İşaret delâleti şudur: Söz bir hükmü açıklamak için veya
bir hükme delâlet etmesi için ileri sürülmüş olur. Fakat ondan
açıklamak için ileri sürüldüğü ya da kendisine delâlet etmek
için geldiği hükmün dışında başka bir hüküm anlaşılır. Hâlbuki
bu başka hüküm, sözden kast edilen değildir. Sözün, kendisi için
ileri sürülmediği ve delâlet etmediği fakat kendisinden
anlaşılan bu hükme delâleti, işaret delaletidir. Buna örnek;
Allah’u Teâla’nın şu sözlerinin toplamının delaletidir:
وحمله فصاله ثلاثون شهرا“Onun
taşınması ile sütten kesilmesi, otuz ay sürer.”
وفصاله في عامين
“Sütten ayrılması da iki yıl içinde olur.”
Bu sözlerin toplamı, insanın hamilelik döneminin en az altı ay
sürdüğüne delâlet etmektedir. Her ne kadar lafızdan bu kast
edilmemiş olsa da.
Bir örnek de Allah’u Teâla’nın şu sözüdür:
فَالآنَ بَاشِرُوهُنَّ “Artık
(Ramazan gecelerinde) onlara yaklaşın.”
Fecr doğasıya kadar, kadınlara yaklaşmayı mubah kıldı.
Şu sözü ile; حَتَّى يَتَبَيَّنَ
لَكُمْ الْخَيْطُ الأبْيَضُ مِنْ الْخَيْطِ الأسْوَدِ مِنْ الْفَجْرِ
“Size sabahın beyaz ipliği, siyah ipliğinden ayırt edilinceye
kadar...”
Bunu açıklamak, kast edilendir. Bununla beraber; bundan şunun
anlaşılması da gerekir: Kim Ramazan gecesi cima eder ve cünüp
olarak sabahlarsa orucu ifsad olmaz. Çünkü gecenin en sonunda cima
edenin guslünü gündüze tehir etmesi kaçınılmazdır. Bu orucu ifsad
eden hususlardan olsaydı, gecenin en son cüzünde cima yapmak mubah
olmazdı. Bununla birlikte bu, sözden kast olunan değildir.
İşte böyle onu açıklamak ve ona delâlet etmek için ileri
sürülmemiş her kelamdan hüküm anlaşılınca, kelamın bu hükme
delâleti, mantuktan değildir, her ne kadar lafzın mantukundan
anlaşılsa da. O ancak iltizam delaletindendir. Çünkü o her ne
kadar kelamdan anlaşılsa da, kelam onun için ileri sürülmedi ve
ona delâlet etmek için gelmedi. Zira o, kendisi için ileri
sürüldüğü ya da kendisini açıklamak için geldiği mana için
gereklidir. Bundan dolayı o, iltizam delaletindendir ve “işaret
delâleti” olarak isimlendirilir.
Mefhumu muvafaka; sükût mahallinde lafzın delâlet edilenin,
nutuk/konuşma mahallinde delâlet edilene muvafık olmasıdır. Yani
lafzın delâlet edileninden anlaşılan mana ve hükümlerin lafzın
kendisinden anlaşılana uygun olmasıdır. Lafzın delâlet edileni
için gerekli mana, delâlet edilen için muvafık olduğunda işte o,
mefhumu muvafakadır. “Hitabın manası” kast edilerek “hitabın
fehvası” ve “hitabın lahni” olarak da isimlendirilir.
Buna bir örnek Allah’u Teâla’nın şu
sözüdür:
فَلا تَقُلْ
لَهُمَا أُفٍّ “O ikisine
(anne ve babaya)
öf bile deme.”
Bu söz anne ve
babaya sövmenin ve vurmanın haram kılınışına delâlet eder. Zira öf
demenin haram oluşu sadece onda eziyet oluşundan dolayıdır.
Dolayısıyla homurdanmanın haram kılınışından eziyet bakımından
ondan daha şiddetlisi olan sövmenin ve vurmanın haram kılınması
gerekir. Böylece vurmanın haram kılınmasını cümlenin terkibinden
aldık. Çünkü sadece homurdanmak, vurmanın haram kılınmasına
delâlet etmez. Zira buradaki gerekli mana ancak cümlenin
terkibinden elde edilir. Böylece cümlenin terkibi homurdanmanın
haram oluşunun ancak ondaki eziyetten dolayı olduğunu ifade
ediyor. Dolayısıyla bundan daha şiddetli eziyet olan sövme ve
vurmanın haramlılığı gerekli oluyor. Burada lafızdan sükût
mahallinde anlaşılan hüküm, nutuk/telaffuz mahallindeki
hükme muvafıktır. Dolayısıyla bu mefhumu muvafakadandır.
Bir başka örnek de Allah’u Teâla’nın şu sözüdür:
إِنَّ الَّذِينَ يَأْكُلُونَ أَمْوَالَ
الْيَتَامَى ظُلْمًا
“Haksızlıkla yetimlerin mallarını yiyenler...”
Bu söz, yetimlerin mallarını telef etmenin haram kılınmasına
delâlet etmektedir. Çünkü o malların yenilmesinin haram kılınması,
ancak o malların mülkiyetinden giderilmesi nedeniyledir.
Dolayısıyla içinde yetimin malının yok edilmesi olan her hususun
–ister yemekten daha çok olsun ister aynı seviyede olsun- haram
kılınması gerekir. Böylelikle yetimin malını telef etmenin haram
kılınmasını cümlenin terkibinden elde ettik. Çünkü sadece “yetimin
malını yemek” haram kılınmaya delâlet etmemektedir. Fakat burada
cümlenin terkibi ve haram kılmanın, o malları sadece yemek üzerine
değil “haksızlıkla” yemek üzere yüklenmiş olması durumundan
gerekli mana elde edilmektedir ki o da yetim malının telef
edilmesinin haram kılınmasıdır.
Bir başka örnek de Allah’u Teâla’nın şu sözüdür:
فَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ خَيْرًا يَرَه
(7) وَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ شَرًّا يَرَه
“Kim zerre kadar hayır işlemişse onu görür, kim zerre kadar
şer işlemişse onu görür.”
Bu söz, kim zerreden çok hayır işlerse ve kim zerreden çok şer
işlerse onu evla babından olmak üzere göreceğine delâlet
etmektedir. Bu sözün buradaki delâleti her ne kadar zerreden fazla
olan anlaşılmış olsa da cümlenin terkibinden gelmektedir. Zira
delâlet zerreden fazla olabilir, noksan olan olabilir, zerre ile
aynı seviyede olabilir. Dolayısıyla gerekli manaya delâlet
fazlalıktan, noksanlıktan ve eşitlikten gelmedi, sadece cümlenin
terkibinden geldi.
Bir başka örnek Allah’u Teâla’nın şu sözüdür:
وَمِنْ أَهْلِ الْكِتَابِ مَنْ إِنْ تَأْمَنْهُ
بِقِنطَارٍ يُؤَدِّهِ إِلَيْكَ وَمِنْهُمْ مَنْ إِنْ تَأْمَنْهُ
بِدِينَارٍ لا يُؤَدِّهِ إِلَيْكَ “Ehli kitaptan
öylesi vardır ki, ona yüklerle mal emanet bırakırsan, onu sana
noksansız iade eder. Fakat onlardan öylesi de vardır ki, ona bir
dinar emanet bırakırsan, tepesine dikilip durmazsan onu sana iade
etmez.”
Bu söz, yüklerle olmasa da emanetin iade edilmesine bir dinardan
fazla olsa da iade edilmemesine delâlet etmektedir.
Rasulullah SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’in şu sözü
gibi: وَإِذَا أَخَذَ أَحَدُكُمْ
عَصَا أَخِيهِ فَلْيَرْدُدْهَا عَلَيْهِ
“Sizden biriniz kardeşinin asasını alınca onu ona
iade etsin.”
Bu söz de; kim asadan daha fazlasını alırsa, onu iade etmesi
gerektiğine aynı şekilde asaya denk olan bir hususu da iade etmesi
gerektiğine, aynı şekilde asadan daha küçük/değersiz olan bir şeyi
de iade etmesi gerektiğine delâlet etmektedir. O da fazlalıktan,
noksanlıktan değil, cümlenin terkibinden alınmıştır.
Rasulullah SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’in şu sözü
gibi: مَنِ اقْتَطَعَ شِبْرًا مِنَ
الأرْضِ بِغَيْرِ حَقِّهِ
“Kim hakkı olmadığı bir karış toprak/arazi alırsa Allah onu
Kıyamet günü yedi kere kuşatır.”
Bu söz, bir karıştan fazla toprağı haksız olarak almanın evla
babından haram kılınmasına delâlet eder. Aynı şekilde bir karış
olmayanın alınmasının da haram kılınmasına delâlet eder.
الشبر“Bir karış”
tabirinin zikredilmesi, tehditte azlık ve çokluğun aynı olduğuna
işarettir.
Rasulullah SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’in şu sözü de
buna örnektir:
مَنْ أَخَذَ شِبْرًا مِنَ الأرْضِ
ظُلْمًا فَإِنَّهُ يُطَوَّقُهُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ مِنْ سَبْعِ
أَرَضِينَ
“Kim zulümle bir karış toprak alırsa, Kıyamet günü yedi yerde
onu taşıyarak gelir.”
Bu söz, bir karıştan fazla almanın haram kılınmasına evla babından
delâlet eder. Aynı şekilde bir karıştan az olanın alınmasının da
haram oluşuna delâlet eder. Buradaki delâlet, fazlalık ve
eksiklikten değil, cümlenin terkibinden dolayıdır.
El-Âmidî, “Mefhum’ul Muvafaka” bahsinde şöyle dedi: “Bu bölümün
tamamındaki delâlet en düşükten en yükseğe, en yüksekten en düşüğe
dikkati çekmek tarzından dışarı çıkmaz.”
Bu söz iki yönden hatalıdır:
1- Bu delaletler; en düşük olanla en yüksek olana dikkati
çekmek kabilinden olabilir. “Öf” demenin haram kılınmasından
anlaşılan sövmek ve vurmanın haram kılınması gibi. En yüksek
olanla en düşük olana dikkati çekmek kabilinden de olabilir.
Allah’u Teâla’nın şu sözünde olduğu gibi:
وَمِنْ أَهْلِ الْكِتَابِ مَنْ إِنْ تَأْمَنْهُ
بِقِنطَارٍ يُؤَدِّهِ إِلَيْكَ وَمِنْهُمْ مَنْ إِنْ تَأْمَنْهُ
بِدِينَارٍ لا يُؤَدِّهِ إِلَيْكَ
“Ehli kitaptan öylesi vardır ki, ona yüklerle mal emanet
bırakırsan, onu sana noksansız iade eder. Fakat onlardan öylesi de
vardır ki, ona bir dinar emanet bırakırsan, tepesine dikilip
durmazsan onu sana iade etmez.”
Fakat müsavi/denk olma kabilinden de olabilir.
Allah’u Teâla’nın şu sözünde olduğu gibi:
إِنَّ الَّذِينَ يَأْكُلُونَ أَمْوَالَ
الْيَتَامَى ظُلْمًا “Haksızlıkla yetimlerin
mallarını yiyenler...”
Zira bu söz, o malların telef edilmesinin haram kılınmasına
delâlet eder. Ki bu onları yemekle aynı seviyededir. Ne en yüksek,
ne en düşük, ne de aynı seviyede olabilir. O mantuk için gerekli
olduğundan dolayı sadece cümle terkibinden anlaşılan başka bir şey
olabilir.
Rasulullah SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’in şu sözünde
olduğu gibi: من وجد
فليحْفَظْ عِفَاصَهَا
وَوِكَاءَهَا
عدل فليشهد
ذوي لقطة
“Kim bir buluntu bulursa adil birisini
şahid kılsın. Onun içindekilerle birlikte kabını ve kırbasını
korusun.”
Bu söz, dinarlardan bir tane
de olsa korumaya delâlet eder. Bu ne en düşük ile en yüksek olana
dikkati çekmek kabilindendir, ne en yüksek ile en düşük olana
dikkati çekmek kabilindendir. Bütün bunlar mefhumu muvafakanın, en
düşük olanla en yüksek olana ve en yüksek olanla en düşük olana
dikkati çekme tarzına hasredilmeyip bilakis bu ikisinden başkası
da olabileceğine delâlet etmektedir.
2- Mefhumu muvafaka, fazlalık ve eksiklikten alınmaz. O
sadece cümlenin terkibinden alınır. Mefhumu muvafakadaki mananın
anlaşılmasının aslında en düşükten en yükseğe, en yüksekten en
düşüğe oluşun bir dahli yoktur. Onda asıl olan ancak mutabık mana
için şart olmayıp tabi olması ile cümlenin terkibinden alınmış
olmasıdır. En düşük olan ile en yüksek olana, en yüksek olan ile
en düşük olana dikkati çekmenin ikisi de mefhumu muvafakanın
örneklerindendir, ondaki delâlet için asıl olan değil. Bunun için
mefhumu muvafakada öncelikliği şart koşmanın bir manası yoktur.
Çünkü o mefhumu muvafakayı, başkasından da geçtiği halde, en düşük
olanla en yüksek olana, en yüksek olanla en düşük olana tenbihte/dikkati
çekmekte sınırlanmış kılar, mefhumu muvafakanın delaletinde
öncelikliği asıl olan yapar. Hâlbuki onda asıl olan öncelikten
değil, cümlenin terkibinden alınmış olmasıdır.
Ayrıca mefhumu mavafaka, iltizam delaletindendir. İltizam delâleti
ise, en düşük olanın en yüksek olana, en yüksek olanın en düşük
olana delâleti değildir. O ancak lafzın gerekliliğine delaletidir.
Mefhumu muvafaka, lafzın gerekliliğine delaletidir. Bu delalette
gerekli olan, cümlenin terkibinden elde edilir. Onun için onda
önceliklilik şart koşulmaz. O en düşük ile en yüksek, en yüksek
ile en düşüğe dikkati çekmek kabilinden de gelmez ki, delâlet, o
ikisinden dışarı çıkmaz denilsin. Bilakis mefhumu muvafakada,
mananın kendisine delâlet edilen mana için gerekli ve tabi olması
şart koşulur ki o da cümlenin terkibinden alınır, başkasından
değil.
Mefhumun delâleti, sükût mahallinde lafızdan anlaşılandır. Sükût
mahallinde lafzın delâlet edilenin nutuk/telaffuz mahallindeki
delâlet edilene muvafık/uygun olması, mefhumu muvafakadır. Bu
delâlet, lafızdan anlaşılandır. Fakat nutuk mahallinde değil de
sükût mahallinde lafızdan anlaşılandır. Yani telaffuz edilen mana
için, hakkında söz edilmeyen gerekli manadır. Zira o, lafzın
delâlet edilene kıyas yapmaksızın lafızdan anlaşılandır. Bunun
için o, lafzî delalettendir, kıyasî delaletten değil. Dolayısıyla
hükmün sükût mahallindeki dayanağı, kıyasi delaletin değil lafzi
delaletin manasıdır. Buna delil şu iki husustur:
1- Mefhumu muvafaka, iltizam delaletindendir. İltizam
delaletindeki gereklilikteki muteber olan, zihnî gerekliliktir.
Zihnî gereklilik ise, lafız işitildiğinde zihninin ona yöneldiği
husustur. الأسد
“Aslan” lafzının, “cesarete” delâlet etmesi gibi. Böylece o, lafzi
delâlet olmaktadır. Çünkü zihin sadece lafzı işitmesiyle ona
yönelmiştir. Dolayısıyla ona delâlet eden ancak lafız olmaktadır.
Zira bir adam hizmetçisine şöyle dediğinde: “Zeyd’e bir tane
verme!” “Ona öf deme!” “Ona zerre kadar zulmetme!” “Ona sert
bakma!” denildiğinde, bu cümleleri işittiğinde zihne ilk gelen
şey; Zeyde bir tanenin üzerinde olanı vermekten, sövmek ve
vurmaktan, zerre kadar yada daha fazlası olan zulümden, ona sert
bakıştan başka konuşmayı kesmek ve diğer türlü eziyetlerden
kaçınmaktır.
Onun için Nebi SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’in;واليحفَظْ
عِفَاصَهَا وَوِكَاءَهَا
“Onun
içindekilerle birlikte kabını ve kırbasını korusun.”
sözünden anlaşılan, “dinarları toplayanı koru” olmaktadır.
Rasulullah SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’in şu;
أَدُّوا الْخَيْطَ وَالْمَخِيطَ
“İğne ve ipliği yerine verin.”
Sözünden anlaşılan, semerlerin ve paraların ve diğerlerinin
yerine verilmesidir.
Böylece hükmün sükût mahallindeki dayanağı kıyas değil, lafzi
delaletin manası olmaktadır.
2- Araplar, bu lafızları ancak sükût mahallindeki hükmü
desteklemekte mübalağa için koymuşlardır. Bunun için onlar iki
attan birisinin diğerini geçmesi hususunda mübalağa yapmayı kast
ettiklerinde şöyle derler: هذا
الفرس لا يلحق غبار هذا الفرس “Bu at, bu atın tozuna
yetişemez.” Bu söz onlar nezdinde şu sözlerinden daha kapsamlıdır:
هذا الفرس سابق لهذا الفرس
“Bu at, bu atı geçer.”
Dolayısıyla bu mefhum, Arapların koymasındandır. Bu demektir ki o,
konuluş bakımından lafzi delalettendir. Dolayısıyla kıyasi
delaletten olmaz.
Ayrıca “kıyasi delâlet” yoktur, sadece kıyas vardır. O da; detayı
asıla katmaktır. Burada mefhumda detay olan ve asıl olan yoktur,
sadece lafzın delâlet ettiği mana ve lafzın delâlet ettiği mana
için gerekli olan vardır. Bunun için kıyasın varlığına yer yoktur.
Mefhumu muhalefet; sükût mahallindeki lafzın delâlet
edilenin, telaffuz mahallindeki delâlet edilene muhalif olmasıdır.
Yani lafzın delâlet edileninden anlaşılan mana ve hükümlerin,
lafzın kendisinden anlaşılana muhalif olmasıdır. Zira lafzın
delâlet edileni için gerekli mana, o delâlet edilene muhalif
olduğunda işte o mefhumu muhalefettendir. “Hitabın delili” ve
“hitabın lahni” olarak da isimlendirilir. Bu, sıfat mefhumu, şart
mefhumu, gaye mefhumu, aded mefhumu gibidir.
“Sıfat mefhumu”; hükmü aslın sıfatlarından bir sıfata bağımlı
kılmaktır. Zira o, asıl hakkındaki hükmün o sıfatın nefyedilmesi
halinde yok sayılmasına delâlet eder. Sıfat mefhumunun şartı, o
sıfatın bir anlaşılır sıfat olmasıdır. Yani illetle ilgili durum
ifade eden husus olmasıdır. Anlaşılır sıfat olmazsa o sıfatın bir
mefhumu olmaz. Dolayısıyla “sıfat mefhumunun” şartı, bir anlaşılır
sıfat olmasıdır.
Rasulullah SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’in şu sözü
gibi: وَفِي الْغَنَمِ
السائمة زكاة “Saime/otlayan koyunlarda zekât
vardır.”
الغنم –“Koyun”, bir
asıl isimdir. İki sıfatı vardır. “Yaylımda otlayan” ve “ahırda
beslenen”. Farz oluş, “otlanma” sıfatına bağlı kılınmıştır.
Dolayısıyla “besi” olma durumunda farzın olmadığına delâlet
etmektedir. السائمة
–“Otlayan”, lafzı anlaşılır bir sıfattır. Onun için onun mefhumu
vardır.
Vasıf, anlaşılır olmadığında; şu sözümüzde olduğu gibi:
الابيض يشبع إذا آكل
“Beyaz, yediğinde doyar.” Bu, anlaşılır bir vasıf değildir. Zira
siyah da yediği zaman doyar. Bunun için Ömer’in şu;
“Muhtecir/araziye sınır çeken kimse için üç seneden sonra hak
yoktur.” sözü, mefhumdan değildir. Çünkü her ne kadar
bir vasıf olsa da anlaşılır değildir. Dolayısıyla onun mefhumu
yoktur.
Onun için dediler ki: “Vasıf hakkında, mefhumu olması için uygun
yani anlaşılır bir vasıf olması şart koşulur.” Zira sıfatta
uygunluk olmadığında onun mefhumu olmaz.
Sıfat mefhumunun delil olmasına dair delil şu iki husustur:
1- Hükmün, sıfata bağlı kılınması, illetle ilgili durumu
hissettirmektedir. Yani sıfatın o hüküm için illet olmasını
hissettirmektedir. Zira mesela; “otlatmak” zekâtın farz oluşu için
bir illet olmaktadır. O sıfat nefyedildiğinde hüküm de nefyedilir.
Çünkü illetlenen, illetinin yok olmasıyla yok olur. Buna iltizam
delâleti tam uygun düşmektedir. Zira zekâtın farz oluşu
سائم –“Otlayan”, hakkında
zikredilmiştir. “Ahırda beslenen” hakkında hükmün ne olduğu
sorulunca onun cevabı, hakkında sükût geçilenin hükmündedir. Zira
“otlayan” hakkında zekâtın farz oluşunun tespit edilmesi ve
“ahırda beslenen” hakkında sükût geçilmesi; “ahırda beslenen”
hakkında zekâtın farz olmadığını ifade eden olur. Bu ise, iltizam
delaletine dâhil olur. Onun için
hüccettir.
2- Mefhumu muhalefet ile amel hakkında nâsslardan tespit
edilen husustur.
Buna örnek; Rasulullah SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’in
şu sözüdür: لَيُّ الْوَاجِدِ
يُحِلُّ عِرْضَهُ وَعُقُوبَتَهُ “Varlıklının
(borcunu) savsaklaması nedeni ile dava edilmesi ve
cezalandırılması helâl olur.”
“Varlıklı” zengin olandır. “Savsaklaması” borcunu geciktirmesidir.
“Dava edilmesi” ondan borcun istenmesidir. “Cezalandırılması”
hapsedilmesidir. Bu sözdeki mefhumu muhalefete göre; “varlıklı
olmayan kimseyi, dava etmenin ve cezalandırmanın helâl
olmadığıdır.”
Buna bir örnek de Rasulullah SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’in
şu sözüdür: مَطْلُ الْغَنِيِّ
ظُلْمٌ “Zenginin geciktirmesi zulümdür.”
Bu söz, fakirin borcunu geciktirmesinin zulüm
olmadığına delâlet eder.
Bu, örfte yani lügat ehlinin kullanımında sabit olduğunda lügatte
de sabit olur. Çünkü asıl olan naklin olmamasıdır. Özellikle bu
hadis hakkında bunu Ebu Ubeyde açıklamıştır. Ki o, kendilerine
başvurulan lügat imamlarındandır.
 |