MANTUK VE MEFHUM


İşaret Delaleti

İşaret delâleti şudur: Söz bir hükmü açıklamak için veya bir hükme delâlet etmesi için ileri sürülmüş olur. Fakat ondan açıklamak için ileri sürüldüğü ya da kendisine delâlet etmek için geldiği hükmün dışında başka bir hüküm anlaşılır. Hâlbuki bu başka hüküm, sözden kast edilen değildir. Sözün, kendisi için ileri sürülmediği ve delâlet etmediği fakat kendisinden anlaşılan bu hükme delâleti, işaret delaletidir. Buna örnek; Allah’u Teâla’nın şu sözlerinin toplamının delaletidir: وحمله فصاله ثلاثون شهرا“Onun taşınması ile sütten kesilmesi, otuz ay sürer.”[1] وفصاله في عامين   “Sütten ayrılması da iki yıl içinde olur.”[2]

Bu sözlerin toplamı, insanın hamilelik döneminin en az altı ay sürdüğüne delâlet etmektedir. Her ne kadar lafızdan bu kast edilmemiş olsa da.

Bir örnek de Allah’u Teâla’nın şu sözüdür: فَالآنَ بَاشِرُوهُنَّ   “Artık (Ramazan gecelerinde) onlara yaklaşın.”[3]   

Fecr doğasıya kadar, kadınlara yaklaşmayı mubah kıldı.

Şu sözü ile;   حَتَّى يَتَبَيَّنَ لَكُمْ الْخَيْطُ الأبْيَضُ مِنْ الْخَيْطِ الأسْوَدِ مِنْ الْفَجْرِ  “Size sabahın beyaz ipliği, siyah ipliğinden ayırt edilinceye kadar...”[4]      

Bunu açıklamak, kast edilendir. Bununla beraber; bundan şunun anlaşılması da gerekir: Kim Ramazan gecesi cima eder ve cünüp olarak sabahlarsa orucu ifsad olmaz. Çünkü gecenin en sonunda cima edenin guslünü gündüze tehir etmesi kaçınılmazdır. Bu orucu ifsad eden hususlardan olsaydı, gecenin en son cüzünde cima yapmak mubah olmazdı. Bununla birlikte bu, sözden kast olunan değildir.

İşte böyle onu açıklamak ve ona delâlet etmek için ileri sürülmemiş her kelamdan hüküm anlaşılınca, kelamın bu hükme delâleti, mantuktan değildir, her ne kadar lafzın mantukundan anlaşılsa da. O ancak iltizam delaletindendir. Çünkü o her ne kadar kelamdan anlaşılsa da, kelam onun için ileri sürülmedi ve ona delâlet etmek için gelmedi. Zira o, kendisi için ileri sürüldüğü ya da kendisini açıklamak için geldiği mana için gereklidir. Bundan dolayı o, iltizam delaletindendir ve “işaret delâleti” olarak isimlendirilir.

 

Mefhumu Muvafaka:
 

Mefhumu muvafaka; sükût mahallinde lafzın delâlet edilenin, nutuk/konuşma mahallinde delâlet edilene muvafık olmasıdır. Yani lafzın delâlet edileninden anlaşılan mana ve hükümlerin lafzın kendisinden anlaşılana uygun olmasıdır. Lafzın delâlet edileni için gerekli mana, delâlet edilen için muvafık olduğunda işte o, mefhumu muvafakadır. “Hitabın manası” kast edilerek “hitabın fehvası” ve “hitabın lahni” olarak da isimlendirilir.

Buna bir örnek Allah’u Teâla’nın şu sözüdür:  فَلا تَقُلْ لَهُمَا أُفٍّ “O ikisine (anne ve babaya) öf bile deme.”[5]    

Bu söz anne ve babaya sövmenin ve vurmanın haram kılınışına delâlet eder. Zira öf demenin haram oluşu sadece onda eziyet oluşundan dolayıdır. Dolayısıyla homurdanmanın haram kılınışından eziyet bakımından ondan daha şiddetlisi olan sövmenin ve vurmanın haram kılınması gerekir. Böylece vurmanın haram kılınmasını cümlenin terkibinden aldık. Çünkü sadece homurdanmak, vurmanın haram kılınmasına delâlet etmez. Zira buradaki gerekli mana ancak cümlenin terkibinden elde edilir. Böylece cümlenin terkibi homurdanmanın haram oluşunun ancak ondaki eziyetten dolayı olduğunu ifade ediyor. Dolayısıyla bundan daha şiddetli eziyet olan sövme ve vurmanın haramlılığı gerekli oluyor. Burada lafızdan sükût mahallinde anlaşılan hüküm, nutuk/telaffuz mahallindeki hükme muvafıktır. Dolayısıyla bu mefhumu muvafakadandır.

Bir başka örnek de Allah’u Teâla’nın şu sözüdür: إِنَّ الَّذِينَ يَأْكُلُونَ أَمْوَالَ الْيَتَامَى ظُلْمًا “Haksızlıkla yetimlerin mallarını yiyenler...”[6]  

Bu söz, yetimlerin mallarını telef etmenin haram kılınmasına delâlet etmektedir. Çünkü o malların yenilmesinin haram kılınması, ancak o malların mülkiyetinden giderilmesi nedeniyledir. Dolayısıyla içinde yetimin malının yok edilmesi olan her hususun –ister yemekten daha çok olsun ister aynı seviyede olsun- haram kılınması gerekir. Böylelikle yetimin malını telef etmenin haram kılınmasını cümlenin terkibinden elde ettik. Çünkü sadece “yetimin malını yemek” haram kılınmaya delâlet etmemektedir. Fakat burada cümlenin terkibi ve haram kılmanın, o malları sadece yemek üzerine değil “haksızlıkla” yemek üzere yüklenmiş olması durumundan gerekli mana elde edilmektedir ki o da yetim malının telef edilmesinin haram kılınmasıdır.

Bir başka örnek de Allah’u Teâla’nın şu sözüdür: فَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ خَيْرًا يَرَه (7) وَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ شَرًّا يَرَه    “Kim zerre kadar hayır işlemişse onu görür, kim zerre kadar şer işlemişse onu görür.”[7]   

Bu söz, kim zerreden çok hayır işlerse ve kim zerreden çok şer işlerse onu evla babından olmak üzere göreceğine delâlet etmektedir. Bu sözün buradaki delâleti her ne kadar zerreden fazla olan anlaşılmış olsa da cümlenin terkibinden gelmektedir. Zira delâlet zerreden fazla olabilir, noksan olan olabilir, zerre ile aynı seviyede olabilir. Dolayısıyla gerekli manaya delâlet fazlalıktan, noksanlıktan ve eşitlikten gelmedi, sadece cümlenin terkibinden geldi.

Bir başka örnek Allah’u Teâla’nın şu sözüdür: وَمِنْ أَهْلِ الْكِتَابِ مَنْ إِنْ تَأْمَنْهُ بِقِنطَارٍ يُؤَدِّهِ إِلَيْكَ وَمِنْهُمْ مَنْ إِنْ تَأْمَنْهُ بِدِينَارٍ لا يُؤَدِّهِ إِلَيْكَ “Ehli kitaptan öylesi vardır ki, ona yüklerle mal emanet bırakırsan, onu sana noksansız iade eder. Fakat onlardan öylesi de vardır ki, ona bir dinar emanet bırakırsan, tepesine dikilip durmazsan onu sana iade etmez.”[8] 

Bu söz, yüklerle olmasa da emanetin iade edilmesine bir dinardan fazla olsa da iade edilmemesine delâlet etmektedir.

Rasulullah SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’in şu sözü gibi:   وَإِذَا أَخَذَ أَحَدُكُمْ عَصَا أَخِيهِ فَلْيَرْدُدْهَا عَلَيْهِ   “Sizden biriniz kardeşinin asasını alınca onu ona iade etsin.”[9]      

Bu söz de; kim asadan daha fazlasını alırsa, onu iade etmesi gerektiğine aynı şekilde asaya denk olan bir hususu da iade etmesi gerektiğine, aynı şekilde asadan daha küçük/değersiz olan bir şeyi de iade etmesi gerektiğine delâlet etmektedir. O da fazlalıktan, noksanlıktan değil, cümlenin terkibinden alınmıştır.

Rasulullah SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’in şu sözü gibi:  مَنِ اقْتَطَعَ شِبْرًا مِنَ الأرْضِ بِغَيْرِ حَقِّهِ    “Kim hakkı olmadığı bir karış toprak/arazi alırsa Allah onu Kıyamet günü yedi kere kuşatır.”[10]    

Bu söz, bir karıştan fazla toprağı haksız olarak almanın evla babından haram kılınmasına delâlet eder. Aynı şekilde bir karış olmayanın alınmasının da haram kılınmasına delâlet eder. الشبرBir karış”  tabirinin zikredilmesi, tehditte azlık ve çokluğun aynı olduğuna işarettir.

Rasulullah SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’in şu sözü de buna örnektir:

 مَنْ أَخَذَ شِبْرًا مِنَ الأرْضِ ظُلْمًا فَإِنَّهُ يُطَوَّقُهُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ مِنْ سَبْعِ أَرَضِينَ

“Kim zulümle bir karış toprak alırsa, Kıyamet günü yedi yerde onu taşıyarak gelir.”[11]    

Bu söz, bir karıştan fazla almanın haram kılınmasına evla babından delâlet eder. Aynı şekilde bir karıştan az olanın alınmasının da haram oluşuna delâlet eder. Buradaki delâlet, fazlalık ve eksiklikten değil, cümlenin terkibinden dolayıdır.

El-Âmidî, “Mefhum’ul Muvafaka” bahsinde şöyle dedi: “Bu bölümün tamamındaki delâlet en düşükten en yükseğe, en yüksekten en düşüğe dikkati çekmek tarzından dışarı çıkmaz.”

Bu söz iki yönden hatalıdır:

1- Bu delaletler; en düşük olanla en yüksek olana dikkati çekmek kabilinden olabilir. “Öf” demenin haram kılınmasından anlaşılan sövmek ve vurmanın haram kılınması gibi. En yüksek olanla en düşük olana dikkati çekmek kabilinden de olabilir.

Allah’u Teâla’nın şu sözünde olduğu gibi: وَمِنْ أَهْلِ الْكِتَابِ مَنْ إِنْ تَأْمَنْهُ بِقِنطَارٍ يُؤَدِّهِ إِلَيْكَ وَمِنْهُمْ مَنْ إِنْ تَأْمَنْهُ بِدِينَارٍ لا يُؤَدِّهِ إِلَيْكَ “Ehli kitaptan öylesi vardır ki, ona yüklerle mal emanet bırakırsan, onu sana noksansız iade eder. Fakat onlardan öylesi de vardır ki, ona bir dinar emanet bırakırsan, tepesine dikilip durmazsan onu sana iade etmez.”[12]

Fakat müsavi/denk olma kabilinden de olabilir.

Allah’u Teâla’nın şu sözünde olduğu gibi: إِنَّ الَّذِينَ يَأْكُلُونَ أَمْوَالَ الْيَتَامَى ظُلْمًا “Haksızlıkla yetimlerin mallarını yiyenler...”[13] 

Zira bu söz, o malların telef edilmesinin haram kılınmasına delâlet eder. Ki bu onları yemekle aynı seviyededir. Ne en yüksek, ne en düşük, ne de aynı seviyede olabilir. O mantuk için gerekli olduğundan dolayı sadece cümle terkibinden anlaşılan başka bir şey olabilir.

Rasulullah SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’in şu sözünde olduğu gibi: من وجد

  فليحْفَظْ عِفَاصَهَا وَوِكَاءَهَا عدل   فليشهد ذوي   لقطة   “Kim bir buluntu bulursa adil birisini şahid kılsın. Onun içindekilerle birlikte kabını ve kırbasını korusun.”[14]

 Bu söz, dinarlardan bir tane de olsa korumaya delâlet eder. Bu ne en düşük ile en yüksek olana dikkati çekmek kabilindendir, ne en yüksek ile en düşük olana dikkati çekmek kabilindendir. Bütün bunlar mefhumu muvafakanın, en düşük olanla en yüksek olana ve en yüksek olanla en düşük olana dikkati çekme tarzına hasredilmeyip bilakis bu ikisinden başkası da olabileceğine delâlet etmektedir.

2- Mefhumu muvafaka, fazlalık ve eksiklikten alınmaz. O sadece cümlenin terkibinden alınır. Mefhumu muvafakadaki mananın anlaşılmasının aslında en düşükten en yükseğe, en yüksekten en düşüğe oluşun bir dahli yoktur. Onda asıl olan ancak mutabık mana için şart olmayıp tabi olması ile cümlenin terkibinden alınmış olmasıdır. En düşük olan ile en yüksek olana, en yüksek olan ile en düşük olana dikkati çekmenin ikisi de mefhumu muvafakanın örneklerindendir, ondaki delâlet için asıl olan değil. Bunun için mefhumu muvafakada öncelikliği şart koşmanın bir manası yoktur. Çünkü o mefhumu muvafakayı, başkasından da geçtiği halde, en düşük olanla en yüksek olana, en yüksek olanla en düşük olana tenbihte/dikkati çekmekte sınırlanmış kılar, mefhumu muvafakanın delaletinde öncelikliği asıl olan yapar. Hâlbuki onda asıl olan öncelikten değil, cümlenin terkibinden alınmış olmasıdır.

Ayrıca mefhumu mavafaka, iltizam delaletindendir. İltizam delâleti ise, en düşük olanın en yüksek olana, en yüksek olanın en düşük olana delâleti değildir. O ancak lafzın gerekliliğine delaletidir. Mefhumu muvafaka, lafzın gerekliliğine delaletidir. Bu delalette gerekli olan, cümlenin terkibinden elde edilir. Onun için onda önceliklilik şart koşulmaz. O en düşük ile en yüksek, en yüksek ile en düşüğe dikkati çekmek kabilinden de gelmez ki, delâlet, o ikisinden dışarı çıkmaz denilsin. Bilakis mefhumu muvafakada, mananın kendisine delâlet edilen mana için gerekli ve tabi olması şart koşulur ki o da cümlenin terkibinden alınır, başkasından değil.

Mefhumun delâleti, sükût mahallinde lafızdan anlaşılandır. Sükût mahallinde lafzın delâlet edilenin nutuk/telaffuz mahallindeki delâlet edilene muvafık/uygun olması, mefhumu muvafakadır. Bu delâlet, lafızdan anlaşılandır. Fakat nutuk mahallinde değil de sükût mahallinde lafızdan anlaşılandır. Yani telaffuz edilen mana için, hakkında söz edilmeyen gerekli manadır. Zira o, lafzın delâlet edilene kıyas yapmaksızın lafızdan anlaşılandır. Bunun için o, lafzî delalettendir, kıyasî delaletten değil. Dolayısıyla hükmün sükût mahallindeki dayanağı, kıyasi delaletin değil lafzi delaletin manasıdır. Buna delil şu iki husustur:

1- Mefhumu muvafaka, iltizam delaletindendir. İltizam delaletindeki gereklilikteki muteber olan, zihnî gerekliliktir. Zihnî gereklilik ise, lafız işitildiğinde zihninin ona yöneldiği husustur.  الأسد “Aslan” lafzının, “cesarete” delâlet etmesi gibi. Böylece o, lafzi delâlet olmaktadır. Çünkü zihin sadece lafzı işitmesiyle ona yönelmiştir. Dolayısıyla ona delâlet eden ancak lafız olmaktadır. Zira bir adam hizmetçisine şöyle dediğinde: “Zeyd’e bir tane verme!” “Ona öf deme!” “Ona zerre kadar zulmetme!” “Ona sert bakma!” denildiğinde, bu cümleleri işittiğinde zihne ilk gelen şey; Zeyde bir tanenin üzerinde olanı vermekten, sövmek ve vurmaktan, zerre kadar yada daha fazlası olan zulümden, ona sert bakıştan başka konuşmayı kesmek ve diğer türlü eziyetlerden kaçınmaktır.

Onun için Nebi SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’in;واليحفَظْ عِفَاصَهَا وَوِكَاءَهَا   “Onun içindekilerle birlikte kabını ve kırbasını korusun.”[15] sözünden anlaşılan, “dinarları toplayanı koru” olmaktadır.

Rasulullah SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’in şu;  أَدُّوا الْخَيْطَ وَالْمَخِيطَ  “İğne ve ipliği yerine verin.”[16]   Sözünden anlaşılan, semerlerin ve paraların ve diğerlerinin yerine verilmesidir.

Böylece hükmün sükût mahallindeki dayanağı kıyas değil, lafzi delaletin manası olmaktadır.

2- Araplar, bu lafızları ancak sükût mahallindeki hükmü desteklemekte mübalağa için koymuşlardır. Bunun için onlar iki attan birisinin diğerini geçmesi hususunda mübalağa yapmayı kast ettiklerinde şöyle derler: هذا الفرس لا يلحق غبار هذا الفرس   “Bu at, bu atın tozuna yetişemez.” Bu söz onlar nezdinde şu sözlerinden daha kapsamlıdır: هذا الفرس سابق لهذا الفرس “Bu at, bu atı geçer.” Dolayısıyla bu mefhum, Arapların koymasındandır. Bu demektir ki o, konuluş bakımından lafzi delalettendir. Dolayısıyla kıyasi delaletten olmaz.

Ayrıca “kıyasi delâlet” yoktur, sadece kıyas vardır. O da; detayı asıla katmaktır. Burada mefhumda detay olan ve asıl olan yoktur, sadece lafzın delâlet ettiği mana ve lafzın delâlet ettiği mana için gerekli olan vardır. Bunun için kıyasın varlığına yer yoktur.

 

Mefhumu Muhalefet:
 

Mefhumu muhalefet; sükût mahallindeki lafzın delâlet edilenin, telaffuz mahallindeki delâlet edilene muhalif olmasıdır. Yani lafzın delâlet edileninden anlaşılan mana ve hükümlerin, lafzın kendisinden anlaşılana muhalif olmasıdır. Zira lafzın delâlet edileni için gerekli mana, o delâlet edilene muhalif olduğunda işte o mefhumu muhalefettendir. “Hitabın delili” ve “hitabın lahni” olarak da isimlendirilir. Bu, sıfat mefhumu, şart mefhumu, gaye mefhumu, aded mefhumu gibidir.

 

Sıfat Mefhumu:
 

“Sıfat mefhumu”; hükmü aslın sıfatlarından bir sıfata bağımlı kılmaktır. Zira o, asıl hakkındaki hükmün o sıfatın nefyedilmesi halinde yok sayılmasına delâlet eder. Sıfat mefhumunun şartı, o sıfatın bir anlaşılır sıfat olmasıdır. Yani illetle ilgili durum ifade eden husus olmasıdır. Anlaşılır sıfat olmazsa o sıfatın bir mefhumu olmaz. Dolayısıyla “sıfat mefhumunun” şartı, bir anlaşılır sıfat olmasıdır.

Rasulullah SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’in şu sözü gibi:  وَفِي الْغَنَمِ السائمة زكاة  “Saime/otlayan koyunlarda zekât vardır.”[17]   الغنم –“Koyun”, bir asıl isimdir. İki sıfatı vardır. “Yaylımda otlayan” ve “ahırda beslenen”. Farz oluş, “otlanma” sıfatına bağlı kılınmıştır. Dolayısıyla “besi” olma durumunda farzın olmadığına delâlet etmektedir. السائمة –“Otlayan”, lafzı anlaşılır bir sıfattır. Onun için onun mefhumu vardır.

Vasıf, anlaşılır olmadığında; şu sözümüzde olduğu gibi:  الابيض يشبع إذا آكل  “Beyaz, yediğinde doyar.” Bu, anlaşılır bir vasıf değildir. Zira siyah da yediği zaman doyar. Bunun için Ömer’in şu; “Muhtecir/araziye sınır çeken kimse için üç seneden sonra hak yoktur.” sözü, mefhumdan değildir. Çünkü her ne kadar bir vasıf olsa da anlaşılır değildir. Dolayısıyla onun mefhumu yoktur.

Onun için dediler ki: “Vasıf hakkında, mefhumu olması için uygun yani anlaşılır bir vasıf olması şart koşulur.” Zira sıfatta uygunluk olmadığında onun mefhumu olmaz.

Sıfat mefhumunun delil olmasına dair delil şu iki husustur:

1- Hükmün, sıfata bağlı kılınması, illetle ilgili durumu hissettirmektedir. Yani sıfatın o hüküm için illet olmasını hissettirmektedir. Zira mesela; “otlatmak” zekâtın farz oluşu için bir illet olmaktadır. O sıfat nefyedildiğinde hüküm de nefyedilir. Çünkü illetlenen, illetinin yok olmasıyla yok olur. Buna iltizam delâleti tam uygun düşmektedir. Zira zekâtın farz oluşu  سائم –“Otlayan”, hakkında zikredilmiştir. “Ahırda beslenen” hakkında hükmün ne olduğu sorulunca onun cevabı, hakkında sükût geçilenin hükmündedir. Zira “otlayan” hakkında zekâtın farz oluşunun tespit edilmesi ve “ahırda beslenen” hakkında sükût geçilmesi; “ahırda beslenen” hakkında zekâtın farz olmadığını ifade eden olur. Bu ise, iltizam delaletine dâhil olur. Onun için hüccettir.

2- Mefhumu muhalefet ile amel hakkında nâsslardan tespit edilen husustur.

Buna örnek; Rasulullah SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’in şu sözüdür: لَيُّ الْوَاجِدِ يُحِلُّ عِرْضَهُ وَعُقُوبَتَهُ  “Varlıklının (borcunu) savsaklaması nedeni ile dava edilmesi ve cezalandırılması helâl olur.”[18]  

“Varlıklı” zengin olandır. “Savsaklaması” borcunu geciktirmesidir. “Dava edilmesi” ondan borcun istenmesidir. “Cezalandırılması” hapsedilmesidir. Bu sözdeki mefhumu muhalefete göre; “varlıklı olmayan kimseyi, dava etmenin ve cezalandırmanın helâl olmadığıdır.”

Buna bir örnek de Rasulullah SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’in şu sözüdür: مَطْلُ الْغَنِيِّ ظُلْمٌ    “Zenginin geciktirmesi zulümdür.”[19]   Bu söz, fakirin borcunu geciktirmesinin zulüm olmadığına delâlet eder.

Bu, örfte yani lügat ehlinin kullanımında sabit olduğunda lügatte de sabit olur. Çünkü asıl olan naklin olmamasıdır. Özellikle bu hadis hakkında bunu Ebu Ubeyde açıklamıştır. Ki o, kendilerine başvurulan lügat imamlarındandır.


[1] Ahkâf: 15

[2] Lokman: 14

[3] Bakara: 187

[4] Bakara: 187

[5] İsra: 23

[6] Nisa: 10

[7] Zilzâl: 7-8

[8] Ali İmran: 75

[9] Ahmed b. Hanbel, 17263

[10] Taberânî,  Ahmed b. Hanbel

[11] Müslim, K. Mesâkât, 3023

[12] Ali İmran: 75

[13] Nisa: 10

[14] Ahmed b.Hanbel

[15] Ahmed b.Hanbel

[16] İbn Mâce, Ahmed b. Hanbel, B. Müs. Ensâr, 21655

[17] Ahmed b. Hanbel, Müs. Ensâr, 20577

[18] Nesei, K. Buyu’, 4610

[19] Buhari, Ahmed b. Hanbel