Arap dilinin bilinmesinden ve dilin lafızları ve onların
kısımlarının açıklanması ile dilin kısımlarının bilinmesinden
sonra Kitap ve Sünnetle istidlâl/delil getirme kolaylaştı. Çünkü
Kitap ve Sünnetle delil getirmek, ancak o ikisinin lafızları ile
delil getirmektir. Arap dilinin lafızları açıklandığı zaman,
dille delil getirmenin gerektirdiği husus sağlanmış olur. O
husus, dilin lafızları ve kısımlarının açıklanmasıdır.
Ancak lafızlarla istidlâl, delil getirmek keyfiyetini bilmeye
bağımlıdır. İstidlâl ya mantuk yoluyla ya da mefhum yoluyla olur.
Yani ya lafzın delâlet ettiğine delâleti yoluyla olur ya da
delâlet edilenin başka bir delâlet edilene delâleti yoluyla olur.
Yani ya lafzın delâlet ettiği manaya göre olur ya da lafzın
kendisi değil de lafzın manasının delâlet ettiği manaya göre olur.
Bundan dolayı mantuk ve mefhumun incelenmesi kaçınılmazdır.
Mantuk ve mefhumun incelenmesinden önce şu iki husustan
bahsedilmesi kaçınılmazdır. Birincisi; Kur'an’da, mühmel lafız
yoktur. Sünnette de öyledir. İkincisi; Allah’u Teâla, açıklama
olmaksızın, sözünde zahirden başkasını kast etmez.
Birinci hususa gelince; Allah’u Teâla bize mühmel ile yani
manaya delâleti olmayan bir şeyle hitap etmez. Bu Allah hakkında
imkânsızdır. Çünkü mühmel hezeyandır/noksanlıktır. Hezeyan ise,
mühmel lafızları bir araya getirip konuşmaktır. Ya da o haliyle
sözün toplamının bir manaya delâlet etmemesidir, her ne kadar
sözün her cüzü bir manaya delâlet etse de. Mühmelin bu her iki
şekli de Allah’a yaraşmaz. Bundan dolayı Allah’u Teâla’nın bize
mühmelle hitap etmesi muhaldir. Dolayısıyla Kur'an’da mühmel
olmaz. Aynı şekilde Sünnette de mühmel olmaz. Çünkü Sünnet,
manaları bakımından Allah’u Teâla’dan vahyedilendir ve Rasul
SallAllah’u Aleyhi VeSSellem onu kendi lafızlarıyla ifade
etmiştir. Dolayısıyla Sünnette de mühmel olması muhaldir.
Bazı sürelerin ilk harflerine gelince, onların manaları vardır.
Fakat müfessirler onlar hakkında ihtilaf edip çok şey
söylemişlerdir. Onlar hakkında doğru olan; onların sürelerin
isimleri olmasıdır. Buna binaen o harfler mühmel olmazlar.
Allah’u Teâla’nın şu sözüne gelince:
وَمَا يَعْلَمُ تَأْوِيلَهُ إِلَّا اللَّهُ
وَالرَّاسِخُونَ فِي الْعِلْمِ يَقُولُونَ آمَنَّا بِهِ كُلٌّ مِنْ
عِنْدِ رَبِّنَا “Hâlbuki onun tevilini ancak
Allah bilir. İlimde yüksek pâyeye erişenler ise: Ona inandık;
hepsi Rabbimiz tarafındandır derler.”
Bu ayette الا الله
sözünde durulup, والراسخون في
العلم “İlimde ilerlemiş
olanlar” sözünü yeni bir cümlenin başlangıcı yapmakla
Kur'an’da, manasını sadece Allah’ın bildiği hususlar olmuş olur.
Böylelikle de Allah, bize manasını bilmediğimiz şeyle yani mühmel
ile hitap etmiş olur. Bu iki yönden reddedilir:
Birincisi; إلا الله
-sözünden sonra durulmaz. Çünkü buradaki
و
-Vav, atıf “vav”ıdır. Yeni cümlenin başlangıç
vavı değil. Zira الراسخون
-kelimesi الله
lafzına atfedilmiştir. Dolayısıyla mana şöyle olur: “Onun
te’vilini Allah ve ilimde ilerlemiş olanlar bilir.” İsti’naf
vavı/yeni cümle başlangıcı vavı, ancak söz ve mana
bitip yeni bir söz ve yeni bir manaya başladığında olur. Bunun
dışında kesinlikle olmaz. Burada ise söz ve mana tamamlanmamıştır.
Allah’u Teâla’nın يقولون آمنا به
“Biz ona iman ettik, derler” sözü ise;
والراسخون في العلم
“İlimde ilerlemiş olanlar” sözünün hâl cümlesidir.
Zira bu cümle, haber cümlesi değil hâl cümlesidir.
Şöyle denilmez: “Hâl, atfedilen ve kendisine atfedilenden sonra
gelince, ikisini kapsar. Dolayısıyla ikisinin de hâl cümlesi olur.
Burada ise, Allah’u Teâla’nın آمنا
به “Biz ona iman ettik” demesi muhal olduğundan dolayı,
hâl cümlesi hem atfedilene, hem de kendisine atfedilene ait olmaz.
Sadece atfedilenin hâl cümlesi olur. Bu ise lügate ters düşer.
Dolayısıyla, يقولون آمنا به
“Biz ona iman ettik, derler” cümlesi,
والراسخون في العلم
“İlimde ilerlemiş olanlar” sözünün haberi olur, hâl
cümlesi değil.”
Böyle denilmez. Çünkü bunun yeri bir karine olmadığı zamandır.
Fakat, bir karine bulunduğunda atfedilen ve kendisine atfedilenden
sonra hâl cümlesine gelince; kendisine atfedilen olmaksızın sadece
atfedilene hasredilir.
Allah’u Teâla’nın şu sözünde olduğu gibi:
وَوَهَبْنَا لَهُ إِسْحَاقَ
وَيَعْقُوبَ نَافِلَةً “Ona İshak’ı ve Yakub’u nâfile/torun
olarak lütfettik.”
Burada geçen نافلة
-kelimesi, يعقوب
-Yakub kelimesinin yani kendisine atfedilen olmaksızın
atfedilenin halidir. Çünkü نافلة
-“Nâfile”, çocuğun çocuğudur. Dolayısıyla
يعقوب
-“Yakub” kelimesinin hali olur. Aynı şekilde yukarıdaki
ayette Allah’ın; آمنا به
“Biz iman ettik” demesinin muhal olması, o sözün kendisine
atfedilen olmaksızın, atfedilene ait hâl cümlesi olduğuna dair bir
karinedir. Böylece; “İlimde ilerlemiş olanlar onun te’vilini
bilirler” manası açığa çıkmaktadır. Dolayısıyla Kur'an’da bir
manaya delâleti olmayan bir lafız olmaz. Zira Kur'an’da mühmel
olmaz.
İkincisi; ayette geçen,
الراسخون في العلم “İlimde ilerleyenler” sözünün
atıf olması, istinaf olmasına tercih edilir. Çünkü cümle başı
olsaydı, şöyle derdi: ولا يعلم
تأويله إلا الله والعلماء يقولون آمنا به “Onun
te’vilini sadece Allah bilir, âlimler ise ona iman ettik derler.”
Fakat böyle demedi. Ancak şöyle dedi:
والراسخون في العلم
“İlimde ilerlemiş olanlar.” Böylece ilme ilave bir vasıf verdi, o
da الراسخون
-kelimesidir. Bu vasıf sadece bilgiden söz edilirken
verilmez. Burada الراسخون
-kelimesinin ifade edilmesinde, bilgisizlikten değil,
bilgiden söz edildiğinin kast edildiğine dair bir işaret vardır.
Yani “Onu Allah bilir ve âlimlerden râsihûn/ilimde ilerlemiş
olanlar bilir” demektir.
Allah’u Teâla’nın şu sözüne gelince: طَلْعُهَا
كَأَنَّهُ رُءُوسُ الشَّيَاطِينِ “Tomurcukları sanki
şeytanların başları gibidir.”
Bu tabir, Araplarda bilinen bir husustur. Zira o çirkin
buldukları, hoşlanmadıkları hususlar hakkında aralarında dolaşan
bir darbı meseldir/özdeyiştir. Çünkü onlar, şeytanı çirkin olarak
tasavvur ediyorlardı. Dolayısıyla bu ayetteki o tabir, Araplar
nezdinde manası olan bir hususla hitap olur, mühmel değil. Buna
binaen Allah’u Teâla bize mühmel ile hitap etmez.
Allah’u Teâla’nın sözünde, bir açıklama olmaksızın zahirden
başkasını kast etmemesine gelince: Çünkü lafız, ancak bir manaya
delâlet etmesi için konuldu. Bir kişi o lafzı telaffuz ettiğinde,
sadece lafzın delâlet ettiği manayı kast eder. Lafzı telaffuz
eden/konuşan kimse, lafzın delâlet ettiği manalardan başkasını
kast ediyorsa, lafzın konulduğu manadan başkasını kast ettiğine
delâlet eden bir karine koyar. Ya da böyle derken şöyle demeyi
kast ettiğini açıklar. Fakat lafzın kendisi için konulduğu manadan
başkasını kast ettiğine delâlet eden bir karine bulunmadığında ve
bu sözle falanca manayı kast ettiğini açıklamadığında; o lafızdan
ancak lügat ehlinin kendisi için koyduğu ya da o lafızda örfi veya
Şer’î olarak kullandığı mana kast edilir. Bundan dolayı; zahirden
başkasını kast ettiğine dair bir açıklama olmaksızın, “Allah’u
Teâla şu sözünde zahirden başkasını kast etmiştir” denilmez. Çünkü
lafızlardan delâlet ettiklerinden başkasını anlamak mümkün
değildir. Dolayısıyla Kur'an’da lafızların delaletlerinden
başkasının kast ettiği bir husus yoktur. Yani Kur'an’da Allah’u
Teâla’nın kendisine zahir manasından başka manayı kast ettiği bir
söz bulunmaksızın ya da açıklama olmaksızın lafızların
delaletlerinden başkasının kast edildiği bir söz olmaz.
Ayrıca Allah’u Teâla’nın bir sözde açıklama yapmaksızın, zahirden
başkasını kast ettiğini söylemek ve Allah’u Teâla’nın insanlara,
lafızla kast edilenden başkasını ifade eden bir sözle hitap etmiş
olduğunu söylemek, Allah insanlara mühmel ile hitap etmiştir
demektir. Çünkü lafızların delaletine göre manası olmayan söz,
mühmel sözdür. Zira hakkında bilgi verilmediğinden ve ona delâlet
etmediğinden dolayı, o kast edilen manaya göre lafız mühmeldir.
Allah’u Teâla’ya, bize mühmel ile hitap etmesi yakışır olmaz.
Böylelikle sabit oluyor ki; Kur'an’da açıklama olmaksızın Allah’u
Teâla’nın, kendisinde zahirden başkasını kast ettiği bir söz
yoktur. Buna binaen Kur'an’da, bâtın mana, zahir mana ayırımı
yoktur. Bilakis Kur'an’da olanın hepsinde Allah sadece, lafızların
lügat ehlinin kendisi için koyduğu ya da örfi veya Şer’î olarak
kullandığı delaletini kast eder. Ortada bir karine veya açıklama
olmadıkça bundan başkasını kesinlikle kast etmez.
Hitabın hükme delâleti; lafızdan olursa mantuk delaletidir. Lafzın
delâlet ettiği manadan olursa mefhum delaletidir. Mantuk,
lafzın konuşma mahallinde kesin olarak delâlet ettiğidir. Yani
lafızdan, bir vasıta ve ihtimal olmaksızın doğrudan anlaşılandır.
Dolayısıyla iktiza/gereklilik delâleti devre dışı kalır. Çünkü
iktiza delâleti, kesin olarak anlaşılmaz., bilakis ihtimal olarak
anlaşılır. Lafızdan doğrudan anlaşılmaz, o sadece lafızdan
anlaşılanın gerektirdiğidir.
Rasulullah SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’in şu sözünde
olduğu gibi: لا صَلاةَ إِلا
بِفَاتِحَةِ الْكِتَابِ
“Kitabın fatihası ile olmadıkça namaz yoktur.”
Bu söz, bilfiil olmasına rağmen namazın varlığını
nefyetmektedir/yok saymaktadır. Dolayısıyla kast olunan ya sıhatin
nefyedilmesi olur ya da kemalin/tam olmanın nefyedilmesi olur.
Zira hadisin namazın sıhatine veya tamamlanmamasına delâleti,
mantuk delaletinden değildir. Çünkü bu delâlet doğrudan lafızdan
anlaşılmaz, ancak onu lafızdan anlaşılan mana gerekli kılar.
Onun için; mantuk tarifinde, “konuşma mahallinde lafızdan
anlaşılandır” denilmez ve bu ifade ile yetinilmez. Bilakis lafzın,
kendisine kesin olarak delâlet ettiğine delâlet eden bir şey
zikretmek kaçınılmazdır. Bu ise,
قطعا -kesinlikle, kelimesini
ilave etmekle olur. Öyle ki iktiza delâleti devre dışı kalsın.
Buna binaen mantuk; lafzın konuşma mahallinde kendisine
kesin olarak delâlet ettiği husustur.
Allah’u Teâla’nın şu sözünden anlaşılan Ramazan orucunun farz
oluşu gibi: فَمَنْ شَهِدَ
مِنْكُمْ الشَّهْرَ فَلْيَصُمْهُ “İçinizden kim
(Ramazan) ayına şahit olursa oruç tutsun.”
Lafzın mantuku ile manaya delâlet etmesi, “lafzi delâlet” olarak
isimlendirilendir. Zira lafzın kendisine mutabık olarak ya da
tazammun/kapsayarak delâlet ettiği husus mantuktur, sözün
akışından anlaşılan değil. Şöyle ki: Lafız, sadece delâlet eden
olması bakımından üç kısma ayrılır: Mutabık/uyum,
tazammun/kapsamak, iltizam/gerekliliktir. Lafzın, manasının
tamamına delâlet etmesi “mutabıktır”. Bu, mantuktandır. Lafzın
manasının cüzüne delâlet etmesi, tazammundur. Bu da mantuktandır.
Hitab, hükme, mantuku ile delâlet ettiğinde önce Şer’î hakikata
hamledilir/yorumlanır.
Rasulullah SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’in şu sözü
gibi: ليس من البر الصيام في
السفر “Yolculukta oruç tutmak birrden/zühtten değildir.”
Burada الصيام
-kelimesi, lügavi oruca değil, Şer’î oruca hamledilir.
Çünkü Nebi SallAllah’u Aleyhi VeSSellem, Şer’î olanları
açıklamak için gönderilmiştir. Lafız, eğer Şer’î hakikat olmazsa
ya da Şer’î hakikate hamledilmesi mümkün olmazsa Rasul
SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’in zamanında mevcut olan örfi
hakikate hamledilir. Çünkü o, ilk akla gelendir. Ve Şeriat
yeminlerde olduğu gibi hükümlerden birçoğunda örfe itibar
etmektedir. Eğer lafzın Şer’î hakikate ve Rasul’ün zamanında
mevcut olan örfi hakikate hamledilmesi mümkün olmazsa, lügavi
hakikate hamledilir.
Şer’î nâsslar, teşri lafızlardır. İslâm Şeriatını beyan için
gelmişlerdir. Dolayısıyla onların delaletinde asıl olan Şer’î
manadır. Sonra örfi manadır, sonra lügavi manadır. Bu, lügatin
dışında ikisinden birisinin öne geçmesi bakımından Şer’î ve
örfinin kullanımı çoğaldığında olur. Üç hakikat imkânsız olursa,
sözün ihmal edilmesinden korunmak için mecaza hamledilir.
Mefhum; lafızdan konuşma/telaffuz mahalli dışında anlaşılan
husustur. Yani mefhum, lafzın delâlet edilenin kendisine delâlet
ettiği husustur. Yani lafzın manasının delâlet ettiği manadır.
Mantuk, lafzın delaletinden anlaşılandır. Mefhum ise, lafzın
delâlet edileninden anlaşılandır.
Allah’u Teâla’nın şu sözü gibi:
ولا تقل لهما أف “O ikisine (anne ve babaya)
öf, bile deme!”
Bu ayetteki lafzın delâleti, “o ikisine homurdanma” demektir. Bu
mantuktur. Fakat lafzın delâlet edileni/anlamı şudur: Homurdanmayı
yasaklamaktan anlaşılan “onlara vurma!” demektir. Böylece Allah’u
Teâla’nın; ولا تقل لهما أف
“O ikisine (anne ve babaya) öf, bile deme!”
Sözünden anlaşılan; “onlara vurma!”dır. Dolayısıyla Allah’ın bu
sözünden anlaşılan, anne ve babaya vurmanın haram kılınması
hükmüne, ayetin mefhumu delâlet etmiştir.
Hitapta, hükme mefhumla delâlet edilmiştir. Bu “manevi delâlet” ve
“iltizami delâlet/gereklilik delâleti” olarak isimlendirilmiştir.
Şöyle ki: Lafız, sadece delâlet eden olması bakımından şu üç kısma
ayrılır: Mutabık, tazammun, iltizam.
Mutabık; lafzın manasının tamamına delaletidir. Tazammun;
lafzın manasının cüzüne delaletidir. Bu ikisi, ihtimal olmaksızın
kesin olarak lafızdan delalettir. Yani lafızdan doğrudan
delalettir. Onun için bu ikisi mantuktandır.
İltizam delâleti ise; lafzın manasının gereğine
delaletidir. Onun hakikati, mananın delâlet edilenidir, lafzın
delâlet edileni değil. İltizam delaletine lafız; dolaylı bir
şekilde yani lafzından değil de manaya delaletinden dolayı delâlet
etmiştir. Yani mana lafızdan konuşma mahallinde anlaşılmaz. Yani
lafzın manasından anlaşılır.
Buna binaen mefhum, iltizam delaletidir. Zira lafzın delaletleri,
lafzın sadece delâlet eden olması bakımından bu üç delaletle
sınırlıdırlar. Mutabık delâleti ve tazammun delâleti, ikisi
mantuktan olduğuna göre geriye sadece bir delâlet kalıyor ki o da
iltizam delaletidir ve mefhumdan olan odur. Dolayısıyla
delaletlerden her delâlet, mantuktan olmadığında mefhumdandır.
Böylece lafzın delâleti; mantuk ve mefhum ile sınırlı olmaktadır.
Lafzın delâleti mantuktan olmadığında mefhumdandır, bundan başkası
yoktur.
Buna binaen; iktiza delâleti, tenbih ve ima delâleti, işaret
delâleti mefhumdan olurlar. Aynı şekilde mefhum’ul muvafaka,
mefhum’ul muhalefe de mefhumlardandırlar.
Ancak iltizam delâleti mefhumdandır ve o “manevi delâlet” olarak
isimlendirilmiştir. İltizam delaletine bakıldığında anlaşılır ki;
gereklilik, telaffuz edenin doğru oluşunun zorunluluğundan dolayı
veya telaffuz edilenin meydana geliş sıhhatinden dolayı, ya aklın
gerektirdiği hususlardan olabilir ya da şeriatın gerektirdiği
hususlardan olabilir ki bu, “iktiza delaletidir”. Gereklilik
lafzın konuluşu ile kendisine delâlet eden olması bakımından değil
de konuluşu bakımından lafzın delâlet edileninden dolayı olabilir
ki bu, “tenbih ve ima delaletidir”. Gereklilik, sözün bir hükmü
beyan veya bir hükme delâlet için ileri sürülmesinden dolayı
olabilir. Bu gereklilik kast edilen olmaz. Bilakis kast edilen
sadece hükümdür. Fakat kelam, ondan kast edilen olmasa da o manayı
verir. Bu ise “işarettir”. Gereklilik, kelamın terkibi/oluşumu
için cümlenin terkibinden elde edilmiş olabilir. Bu ise,
mefhumdur. O olumluluk ve olumsuzlukta mantuka muvafık ise
mefhum’ul muvafıkadır. Bu, hitabın anlamı olarak yani manası
olarak isimlendirildiği gibi hitabın tenbihi olarak da
isimlendirilir. Mantuka muhalif ise; o, “mefhum’ul muhalifedir”.
Hitabın delili olarak isimlendirildiği gibi, hitabın lahni/tersi
olarak da isimlendirilir.
İktiza delâleti, kendisindeki gerekliliğin lafızların manalarından
elde edilmiş olandır. Bu, onun delâlet edilen manaya mutabık
olarak şart olması ile olur. Gerekliliği, akıl gerektiriyor
olabilir, Şeriat gerektiriyor olabilir. Ya konuşanın doğru
oluşunun zorunluluğundan dolayı ya da telaffuz edilenin meydana
geliş sıhhatinden dolayı.
Buna örnek Allah’u Teâla’nın şu sözüdür: قَاتِلُوا
الَّذِينَ يَلُونَكُمْ مِنْ الْكُفَّارِ “Kâfirlerden
yakınınızda olanlara karşı savaşın.”
Bu ayette geçen قاتلوا
–“Savaşın”, sözü; silah, mühimmat, askeri eğitim gibi savaş
araçlarını elde etmeyi emretmeyi gerektirmektedir. Zira bu aklın
gerektirdiği hususlardandır. Bu telaffuz edilen
قاتلوا
-“Savaşın” emrinin yerine getirilişinin sıhhati için
şarttır.
Başka bir örnek, bir başkasına şöyle demendir: “Köleni benden bin
dirheme azad et.” Delâlet olunan “azad et”den gerekli olan mefhum,
köleye satın alarak veya hibe yolu ile sahip olmaktır. Bu mefhum,
o delâlet olunanın Şer’an gerçekleşmesinin kendisine bağlı olduğu
hususlardandır. Zira Ademoğlu sahip olmadığını azad edemez.
Yukarıdaki söz sanki şöyledir: “Bu köleyi benim için sat veya
bağış et. Sonra da azad etmekte benim vekilim ol.” Zira bu,
Şeriatın gerektirdiği husustandır. Bu, telaffuz edilen “azad et”
sözünün meydana gelmesinin sıhhati için şarttır.
Başka bir örnek, Rasulullah SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’in
şu sözüdür: رَفَعَ عَنْ
أُمَّتِي الْخَطَأَ وَالنِّسْيَانَ وَمَا اسْتُكْرِهُوا عَلَيْهِ
“Ümmetimden hata, unutma ve üzerinde zorlandıkları hususlar
(dan dolayı hesaba çekilme) kaldırıldı.”
Yani hatanın, unutmanın, hakkında zorlandıkları hususun hükmü
kaldırıldı, demektir. Zira bu şeylerin gerçekleşmeleri kesin
olduğundan dolayı, onların kendilerinden kaldırılması doğrulanmaz
Bu konuşanın doğru oluşunun zorunluluğundan dolayı Şeriatın
gerektirdiklerindendir.
Başka bir örnek, Rasulullah SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’in
şu sözüdür: لا صِيَامَ
لِمَنْ لَمْ يَفْرِضْهُ مِنَ اللَّيْلِ
“Geceden oruca niyetlenmeyenin orucu yoktur.”
لا صَلاةَ إِلا بِفَاتِحَةِ
الْكِتَابِ “Kitabın
fatihası ile olmadıkça namaz
yoktur.”
Orucun, amelin, namazın
gerçekleşmesine rağmen kaldırılması imkânsızdır.
Dolayısıyla nefy edilenin, nefyi mümkün olan hüküm olması
kaçınılmazdır. Oruç hadisinde sıhatin nefyedilmesi, niyet
hadisinde faydanın/sevabın, avantajın nefyedilmesi, namaz
hadisinde sıhat veya kemalin nefyedilmesinde olduğu gibi.
Başka bir örnek de Allah’u Teâla’nın şu sözüdür:
وَلَنْ يَجْعَلَ اللَّهُ لِلْكَافِرِينَ عَلَى
الْمُؤْمِنِينَ سَبِيلاً “Allah kâfirler için
mü’minler üzerinde asla bir yol kılmaz.”
Kâfirler için mü’minler üzerinde yolun var olması gerçekleşmiştir.
Bu, Rasulullah SallAllah’u Aleyhi VeSSellem zamanında
Mekke’de olmuştur. Zira orada Müslümanlar, kâfirlerin yönetimi
altındaydılar. Rasulullah SallAllah’u Aleyhi VeSSellem
zamanından sonra da olmuştur. Zira Endülüs’te kâfirlerin yönetimi
altında Müslümanlar var idi. Bu durum günümüzde de mevcuttur.
Böylece kâfirler için mü’minler üzerinde bir yolun olmasının,
te’yid/kesinlik ifade eden لن
–Len, lafzı ile nefyedilmesi, meydana gelişinin
gerçekleşmesinden dolayı imkânsızdır. Dolayısıyla nefyi mümkün
olan bir hüküm için nefy olmalıdır. O da, “cevaz” hükmünün
nefyedilmesidir. Yani kâfirler için mü’minlerin üzerinde yol
olmasının haram kılınmasıdır. Bu, haberin doğru oluşunun
zaruriyetinden dolayı Şeriatın gerekli kıldığı husustandır.
Tenbih ve ima delâleti
ancak, illetle ilgili duruma delâlet eden hususlarda meydana
gelir. Bu delâlet; lafzın konuluşu ile illetlendirmeye delâlet
eden olması değil de, konuluş bakımından lafzın delâlet
edileninden illetlendirmenin gerekli olmasıdır. Yani lafız,
konuluşu ile illetlendirmeye delâlet etmez. Zira delâlet etseydi,
tenbih ve ima delaletinden olmazdı. Bilakis konuluş bakımından
lafzın delâlet edileninden, lügatin konuluşuna göre, lafzın
delâlet ettiği mana dışında başka bir mana gerekli olmaktadır.
Böylece dilin konuluşuna göre, lafzın delâlet edileni için gerekli
başka manaya delâlet, “tenbih ve ima delâleti” olmaktadır.
Buna örnek Allah’u Teâla’nın şu sözüdür:
وَالسَّارِقُ وَالسَّارِقَةُ
فَاقْطَعُوا أَيْدِيَهُمَا “Hırsızlık yapan erkek ile
hırsızlık yapan kadının ellerini kesin.”
Allah’u Teâla’nın bu sözü hırsızlığın, “el kesme” sebebi olduğuna
delâlet etmektedir. Bu delâlet, lafzın konuluşu bakımından
ف –Fâ’nın
manasından dolayı gereklidir. Zira hükmün
ف –Fâ, ile neticesi
olduğu husus, hüküm için sebep olur. Çünkü
ف –Fâ, lügatte,
takip etmek hususunda bir emaredir. Bundan sebeple ilgili durum
gerekli olur. Çünkü kendisi üzerine arkadan gelen hüküm sabit
olmadıkça vasfın sebep olmasının bir manası yoktur. Dolayısıyla
ف –Fâ’nın kendisi
için konulduğu manadan başka bir manaya gerekli olur ki o da;
ف –Fâ’dan önceki
mananın sonraki mana için sebep olmasıdır. Bu gereklilik lügatin
konuluşuna göredir, akla ve Şeriata göre değil.
Buna bir örnek de Rasulullah SallAllah’u Aleyhi VeSSellem
’in şu sözüdür: لا يَقْضِي
الْقَاضِي وَهُوَ غَضْبَانُ “Kadı gadaplı
iken hüküm vermez.”
Bu söz, gadabın/kızgınlığın hükümle beraber zikredilmiş “uygun bir
vasıf” oluşundan dolayı yargılamaktan nehy etmenin illeti olduğuna
delâlet etmektedir. Zira o, onun “uygun vasıf” olmasından –ki o
lügatte kendisi için konulan husustur- hükümle birlikte
zikredildiğinde “illet” olması gerekir. Bu gereklilik de lügatin
konuluşuna göredir. Zira câmid olup vasıf olmasaydı veya “uygun
vasıf” olmasaydı lügatin konuluşuna göre hükümle birlikte
olduğunda “illet” olması gerekmezdi. O halde onu lügatin
konuluşuna göre gerekli kılar. Ki o mana, hükümle birlikte
olduğunda illet olmasıdır.
Rasulullah SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’in şu sözleri
gibi: الْقَاتِلُ لا يَرِثُ
“Katil varis olamaz.”
لا يَرِثُ الْكَافِرُ
“Kâfir, varis olmaz.”
Bu hükümle birleştirilmiş uygun bir vasıftır. Dolayısıyla onun
illet olduğuna delâlet eder. Zira onun “uygun bir vasıf” olması,
hükümle birleştirildiğinde illet olmasını gerekli kılar. Bu
gereklilik lügatin konuluşuna göredir.
 |