ise; müşterekin Arap dilinde
vukuu bulduğuna delâlet etmektedir.
Ancak müşterek asıl olana
terstir. Asıl olan; manaya has bir tek lafzın konulmasıdır. Yani
asıl olan, iştirakin olmamasıdır. Buna göre lafız; ortaklık ve
teklik ihtimali arasında gidip gelince, zanna galip olan
tekliktir. Ortaklık ihtimali ise oldukça mümkün olandır. Eğer
oldukça mümkün olan değilse, tek oluş ihtimali ile ortaklık
ihtimalinin eşit seviyede olmasından dolayı asıl olana terstir. O
ikisi de her bir lafızda kaim olur. Kastedilen manasını açıklayan
bir karine olmaksızın lafız anlaşılmaz. Bunun için müşterek lafzın
manasını belirleyip bir manasına tahsis etmek bir karineye ihtiyaç
duyar. Şu halde kast olunan manayı açıklayan bir karine
kaçınılmazdır. Müşterek asıl olana aykırı olmasaydı, müşterek
olma ihtimalinden dolayı ve Şâri’nin muradının, manadan
bize görülenden başkası olması nedeni ile nâsslarla delil getirmek
muhal olurdu. Zira o zaman zannın bir faydası olmazdı. Bundan
dolayı, müşterek asıl olana muhaliftir.
Müşterek, bütün manalarında
hakikat olarak kullanılır. Bu, Kur'an’da vukuu bulması delilinden
dolayıdır.
Allah’u Teâla şöyle demiştir:
إِنَّ
اللَّهَ وَمَلائِكَتَهُ يُصَلُّونَ عَلَى النَّبِيّ
ِ “Allah ve melekleri,
Nebiye salât ederler.”
الصلاة – “Salât”;
Allah’ın affetmesidir. Allah’tan başkasının ise af dilemesidir.
Buna göre
الصلاة
–“Salât”; “affetmek” ile “af dilemek” arasında bir müşterek
lafızdır. Bu lafız, her iki mana hakkında da bir defada
kullanılmıştır. Zira
الصلاة
–“Salât” lafzı, Allah’a ve meleklere isnad edilmiştir. Bilinir ki;
Allah’tan sadır olan mağfirettir, af dilemek değil, meleklerden
sadır olan ise mağfiret değil, istiğfardır.
Allah’u Teâla şöyle dedi:
أَلَمْ تَرَى أَنَّ اللَّهَ يَسْجُدُ لَهُ مَنْ
فِي السَّمَاوَاتِ وَمَنْ فِي الأرْضِ وَالشَّمْسُ وَالْقَمَرُ
وَالنُّجُومُ وَالْجِبَالُ وَالشَّجَرُ وَالدَّوَابُّ وَكَثِيرٌ مِنْ
النَّاسِ
“Görmedin mi göklerde ve yerde olan herkes; güneş, ay, yıldızlar,
dağlar, ağaçlar, hayvanlar ve insanlardan bir çoğu Allah’a secde
ederler?”
Allah’u Teâla burada
السجد – “Secde” ile
huşu’u/boyun eğmeyi murat etmektedir. Çünkü hayvanlar hakkında
tasavvur edilen budur. Bu ayetle, insanların ise cephelerini yani
yüzlerini yere koymaları kast edilmiştir.
Böylece her iki mananın hakikat
olarak kast edildiği sabit olmaktadır. Bu nedenledir ki tahsis
eden bir karinenin bulunmaması durumunda konuşanın muradını hâsıl
edebilmek için ihtiyaten müşterekin tüm manalarına hamledilmesi
gerekmektedir. Çünkü tüm manalarına hamledilmezse lafzın ihmal
edilmesi ve tercih eden olmadan tercih edilmesi zorunlu hale
gelir. Manalarından birisine hamledilmemesi halinde lafzın ihmal
edilmesi ve manalarından bir mananın ihmal edilmesi zorunlu olur.
Manalarından yalnızca birisine hamledilmesi durumunda ise, tercih
eden olmadan tercih yapılmış olur. bunun içindir ki, müşterekin
manalarından birisine tahsis edilmesi için bu manaya tahsis eden
bir karinenin bulunması kaçınılmazdır. Karine bulunmazsa müşterek
lafız tüm manalarına hamledilir.
Hakikat;
dilde kendisi için ilk olarak konulan husus hakkında kullanılan
lafızdır. Belirli bir yırtıcı hayvan hakkında kullanılan
الأسد
–“Aslan” lafzı gibi.
Mecaz
ise, aralarında bir alakadan dolayı dilde kendisi için ilk olarak
konulan husustan başkası hakkında kullanılan lafızdır. “Cesur
adam” hakkında
الأسد –
“Aslan” lafzının kullanılması gibi. Mecaz üç kısımdır:
Birincisi;
kelimelerde mecaz halinin olması, cesur adamı kast ederek “bir
aslan gördüm” demek gibi.
İkincisi;
sadece terkipte mecaz olması. Şairin şu sözü gibi:
أشاب الصغير وأفنى الكبير كر الغداة ومر
العشي
Küçüğün
saçını ağarttı, büyüğü fani etti/yok etti.
Sabahın
geri gelmesi, akşamın geçip gitmesi.
الشابة –
“Saçın ağarması”,
الأفناء
– “Fani olmak”,
الكر –
“Geri gelmek”,
المر –
“Geçip gitmek”, hakiki olarak meydana gelenlerdir. Fakat “saçın
ağarması” ve “fani olmanın”, “sabahın geri gelmesi” ve “akşamın
geçip gitmesine” isnad edilmesi, o ikisini yapandan başkasına isnad etmektir.
İşte bu mecazdır. Çünkü “saçları ağartma” ve “fani etme” fiilinin
faili, Allah’u Teâla’dır.
Üçüncüsü; kelimelerde ve terkipte birlikte mecaz olması. Şaka yapmak istediğin
kimseye şöyle demen gibi:
احياني
اكتحالي بطلعتك
“Görüntünle gözlerimin sürmelenmesi beni ihya etti/bana hayat
verdi.” Yani seni görmek beni mutlu etti.
احياء
– “Hayat vermek”, “mutluluk” hakkında kullanıldı.
اكتحال
– “Gözün sürmelenmesi” ise “görmek” hakkında kullanıldı. Bu
mecazdır. Ayrıca
الأحياء
–“Hayat vermek”,
الاكتحال – “Gözün
sürmelenmesine” isnad edildi. Hâlbuki hayat veren Allah’u
Teâla’dır. Böylece kelimeleri ve terkipleri ile birlikte cümlenin
tamamında mecaz olmaktadır.
Mecazın kullanılmasında, hakiki
mana ile mecaz mana arasında alakanın olması şart koşulur. İki
mana arasındaki bu alakanın, Arapların kullandığı alaka
çeşitlerinden birisi olması kaçınılmazdır. Fakat tabirin Arapların
kullanmış olduğu tabir olması şart koşulmaz. Şu anlamda; her
ferdin kullandığı hakiki mana ile ondan aldığı mecazi mana
arasındaki bir alakadan dolayı, istediği lafzı ve istediği cümleyi
mecaz olarak kullanması mümkündür. Fakat alakanın
nedensel
veya
durumsal
veya başka şekilde olmasıyla birlikte, alaka çeşidinin mutlaka
Arapların kullanmış olduğundan olması gerekmektedir. Arapların
külliden cüze, sebepten müsebbibe v.b. mecaz yapma çeşidini koymuş
olması kaçınılmazdır.
Cüzlere/detaylara gelince;
onlar cümleler ve kullanımlardır. Onları Arapların kullanmış
olması şart koşulmaz. Bilakis Arapların kullandığı türler
çerçevesinde kaldıkça her ferdin dilediği gibi mecazi tabirler
icad etme hakkı vardır. Mecazi isimlendirmede Araplar nezdinde
muteber olan alaka
sayısı çoktur. Bazıları bunları yirmi beş, bazıları otuz bir,
bazıları da on iki tane olarak saymıştır. Bunların en önemlileri
şunlardır:
1-
Sebebiye/nedensellik:
Bu, sebebin isminin müsebbibe verilmesidir. Nedensel alaka dört
kısma ayrılır:
a-
Uygunluk nedenselliği:
Bu, bir şeyin ona karşılık
gelen bir isimle isimlendirilmesidir. Arapların
سال
الواد – “Vadi aktı”,
sözlerinde olduğu gibi. Yani vadideki su aktı demektir. “Akan
suya” karşılık
الوالد
– “Vadi”, lafzı kullanılmıştır. Çünkü “vadi” akan suyun karşılığı
olan bir sebeptir. Bu nedenle de sebebin ismi sebep olana
verilmiştir.
b-
Şekilsel uygunluk:
يد
–“El”, kelimesinin “kudret/güç” olarak isimlendirilmesi gibi. Zira
kudret, elin sureti/görünümüdür. Çünkü “el” lafzında maddedeki
görünümün dönüştürülmesi işlevi vardır.
يد
–“El”, lafzının kudrete isim olarak kullanıldığının örneği şu
sözdür:
يد
الأمير تطال كل عابث “Emirin eli her suç
işleyene uzanır.” Yani
emirin kudreti, suç işleyenlere ulaşır.
يد
–“El”, için özel bir suret/şekil vardır. Ve onunla bir şey
üzerinde otorite kurulur. Sebebin görünür isminin müsebbibe
atfedilmesi babından hareketle
يد
–“El”, kelimesi “kudrete” atfedilmiştir.
c-
Faillik nedenselliği:
نذل
السخاب –“Bulut indi”
yani, “yağmur yağdı” örneğinde olduğu gibi. Yağmurun buluttan
çıkması nedeniyle bir şeyin failinin ismi verilmiştir.
d-
Gaye nedenselliği:
Buna örnek, üzümün
الخمر
–“Şarap” olarak isimlendirilmesidir. Şu ayette olduğu gibi:
إِنِّي أَرَانِي أَعْصِرُ خَمْرًا
“Ben kendimi şarap sıkıyor görüyorum.”
Yani üzüm sıkıyorum demektir. Bu ayette
الخمر
– “Şarap”, lafzı “üzüm” yerine kullanılmıştır. Çünkü üzüm
sıkmaktan gaye şarap yapmaktır.
2-
Müsebbibiye/sebep olma:
Bu, sebep olanın isminin sebebe
verilmesidir. Öldürücü hastalığın “ölüm” ile isimlendirilmesinde
olduğu gibi. Müsebbibin isminin sebebe verilmesinden hareketle
“ölüm” lafzı öldürücü hastalığa isim olarak verilmiştir.
3-
Benzerlik:
Yani bir sıfatla ortaklık,
zihnin kendisine yöneldiği bir emare olmalıdır. Zira kasıt,
kendisi için var olması itibarı ile karine ile beraber anlaşılır.
Karine ya “cesaret” için “aslan” gibi makul/akledilen olur, ya da
duvara nakşedilmiş suret üzerindeki “aslan” gibi hissedilen olur.
Yani aslan resmi ve suretinin hissedilmesi gibi.
4-
Zıt oluş:
Bu, bir şeyin zıddının ismiyle
isimlendirilmesidir. Allah’u Teâla’nın şu sözünde olduğu gibi:
وَجَزَاءُ
سَيِّئَةٍ سَيِّئَةٌ مِثْلُهَا
“Bir kötülüğün cezası/karşılığı, onun misli bir kötülüktür.”
الجزاء – “Ceza”,
lafzına
سيئة
–“kötülük” affedilmiştir. Hâlbuki
الجزاء“hasene/iyiliktir”.
Ya da seviye zıtlığı olur. Bu, nükte yapmak veya alay etmek
vasıtası ile ilişkilendirmek ve benzeştirmek seviyesinde olur.
“Cimri” olana “o, hâtem/cömerttir” demek, “korkak” olana “o,
aslandır” demek gibi.
5-
Külliye/külli oluş:
Bir cüz kastedilerek
külli/bütün zikredilir. Kur'an’ın bir kısmı için “Kur'an”
denilmesi gibi. Allah’u Teâla’nın şu sözü gibi:
يَجْعَلُونَ
أَصَابِعَهُمْ فِي آذَانِهِمْ
“Parmaklarını kulaklarına koyuyorlardı.”
Yani parmak uçları kast ediliyor. Parmak uçlarına “parmak”
denildi.
6-
Cüziyye/cüzi oluş:
Bu, cüz’ün isminin külle
verilmesidir.
Allah’u Teâla’nı şu sözü gibi:
فَتَحْرِيرُ
رَقَبَةٍ مُؤْمِنَةٍ
“Bir mü’min boynunu kurtarmak.”
Yani bir köle azad etmektir. “Köle” insanı kast ederek köleden bir
cüz olan “boyun” zikredilmiştir.
7-
Hazır oluş:
Bu, bir husus için hazır olan
şeyi, o hususun ismi ile isimlendirmektir. Şarap fıçısında olan
الخمر
–“Şarap” maddesine
مسكر
–“Sarhoşluk veren içki” denmesi gibi. Zira o durumda henüz
sarhoşluk veren duruma gelmemiştir, fakat ona hazırdır.
8-
Komşuluk/yakınlık:
Bu, bir şeyi kendisine yakın
olanın ismi ile isimlendirmek gibidir. Kırba/su tulumu olan su
kabına
الراوية
– “Raviye” denilmesi gibi. Zira
الراوية
– “Raviye” lügatte, üzerinde su taşınan “deve” veya “katır” veya
“eşek” ismidir. “Kırba” ya
الراوية
– “Raviye” denilmesi, bu adı geçen hayvanların üzerinde
olduğundan/yani yakınlıktan dolayıdır.
9-
Fazlalık:
Bu, sözün, bir kelimenin
düşünülmesi ile düzenlenmesidir. Zira onun fazla/ilave olduğuna
hükmedilir. Allah’u Teâla’nın şu sözü gibi:
لَيْسَ كَمِثْلِهِ شَيْءٌ
“Hiçbir şey Onun benzeri gibi değildir.”
Zira mecaz olarak ziyade
isimlendirilmektedir. Yani
ليس
مثله شيء “Onun
benzeri bir şey yoktur” demektir. Burada
ك –“Kaf”, fazlalıktır. Zira kast olunan, benzer olanın nefy edilmesidir.
المثل
–Benzer olanın benzeri nefy edilmesi değil. Çünkü
ك –Kaf “benzer” manasındadır. O zaman Allah’a bir benzerin olduğunun
ispatı gerekirdi ki bu imkânsızdır. O halde “kaf”ın fazlalık
olması gerekir.
10-Bir
şeyin, üzerinde bulunduğu hususu dikkate alınarak
isimlendirilmesidir.
Câmid olarak herhangi bir
kelimeden türememiş bir kelime şeklinde, “kölelikten kurtulmuş
kişiye” “köle” denmesi gibi. Ya da müştak bir kelime olarak
dövüşmeyi bırakmış olan adama “dövüşçü” denilmesi gibi .
11-
Mastar, ismi mef’ul ve ismi fail arasında hâsıl olan alaka.
Bu durumda onlardan her birisi
diğerine mecaz olarak isimlendirilir. Bu ise altı kısımdır:
a-
İsmi failin, ismi mef’ula isim olarak verilmesi:
Allah’u Teâla’nı şu sözü gibi:
مِنْ مَاءٍ دَافِقٍ
“Atan bir sudan...”
Yani
مدفوق
–“Atılmış” demektir. Şu söz gibi:
سر كاتم
“Sırra kâtim/gizleyeni gizlemek” (sekreter) gibi. Yani
مكتوم
–“Gizlenen” demektir.
b-
İsmi mef’ulun, ismi faile isim olarak verilmesi:
Allah’u Teâla’nın
şu sözü gibi:
حِجَابًا مَسْتُورًا “Örtünen bir örtü...”
Yani
ساترا
–“Örten” demektir.
Yine Allah’u
Teâla’nı şu sözü gibi:
إِنَّهُ
كَانَ وَعْدُهُ مَأْتِيًّا
“Şüphesiz Onun va’di gelmiş olandır.”
Yani
آتيا
“Gelicidir”
demektir.
c-
Mastarın ismi faile isim olarak verilmesi:
Şu söz gibi:
رجل صوم
وعدل “Kendisine
hakim ve adil bir adam.” Yani
صائم
–Kendisine hakim olan ve
عادل
–“Adil” olan demektir.
d-
İsmi failin, mastara isim olarak verilmesi:
Şu söz gibi:
قم
قائما واسكت ساكتا
“Ayakta duran olarak kal ve susan olarak sus.” Yani
قياما
–“Ayağa kalkmak” ve
سكوتا
–“Susmak” demektir.
e-
İsmi mef’ulun, mastara isim olarak verilmesi:
Allah’u Teâla’nın şu sözü gibi:
بِأَيِّيكُمْ
الْمَفْتُونُ
“Deliren hanginizde imiş.”
Yani
الفتنة
–“Delilik” demektir.
f-
Masdarın ismi mef’ula isim olarak verilmesi.
Allah’u Teâla’nı şu sözü gibi:
هَذَا
خَلْقُ اللَّهِ
“Bu, Allah’ın
yaratmasıdır.”
Yani
مخلوق
لله –“Allah’ın
yaratığıdır” demektir.
Yine Allah’ın şu sözü gibi:
وَلا
يُحِيطُونَ بِشَيْءٍ مِنْ عِلْمِهِ
“Onun ilminden hiçbir şeyi kavrayamazlar.”
Yani
من
معلومه –“Onun
bildiklerinden” demektir.
Söze mecazın girmesi, bazen
bizzat kendiliğinden olur, bazen de sonradan olur. Bizzat
kendiliğinden olan mecaz sadece cins isimde olur. O kişinin
kendisine uygun olana delâlet edendir. Çünkü vasıflardan bir vasıf
olmasından başka birçok şeye uygun düşer. “Cesaret” için “aslan”
denilmesi gibi, “şiddetli vuruş” için “öldürmek” denmesi gibi,
başkasına dâhil olmayan husustur. Bizzat olan mecazın dâhil
olmadığı birkaç husus şunlardır:
a-
Harf:
Harfte mecaz olmaz. Çünkü o tek
başına manasını ifade etmez. Çünkü kendisi ile alakalı olan
zikredilmedikçe manasını ifade etmez. Harf tek başına ifade
edilmediğinden ona mecaz dâhil olmaz. Çünkü mecazın dâhil olması,
sözün ifade eden oluşundan bir türevdir. Mecazın, harfe dâhil
olmasının açıklanması “tabi olmak” iledir. Zira onunla alakalı
olanların mecaz olarak kullanılması ile olur. Mecaz yapmak, o
kelime ile alakalandırılmış hususlardan çıkmaktadır.
Allah’u Teâla’nın şu sözünde
olduğu gibi:
فَالْتَقَطَهُ
آلُ فِرْعَوْنَ لِيَكُونَ لَهُمْ عَدُوًّا وَحَزَنًا
“Nihayet Firavun ailesi onu yitik çocuk olarak (nehirden) aldı. O,
sonunda kendileri için bir düşman ve bir tasa olacaktı.”
الإلتقاط –“Almanın”,
“düşman” olma sonucu ile, illetlendirilmesi madem ki mecazdır,
illet lâmının dâhil edilmesi de mecazdır. Dolayısıyla mecaz harfte
kendisi ile alakalı olana “tabi olarak” gelmektedir. Fakat bizzat
kendiliğinden olan mecaz, harfte olmaz.
b-
Kısımları ile türev:
ضارب
–“Vuran/döven” v.b. gibi. Çünkü fiil ve türevden her biri
“hakikat” veya “mecaz” oluşunda “mastar” olan aslına tabidir.
“Dövüşmenin” sona ermesinden sonra ya da önce “dövüşçü/döven”
denilmesi sadece mecaz olur. Çünkü bu haliyle ona
ضرب
–“Dövüşmek” lafzının verilmesi, ancak hakikat değil, mecaz olur.
ذو ضرب
–“Dövüşçü” dememiz gibi.
c-
İlim:
Çünkü eğer doğaçlama olarak ya
da bir alaka olmayana nakledilen olarak olursa, onun mecaz
olmadığı hususunda bir anlaşmazlık yoktur. “Bereket” lafzından
konulan veya yüklenenle ilintili oluşundan dolayı oğluna “mübarek”
ismini vermesi gibi, bir alakadan dolayı nakledilirse, aynı
şekilde o da mecaz olmaz. Çünkü mecaz olmasaydı, o alaka ortadan
kalkınca, o isimlendirmekten kaçınırdı. Bu durumda ise böyle
değildir. Dolayısıyla bu, mecaz olmadığına delâlet eder.
Bu izahat, hakikat ve mecaz
hakkında bir özettir. Sözde asıl olan, hakikattir. Öyle ki hakiki
mana ile mecazi mana çeliştiğinde hakiki mana evla olandır. Çünkü
mecaz, asıl olanın karşıtıdır. Lafız hakikat ile mecaz arasında
gidip gelince, hakikatin tercihe şayan olduğuna, mecazın ise olası
olduğuna yorumlanır. Çünkü mecaz, ilk konulan olan hakiki manaya,
onunla mecazi mana arasındaki münasebete ve ondan ona nakledilmeye
ihtiyaç duyar. Hâlbuki hakikat, ilk konulana ihtiyaç duymaz. İşte
bu tek başına, mecazı asıl olana karşıt kılmak için yeterlidir.
 |