İlletin ancak vahyin getirmiş
olduklarından alınması caizdir. Yani sadece Kitap, Sünnet ve
sahabelerin icmâsından alınması caizdir. Çünkü Kitap, lafız ve
mana olarak vahiyle gelmiştir. Sünnet, mana olarak vahiyle
gelmiştir. Sahabelerin icmâsı da bir delili keşfeder, yani
Rasulullah
SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’den
söylediği ya da yaptığı ya da hakkında sükût ettiği bir hususu
keşfeder, dolayısıyla o da vahiyle gelenden sayılır. İllet bu
üçünden birisinde geçtiğinde Şer’î illettir. Bunlardan birisinde
geçmezse Şer’î illet sayılmaz, Şeriata göre bir değeri de
yoktur.
Kitap ve Sünnetten Şer’î
nâssların kapsamlı incelenmesinden açığa çıkıyor ki; Şer’î
nâsslar illete ya açıkça, ya delalet olarak, ya istinbat
yoluyla, ya da kıyas yoluyla delâlet etmektedirler. Şer’î
illete, Şeriatta yani yani Şer’î nâsslar olarak itibar edilen
nâsslarda, bu dört durumun dışında herhangi başka bir delâlet
yoktur.
Şer’î nâss; illete, ya nâssta
açıkça delâlet eder, yani nâssın lafızları veya terkibi ve
tertibi illete delâlet eder, ya da illet bir tek nâsstan
istinbat yoluyla elde edilir veya bir şeyin illet oluşu
–toplamlarından değil- belirli delâlet edilenlerinden anlaşılan
belirli çeşitli nâsslardan istinbat yoluyla çıkartılır. Ya da
Şeriatın, kendisinden dolayı illet olarak itibar etmesine sebep
olan hususu kapsamasından dolayı, nâss ve sahabelerin icmâsında
geçmeyen illeti, Kitap veya Sünnet ile yani nâss ile ve
sahabelerin icmâsı ile gelmiş olan başka bir illete kıyas ederek
illet elde edilir. Yani nâssın getirmediği bu illet, Şeriat
koyucunun illet oluşuna sevk eden olarak itibar ettiği şeyin
kendisini içermektedir. Yani ondaki illetlik yönü, nâssın
getirmiş olduğu illetteki illetlik yönünün aynısıdır.
I-
Nâssın kendisine
açıkça delâlet ettiği illete gelince:
O, nâssın mantukundan ya da
mefhumundan anlaşılan illettir. Bu Kitaptan veya Sünnetten bir
delilin delil getirmeye ve bakmaya/düşünmeye ihtiyaç duymaksızın
dilde kendisi için konulan bir lafızla belirli bir vasıfla
illetlendirilmeye delâlet etmesidir. Bu iki kısımdır:
1-
İçerisindeki vasfın, hükmün illeti oluşunun açık olduğu
husustur. Buna örnek Rasulullah
SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’in
şu sözüdür:
إِنَّمَا جُعِلَ الِاسْتِئْذَانُ مِنْ أَجْلِ الْبَصَرِ
“İzin
istemek bakıştan dolayı konuldu.”
Yani başkasının
evine girerken bakışın, kendisine bakılması haram olana
düşmemesi için izin istemek hükmü konuldu.
Başka bir örnek de Rasulullah
SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’in şu sözüdür: إِنَّمَا
نَهَيْتُكُمْ مِنْ أَجْلِ الدَّافَّةِ الَّتِي دَفَّتْ فَكُلُوا
وَادَّخِرُوا وَتَصَدَّقُوا
“Ben size onu sırf (dışarıdan Medine’ye) gelen yoksul
kafileden ötürü yasaklamıştım. Artık yiyin, saklayın, tasadduk
edin.”
Hadiste geçen
الدافة –“Dâffe”,
kıtlık senesinde yiyecek toplamak için yavaş yavaş giden bir
topluluktur. Bu lafız,
الدفيف
kelimesinden alınmıştır. O da,
الدبيب –Debîb
“sürüngen” demektir. Hadisten kast edilen, gezgin kafile ya da
düşmanına doğru yavaş yavaş hareket eden ordudur.
Bir başka örnek de, Allah’u
Teâlâ’nın şu sözüdür:
مِنْ
أَجْلِ ذَلِكَ كَتَبْنَا عَلَى بَنِي إِسْرَائِيلَ
“İşte bu yüzdendir ki İsrailoğullarına şöyle yazmıştık:”
2-
İçerisinde
ل –Lâm,
كي
–Key,
إن
–İn,
ب –Bâ, gibi illet harflerinden bir harfin geçtiği husustur.
-
ل
–“Lâm”,
harfine örnek Allah’u Teâlâ’nın şu sözüdür:
لئلا
يَكُونَ لِلنَّاسِ عَلَى اللَّهِ حُجَّةٌ بَعْدَ الرُّسُلِ
“Ki insanların Rasullerden sonra Allah’a karşı bir bahaneleri
olmasın...”
“Bir
hüccet/bahane olmaması”, başına
ل
–Lâm,
gelmiş bir vasıftır. Dolayısıyla bu, onun Rasullerin
gönderilişinin illeti olduğuna delâlet etmektedir. Çünkü vasıf,
kendisi ile illetlendirilendir, isim değil. Bu da dil ehlinin
ل –Lâm’ın
illetlendirme için olduğunu açıklamalarından ve onların lafızlar
hakkındaki sözlerinin de hüccet oluşundan dolayıdır. Onun için
başına
ل
–Lâm
gelen vasıfla illetlendirme Şer’î illet olmaktadır.
-
كي
–“Key”,
harfine örnek Allah’u Teâlâ’nın şu sözüdür:
كَيْ
لاَ يَكُونَ دُولَةً بَيْنَ الآغْنِيَاءِ مِنْكُمْ
“Mallar sadece içinizde zenginler arasında dolaşan bir
devlet olmasın.”
Yani “devlet” zenginler arasında kalmasın, bilakis başkalarına
da geçsin diye. Yani fey’den ensara verilmeden muhacirlere
verilmesindeki illet, zenginliğin sadece onlar arasında
dolaşmamasıdır.
Bir başka örnek de Allah’u
Teâlâ’nın şu sözüdür: لِكَيْ
لا يَكُونَ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ حَرَجٌ فِي أَزْوَاجِ
أَدْعِيَائِهِمْ
“Ki
evlatlıkları, karılarıyla ilişiklerini kestiklerinde
(o kadınlarla evlenmek
isterlerse)
mü’minlere bir güçlük olmasın.”
Yani Rasulullah
SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’in Zeyd’in boşanmış eşiyle evlendirilmesinin illeti, evlatlıklarının
boşanmış eşleriyle evlenmekte mü’minlerin sıkıntı çekmemesidir.
-
إن
–“İn”,
harfine örnek ise, Rasulullah
SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’in Uhud’da şehit olanlar hakkında söylediği şu sözüdür:
زَمِّلُوهُمْ بِدِمَائِهِمْ فَإِنَّهُ لَيْسَ
يَدْمَى لَوْنُهُ لَوْنُ الدَّمِ وَرِيحُهُ رِيحُ الْمِسْكِ
فِي
اللَّهِ إِلَّا يَأْتِي يَوْمَ الْقِيَامَةِ
كَلْمٌ يُكْلَمُ
“Onları kanları ile gömün. Zira Allah yolunda
yaralanan bir kimse Kıyamet Günü, rengi kan rengi, kokusu misk
kokusu olan kan şah damarlarından akarken haşrolunacaktır.”
Böylece şehidin
yıkanmamsının illeti, Kıyamet Günü yaralarından kan akarak haşr
olunacak olmalarıdır.
Rasulullah SallAllah’u Aleyhi Ve Selem bir ihramlı
hakkında ona giysisini kıyas ederek şöyle dedi:
وَلَا
تُمِسُّوهُ طِيبًا وَلَا تُخَمِّرُوا رَأْسَهُ فَإِنَّ اللَّهَ
يَبْعَثُهُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ مُلَبِّيًا “Ona
koku sürmeyin ve kafasını örtmeyin. Zira Allah onu Kıyamet günü
‘lebbeyk’ diyerek diriltecektir.”
Bir başka örnek de,
Rasulullah
SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’in
kedinin temiz olması hakkındaki şu sözüdür:
إِنَّمَا هِيَ مِنَ الطَّوَّافِينَ عَلَيْكُمْ وَالطَّوَّافَاتِ
“Çünkü onlar
sizin etrafınızda gezinip dolaşanlardandırlar.”
Bir başka örnek de, Rasul
SallAllah’u
Aleyhi VeSSellem’in
şu sözüdür:
لا
تَشْتَرُوا السَّمَكَ فِي الْمَاءِ فَإِنَّهُ غَرَرٌ
“Sudaki balığı
satmayın. Çünkü o yanıltır.”
-
ب
–“Bâ”,
harfine örnek Allah’u Teâlâ’nın şu sözüdür:
فَبِمَا رَحْمَةٍ مِنْ اللَّهِ لِنْتَ لَهُمْ “O vakit Allah’tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın.”
ب–“Bâ”, harfi, başına geldiği hususu, Nebi
SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’e nisbet edilen “yumuşak davranmanın” illeti yaptı.
Bir başka örnek de Allah’u
Teâlâ’nın şu sözüdür:
جَزَاءً بِمَا كَانُوا يَعْمَلُونَ “Yaptıklarına karşılık olarak.”
İşte bunlar, illetlendirme
hakkında açık sîgalardır. Ancak sîganın illetlendirme ifade
etmesi, sadece hakkında şu üç husus gerçekleştiğinde olur:
1-
Harfin bizzat kendisinin dilde illetlendirme için konulmuş
olması.
2-
Başına geldiği hususun sıfat olması.
3-
Bu sıfatın hüküm için uygun olması. Hükmün ona uymasına binaen
olması.
Vasfın münasib olmasının
manası; dilin konuluşundan dışarı çıkmamakla birlikte, onun
uyumuna binaen hükme varmaktan dolayı o hükmün konuluş maksadı
olmaya elverişli olanın meydana gelmesini gerektiren bir
istikrarlı, açık vasıf olmasıdır.
Bu üç husus bir arada
toplanırsa, sîga illetlendirmeyi ifade eder ve hakkında nâss
gelen hükmü bu durumda illetlendirmek vacib olur. Bu üç husus
bir arada toplanmadığında sîga, illetlendirme için olmaz. Buna
göre Allah’u Teâlâ’nın şu sözlerindeki
ل
–Lâm,
illetlendirme için değildir.
لِيَشْهَدُوا مَنَافِعَ لَهُمْ “...Kendilerine ait bir takım yararları yakinen görmeleri için.”
لِيَكُونَ لَهُمْ عَدُوًّا وَحَزَنًا “O, kendileri için bir düşman ve tasa olsun diye.”
Bu ayetlerdeki
ل –Lâm,
harfi illetlendirme için değildir, bilakis akibeti bildirmek
içindir. Çünkü bu harf ne kadar dilde illetlendirme için
konulmuş olsa da, onun uyumuna binaen hükme varmaktan hükmün
konuluşuna maksat olmaya elverişli olanın meydana gelmesi
gerekmemektedir. Çünkü hacc, bir takım yararları görmek için
konulmadı. Firavun ve karısı, Musa’yı kendilerine düşman olsun
diye almadılar.
Bir başka örnek de Allah’u
Teâlâ’nın şu sözleridir:
ذَلِكَ بِأَنَّهُمْ شَاقُّوا اللَّهَ وَرَسُولَهُ
“(Bu söylenenler),
onların Allah’a ve Rasul’üne karşı gelmelerinden ötürüdür.”
إِنَّمَا يُرِيدُ الشَّيْطَانُ أَنْ يُوقِعَ بَيْنَكُمْ
الْعَدَاوَةَ وَالْبَغْضَاءَ فِي الْخَمْرِ وَالْمَيْسِرِ “Şeytan; içki ve kumar yoluyla ancak aranıza düşmanlık ve kin sokmak
... ister.”
Bu sözlerdeki
ب
–Bâ
ve
إن
–İnne,
harfleri, illetlendirmek için değildirler. Çünkü her ne kadar bu
harfler dilde illetlendirmek için konulmuş olsalar da, uygun bir
vasfın başına gelmemişlerdir. Dolayısıyla onların bu ayetlerde
illetlendirme için olmaları söz konusu olmaz.
II-
Kendisine delilin
delâlet ettiği illete gelince:
Bu, “tenbih” ve “imâ” diye
isimlendirilip iki kısma ayrılır:
1-
Hükmün, kendisine ait bir mefhumu muvafaka ve mefhumu
muhalefetinin olması bakımından anlaşılır bir vasfa baskın
olmasıdır. Bu durumda vasıf, illet sayılır ve hükmün kendisi ile
illetlendirilir.
Buna örnek Allah’u Teâlâ’nın
şu sözüdür:
إِنَّمَا الصَّدَقَاتُ لِلْفُقَرَاءِ وَالْمَسَاكِينِ
وَالْعَامِلِينَ عَلَيْهَا وَالْمُؤَلَّفَةِ قُلُوبُهُمْ “Sadakalar (zekâtlar)
Allah’tan bir farz olarak ancak yoksullara, düşkünlere, zekât
toplayan memurlara, kalpleri
(İslâm’a)
ısındırılacak olanlara,... mahsustur.”
“Kalpleri ısındırılacak olanlar” zekât vermekle kalpleri
ısındırılan Müslüman şahıslardır. Bu tabir bir isim değildir,
sadece zekât verme hükmü için uygun bir vasıftır. Böylece onlara
zekât vermenin illeti, “kalplerini ısındırmak” olmaktadır. Bunun
gibi yoksullar, düşkünler, zekât toplayan memurlar da aynıdır.
Zira zekât vermenin illeti, yoksul olmaları, düşkün olmaları ve
zekât memuru olmalarıdır, yani bu vasıflar ile vasıflanmış
olmalarıdır.
Bir başka örnek Rasulullah
SallAllah’u
Aleyhi VeSSellem’in
şu sözüdür:
الْقَاتِلُ شيئا
و
لا يَرِثُ
“Katil bir şeye
varis olamaz.”
“Katil”
kelimesi, anlaşılır bir vasıftır. Zira varis olmamanın illeti olduğuna delâlet etmektedir. Yani varis yapılmamasının
illetinin “katil olması” olduğuna delâlet etmektedir.
Başka bir örnek Rasulullah
SallAllah’u
Aleyhi VeSSellem’in
şu sözüdür:
لا
ضمان على مؤتمن
“Emanet edilene
tazmin etmek yoktur.”
Tazmin etmenin
illeti, emanet edilen olmasıdır. Çünkü “emanet edilen” lafzı,
tazmin etmeme hükmüne uygun bir vasıftır. Dolayısıyla illettir.
Bir başka örnek de Rasulullah
SallAllah’u
Aleyhi VeSSellem’in
şu sözüdür:
لا يَرِثُ الْمُسْلِمُ الْكَافِرَ ولا الْكَافِرُ الْمُسْلِمَ
“Müslüman kâfire,
kâfir de Müslüman’a varis olmaz.”
Bu
delâlet ediyor ki, onun varis yapılmamasının illeti, kâfir
olmasıdır.
Bir başka örnek de Rasulullah
SallAllah’u
Aleyhi VeSSellem’in
şu sözüdür:
مَنْ
أَسْلَفَ فَلْيُسْلِفْ فِي كَيْلٍ مَعْلُومٍ وَوَزْنٍ مَعْلُومٍ
إِلَى أَجَلٍ مَعْلُومٍ
“Ödünç
veren, belirli bir zamana kadar belirli bir ölçü ve tartıda
ödünç versin.”
Ödünç
vermenin caiz oluşu hakkındaki illet, onun ölçülen ve tartılan
olmasıdır. Çünkü ödünç vermenin caiz oluşu hükmüne uygun bir
vasıftır. Böylece onun, belirli ölçüde ve belirli tartıda olması
illetidir. Vb.
2-
İlletlendirmenin, konuluş bakımından lafzın delâlet edileninden
dolayı gerekli olmasıdır, lafzın konuluşu ile illetlendirmeye
delâlet eden olması değil. Bu beş çeşittir:
a-
Hükmün, sebeb olma ve takip etme
ف
–Fâ’sı ile vasfa dayandırılmasıdır. Rasulullah
SallAllah’u Aleyhi VeSSellem‘in
şu sözlerinde olduğu gibi:
إِذَا
بَايَعْتَ فَقُلْ لا خِلابَةَ “Satış yaptığında, cezb
edici olmayan şekilde söyle.”
“Cezb edici söz”
hilekârlıktır.
مَنْ
أَحْيَا أَرْضًا مَيْتَةً فَهِيَ لَهُ
“Kim
ölü bir araziyi ihya ederse, o onundur.”
ملكت
نفسك فاختاري
“Nefsinin sahibisin. O halde seçimini yap.”
فا
–Fâ,
harfi; hükmün kendisinden çıktığı herhangi bir cümlede vasfın
başına geldiğinde, illetlendirme ifade eder, ister hükmün başına
gelsin, ister vasfın başına gelsin, fark etmez. Zira
فا
–Fâ,
harfı bunun gibi şekillerde sebeb olmak için konulmuştur.
Dolayısıyla illetle ilgili durumu ifade eder.
فا
–Fâ,
harfinin, lügatte mutlak birleştirme manasına geçmesi,
“erteleme” ve “mühlet” kast edildiğinde
ثم –Sümme,
manasında geçmesine gelince, bu, yukarıdaki örneklerde zahir
değildir. Ayrıca “sebeb olma” ve “takip etme” işlevine engel
olan bir karinenin varlığı halinde bulunmaktadır. Bunun için
bunlarda asıl olan, illetlendirme ifade etmesidir. Birleştirme
ve erteleme işlevi, asıl olanın karşıtıdır. Zira
فا
–Fâ,
harfi, lügatte tertip ve takip için konulmuştur. Rasulullah
SallAllah’u
Aleyhi VeSSellem’in
şu sözünde olduğu gibi:
مَنْ
حَاطَ حَائِطًا عَلَى أَرْضٍ فَهِيَ لَهُ
“Kim işletilmeyen
boş bir araziye duvar çekerse, o onundur.”
Bu sözdeki
ف –Fâ,
harfi, illetle ilgili durumun çıkartılmasına delâlet etmektedir.
Çünkü burada
ف –Fâ,
harfi, takip içindir. O zaman hükmün kendisinden çıkartıldığı
hususun ardından geleni tespit etmesi gerekir. Dolayısıyla onun
hükme sebep olması gerekir. Zira
ف –Fâ,
harfi, tertip ve takip için konulmasında, sebep oluşu ifade
eder. Dolayısıyla illetle ilgili durumu ifade eder. Buna göre bu
harf bundan başkasında kullanıldığında, asıl olandan başkasında
kullanılmış olur.
b-
Bir olay olup onun Nebi
SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’e
sunulması, bunun üzerine hemen Nebi’in bir hüküm vermesi, vuku
bulan oluşumun o hükme illet olduğuna delâlet eder.
Buna örnek; Buhari’nin Ebu
Hureyre yoluyla tahriç ettiği şu rivayette olduğu gibidir:
“Bir bedevi Nebi
SallAllah’u
Aleyhi VeSSellem’e gelip; “Mahfoldum” dedi. Bunun üzerine Nebi ona;
ولم
“Ne için?”
dedi. O da; “Ramazan gündüzü kasten eşimle cinsi ilişkide
bulundum” dedi. Bunun üzerine Nebi
SallAllah’u Aleyhi VeSSellem şöyle dedi:
فَأَعْتِقْ
رَقَبَةً
“Bir
köle azad et.”
Bu rivayet, Ramazan gündüzünde cinsi ilişkide bulunmanın, köle azad
etmenin illeti olduğuna delâlet etmektedir. Zira biliyoruz ki; o
bedevi, Şeriata göre hükmünün açıklanması için Nebi
SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’e
bir olay hakkında soru sordu. Nebi
SallAllah’u Aleyhi VeSSellem
de o hükmü sadece o
soruya cevap şeklinde zikretti, o hükmü sorudan önce
zikretmemişti, soruyu cevapsız bırakmadı, cevabı ihtiyaç duyulan
vakitten sonraya ertelemedi. Hâlbuki bunların hepsi de mümkündü.
Ancak zahirde öyle değil. O, onun sorusu hakkında bir cevap
olunca, hakkında cevap olan sorunun zikredilmesi, cevap verenin
sözündeki cevapta takdir edilmiş olmaktadır. Zira sanki şöyle
demiş oluyor: “Cinsi ilişkide bulundun, kefaretini öde!”
c-
Şeriat Koyucunun, hükümle birlikte bir vasıf zikretmesi, kendisi
ile illetlendirme takdir edilmeseydi, onun zikredilmesinin bir
yararı olmazdı. Zira Şeriat Koyucu, yararı olmayan iş yapmaktan
tenzih edilir. Şer’î nâsslarda zikredilen bir hususun genellikle
bir Şer’î itibarı olur. Onun için bu vasıf illet olarak itibar
edilir, nâss da illetli olur. Sözün bir soruya cevap olması
gibi. İster vasıf soru mahallinde olsun, ister soru mahalline
karşılık olarak hükmün beyanında soru mahallinden sapmış olsun,
fark etmez.
Buna örnek Rasulullah
SallAllah’u Aleyhi
VeSSellem’den
yapılan şu rivayettir:
“Kuru
hurma ile taze hurma satışının caiz olup olmadığı sorulduğunda
Nebi SallAllah’u
Aleyhi VeSSellem
şöyle dedi:
أَيَنْقُصُ إِذَا يَبِسَ قَالُوا نَعَمُ فلا إذن
“Taze hurma,
kuruduğunda noksanlaşıyor mu?”
Dediler ki “Evet”. O da; “O halde hayır.” dedi.”
Taze hurmanın
kuruduğunda noksanlaştığına dair onların cevabındaki “noksan
vasfının” hükümle birleştirilmesinin abes olması mümkün
değildir. Bilakis bu birleştirmede bir yararın olması
kaçınılmazdır. Rasul’ün taze hurma satışı hakkındaki cevabının
فلا
إذا “Öyleyse
hayır” sözünde
ف
–Fâ, harfi ile birlikte olması; “noksanlığın” taze hurmayı kuru hurma ile
satıştan kaçınma hükmünün illeti olduğuna delâlet eden
illetlendirme sîgasındandır. Bu hüküm,
ف
–Fâ,
harfi ile ve onun da
إذا
–“İzen”,
harfiyle birleştirilmesi ile çıkartılmıştır. Bu örnekte vasıf,
soru mahallinde gerçek olarak zikredilmiştir.
Vasfın soru mahallinden başka
yerde zikredildiği duruma gelince; bu hükmün beyanında, soru
mahalline karşılık olarak zikrine sapıyor olmasıdır. Buna örnek
şu rivayettir: “Has’am’lı hizmetçi kadın gelip Rasulullah
SallAllah’u Aleyhi
VeSSellem’e
şöyle sordu: Ya Rasulullah, annem boynunda hacc borcu olduğu
halde vefat etti. Onun yerine ben haccetsem, bunun ona faydası
olur mu? Bunun üzerine Rasulullah
SallAllah’u Aleyhi VeSSellem
dedi ki:
أَرَأَيْتِ لَوْ كَانَ عَلَى أُمِّكِ دَيْنٌ أَكُنْتِ قَاضِيَةً
اقْضُوا اللَّهَ فَاللَّهُ أَحَقُّ بِالْوَفَاءِ
“Ne dersin, annenin bir
borcu olsaydı onu öder miydin? Allah’a borçları ödeyin. Zira
Allah borcu ödenmeyene daha layıktır.”
Has’am’lı kadın sadece hacc hakkında sordu. Nebi
SallAllah’u Aleyhi
VeSSellem,
Ademoğlunun borcunu zikretti. Bununda hakkında sorulana karşılık
olarak zikretti, sorunun kendisine cevap değil. Fakat onun
zikredilmesi, hakkında sorulan hükmü kendisinden çıkaran oldu.
Zira hükmün, “borç” vasfı ile birleştirilmesinin abes olması
mümkün değildir. Bilakis onun bir fayda için olması
kaçınılmazdır. Böylece Rasulullah
SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’in bu vasfı, hükmü kendisine bağlayarak zikretmesi, onunla
illetlendirmeye delâlet etmektedir. Aksi halde onu zikretmesi
abes olur.
d-
Nâssta bir hususun hükmü zikredilir. Sonra onun zikredilmesini,
o husus ile başka bir hususu bir birinden ayırt etmenin
zikredilmesi takip eder. Hâlbuki o ikisinin bir birinden ayırt
edilmesi zikredilmeseydi, hüküm sonraki hususu da kapsıyor
olacaktı.
Buna örnek, Rasulullah
SallAllah’u Aleyhi
VeSSellem’in şu
sözüdür: الذَّهَبُ
بِالذَّهَبِ وَالْفِضَّةُ بِالْفِضَّةِ وَالْبُرُّ بِالْبُرِّ
وَالشَّعِيرُ بِالشَّعِيرِ وَالتَّمْرُ بِالتَّمْرِ وَالْمِلْحُ
بِالْمِلْحِ مِثْلًا بِمِثْلٍ سَوَاءً بِسَوَاءٍ يَدًا بِيَدٍ
فَإِذَا اخْتَلَفَتْ هَذِهِ الْأَصْنَافُ فَبِيعُوا كَيْفَ
شِئْتُمْ إِذَا كَانَ يَدًا بِيَدٍ "Altın altınla,
gümüş gümüşle, buğday buğdayla, arpa arpayla, hurma hurma ile,
tuz tuzla başbaşa misliyle, peşin olarak satılır. Bu cinsler
farklı olduğu takdirde peşin ise dilediğiniz gibi satın."
Buğdayın buğday ile satışın
hükmünü, ondan nehiy olarak zikretmiştir. Sonra onu hububattan
buğday-arpa gibi cins farkı olduğunda birbiri ile satışın caiz
olduğunun zikredilmesi takip etmiştir. İki hüküm arasındaki bu
ayırt etme, cinslerin bir olmasının satıştan nehyin illeti
olduğuna delâlet etmektedir. Bunun delili de cinslerin farklı
olması halinde, onu satışın mubah kılınmasıdır.
Bu ayırt etme, bu çeşitte
eşya arasında ayırt etme manasının anlaşıldığı çeşitli
lafızlarda olur.
- Bunlardan birisi; ayırt
etmenin şart ve ceza/karşılık lafzıyla olmasıdır. Şu örnekte
olduğu gibi: فَإِذَا
اخْتَلَفَتْ هَذِهِ الْأَصْنَافُ فَبِيعُوا كَيْفَ شِئْتُمْ إِذَا
كَانَ يَدًا بِيَد
“Bu
cinsler farklılaştığında peşin olarak istediğiniz gibi satın.”
- Ayırt etmenin, gaye ile
olmasıdır. Allah’u Teâlâ’nın şu sözünde olduğu gibi:
وَلا تَقْرَبُوهُنَّ حَتَّى يَطْهُرْنَ
“Temizleninceye kadar kadınlara yaklaşmayın.”
Buna bir başka örnek de Rasulullah
SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’in şu sözüdür:
لا
تَبْتَاعُوا الثِّمَارَ حَتَّى يَبْدُوَ صَلاحُهَا
“Uygunluğu açığa
çıkıncaya kadar meyveleri satmayın.”
Rasulullah
SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’in
siyahlaşasıya kadar üzümü, büyüyesiye kadar tahılı satmaktan
nehyetmesi gibi.
- Ayırt etmenin istisna ile
olmasıdır. Allah’u Teâlâ’nın şu sözünde olduğu gibi:
فَنِصْفُ مَا فَرَضْتُمْ إِلاَ أَنْ يَعْفُونَ
“Tayin ettiğiniz mehrin yarısı onların hakkıdır. Ancak
kadınların vazgeçmeleri... hali müstesna.”
- Ayırt etmenin,
ولكن
–“Velakin/Fakat”, gibi düzeltme lafzı ile olmasıdır. Allah’u
Teâlâ’nın şu sözünde olduğu gibi:
لا
يُؤَاخِذُكُمْ اللَّهُ بِاللَّغْوِ فِي أَيْمَانِكُمْ وَلَكِنْ
يُؤَاخِذُكُمْ بِمَا عَقَّدْتُمْ الأيْمَانَ
“Allah sizi
yeminlerinizdeki lağvden
(kasıtsız yeminden)
dolayı sorumlu tutmaz. Fakat bağlanmış olduğunuz yeminden dolayı
sizi sorumlu tutar.”
- Ayırt etmenin, iki şeyden
birisinin, diğerinin zikredilmesinden sonra, sıfatlarından
birisinin zikredilmesi ile yeniden başlaması şeklinde olmasıdır.
Rasulullah
SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’in şu sözünde olduğu gibi:
وللراجل سَهْم ولِلْفَارِس ثَلاثَةَِ
“Yayalara bir hisse
ve süvariye üç hisse..”
e-
Şeriat Koyucunun hükümle beraber anlaşılır bir vasıf
zikretmesidir. Bu, illetlendirme içindir, ondaki illetlendirme
şekli anlaşılır durumdadır. Buna örnek, Rasulullah
SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’in
şu sözünde olduğu gibi:
لا
يَقْضِي الْقَاضِي بين أثنين وَهُوَ غَضْبَانُ
“Kadı gazaplı
iken hüküm vermez.”
Şeriat
Koyucu, hüküm vermekten nehy ile birlikte öfke halini de
zikretmiştir. “Öfkeli olmak”, illetlendirmek için olduğu
anlaşılır bir vasıftır. Anlaşılır ki, hüküm vermekten nehyin
illeti, fikir karşılığının ve durum bozukluğunun olması halidir.
Dolayısıyla bu, öfkenin illet olduğuna delâlet etmektedir.
-Ebu Hureyre’nin Rasulullah
SallAllah’u
Aleyhi VeSSellem’den yapmış olduğu şu rivayet de buna örnektir:
“Rasulullah
SallAllah’u
Aleyhi VeSSellem,
şehirlinin çölde yaşayan bedeviye satışını yasakladı.”
Şehirlinin bedeviye satış yapmasının yasaklanması zikredildi.
Nehiy ile birlikte, satış yapanın şehirli olduğu, müşterinin de
bedevi yani çölden gelen olduğu zikredildi. Bunların her ikisi
de satış yapmanın yasaklanmasında illetlendirme için oldukları
anlaşılır vasıftırlar. Anlaşılıyor ki, o yasaklamanın illeti,
bedevinin piyasa fiyatlarının cahili olmasıdır. Dolayısıyla bu,
müşterinin bedevi oluşunun illeti olduğuna delâlet eder. Çünkü
o, piyasa fiyatlarını bilmez. Bu da illetlendirme yönüdür.
-Satılmak için pazara
getirilmekte olan malın yolda karşılanmasının yasaklanması gibi.
Bundaki illetlendirme yönü açıkça geçmiştir. Ebu Hureyre’den
rivayet edilmiştir ki:
“Rasulullah
SallAllah’u Aleyhi VeSSellem satılmak için getirilen
malın yolda karşılanmasını yasakladı. Zira bir insan onunla
karşılaşıp hoşuna giderse alır. Mal sahibi de pazara geldiğinde
malında serbesttir.”
- Aynı şekilde birisi; “Alim,
ikram eder/saygı ile davranır. Cahil ise, aşağılar.” dediğinde;
o, ikram etmekle birlikte, illetlendirme için anlaşılır bir
vasıf olan hikmeti zikretti. Anlaşılır ki; ikram etmenin illeti,
âlimin ilimden üzerinde bulunduğu haldir. Ayni şekilde hor
görmekle birlikte illetlendirme için anlaşılır bir vasıf
zikretti. Anlaşılır ki hor görmenin illeti de, bilgisizlikten
üzerinde bulunduğu haldir, yani cehalettir.
İşte böyle, illetlendirme
için olduğu anlaşılır her vasıftaki illetlendirme yönü de
anlaşılır. Eğer Şer’î nâssta hükümle birlikte zikredilirse
hükmün illeti olur. Var olup olmaması bakımından hüküm
illetlendirilen ile birlikte döner.
III-
İlletin bir tek
nâsstan ya da belirli çeşitli nâsslardan istinbat yoluyla elde
edilmesine gelince:
Bu şöyle olur: Şeriat Koyucu, bir durumda bir hususu emretmiş
olur ya da nehyetmiş olur. O durum ya o hususla birlikte nâssta
zikredilmiştir ya da nâssta onun fiilen varlığını tayin eden
fiili karinelerden anlaşılır. Sonra o halin ortadan kalkmasından
dolayı emrettiği hususu nehyeder veya nehyettiği hususu emreder.
Böylece o zaman anlaşılır ki; hüküm, o durum ile ya da ona
delâlet eden ile illenlendirmiştir. Buna örnek:
Allah’u Teâlâ’nın
şu sözünde olduğu gibidir:
يا أيها الذين آمنوا
إِذَا نُودِي لِلصَّلاةِ مِنْ يَوْمِ الْجُمُعَةِ فَاسْعَوْا إِلَى
ذِكْرِ اللَّهِ وَذَرُوا الْبَيْعَ
“Ey iman edenler! Cuma günü namaza çağrıldığınızda alış-verişi
bırakıp Allah’ın zikrine koşunuz.” Ayetin konusu,
Cuma namazı hükümlerini açıklamaktır, alış-veriş hükümlerini
açıklamak değil. Alış-verişin yasaklanması, Cuma ezanının
okunması halinde geçerli olmaktadır. Sonra nâss gelip şöyle
dedi:
فَإِذَا قُضِيَتْ الصَّلاةُ فَانتَشِرُوا فِي الأرْض وابتغوا من
فضل اللهِ
“Namaz kılındığında yeryüzüne dağılın ve Allah’ın lütfundan
isteyin.” O halin
ortadan kalkması halinde de yeryüzüne dağılmayı ve Allah’ın
lütfundan istemeyi emretti. Bu emrin geldiği hal ise; Cuma
namazının edasının bitmesi yani Cuma namazının sona ermesiyle
birlikte alış-verişin caiz olması halidir. Bundan, Cuma ezanının
okunması halinde alış-verişin yasaklanmasının illetinin, o halin
kendisine delâlet ettiği “namazdan alıkoyma” olduğu istinbat
edilir.
Bir başka örnek de Rasulullah
SallAllah’u
Aleyhi VeSSellem’in
şu sözüdür:
الْمُسْلِمُونَ شُرَكَاءُ فِي ثَلاثٍ الْمَاءِ وَالْكَلا
وَالنَّارِ
“Müslümanlar üç
şeyde ortaktırlar: Su, mera ve ateş.”
Rasulullah
SallAllah’u Aleyhi
VeSSellem
’den sabit olmuştur
ki, insanların arazilerindeki kuyulara, Medine ve Taif’teki suya
fertlerin sahip olmalarına sükût etmiştir. Fakat Rasul’ün
fertlerin mülk edinmelerine izin verdiği kuyular; toplumun
kendilerine ihtiyaç duymadığı ve bahçe gibi yetiştirilmesi için
var olan kuyulardır. Bu durumda onlara izin verilmesi, suda
ortaklığın ancak toplumun kendisine ihtiyaç duyduğu durumda
olduğuna delâlet eder. Bundan, suya toplumun ihtiyacının olması,
sudaki ortaklığın illeti olduğu yani suyun toplumun
ihtiyaçlarından olmasının, ondaki ortaklığın illeti yani onun
kamu mülkiyetinden oluşunun illeti olduğu istinbat edilir.
Böylelikle ortaklık sadece o
üç hususta olmaz, bilakis toplumun ihtiyaç duyduğu her hususta
ortaklık olur. Bu üç husustan (su, mera, ateş) herhangi birisine
toplumun ihtiyacı kalmadığında illetin gitmesinden dolayı ondaki
ortaklık da gider.
İşte, içerisinde bir hal veya
vasıftan dolayı hüküm geçen, sonra da o hükme muhalif bir
hükümle emretmek hususunda başka bir nâssın geldiği her nâss
böyledir. Zira o iki nâsstan, o halin ileti olduğu ya da hükmün
illetine delâlet ettiği istinbat edilir.
Bundan dolayı, Şeriat Koyucu
bir hususu genel olarak nehyederse ve o hususun iki halinden
birinde de onu mubah kılarsa, genel nehyin varlığıyla birlikte o
durumun iki halinden birinde mubah kılınmasından, nehyin
illetinin, içerisinde mubah kılındığı halin karşısındaki hal
olduğu istinbat edilir.
IV-
Kıyas yoluyla elde
edilen illet: Bu
illet Şer’î delille bizzat gelmemiştir. Fakat zatı ve cinsi
bakımdan onun benzerini Şer’î nâss getirmiştir. Dolayısıyla
bizzat Şer’î delilin getirmediği illet Şer’î nâssın getirdiği
illete kıyas edilir. Çünkü Şer’î nâssın getirmiş olduğu
illetlendirme yönü onda vardır.
Fakat kendisine kıyas edilen
illet hakkında şu şart koşulur: Onun, illetlendirme için olduğu
anlaşılan ve kendisindeki illetlik durumu anlaşılan bir nâsstan
alınmış olmasıdır. Tâ ki illetlendirme yönü nâssta geçmiş olsun.
Böylelikle o illet, vahiyle gelenlerden sayılır. Zira
illetlendirme yönünü vahyin getirmiş olması, vahyin getirmiş
olduğu illete kıyas yapılmasını sağlar.
İşte içerisinde bir illetin
bir illete kıyasının caiz olduğu tek hal budur. Bu halin
dışındakilerde illetin illete kıyası kesinlikle caiz olmaz. Zira
bir illetin bir illete kıyası, kendisi için bizzat Şer’î delilin
geçmediği hükmün, kendisi için Şer’î delil geçen hükme kıyas
edilmesi gibidir. Nasıl ki, hükmün hükme kıyası, kendisine kıyas
edilen hüküm Şeriatın delâlet ettiği Şer’î bir illetle illetli
olmadıkça caiz değildir. İki işlev arasındaki sırf benzerlikten
dolayı hükmün hükme kıyası caiz değildir. Aynı şekilde illetin
illete kıyası da; kendisine kıyas edilen illet, Şeriat
tarafından illetlik yönünün açıklanmasıyla illet olması
bakımından illetli olmadıkça, yani illetlik yönü Şeriat ile
gelmiş olmadıkça caiz değildir. İki illet arasındaki sırf
benzerlikten dolayı illetin illete kıyası caiz değildir.
Onun için, illetlendirme için
olduğu anlaşılan ve içerisindeki illetlendirme yönü için
anlaşılan bir vasıfta olmadıkça illetin kıyası caiz olmaz. Zira
illetin bir illete kıyasında, illet hakkındaki illetlendirme
yönünün, ya Şeriat Koyucu tarafından ya da dilin delâlet edileni
tarafından beyanı kaçınılmazdır. Onun hakkında bu açıklama
yapıldığında, illette üzerinde kıyas yapmanın caiz olduğu husus
olan illetlendirme yönü bulunmuş olur. Bu tamamen kendisine
kıyas yapılan hükümde, kıyasın içinde meydana geldiği illetin
bulunması gibidir. Dolayısıyla illette, içerisindeki
illetlendirme yönünün Şeriat tarafından yapılan beyanı
bulunduğunda –ki bu illete delâlet eden nâssın illetteki
illetlik yönünü açıklamış olması ile olur- o zaman, bu illete
kıyas yapılması caiz olur. Bu açıklanmadığında o illete kıyas
yapılması caiz olmaz.
İncelendiğinde anlaşılır ki;
bu ancak bir durumda mevcuttur. O da, illetin, illetlendirme
için olduğu anlaşılır ve içerisinde illetlendirme yönü anlaşılır
bir vasıftan alınmış olmasıdır. Bunun dışında kalan durumlarda
illet hakkında kıyas yapmak kesinlikle caiz olmaz.
Dolayısıyla; istinbat edilmiş
veya anlaşılır olmayan vasıftan alınmış illete kıyas yapılmaz,
câmid/donuk isime kıyas yapılmaz. Çünkü o vasıf değildir,
illetlik manası içermez, dolayısıyla ona kıyas yapılmaz.
*
Şeriat Koyucunun hükümle birlikte zikrettiği, lafzında dilin
konuluşuna göre illetlik yönünün anlaşılır olduğu vasfa örnek;
Rasulullah
SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’in şu sözüdür:
لا
يَقْضِي الْقَاضِي بين اثنين وَهُوَ غَضْبَانُ
“Kadı, gazaplı
iken iki kişi arasında hüküm vermez.”
“Öfkeli
hal”, hüküm vermekten nehyin illetidir. Zira o, hüküm vermeye
engel olma illetidir.
الغضب
–“Gazap/öfke” lafzından, onun öfkeli olmasının, hüküm vermekten
nehyetmenin illeti olduğu anlaşılır. Onu illet yapan, fikrin ve
durumun karışmasıdır. Dolayısıyla bu illete, içerisinde fikir
karışıklığının ve durum karışıklığının hâsıl olduğu her husus,
kıyas edilir. Mesela; açlık gibi. Dolayısıyla kadı, aç iken
hüküm vermez. Böylece “öfkelilik”, kendisine kıyas yapmak için
asıl olarak alınan illet olmaktadır. Bu illet incelendiğinde
açığa çıkıyor ki; o, onu illet yapan sebebi anlaşılır kılan
uygun bir vasıftır yani o, illetlendirme için olduğu anlaşılan
ve içerisindeki illetlik yönü anlaşılan bir vasıftır. Onun için
ona kıyas yapılması sahih olur.
* Şeriat koyucunun hükümle birlikte zikrettiği, Şer’î
nâssın ondaki illetlik yönünü açıklayarak geldiği vasfa örnek
ise; Ebu Hureyre’den yapılan şu rivayettir:
“Nebi
SallAllah’u
Aleyhi VeSSellem
satılmak için getirilen malı yolda karşılamayı yasakladı. Zira
bir insan onunla karşılaşıp hoşuna giderse alır. Mal sahibi de
pazara geldiğinde malında serbesttir.”
Satılmak için
getirilen malı yolda karşılamak, onun satışının caiz olmayışının
illetidir. Onun illet oluşunun yönü ise, nâssın kendisinin
açıkladığı gibi mal sahibinin piyasa fiyatını bilmemesidir. Zira
nâssta geçen “pazara geldiğinde” sözü yani piyasa fiyatlarını
bildiğinde, demektir. Dolayısıyla satılmak için getirilen malın
yolda karşılanmasına, şehirde otursa da, piyasa fiyatını
bilmeyen herkese kıyas edilir. Mesela; hapisten yeni çıkan
mahpusun satış yapması da, satılmak için getirilen malın
karşılanmasına kıyas yapılarak caiz olmaz. Çünkü onda da
satılmak için getirilen malın yolda karşılanmasında olan husus
vardır, o da “piyasa fiyatlarının bilinmemesidir”.
İşte, illet olarak itibar
edilmesine delâlet eden bir delilin Şeriattan gelmediği, fakat
kendisinde içindeki illetlilik yönünden dolayı illet olarak
itibar edilmesine delâlet eden bir delilin Şeriattan geldiği
vasıfta bulunan hususun bulunduğu her mesele böyledir.
Dolayısıyla onun kıyas yoluyla illet sayılması caiz olur. Onun
hükmü, illet oluşuna dair Şer’î nâssın geçtiği hususun hükmü
olur. Şu daima göz önünde bulundurulmalıdır ki; bu, sadece
üzerinde kıyasın yapıldığı aslın, illetlendirmek için olduğu
anlaşılır ve kendisindeki illetlik yönü anlaşılır bir vasıf
olması halinde olur.
Kısaca; kıyas yoluyla elde
edilen illette, onun kıyas için asıl olarak alınan illet olması
için şu üç şartın kendisinde olması şart koşulur:
1-
Câmid/donuk isim değil, sıfat olması.
2-
Anlaşılır vasıf olması. Yani lafzın delaletinden olmayan başka
bir manaya delâlet eden, yani kendisinin illetlendirme için
olduğuna delâlet eden olması.
3-
Kendisindeki illetlik yönüne delâlet eden olması.
Onun için câmid lafızlar
illetlendirmeye kesinlikle dâhil olmazlar. Buna örnek Rasulullah
SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’in şu sözüdür: الذهب
بالذهب مِثْلاً بِمِثْلٍ وَالْفِضَّةُ بِالْفِضَّةِ مِثْلاً
بِمِثْلٍ وَالتَّمْرُ بِالتَّمْرِ مِثْلاً بِمِثْلٍ وَالْبُرُّ
بِالْبُرِّ مِثْلاً بِمِثْلٍ وَالْمِلْحُ بِالْمِلْحِ مِثْلاً
بِمِثْلٍ وَالشَّعِيرُ بِالشَّعِيرِ مِثْلاً بِمِثْلٍ فَمَنْ زَادَ
أَوِ ازْدَادَ فَقَدْ أَرْبَى
“Altın
altın ile gümüş gümüş ile, hurma hurma ile, buğday buğday ile,
tuz tuz ile, arpa arpa ile aynı miktarda olarak
(aranızda mübadele edin).
Kim bunlarda artırma yapar veya artırılmasını isterse, faiz
almış olur.”
Bu hadisin
içerisinde geçen hususlar illetlendirilmez. Çünkü onda geçen bu
şeyler câmid lafızlardır, vasıf değildirler. Bunlarla illet
algılanmaz. Onlarda ne delil bakımından ne de Şeriata göre
illetlendirme anlaşılmaz. Dolayısıyla ribanın haram oluşu bu
altı eşya ile sınırlandırılır. Faizle ilgili mallar sadece bu
altı hususta sınırlı olmaktadır.
Şöyle denilmez: “Altında
faizin haram oluşu, onun ölçüt oluşundan dolayı ya da değerli
bir maden olduğundan dolayıdır. Dolayısıyla onda ribanın haram
kılınışının illeti, onun altın ya da gümüş olması ve ondaki
illetlik cins ölçütü olması ya da değerli maden olması yapılır.”
Böyle denilmez. Çünkü altın
ve gümüş kelimesi, câmid bir isimdir, bir vasıf değildir.
Dolayısıyla illet olması, kesinlikle mümkün olmaz ve ona kıyas
yapılmaz. Ayrıca herhangi bir illetlendirme içermemektedir.
Dolayısıyla o, illet olmadığı için ona hükmün kıyası yapılmaz.
İllet olmamasına ilaveten, onda illetlik yönüne delâlet
etmediğinden dolayı ona illetin kıyası da yapılmaz.
Şöyle de denilmez: “Buğday,
arpa, hurma ve tuzda ribanın haram kılınması, ölçüt
oluşlarındandır. Dolayısıyla ondaki haram kılmanın illeti, onun
buğday olması ya da arpa olması ya da tuz olması olmaktadır,
ondaki illetlik yönü de cins ölçütü olması ya da yiyecek
olmasıdır.”
Böyle denilmez. Çünkü
“buğday”, “arpa”, “hurma” ve “tuz” kelimeleri, câmid isimlerdir,
vasıf değildirler. Dolayısıyla illet olmaları kesinlikle uygun
olmaz ve onlara kıyas yapılmaz. Ayrıca onlar, herhangi bir
illetlendirmeyi içermemektedirler, onlarda illetlik yönüne
delâlet etmemektedirler. Dolayısıyla onlara kıyas yapılmaz.
Böylece onlar illet olmadıklarından dolayı onlara bir hükmün
kıyası yapılmaz. İllet olmamalarına ilaveten kendilerinde
illetlik yönüne delâlet etmediklerinden dolayı onlara bir
illetin kıyası da yapılmaz.
Şöyle de denilmez: “Ondaki
illet, fazlalıktır. Bu ise her cinste gerçekleşir. Dolayısıyla
bir tek cinsin mutlak olarak alıp verilmesi/değişimi haram
kılınır. Yani fazlalıktan dolayı cinsin mutlak oluşu haram
kılınır.”
Böyle denilmez. Çünkü
hadisteki;
مثلا
بمثل “Aynı
miktarda” sözü, haram kılınışın illeti değil, bir vasıftır.
Ondan, illet olmasının anlaşılması, hem dil bakımından hem de
Şeriata göre mümkün değildir. Onun için hüküm câmid lafza baskın
kalmaktadır. Bunun için hadisin sonunda;
فَمَنْ زَادَ أَوِ ازْدَادَ فَقَدْ أَرْبَى
“Kim
bunlarda artırma yapar veya artırılmasını isterse, faiz almış
olur.” Yani, kim
bu nâssla belirlenmiş hususlarda artırır ya da arttırırsa,
demektir. Dolayısıyla fazlalık, haklarında nâss olduğundan
dolayı bu hususlarda olmakla sınırlıdır. Çünkü
مثلا
بمثل “aynı
miktarda” sözü ve
فَمَنْ زَادَ أَوِ ازْدَادَ فَقَدْ أَرْبَى
“Kim bunlarda
artırma yapar veya artırılmasını isterse, faiz almış olur.”
sözü bu altı hususa vasıf olarak gelmişlerdir. Onun için bu
vasıf onlardan her birisi ile tekrarlanmıştır ki, ondaki vasıfla
ilgili durum gerçekleşsin ve bunu
فَمَنْ زَادَ أَوِ ازْدَادَ فَقَدْ أَرْبَى
“Kim bunlarda
artırma yapar veya artırılmasını isterse, faiz almış olur.”
sözü ile pekiştirmiştir. Bundan dolayı elmas ve cevher gibi
değerli mücevher ve benzerlerinin haklarında nâss olmadığından
dolayı artırılır ya da arttırılır olsa da alıp vermesi riba
sayılmaz. Buna binaen zeytinde, soğanda, limonda, elmada ya da
demirde, bakırda ya da toprakta, çimentoda v.b. hakkında nâss
olmadığı için riba yoktur.
Buna başka bir örnek
Rasulullah
SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’in
şu sözüdür:
مِنْ
صَاحِبِ ذَهَبٍ وَلا فِضَّة ٍلا يُؤَدِّي مِنْهَا حَقَّهَا إِلا
إِذَا كَانَ يَوْمُ الْقِيَامَةِ صُفِّحَتْ لَهُ صَفَائِحَ مِنْ
نَارٍ ما
“Altın ve gümüş
sahibi olup da onun hakkını vermeyen kimseye Kıyamet Günü
ateşten plaka yapıştırılacaktır.”
Bu hadiste geçen
hususlar kesinlikle illetlendirilmezler. Çünkü bu hususlar câmid
lafızlardır, vasıf değildirler. Bunlarla illet algılanmaz.
Bunlardan ne dil bakımından ne de Şeriata göre illetlendirme
anlaşılmaz. Dolayısıyla zekât; altın ve gümüş paraya hasredilir.
Şöyle denilmez: “Onlar mal
olduklarından dolayı onlarda zekât farz olmuştur. Dolayısıyla
onlara her mal kıyas edilir.”
Böyle denilmez. Çünkü “altın”
ve “gümüş” kelimeleri câmid isimlerdir, illet olmaları uygun
olmaz. Onun için onlara kıyas yapılmaz. Onlar herhangi bir
illetlendirmeyi de içermemektedirler, kendilerinde illetlik
yönüne delâlet etmemektedirler, dolaysısıyla onların illetlerine
de kıyas yapılmaz. Onun için demirde, bakırda, çelikte bir
kişiye ait iken üzerlerinden tam bir yıl geçse de zekât farz
olmaz. Aynı şekilde sahibinin yanındayken üzerinden tam bir yıl
geçse de elmasta, cevherde de zekât farz olmaz. Aynı şekilde
kiraya vermek için ayrılmış evlerde, kiraya vermek için ayrılmış
ister binek aracı ister nakliye aracı olsun arabalara da zekât
vacib olmaz. Bunlar her ne kadar altın ve gümüş gibi mal olsalar
da, altın ve gümüşün mal olmaları, haklarında zekâtın vacib
oluşunun illeti olmalarını gerektirmiyor. Onlarda zekâtın farz
oluşu kesinlikle illetlendirilmemiştir. Bu ikisi câmid
isimlerdir. Dolayısıyla illet olmazlar, onlarda illetlendirme de
olmamıştır. Doğal olarak onlara kıyas yapılmaz. Onların illeti
olduğu ve o illete kıyas yapıldığı da iddia edilmez.
Hayvanın zekâtı da böyledir.
Câmid lafız olduğundan dolayı ancak hakkında nâssın geçtiği
hususta zekât vacib olur. Hububat zekâtı da aynı şekildedir.
Câmid lafız olduğunda dolayı ancak hakkında nâssın geçtiği
hususta zekât vacib olur. Dolayısıyla o illetlendirilmez ve
ondan illetlik anlaşılmaz. Çünkü illetlik, illetlendirme için
olduğu anlaşılan ve kendisindeki illetle ilgili yönü anlaşılan
vasıfla sınırlıdır. Bu ise, hadislerin hakkında zekâtın farz
oluşunu belirlediği hususlarda mevcut değildir. Üstelik Şeriat
koyucu, hakkında zekâtın vacib olduğu hususların her çeşidinin
nisabını açıklamıştır ve onu câmid lafızla belirlemiştir.
Allah’u Teâlâ’nın şu sözü de
böyledir:
حُرِّمَتْ عَلَيْكُمْ الْمَيْتَةُ
“Size leş, .... haram
kılındı.”
Buna
kıyas yapılmaz. Çünkü “leş” câmid bir isim olduğundan dolayı
haram kılmak için anlaşılır bir vasıf değildir. Dolayısıyla ona
kıyas yapılmaz. O kendisine illetlik yönüne delâlet etmez. Onun
illeti olduğu ve o illetine kıyas yapıldığı da iddia edilmez.
İçerisinde câmid ismin
geçtiği bütün nâsslar bunun gibidir. Ayrıca hem dil bakımından
hem de Şeriata göre herhangi bir illetlendirme kapsamadığı ve
kendisinde illetlik algılanmadığı için anlaşılır olmayan vasıf
illetlendirmeye dâhil olmaz. Rasulullah
SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’in
şu sözü:
مَنْ
ابتاعَ نَخْلاً بعد أن تؤبر فَثَمَرُتهَا لِلْبَائِعِ إِلا أَنْ
يَشْتَرِطَ الْمُبْتَاعُ
“Kim aşılanmış
bir hurma ağacı satarsa, müşteri şart koşmadıkça onun meyvesi
satana aittir.”
Bu söz hurma ağacına
hastır, başkasını kapsamaz ve ona kıyas da yapılmaz. Çünkü
aşılamak belirli bir iştir.
التأبير “Aşılamak”
kelimesi, her ne kadar bir vasıf olsa da, hükmün illeti için
anlaşılır bir vasıf değildir. Dolayısıyla illetlendirme
içermemektedir. Onun için ona kıyas yapılmaz.
İşte böyle anlaşılır olmayan
her vasıf, kıyas için asıl olarak alınmaz. Buna binaen illetin
kıyası da, sadece anlaşılır vasıf ile tespit edilen illet ile
sınırlıdır.
İşte bunlar Kitap, Sünnet ve kıyastan illetin delilleridir.
Sahabelerin icmâsından deliline gelince; o, sahabelerin, belirli
bir şeyin illet olarak itibar edilmesine dair icmâlarını rivayet
etmeleridir. Zira bu, her zaman Şer’î illet olur. Çünkü onların
icmâsı, hakkında bir delilin olduğunu keşfeder. Nitekim
sahabeler, adaletin şahitlik için illet olarak itibar edilmesine
icmâ etmişlerdir. Dolayısıyla bunlardan her birisi Şer’î
illettir. Çünkü onlar sahabelerin icmâsı ile tespit
edilmişlerdir. Bu illetler aynen Kitap ve Sünnet ile sabit olan
illet gibidirler
Müslim, Müsâkât 81, (1587)