Şer'î Hakikat
Şer’î isimler, Şâri’den alınmış ve onun
koyduğu lafızlardır. İbadet maksatlı belirli fiiller için
الصلاة
–“Salât/namaz” denilmesi, belirli çıkarılan miktar için
الزكاة
–“Zekât” denilmesi, kişinin bilinen kendisini zapt etme işine
الصوم
–“Oruç” denilmesi; vakıaya mutabık bir delile bağlı olan kesin tasdike
الإيمان
–“İman” denilmesi gibi. v.b. isimleri Şeriat getirmiştir. Bu lafızlar, Şeriatta
ilk önce kendisi için konulduğu hususta kullanınca “Şer’î hakikat” olurlar. Buna
göre “Şer’î hakikat”, Şeriatın örfünde kendisi için konulan husus hakkında
kullanılan lafızdır. Yani o, kendisine nakl olunduğu mana ile Şeriatın kendisi
için konulmasından dolayı lügat anlamından bir başkasına naklolunan lafızdır.
İsmin Şer’î olması için, konuluşun Şâri’den
yani vahyin Allah’tan getirdiğinden yani Kitap ve Sünnetten alınması
kaçınılmazdır. Zira fakihlerin bir lafzı bir manada kullanmaları onu “Şer’î
isim” yapmaz. Aynı şekilde imamların ve müçtehitlerin lafzı, bir manada
kullanmaları da onu “Şer’î isim” yapmaz. Lafız ancak, sadece Şeriat
kullandığında yani o lafzı Şeriat koyduğunda, Kitapta veya Sünnette veya sahabe
icmâsında geçince “Şer’î isim” olur. Kitaba gelince, onu lafız ve mana olarak
vahiy getirmiştir. Sünnete gelince, onun manasını vahiy getirmiş, Rasul
SallAllah’u Aleyhi VeSSellem de onu kendi lafızlarıyla ifade etmiştir.
Dolayısıyla o da vahyin getirdiğindendir. Sahabe icmâsına gelince, o bir delili
keşfeder/gösterir, dolayısıyla o da vahyin getirdiğindendir.
Arapların belirli bir mana için koydukları
bir lafzın kullanımı, kendisi için konulduğundan başka bir manada vaki olunca ve
bu kullanım Kitapta ve Sünnette veya sahabe icmâsında geçince; bu lafız, bu
kullanımda bu mana için Şâri’nin koymuş olduğu bir “Şer’î isim” olur. Onun
Şâri’nin kendisi için koyduğu hususta kullanılması “Şer’î hakikat” olur.
Şer’î hakikat; Şeriatın bir karine olmaksızın kendisine delâlet edecek şekilde bir
mana için koyduğu lafızdır. Şeriatın lafızlarında Şer’î hakikatin varlığı ve
meydana gelmesi hususunda ihtilaf edilmiştir. Zira Kâdı Ebu Bekir el-Bâkıllâni;
Şer’î hakikatin var olmadığını ve meydana gelmesinin de engellendiğini söyledi.
Mu’tezile; Şer’î hakikatin var olduğunu söyleyip meydana gelişini de
ispatladılar. Hariciler ve fakihler de böyle söylediler.
Kâdı Ebu Bekir, Şer’î hakikatlerin meydana
gelmesinin engellenmesi hakkında şu iki delili ortaya koydu:
1-Şâri’
böyle yapsaydı, o manaları nakleden haberdar etmekle ümmeti bilgilendirmesi
gerekirdi. Aksi halde; o, anlamadıkları halde onları o isimlerden kastettiğini
anlamakla mükellef kılan olurdu. Bu ise, güç yetirilemeyen ile sorumlu
kılmaktadır. Bu gibi hususlarda haberdar ediş, haklarında ahad ile delil
getirmek olmadığından mutlaka mütevatir olmalıdır. Tevatür de yoktur. Bu ise,
Şer’î hakikatin Şeriatta meydana gelmediğine dair delildir.
2-
Kur'an’ın kapsadığı bu lafızlar, lügatte delâlet ettiklerinden başkasını ifade
etselerdi, lügat ehlinin lisanından olmazlardı. Çünkü lafzın Arapça olması,
zatından ve şeklinden dolayı değil fakat lügat ehlinin onun karşısına koyduğuna
delaletinden dolayıdır. Aksi halde lügat ehlinin bütün lafızları, haklarında hem
fikir oluşmadan önce Arapça olurdu ki bu imkânsızdır. Bundan dolayı Kur'an’ın da
Arapça olmaması gerekirdi.
Bu ise Allah’u Teâla’nın şu sözlerine
aykırıdır: إِنَّا
جَعَلْنَاهُ قُرْآنًا عَرَبِيًّا
“Biz onu Arapça bir Kur'an yaptık.”
بِلِسَانٍ
عَرَبِيٍّ مُبِينٍ “Apaçık Arapça
lisanı ile...”
وَمَا
أَرْسَلْنَا مِنْ رَسُولٍ إِلا بِلِسَانِ قَوْمِهِ
“Biz her Rasulü ancak kavminin lisanı
ile gönderdik.”
Bu da imkânsızdır. Bütün bunlar Şer’î
hakikatlerin vukuu bulmadığına dair delildir.
الصلاة
–“Salât/namaz”,
الزكاة
–“Zekât”,
الحج –“Hacc” gibi Şer’î isimlerin
vukuu bulmasına gelince; Kâdı Ebu Bekir, Şâri’nin onları ancak lügat
hakikatlerinde kullandığını söylemiştir. Ona göre kendisi ile emrolunan “salât”
duadır. Fakat Şeriat koyucu, duanın kendisine ilave edilmiş bir takım
şartlarıyla birlikte olmadıkça kabul edilmediğine dair başka deliller
getirmiştir.
Mu’tezile, Şer’î hakikatlerin vukuu bulmasına
iki delille delil getirmişlerdir.
1-Şeriat
koyucu, Araplar için ma’kul olmayan bir takım yeni manalar var etmiştir.
Dolayısıyla o manalar için onlara delâlet eden lafızların olması kaçınılmazdır.
O manalar için lafız koyanın Araplar olması ise mümkün değildir. Çünkü Araplar o
manaları anlamıyorlar. O halde onlar için lafız koyan Allah’u Teâla olmaktadır.
Böylece onlar, lügavi değil Şer’î olmaktadır. Bu ise, Şer’î hakikatlerin
varlığına dair bir delildir.
2-
“İman” lügat manası dışında kullanılmaktadır. Çünkü lügatte “iman”,
tasdik/doğrulamak demektir. Şeriatta ise, tasdikten başkasına “iman”
denilmektedir.
Buna Rasulullah SallAllah’u Aleyhi
VeSSellem’in şu sözü delâlet etmektedir:
الإيمَانُ بِضْعٌ وَسَبْعُونَ بَابًا أَفْضَلُهَا لا إِلَهَ
إِلا اللَّهُ وَأَدْنَاهَا إِمَاطَةُ الْعَظْمِ عَنِ الطَّرِيقِ
“İman yetmiş küsür bölümdür.
Bunların en üstünü
لا اله الله
–şahadettir. En düşük olanı ise, yolda eziyet veren bir şeyi uzaklaştırmaktır.”
“Eziyet veren şeyi uzaklaştırmak”, “iman”
olarak isimlendirilmiştir. Hâlbuki o tasdik değildir.
Yine Şeriatta “din” ibadetleri yapmak, namazı
kılmak ve zekâtı vermekten ibarettir.
Buna Allah’u Teâla’nın şu sözü delildir:
وَمَا أُمِرُوا إِلا لِيَعْبُدُوا اللَّهَ مُخْلِصِينَ لَهُ
الدِّينَ حُنَفَاءَ وَيُقِيمُوا الصَّلاةَ وَيُؤْتُوا الزَّكَاةَ وَذَلِكَ دِينُ
الْقَيِّمَةِ “Hâlbuki onlara ancak, dini yalnız O'na has kılarak ve hanîfler
olarak Allah'a kulluk etmeleri, namaz kılmaları ve zekât vermeleri emrolunmuştu.
Sağlam “din” de budur.”
Görüldüğü gibi ayetin sonunda
وذلك دين القيمة
“işte sağlam din budur” denilmektedir. Bu söz zikredilenlerin hepsine
dönmektedir. “Din” İslâm’dır.
Allah’u Teâla şöyle dedi:
إِنَّ الدِّينَ
عِنْدَ اللَّهِ الإسْلامُ
“Allah katında din ancak İslâm’dır.”
“İslâm”, imandır. Zira iman Şeriatta,
ibadetleri yapmaktır.
Yine Allah’u Teâla şöyle dedi:
وَمَا كَانَ
اللَّهُ لِيُضِيعَ إِيمَانَكُمْ
“Allah sizin imanınızı asla zayi eden değildir.”
Burada “imandan” kast edilen, Beytul Maktise
yönelik kılınan namazdır. Böylece Beytul Maktise yönelik namaza “iman” denilmesi
gibi, Arapların koyduğu manalar ile aralarında bir alaka olmadığı halde lügat
ehlinin kendisi için koyduklarından başka manalara lafızlar konulmuş olmaktadır.
Bu ise, Şeriatın lafızlarında Şer’î hakikatlerin vukuu bulduğuna, dolayısıyla
Şer’î hakikatlerin varlığına dair bir delildir.
İmam Cemaleddin el-Esnevî şöyle dedi: “Gerçek
şudur ki: Şer’î lafızlar manalarında lügat bakımından mecazdır. Şer’î lafızlar,
Şâri’nin kendilerini o manalarda mecaz olarak kullanmasından sonra karinelerin
desteğinden dolayı, o manalarda meşhur oldular. Meşhur olduktan sonra bir karine
olmaksızın anlaşıldılar ve lügavi hakikatler, Şeriatta terk edilmiş oldular.
Onların, Şer’î hakikatler oluşundan kast olunan işte budur, onların ilk olarak
konulmuş olmaları değil...”
İmam el-Harameyn şuna karar kıldı: Şer’î
lafızlar, lügavi manada kullanılmadılar. Bunun hakkında kullanım hali göz önünde
bulunduruldu. Çünkü Şeriat koyucu, o lafızları lügat manaları ile aralarında
olan husustan dolayı bu manalarda kullanmıştır. Mesela,
الصلاة
–“Salât” madem ki lügatte “dua” için konulmuştur, “dua” da Şer’î manadan bir
cüzdür, o Şer’î manaya mecaz olarak “salât” denilmiştir. Böylece bunlar lügatin
hakikat ve mecaz olarak kısımlara ayrılmasından dolayı Arapların lügati dışına
da çıkmış olmazlar. Bu şöyle özetlenebilir: Bu Şer’î lafızlar, lügat bakımından
mecazdırlar, sonra meşhur oldular. Böylece “Şer’î hakikatler” oldular.
El-Esnevi ve İmam el-Harameyn’e ait bu iki
söz, yeni bir söz değil, Kâdı Ebu Bekir’e ait sözden sayılırlar. Şer’î
hakikatlerin vukuu bulmasının mümkün olmaması ile ilgili olarak Kâdı’nın
söylediği sözün tefsirinde ihtilaf edilmiştir. Nitekim Üstad, o söz hakkında
şöyle dedi: “Şâri’nin “salât” v.b. gibi Şer’î manada kullandığı isimler,
böylelikle lügat ehlinin koymasından dışarı çıkmamışlardır. Bilakis onlar,
lügavi hakikatleri üzerinde karar kılmışlardır.” El-Meraği de o söz hakkında
şöyle dedi: “O isimlerin Şer’î manaları lügavi hakikatlerdir.” Kâdı’nın
mezhebinde olan el-Hancı şöyle dedi: “Şer’î hakikat olduğu iddia edilen her
husus lügavi mecazdır.” El-Carberdi, onun sözüne ilaveten şunu
söyledi: “Onlar, hakikatler seviyesine ulaşmadılar. Yani onlar lügavi manaları
üzerinde kaldılar. Fazlalıklar, ilaveler manalarına dâhil değildirler.” Kâdı Ebu
Bekir’in sözüne yapılan bu açıklamalardan, özellikle el-Hancı’nın açıklamasından
şu netice çıkartılıyor: El-Esnevi ve İmam el-Harameyn’in sözleri yeni bir söz
değildir, bilakis Kâdı Ebu Bekir’in sözüdür.
Gerçekten Şer’î isimler, Şeriatın
lafızlarında vukuu bulmuştur ve lügavi hakikatlerden farklı hakikatler vasfı ile
vukuu bulmuştur. O isimler Arapların koyduğu lafızdırlar. Şeriat gelip o lafzı
başka bir manaya nakletmiştir ve lafız o mana ile meşhur olmuştur. Lafzın o
manaya nakledilmesi, mecaz kabilinden değildir. Bilakis o, örfi hakikatin
nakledilmesi kabilindendir. Çünkü Şeriat o lafzı, ikinci manaya mecaz şartında
olduğu gibi bir alakadan dolayı nakletmedi. Ayrıca o lafız, ikinci manada meşhur
oldu. Hâlbuki mecaz, bir mana için konulup sonra bir alakadan dolayı başka bir
manaya nakledilen ve ikinci manada meşhur olmayan yani ona hakim olmayan
lafızdır. Bunun için Şer’î ismin Şeriatın kendisi için koyduğu ikinci manaya
nakledilmesi, hiçbir şekilde mecaz kabilinden olmaz. Bilakis o “Şer’î hakikat”
kabilindendir.
Buna delil şudur: Şeriat o lafzı, lügat
ehlinin kendisi için koyduğu manadan başka bir manaya; aralarında herhangi bir
alaka gözetmeksizin nakletmiştir. Yani onu ikinci manaya, birinci mana ile bir
alakası olsa da olmasa da fark etmeksizin nakletmiştir.
Mesela;
الصلاة
–“Salât”, Arapların “dua” manasına koyduğu bir lafızdır. Şeriat gelip onu
belirli bir fiil ve sözler olan başka bir manaya nakletmiştir. Nitekim
içerisinde dua olmayan fiillere de “salât” ismi verilebilir. Yapılsa bile
namazdaki duayı anlamayan ahrazın namazı gibi.
“Zekât”, Arapların nemâ/artma ve
ziyade/çoğalma manası için koymuş olduğu bir lafızdır. Şeriat gelip onu, belirli
bir miktardan belirli bir malın ödenmesi olan başka bir manaya nakletmiştir.
Bazen artan değil, eksilen mala “zekât” ismi verilebilir. Yetimin malının,
kendisi ile ticaret yapılmaksızın dondurulması halinde tezkiyesi/”zekâtındandır”
gibi. Bu şüphesiz ki o malı eksiltir.
“Hacc”, Arapların mutlak kasıt manası için
koymuş olduğu bir lafızdır. Şeriat gelip onu, belirli bir mekân için belirli bir
kasıt olan başka bir manaya nakletmiştir.
“Sıyâm”, Arapların mutlak/genel imsak/tutmak
manası için koymuş oldukları bir lafızdır. Şeriat gelip onu belirli bir
imsak/oruç tutmak olan başka bir manaya nakletmiştir.
İşte bu isimleri Şeriat, Arapların kendileri
için koyduğu manalardan başka manalara nakletmiştir. Her ne kadar Arapların
koymuş olduğu mana ile Şeriatın koymuş olduğu mana arasında bir alaka olsa da,
Şeriat bu alakayı dikkate almamıştır. Zira Şeriat bu isimleri, o alakadan dolayı
nakletmemiştir. Bu isimleri işiten kimse, Şer’î manalarında kesinlikle bu
alakayı anlayamaz. Ayrıca bu alaka bazı durumlarda mevcut da olmaz. Bu da, bu
isimlerin nakledilmesinin mecaz kabilinden olmadığına delâlet eder.
Arapların bildiği bir takım Şer’î isimler
vardır. Fakat Şeriatın kendileri için koyduğu manaları bilmezlerdi. “Allah”
için
الرحمان –“Rahmân” lafzı gibi. zira
“Rahmân” lafzını “Allah” için Araplar koymadı.
Onun için Allah’u Teâla’nın şu sözü;
قُلْ
ادْعُوا اللَّهَ أَوْ ادْعُوا الرَّحْمَانَ “De ki; İster Allah’a çağırın, ister Rahman’a çağırın.”
İndirildiğinde şöyle dediler: “Biz ancak Yemame “Rahman’ını” tanırız.”
Bunların hepsi şuna delâlet etmektedir:
-
Arapların bazı manalar için koymuş olduğu, Şeriatın gelip bir alaka olmaksızın
ve nakil etmede bir alaka gözetilmeksizin başka manalara naklettiği bir takım
isimler vardır.
-
Arapların kesinlikle bu manalar için koymadığı, Şeriatın gelip belirli manalar
için koyduğu bir takım isimler vardır.
-
Arapların daha önceden manalarını bilmediği bir takım isimler vardır.
Bu, Şer’î isimlerin mevcut olduğuna ve
onların Şeriatın lafızlarında vaki olduğuna delâlet etmektedir. Dolayısıyla bu,
Ebu Bekir el-Bâkıllâni ve daha sonra da el-Esnevî ve İmam el-Harameyn’e ait sözü
geçersiz kılmaktadır.
Ayrıca şu da sabittir ki; Şeriat Koyucu, o
isimleri lügat manalarından Şeriatın kendileri için koyduğu yeni bir manaya
nakline dair ümmeti bilgilendirmiştir. Bu, Rasulullah SallAllah’u Aleyhi
VeSSellem’in bu manayı açıklaması ile oluyor.
Zira Allah’u Teâla şöyle diyor:
وَأَنزَلْنَا
إِلَيْكَ الذِّكْرَ لِتُبَيِّنَ لِلنَّاسِ مَا نُزِّلَ إِلَيْهِمْ
“İnsanlara, kendilerine indirileni beyan etmen için sana da zikri indirdik.”
لتبين
–“Beyân etmen için” tabirinden kasıt olunan, onun manalarıdır. Bunlardan bir
kısmı da Şer’î isimlerin manalarıdır.
Rasulullah SallAllah’u Aleyhi VeSSellem
şöyle diyor: وَصَلُّوا
كَمَا رَأَيْتُمُونِي أُصَلِّي
“Beni
nasıl namaz kılıyor görüyorsanız siz de öyle namaz kılınız.”
Böylelikle onları kendilerine anlaşılır
kıldıktan sonra bir takım amellerle mükellef kılmış olmaktadır. Zira onları
anlamadıkları hususta sorumlu kılmamıştır. Bununla da Ebu Bekir’in; “Şer’î
isimlerin varlığı, Arapları anlamadıkları hususta mükellef kılmayı gerektirir ki
bu güç yetirilemeyenle sorumlu kılmaktır.” diye söylenen hüccetini/delilini
düşürmektedir. Zira Rasul’ün beyanının Şer’î isimlerin manalarını anlaşılır
kılması, onları anladıklarıyla sorumlu kılar hale getirmiştir. Böylece Şer’î
isimler fiilen vaki olmaktadır.
“Şer’î isimleri Kur'an’da vaki kılmak,
Kur'an’ın Arapça olmasını gerekli kılar. Çünkü lafzın Arapça olması, zatından ve
şeklinden dolayı değil, fakat lügat ehlinin onun karşısına koyduğuna
delaletinden dolayıdır. Bu Şer’î manaları ise, kendilerine delâlet eden
lafızların karşısına Araplar koymadı. Dolayısıyla onlar Arapça değildirler. Bu,
Kur'an’da Arapça olmayan lafızlar vardır, dolayısıyla Kur'an da Arapça değildir,
demektir.”
Bu söze gelince; bu reddolunur. Çünkü Şer’î
lafızları, Şeriat değil Araplar koymuşlardır. Ancak Araplar onları, belirli bir
takım manalara delâlet etmeleri için koymuşlardır. Şeriat gelip onları,
Arapların kendileri için koymuş oldukları manalardan başka manalarda
kullanmıştır. Sonra Araplar da gelip onları bu Şer’î manalarda kullanmışlardır.
Bu, onları Arapça oluşlarından dışarı çıkarmaz. Bilakis onları, “örfi
hakikatler” gibi yapar. Fark etmeksizin Arapçanın kısımlarından bir kısım yapar
ki o, “menkuldür/nakledilendir.” “Menkul” lafzın; delâlet eden ve delâlet edilen
olması itibarı ile kısımlara ayrılmasından bir kısımdır. Zira “menkul” lafzın
bir mana için konulup sonra başka bir manaya nakledilmesi ve ikinci manada
meşhur olmasıdır. Bu da o lafzı Arapların ikinci manada kullanması vasıtası ile
olmaktadır. Şer’î isimler de işte tamamen böyledir. Zira onları Araplar
koymuştur, Şeriat gelip onları kendileri için konulmuş olan manalardan başka
manada kullanmıştır. Araplar da onları Şer’î manada Şeriatın kullandığı gibi
kullanmışlardır. Böylece Arapça olmuşlardır. Şer’î isim, lügavî Şer’î
hakikattir. Aralarında hiçbir fark olmaksızın tamamen lügavî örfî hakikat
gibidir. Zira “örfî hakikat”, Arapların kendisi için konulan manadan başka bir
manada kullanıldığı lafızdır. Zira Arapların kullanımı ile o lafız, birinci mana
terk edilerek sonraki manaya nakledilmiştir.
الدابة
–“Dâbbe” lafzı gibi,
الغائط
–“Gâit/dışkı” gibi.
“Şer’î hakikat”, Şeriatın kendisi için
konulan manadan başka bir manada kullandığı, Şeriatın kullanımından sonra
Arapların Şeriatın kullandığı manada kullandığı, böylece Şeriatın kullanması
daha sonra da Arapların kullanması ile birinci mana terk edilerek sonraki manaya
nakledilen lafızdır. “Salât” lafzı gibi.
Şeriatın kullanımına binaen Arapların bir
lafzı kullanmaları, bizzat kendilerinden olan lafızları kullanmaları gibidir.
Her iki kullanımdan dolayı lafız, kendisi için konulan manasından başka bir
manaya nakledilmiştir. O her iki kullanımdan her biri Arapçadır. Birincisi,
lügavî örfî hakikattir. İkincisi, lügavî Şer’î hakikattir. Böylelikle Şer’î
isimlerin hepsi de Arap lügatinden olmaktadır. Arapça olmayan bir Şer’î isim
kesinlikle yoktur. Böylece Kadı’nın, Şer’î
isimlerin var olmadığına dair ileri sürdüğü delil çürütülmüş olmaktadır. Onunla
delil getirmek de geçersiz olmaktadır.
Bütün bunlardan açığa çıkıyor ki; “Şer’î
hakikat” vardır ve Şeriatın lafızlarında vakîdir, Şer’î isimlerin tamamı lügavî
isimler gibi fark etmeksizin Arap lügatindendirler.