MANTUK VE MEFHUM


Arap dilinin bilinmesinden ve dilin lafýzlarý ve onlarýn kýsýmlarýnýn açýklanmasý ile dilin kýsýmlarýnýn bilinmesinden sonra Kitap ve Sünnetle istidlâl/delil getirme kolaylaþtý. Çünkü Kitap ve Sünnetle delil getirmek, ancak o ikisinin lafýzlarý ile delil getirmektir. Arap dilinin lafýzlarý açýklandýðý zaman, dille delil getirmenin gerektirdiði husus saðlanmýþ olur. O husus, dilin lafýzlarý ve kýsýmlarýnýn açýklanmasýdýr.

Ancak lafýzlarla istidlâl, delil getirmek keyfiyetini bilmeye baðýmlýdýr. Ýstidlâl ya mantuk yoluyla ya da mefhum yoluyla olur. Yani ya lafzýn delâlet ettiðine delâleti yoluyla olur ya da delâlet edilenin baþka bir delâlet edilene delâleti yoluyla olur. Yani ya lafzýn delâlet ettiði manaya göre olur ya da lafzýn kendisi deðil de lafzýn manasýnýn delâlet ettiði manaya göre olur. Bundan dolayý mantuk ve mefhumun incelenmesi kaçýnýlmazdýr.

Mantuk ve mefhumun incelenmesinden önce þu iki husustan bahsedilmesi kaçýnýlmazdýr. Birincisi; Kur'an’da, mühmel lafýz yoktur. Sünnette de öyledir. Ýkincisi; Allah’u Teâla, açýklama olmaksýzýn, sözünde zahirden baþkasýný kast etmez.

Birinci hususa gelince; Allah’u Teâla bize mühmel ile yani manaya delâleti olmayan bir þeyle hitap etmez. Bu Allah hakkýnda imkânsýzdýr. Çünkü mühmel hezeyandýr/noksanlýktýr. Hezeyan ise, mühmel lafýzlarý bir araya getirip konuþmaktýr. Ya da o haliyle sözün toplamýnýn bir manaya delâlet etmemesidir, her ne kadar sözün her cüzü bir manaya delâlet etse de. Mühmelin bu her iki þekli de Allah’a yaraþmaz. Bundan dolayý Allah’u Teâla’nýn bize mühmelle hitap etmesi muhaldir. Dolayýsýyla Kur'an’da mühmel olmaz. Ayný þekilde Sünnette de mühmel olmaz. Çünkü Sünnet, manalarý bakýmýndan Allah’u Teâla’dan vahyedilendir ve Rasul SallAllah’u Aleyhi VeSSellem onu kendi lafýzlarýyla ifade etmiþtir. Dolayýsýyla Sünnette de mühmel olmasý muhaldir.

Bazý sürelerin ilk harflerine gelince, onlarýn manalarý vardýr. Fakat müfessirler onlar hakkýnda ihtilaf edip çok þey söylemiþlerdir. Onlar hakkýnda doðru olan; onlarýn sürelerin isimleri olmasýdýr. Buna binaen o harfler mühmel olmazlar.

Allah’u Teâla’nýn þu sözüne gelince: وَمَا يَعْلَمُ تَأْوِيلَهُ إِلَّا اللَّهُ وَالرَّاسِخُونَ فِي الْعِلْمِ يَقُولُونَ آمَنَّا بِهِ كُلٌّ مِنْ عِنْدِ رَبِّنَا  “Hâlbuki onun tevilini ancak Allah bilir. Ýlimde yüksek pâyeye eriþenler ise: Ona inandýk; hepsi Rabbimiz tarafýndandýr derler.” [1]

Bu ayette الا الله  sözünde durulup,  والراسخون في العلم “Ýlimde ilerlemiþ olanlar” sözünü yeni bir cümlenin baþlangýcý yapmakla Kur'an’da, manasýný sadece Allah’ýn bildiði hususlar olmuþ olur. Böylelikle de Allah, bize manasýný bilmediðimiz þeyle yani mühmel ile hitap etmiþ olur. Bu iki yönden reddedilir:

Birincisi;  إلا الله -sözünden sonra durulmaz. Çünkü buradaki و -Vav, atýf “vav”ýdýr. Yeni cümlenin baþlangýç vavý deðil. Zira  الراسخون -kelimesi  الله  lafzýna atfedilmiþtir. Dolayýsýyla mana þöyle olur: “Onun te’vilini Allah ve ilimde ilerlemiþ olanlar bilir.” Ýsti’naf vavý/yeni cümle baþlangýcý vavý, ancak söz ve mana bitip yeni bir söz ve yeni bir manaya baþladýðýnda olur. Bunun dýþýnda kesinlikle olmaz. Burada ise söz ve mana tamamlanmamýþtýr. Allah’u Teâla’nýn  يقولون آمنا به “Biz ona iman ettik, derler” sözü ise;  والراسخون في العلم “Ýlimde ilerlemiþ olanlar” sözünün hâl cümlesidir. Zira bu cümle, haber cümlesi deðil hâl cümlesidir.

Þöyle denilmez: “Hâl, atfedilen ve kendisine atfedilenden sonra gelince, ikisini kapsar. Dolayýsýyla ikisinin de hâl cümlesi olur. Burada ise, Allah’u Teâla’nýn آمنا به “Biz ona iman ettik” demesi muhal olduðundan dolayý, hâl cümlesi hem atfedilene, hem de kendisine atfedilene ait olmaz. Sadece atfedilenin hâl cümlesi olur. Bu ise lügate ters düþer. Dolayýsýyla,  يقولون آمنا به “Biz ona iman ettik, derler” cümlesi, والراسخون في العلم “Ýlimde ilerlemiþ olanlar” sözünün haberi olur, hâl cümlesi deðil.”

Böyle denilmez. Çünkü bunun yeri bir karine olmadýðý zamandýr. Fakat, bir karine bulunduðunda atfedilen ve kendisine atfedilenden sonra hâl cümlesine gelince; kendisine atfedilen olmaksýzýn sadece atfedilene hasredilir.

Allah’u Teâla’nýn þu sözünde olduðu gibi: وَوَهَبْنَا لَهُ إِسْحَاقَ وَيَعْقُوبَ نَافِلَةً  “Ona Ýshak’ý ve Yakub’u nâfile/torun olarak lütfettik.”[2] 

Burada geçen  نافلة -kelimesi, يعقوب -Yakub kelimesinin yani kendisine atfedilen olmaksýzýn atfedilenin halidir. Çünkü نافلة -“Nâfile”, çocuðun çocuðudur. Dolayýsýyla  يعقوب -“Yakub” kelimesinin hali olur. Ayný þekilde yukarýdaki ayette Allah’ýn;  آمنا به “Biz iman ettik” demesinin muhal olmasý, o sözün kendisine atfedilen olmaksýzýn, atfedilene ait hâl cümlesi olduðuna dair bir karinedir. Böylece; “Ýlimde ilerlemiþ olanlar onun te’vilini bilirler” manasý açýða çýkmaktadýr. Dolayýsýyla Kur'an’da bir manaya delâleti olmayan bir lafýz olmaz. Zira Kur'an’da mühmel olmaz.

Ýkincisi; ayette geçen,  الراسخون في العلم  “Ýlimde ilerleyenler” sözünün atýf olmasý, istinaf olmasýna tercih edilir. Çünkü cümle baþý olsaydý, þöyle derdi: ولا يعلم تأويله إلا الله والعلماء يقولون آمنا به  “Onun te’vilini sadece Allah bilir, âlimler ise ona iman ettik derler.” Fakat böyle demedi. Ancak þöyle dedi:  والراسخون في العلم  “Ýlimde ilerlemiþ olanlar.” Böylece ilme ilave bir vasýf verdi, o da  الراسخون -kelimesidir. Bu vasýf sadece bilgiden söz edilirken verilmez. Burada الراسخون -kelimesinin ifade edilmesinde, bilgisizlikten deðil, bilgiden söz edildiðinin kast edildiðine dair bir iþaret vardýr. Yani “Onu Allah bilir ve âlimlerden râsihûn/ilimde ilerlemiþ olanlar bilir” demektir.

Allah’u Teâla’nýn þu sözüne gelince:  طَلْعُهَا كَأَنَّهُ رُءُوسُ الشَّيَاطِينِ  “Tomurcuklarý sanki þeytanlarýn baþlarý gibidir.”[3]  

Bu tabir, Araplarda bilinen bir husustur. Zira o çirkin bulduklarý, hoþlanmadýklarý hususlar hakkýnda aralarýnda dolaþan bir darbý meseldir/özdeyiþtir. Çünkü onlar, þeytaný çirkin olarak tasavvur ediyorlardý. Dolayýsýyla bu ayetteki o tabir, Araplar nezdinde manasý olan bir hususla hitap olur, mühmel deðil. Buna binaen Allah’u Teâla bize mühmel ile hitap etmez.

Allah’u Teâla’nýn sözünde, bir açýklama olmaksýzýn zahirden baþkasýný kast etmemesine gelince: Çünkü lafýz, ancak bir manaya delâlet etmesi için konuldu. Bir kiþi o lafzý telaffuz ettiðinde, sadece lafzýn delâlet ettiði manayý kast eder. Lafzý telaffuz eden/konuþan kimse, lafzýn delâlet ettiði manalardan baþkasýný kast ediyorsa, lafzýn konulduðu manadan baþkasýný kast ettiðine delâlet eden bir karine koyar. Ya da böyle derken þöyle demeyi kast ettiðini açýklar. Fakat lafzýn kendisi için konulduðu manadan baþkasýný kast ettiðine delâlet eden bir karine bulunmadýðýnda ve bu sözle falanca manayý kast ettiðini açýklamadýðýnda; o lafýzdan ancak lügat ehlinin kendisi için koyduðu ya da o lafýzda örfi veya Þer’î olarak kullandýðý mana kast edilir. Bundan dolayý; zahirden baþkasýný kast ettiðine dair bir açýklama olmaksýzýn, “Allah’u Teâla þu sözünde zahirden baþkasýný kast etmiþtir” denilmez. Çünkü lafýzlardan delâlet ettiklerinden baþkasýný anlamak mümkün deðildir. Dolayýsýyla Kur'an’da lafýzlarýn delaletlerinden baþkasýnýn kast ettiði bir husus yoktur. Yani Kur'an’da Allah’u Teâla’nýn kendisine zahir manasýndan baþka manayý kast ettiði bir söz bulunmaksýzýn ya da açýklama olmaksýzýn lafýzlarýn delaletlerinden baþkasýnýn kast edildiði bir söz olmaz.

Ayrýca Allah’u Teâla’nýn bir sözde açýklama yapmaksýzýn, zahirden baþkasýný kast ettiðini söylemek ve Allah’u Teâla’nýn insanlara, lafýzla kast edilenden baþkasýný ifade eden bir sözle hitap etmiþ olduðunu söylemek, Allah insanlara mühmel ile hitap etmiþtir demektir. Çünkü lafýzlarýn delaletine göre manasý olmayan söz, mühmel sözdür. Zira hakkýnda bilgi verilmediðinden ve ona delâlet etmediðinden dolayý, o kast edilen manaya göre lafýz mühmeldir. Allah’u Teâla’ya, bize mühmel ile hitap etmesi yakýþýr olmaz.

Böylelikle sabit oluyor ki; Kur'an’da açýklama olmaksýzýn Allah’u Teâla’nýn, kendisinde zahirden baþkasýný kast ettiði bir söz yoktur. Buna binaen Kur'an’da, bâtýn mana, zahir mana ayýrýmý yoktur. Bilakis Kur'an’da olanýn hepsinde Allah sadece, lafýzlarýn lügat ehlinin kendisi için koyduðu ya da örfi veya Þer’î olarak kullandýðý delaletini kast eder. Ortada bir karine veya açýklama olmadýkça bundan baþkasýný kesinlikle kast etmez.

 

Mantuk:
 

Hitabýn hükme delâleti; lafýzdan olursa mantuk delaletidir. Lafzýn delâlet ettiði manadan olursa mefhum delaletidir. Mantuk, lafzýn konuþma mahallinde kesin olarak delâlet ettiðidir. Yani lafýzdan, bir vasýta ve ihtimal olmaksýzýn doðrudan anlaþýlandýr. Dolayýsýyla iktiza/gereklilik delâleti devre dýþý kalýr. Çünkü iktiza delâleti, kesin olarak anlaþýlmaz., bilakis ihtimal olarak anlaþýlýr. Lafýzdan doðrudan anlaþýlmaz, o sadece lafýzdan anlaþýlanýn gerektirdiðidir.

Rasulullah SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’in þu sözünde olduðu gibi: لا صَلاةَ إِلا بِفَاتِحَةِ الْكِتَابِ “Kitabýn fatihasý ile olmadýkça namaz yoktur.”[4] 

Bu söz, bilfiil olmasýna raðmen namazýn varlýðýný nefyetmektedir/yok saymaktadýr. Dolayýsýyla kast olunan ya sýhatin nefyedilmesi olur ya da kemalin/tam olmanýn nefyedilmesi olur. Zira hadisin namazýn sýhatine veya tamamlanmamasýna delâleti, mantuk delaletinden deðildir. Çünkü bu delâlet doðrudan lafýzdan anlaþýlmaz, ancak onu lafýzdan anlaþýlan mana gerekli kýlar.

Onun için; mantuk tarifinde, “konuþma mahallinde lafýzdan anlaþýlandýr” denilmez ve bu ifade ile yetinilmez. Bilakis lafzýn, kendisine kesin olarak delâlet ettiðine delâlet eden bir þey zikretmek kaçýnýlmazdýr. Bu ise,  قطعا -kesinlikle, kelimesini ilave etmekle olur. Öyle ki iktiza delâleti devre dýþý kalsýn. Buna binaen mantuk; lafzýn konuþma mahallinde kendisine kesin olarak delâlet ettiði husustur.

Allah’u Teâla’nýn þu sözünden anlaþýlan Ramazan orucunun farz oluþu gibi:  فَمَنْ شَهِدَ مِنْكُمْ الشَّهْرَ فَلْيَصُمْهُ   “Ýçinizden kim (Ramazan) ayýna þahit olursa oruç tutsun.”[5]

Lafzýn mantuku ile manaya delâlet etmesi, “lafzi delâlet” olarak isimlendirilendir. Zira lafzýn kendisine mutabýk olarak ya da tazammun/kapsayarak delâlet ettiði husus mantuktur, sözün akýþýndan anlaþýlan deðil. Þöyle ki: Lafýz, sadece delâlet eden olmasý bakýmýndan üç kýsma ayrýlýr: Mutabýk/uyum, tazammun/kapsamak, iltizam/gerekliliktir. Lafzýn, manasýnýn tamamýna delâlet etmesi “mutabýktýr”. Bu, mantuktandýr. Lafzýn manasýnýn cüzüne delâlet etmesi, tazammundur. Bu da mantuktandýr.

Hitab, hükme, mantuku ile delâlet ettiðinde önce Þer’î hakikata hamledilir/yorumlanýr.

Rasulullah SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’in þu sözü gibi:  ليس من البر الصيام في السفر   “Yolculukta oruç tutmak birrden/zühtten deðildir.”[6]   

Burada  الصيام -kelimesi, lügavi oruca deðil, Þer’î oruca hamledilir. Çünkü Nebi SallAllah’u Aleyhi VeSSellem, Þer’î olanlarý açýklamak için gönderilmiþtir. Lafýz, eðer Þer’î hakikat olmazsa ya da Þer’î hakikate hamledilmesi mümkün olmazsa Rasul SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’in zamanýnda mevcut olan örfi hakikate hamledilir. Çünkü o, ilk akla gelendir. Ve Þeriat yeminlerde olduðu gibi hükümlerden birçoðunda örfe itibar etmektedir. Eðer lafzýn Þer’î hakikate ve Rasul’ün zamanýnda mevcut olan örfi hakikate hamledilmesi mümkün olmazsa, lügavi hakikate hamledilir.

Þer’î nâsslar, teþri lafýzlardýr. Ýslâm Þeriatýný beyan için gelmiþlerdir. Dolayýsýyla onlarýn delaletinde asýl olan Þer’î manadýr. Sonra örfi manadýr, sonra lügavi manadýr. Bu, lügatin dýþýnda ikisinden birisinin öne geçmesi bakýmýndan Þer’î ve örfinin kullanýmý çoðaldýðýnda olur. Üç hakikat imkânsýz olursa, sözün ihmal edilmesinden korunmak için mecaza hamledilir.

 

Mefhum:
 

Mefhum; lafýzdan konuþma/telaffuz mahalli dýþýnda anlaþýlan husustur. Yani mefhum, lafzýn delâlet edilenin kendisine delâlet ettiði husustur. Yani lafzýn manasýnýn delâlet ettiði manadýr.

Mantuk, lafzýn delaletinden anlaþýlandýr. Mefhum ise, lafzýn delâlet edileninden anlaþýlandýr.

Allah’u Teâla’nýn þu sözü gibi: ولا تقل لهما أف     “O ikisine (anne ve babaya) öf, bile deme!”[7]

Bu ayetteki lafzýn delâleti, “o ikisine homurdanma” demektir. Bu mantuktur. Fakat lafzýn delâlet edileni/anlamý þudur: Homurdanmayý yasaklamaktan anlaþýlan “onlara vurma!” demektir. Böylece Allah’u Teâla’nýn; ولا تقل لهما أف “O ikisine (anne ve babaya) öf, bile deme!” Sözünden anlaþýlan; “onlara vurma!”dýr. Dolayýsýyla Allah’ýn bu sözünden anlaþýlan, anne ve babaya vurmanýn haram kýlýnmasý hükmüne, ayetin mefhumu delâlet etmiþtir.

Hitapta, hükme mefhumla delâlet edilmiþtir. Bu “manevi delâlet” ve “iltizami delâlet/gereklilik delâleti” olarak isimlendirilmiþtir. Þöyle ki: Lafýz, sadece delâlet eden olmasý bakýmýndan þu üç kýsma ayrýlýr: Mutabýk, tazammun, iltizam.

Mutabýk; lafzýn manasýnýn tamamýna delaletidir. Tazammun; lafzýn manasýnýn cüzüne delaletidir. Bu ikisi, ihtimal olmaksýzýn kesin olarak lafýzdan delalettir. Yani lafýzdan doðrudan delalettir. Onun için bu ikisi mantuktandýr.

Ýltizam delâleti ise; lafzýn manasýnýn gereðine delaletidir. Onun hakikati, mananýn delâlet edilenidir, lafzýn delâlet edileni deðil. Ýltizam delaletine lafýz; dolaylý bir þekilde yani lafzýndan deðil de manaya delaletinden dolayý delâlet etmiþtir. Yani mana lafýzdan konuþma mahallinde anlaþýlmaz. Yani lafzýn manasýndan anlaþýlýr.

Buna binaen mefhum, iltizam delaletidir. Zira lafzýn delaletleri, lafzýn sadece delâlet eden olmasý bakýmýndan bu üç delaletle sýnýrlýdýrlar. Mutabýk delâleti ve tazammun delâleti, ikisi mantuktan olduðuna göre geriye sadece bir delâlet kalýyor ki o da iltizam delaletidir ve mefhumdan olan odur. Dolayýsýyla delaletlerden her delâlet, mantuktan olmadýðýnda mefhumdandýr. Böylece lafzýn delâleti; mantuk ve mefhum ile sýnýrlý olmaktadýr. Lafzýn delâleti mantuktan olmadýðýnda mefhumdandýr, bundan baþkasý yoktur.

Buna binaen; iktiza delâleti, tenbih ve ima delâleti, iþaret delâleti mefhumdan olurlar. Ayný þekilde mefhum’ul muvafaka, mefhum’ul muhalefe de mefhumlardandýrlar.

Ancak iltizam delâleti mefhumdandýr ve o “manevi delâlet” olarak isimlendirilmiþtir. Ýltizam delaletine bakýldýðýnda anlaþýlýr ki; gereklilik, telaffuz edenin doðru oluþunun zorunluluðundan dolayý veya telaffuz edilenin meydana geliþ sýhhatinden dolayý, ya aklýn gerektirdiði hususlardan olabilir ya da þeriatýn gerektirdiði hususlardan olabilir ki bu, “iktiza delaletidir”. Gereklilik lafzýn konuluþu ile kendisine delâlet eden olmasý bakýmýndan deðil de konuluþu bakýmýndan lafzýn delâlet edileninden dolayý olabilir ki bu, “tenbih ve ima delaletidir”. Gereklilik, sözün bir hükmü beyan veya bir hükme delâlet için ileri sürülmesinden dolayý olabilir. Bu gereklilik kast edilen olmaz. Bilakis kast edilen sadece hükümdür. Fakat kelam, ondan kast edilen olmasa da o manayý verir. Bu ise “iþarettir”. Gereklilik, kelamýn terkibi/oluþumu için cümlenin terkibinden elde edilmiþ olabilir. Bu ise, mefhumdur. O olumluluk ve olumsuzlukta mantuka muvafýk ise mefhum’ul muvafýkadýr. Bu, hitabýn anlamý olarak yani manasý olarak isimlendirildiði gibi hitabýn tenbihi olarak da isimlendirilir. Mantuka muhalif ise; o, “mefhum’ul muhalifedir”. Hitabýn delili olarak isimlendirildiði gibi, hitabýn lahni/tersi olarak da isimlendirilir.

 

Ýktiza Delaleti:
 

Ýktiza delâleti, kendisindeki gerekliliðin lafýzlarýn manalarýndan elde edilmiþ olandýr. Bu, onun delâlet edilen manaya mutabýk olarak þart olmasý ile olur. Gerekliliði, akýl gerektiriyor olabilir, Þeriat gerektiriyor olabilir. Ya konuþanýn doðru oluþunun zorunluluðundan dolayý ya da telaffuz edilenin meydana geliþ sýhhatinden dolayý.

Buna örnek Allah’u Teâla’nýn þu sözüdür:  قَاتِلُوا الَّذِينَ يَلُونَكُمْ مِنْ الْكُفَّارِ “Kâfirlerden yakýnýnýzda olanlara karþý savaþýn.”[8]  

Bu ayette geçen  قاتلوا –“Savaþýn”, sözü; silah, mühimmat, askeri eðitim gibi savaþ araçlarýný elde etmeyi emretmeyi gerektirmektedir. Zira bu aklýn gerektirdiði hususlardandýr. Bu telaffuz edilen  قاتلوا -“Savaþýn” emrinin yerine getiriliþinin sýhhati için þarttýr.

Baþka bir örnek, bir baþkasýna þöyle demendir: “Köleni benden bin dirheme azad et.” Delâlet olunan “azad et”den gerekli olan mefhum, köleye satýn alarak veya hibe yolu ile sahip olmaktýr. Bu mefhum, o delâlet olunanýn Þer’an gerçekleþmesinin kendisine baðlý olduðu hususlardandýr. Zira Ademoðlu sahip olmadýðýný azad edemez. Yukarýdaki söz sanki þöyledir: “Bu köleyi benim için sat veya baðýþ et. Sonra da azad etmekte benim vekilim ol.” Zira bu, Þeriatýn gerektirdiði husustandýr. Bu, telaffuz edilen “azad et” sözünün meydana gelmesinin sýhhati için þarttýr.

Baþka bir örnek, Rasulullah SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’in þu sözüdür: رَفَعَ عَنْ أُمَّتِي الْخَطَأَ وَالنِّسْيَانَ وَمَا اسْتُكْرِهُوا عَلَيْهِ  “Ümmetimden hata, unutma ve üzerinde zorlandýklarý hususlar (dan dolayý hesaba çekilme) kaldýrýldý.”[9]   

Yani hatanýn, unutmanýn, hakkýnda zorlandýklarý hususun hükmü kaldýrýldý, demektir. Zira bu þeylerin gerçekleþmeleri kesin olduðundan dolayý, onlarýn kendilerinden kaldýrýlmasý doðrulanmaz Bu konuþanýn doðru oluþunun zorunluluðundan dolayý Þeriatýn gerektirdiklerindendir.

Baþka bir örnek, Rasulullah SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’in þu sözüdür: لا صِيَامَ لِمَنْ لَمْ يَفْرِضْهُ مِنَ اللَّيْلِ “Geceden oruca niyetlenmeyenin orucu yoktur.”[10]

لا صَلاةَ إِلا بِفَاتِحَةِ الْكِتَابِ “Kitabýn fatihasý ile olmadýkça namaz yoktur.”[11] 

Orucun, amelin, namazýn gerçekleþmesine raðmen kaldýrýlmasý imkânsýzdýr. Dolayýsýyla nefy edilenin, nefyi mümkün olan hüküm olmasý kaçýnýlmazdýr. Oruç hadisinde sýhatin nefyedilmesi, niyet hadisinde faydanýn/sevabýn, avantajýn nefyedilmesi, namaz hadisinde sýhat veya kemalin nefyedilmesinde olduðu gibi.

Baþka bir örnek de Allah’u Teâla’nýn þu sözüdür: وَلَنْ يَجْعَلَ اللَّهُ لِلْكَافِرِينَ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ سَبِيلاً “Allah kâfirler için mü’minler üzerinde asla bir yol kýlmaz.”[12]

Kâfirler için mü’minler üzerinde yolun var olmasý gerçekleþmiþtir. Bu, Rasulullah SallAllah’u Aleyhi VeSSellem zamanýnda Mekke’de olmuþtur. Zira orada Müslümanlar, kâfirlerin yönetimi altýndaydýlar. Rasulullah SallAllah’u Aleyhi VeSSellem zamanýndan sonra da olmuþtur. Zira Endülüs’te kâfirlerin yönetimi altýnda Müslümanlar var idi. Bu durum günümüzde de mevcuttur. Böylece kâfirler için mü’minler üzerinde bir yolun olmasýnýn, te’yid/kesinlik ifade eden  لنLen, lafzý ile nefyedilmesi, meydana geliþinin gerçekleþmesinden dolayý imkânsýzdýr. Dolayýsýyla nefyi mümkün olan bir hüküm için nefy olmalýdýr. O da, “cevaz” hükmünün nefyedilmesidir. Yani kâfirler için mü’minlerin üzerinde yol olmasýnýn haram kýlýnmasýdýr. Bu, haberin doðru oluþunun zaruriyetinden dolayý Þeriatýn gerekli kýldýðý husustandýr.

 

Tenbih ve Ýma Delaleti:
 

Tenbih ve ima delâleti ancak, illetle ilgili duruma delâlet eden hususlarda meydana gelir. Bu delâlet; lafzýn konuluþu ile illetlendirmeye delâlet eden olmasý deðil de, konuluþ bakýmýndan lafzýn delâlet edileninden illetlendirmenin gerekli olmasýdýr. Yani lafýz, konuluþu ile illetlendirmeye delâlet etmez. Zira delâlet etseydi, tenbih ve ima delaletinden olmazdý. Bilakis konuluþ bakýmýndan lafzýn delâlet edileninden, lügatin konuluþuna göre, lafzýn delâlet ettiði mana dýþýnda baþka bir mana gerekli olmaktadýr. Böylece dilin konuluþuna göre, lafzýn delâlet edileni için gerekli baþka manaya delâlet, “tenbih ve ima delâleti” olmaktadýr.

Buna örnek Allah’u Teâla’nýn þu sözüdür:  وَالسَّارِقُ وَالسَّارِقَةُ فَاقْطَعُوا أَيْدِيَهُمَا “Hýrsýzlýk yapan erkek ile hýrsýzlýk yapan kadýnýn ellerini kesin.”[13]

Allah’u Teâla’nýn bu sözü hýrsýzlýðýn, “el kesme” sebebi olduðuna delâlet etmektedir. Bu delâlet, lafzýn konuluþu bakýmýndan  ف’nýn manasýndan dolayý gereklidir. Zira hükmün ف, ile neticesi olduðu husus, hüküm için sebep olur. Çünkü فFâ, lügatte, takip etmek hususunda bir emaredir. Bundan sebeple ilgili durum gerekli olur. Çünkü kendisi üzerine arkadan gelen hüküm sabit olmadýkça vasfýn sebep olmasýnýn bir manasý yoktur. Dolayýsýyla ف’nýn kendisi için konulduðu manadan baþka bir manaya gerekli olur ki o da;  ف’dan önceki mananýn sonraki mana için sebep olmasýdýr. Bu gereklilik lügatin konuluþuna göredir, akla ve Þeriata göre deðil.

Buna bir örnek de Rasulullah SallAllah’u Aleyhi VeSSellem  ’in þu sözüdür: لا يَقْضِي الْقَاضِي وَهُوَ غَضْبَانُ    “Kadý gadaplý iken hüküm vermez.”[14]    

Bu söz, gadabýn/kýzgýnlýðýn hükümle beraber zikredilmiþ “uygun bir vasýf” oluþundan dolayý yargýlamaktan nehy etmenin illeti olduðuna delâlet etmektedir. Zira o, onun “uygun vasýf” olmasýndan –ki o lügatte kendisi için konulan husustur- hükümle birlikte zikredildiðinde “illet” olmasý gerekir. Bu gereklilik de lügatin konuluþuna göredir. Zira câmid olup vasýf olmasaydý veya “uygun vasýf” olmasaydý lügatin konuluþuna göre hükümle birlikte olduðunda “illet” olmasý gerekmezdi. O halde onu lügatin konuluþuna göre gerekli kýlar. Ki o mana, hükümle birlikte olduðunda illet olmasýdýr.

Rasulullah SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’in þu sözleri gibi: الْقَاتِلُ لا يَرِثُ   “Katil varis olamaz.”[15]    لا يَرِثُ الْكَافِرُ    “Kâfir, varis olmaz.”[16]

Bu hükümle birleþtirilmiþ uygun bir vasýftýr. Dolayýsýyla onun illet olduðuna delâlet eder. Zira onun “uygun bir vasýf” olmasý, hükümle birleþtirildiðinde illet olmasýný gerekli kýlar. Bu gereklilik lügatin konuluþuna göredir.


[1] Ali Ýmran: 7

[2] Enbiya: 72

[3] Saffât: 65

[4] Dâremi, K. Salât

[5] Bakara: 185

[6] Ahmed b.Hanbel

[7] Ýsra: 23

[8] Tevbe: 123

[9] Ýbni Mace, K. Talâk, 2035

[10] Ýbni Mace, K. Sýyâm, 1690

[11] Dâremi, K. Salât

[12] Nisa: 141

[13] Maide: 38

[14] Tirmizi, K. Ahkâm

[15] Tirmizi, K. Ferâid, 2035

[16] Ahmed b. Hanbel, Müs. Ensâr, 20757