| 
                      DELİL OLMADIĞI HALDE DELİL SANILANLAR  | 
                  
                  
                    
                     
                     | 
                  
                
                4-Mesalihi 
                Mürsele:
 
                
                Bazı imamlar ve müçtehitler 
                maslahata Şer’î delil olarak itibar etmişlerdir. Maslahatı üç 
                kısma ayırıyorlar. Zira şöyle diyorlar:
                
                “Maslahat, Şeriatın onamasına 
                göre üç kısımdır:
                
                1-Şeriat, 
                onu itibar ederek onamıştır. Dolayısıyla o hüccettir. Meydana 
                gelmesi, nâssın ma’kulundan/akledilişinden ve icmâdan hüküm 
                çıkarmak olan kıyasa bağlıdır.
                
                2-Şeriatın 
                batıl oluşunu onadığı husustur. Bu, âlimlerden birisinin 
                halifelerden birisine, her ramazan günü oruçlu iken cima etmesi 
                üzerine, kesintisiz ardarda iki ay oruç tutması gerektiğini 
                söylemesi gibidir. O halifenin mâli durumu elverişli olduğu 
                halde ona köle azad etmesini emretmemesinden dolayı o âlime 
                itiraz edilince şöyle demiştir: “Ona öyle emretseydim, 
                şehvetinin gereğini yerine getirmeye engel teşkil etmek 
                hususunda köle azad etmeyi küçümseyerek ona kolay gelirdi. Onu 
                bundan engellemek için kefaret orucunun vacib kılınmasında 
                maslahat vardır.” Bu söz, Sünnetin nâssına muhalif olması nedeni 
                ile batıldır. Çünkü Rasulullah 
                SallAllah’u Aleyhi VeSSellem 
                ramazanda oruçlu iken hanımı ile cinsî münasebette bulunduğunu 
                söyleyen bir Araba şöyle demiştir:   
                فأعتق 
                رقبة  قال ليس عندي قال  صُمْ شَهْرَيْنِ مُتَتَابِعَيْنِ قَالَ لا 
                أُستطيع قَالَ أَطْعِمْ سِتِّينَ مِسْكِينًا 
                   “Bir 
                köle azad et. 
                Dedi ki; ‘Bende yok’. Rasul dedi ki; 
                İki ay ardarda kesintisiz 
                oruç tut. Dedi ki; 
                ‘Yapamam.’ Rasul dedi ki; 
                Altmış miskine yemek ver.”       
                Bu hadiste tertibe dair kuvvetli bir delâlet vardır.
                
                3-Şeriattan 
                belirli bir nâssın hem batıl oluşunu hem de itibar edilmesini 
                onamadığı maslahattır. İşte buna “mesalihi mürsele” denir.” 
                Dediler ki:
                
                “Maslahat, okuma yazmanın 
                öğrenilmesi gibi belirli bir nâss ile bizzat gelmişse veya her 
                çeşit marufun emredilmesi ve bütün münker çeşitlerinin 
                nehyedilmesi gibi çeşidinin itibarını Şeriatın onayladığına dair 
                genel bir nâss ile gelmişse, işte bu iki durumda o maslahat 
                mesalihi mürseleden sayılmaz. Çünkü o zaman maslahat kıyasa 
                bağlı olur. Fakat mesalihi mürsele, delilden kopuk olandır. Yani 
                hakkında bir delil bulunmayandır. Fakat o, Şeriatın 
                maslahatların sağlanması ve zararların giderilmesi için gelmiş 
                olması genelliğinden alınmıştır.”
                
                Dolayısıyla onlara göre; 
                “Mesalihi mürsele; bizzat kendisinin ya da çeşidinin itibar 
                edilmesine dair Şeriatta bir nâssın geçmediği bir maslahattır. 
                Dolayısıyla o, delilden uzak yani kopuktur. Fakat ona itibar 
                edilmesine, Şeriatın nâssları küllî şekilde delâlet etmiştir. 
                Böylece bir olay ve benzeri durumlarda Şer’î nâss olmadığında 
                Şer’î hükümler mesalihi mürsele esasına bina edilirler. 
                Dolayısıyla maslahat delil olmaktadır. Bununla fakih, kendisinde 
                baskın bir maslahat olan her amelin, Şer’an talep edilmiş 
                olduğuna –buna delâlet eden özel bir Şer’î nâssa gereksinim 
                duymaksızın- hükmedebilir.”
                
                Fakat onlar, Şer’î 
                maslahatlar ile Şer’î olmayan maslahatları birbirisinden ayırt 
                etmişlerdir. Şöyle demektedirler:
                
                “Delil olmaya uygun olan 
                maslahatlar, Şeriatın maksatlarıyla uyumlu olan maslahatlardır. 
                Şeriatın öncelikli maksadı, beş zaruriyetin rükünlerinin 
                korunmasıdır. Onlar da; Dinin korunması, canın korunması, aklın 
                korunması, malın korunması ve neslin korunmasıdır. Nitekim ilahi 
                Şeriatlar bu beş rüknün saygınlığının ve korunmasının vacib 
                oluşunda ittifak etmişlerdir. Bunlardan diğer maslahatlar çıkar 
                ve akıl onun maslahat olduğunu anlar. Böylece onun maslahat 
                oluşunun aklın takdirine göre olması Şer’î delil olmaktadır. 
                Zira Şeriatın maslahatlarına götüren ve o maksatların 
                gerçekleşmesine yardımcı olan her şey, maslahattır. Maslahat 
                hakkında, kıyasa muhalif olması şart koşulmaz. Bilakis kıyasa 
                muhalif de olabilir, orijinal Şer’î delil de olabilir.”
                
                Mesalihi mürseleyi 
                savunanlar, onu kati olmayan Şer’î nâssları tahsis eden 
                saymaktadırlar. Mesela; Rasulullah 
                SallAllah’u Aleyhi VeSSellem 
                şöyle diyor: 
                
                الْبَيِّنَةَ عَلَى الْمُدَّعِي وَالْيَمِينَ عَلَى الْمُدَّعَى 
                عَلَيْهِ
                   “Beyyine/ispat 
                vasıtası delili iddia eden getirir.”   
                Mesalihi mürseleyi savunanlara göre; bir kişi başka birisinde 
                malı olduğunu iddia eder ispatlamaktan aciz olursa, iddia 
                edilenden yemin etmesi talep edilir. İddia edilen ile iddia eden 
                arasında bir arkadaşlık olmadıkça iddia edilene yemin ettirmeyi 
                uygun bulmazlar. Ta ki sefihler, faziletlilere karşı cüretkâr 
                olmasınlar, zira bu onları yalan iddia ile mahkemelere akın 
                etmelerini sağlar. Böylece mesalihi mürseleyi Kitap ve Sünnet 
                gibi bizzat asıl sayıyorlar, hatta onu, nâssı katî olmadığında 
                Kitap ve Sünneti tahsis eden kılıyorlar.
                
                Onlar Şeriatın hükümlerinde 
                mutlaka maslahat getirdiğine karar vermişlerdir.  O maslahat 
                nâssla gelmişse bilinir, nâssla bilinmezse, Şeriattaki genel 
                nâsslar ile talebi bilinir. Onlara göre; “Müçtehit bununla; 
                içerisinde zararı olmayan ya da yararı zararından daha büyük 
                olan bir maslahat olan her amelin, özel bir şahide/delile 
                gereksinim duymaksızın talep edilen olduğuna hükmedebilir. 
                İçerisinde maslahat değil de zarar olan veya kötülüğü yararından 
                daha büyük olan bir hususun, özel bir nâssa gereksinim 
                duymaksızın nehyedilmiş olduğuna hükmedebilir.”
                
                Dediler ki; “Şeriat Koyucunun 
                kulların maslahatını kast ettiğini görüyoruz. Muamelat 
                hükümleri, maslahat nerede ise onunla birlikte dönmektedirler. 
                Zira bir durumda yasaklanan bir şeyde bir maslahatın olmadığını, 
                onda bir maslahat olduğunda ise caiz olduğunu görmektesin. Bir 
                müddete kadar dirhemin dirhemle değişimi sözleşmelerde 
                yasaklanması ve borç vermekte ise caiz olması gibi, Şeriat 
                koyucu nâsslarda, nâssların haddinde/sınırında durmayı değil, 
                manalara tabi olmayı kast etmiştir.”
                
                Onlar maslahatları Şer’î 
                delil yapmanın, heva-hevese tabi olmayı Şer’î delil yapmaya 
                götüreceği itirazına karşı savunma yapmışlardır. Zira heva-heves 
                ile maslahatlar arasındaki irtibatla ilgili olarak, o ikisi 
                arasında bir ayrılmazlığın sabit olmadığını kabul etmişlerdir. 
                Zira Şeriatın belirlemiş maslahatlarında yalın heva-hevesler ve 
                şehvetler gözetilmez. Muteber maslahatlar, dünya hayatının 
                Ahiret hayatı için düzenlenmesi bakımından itibar 
                edilmektedirler, maslahatların sağlanması hususunda nefislerin 
                hevası bakımından değil. Çünkü Şeriat, mükellefleri heva 
                heveslerinin cazibelerinden kurtarmak için gelmiştir. 
                
                
                Zira Allah’u Teâlâ şöyle 
                diyor:       
                
                وَلَوْ اتَّبَعَ الْحَقُّ أَهْوَاءَهُمْ لَفَسَدَتْ السَّمَاوَاتُ 
                وَالأرْضُ وَمَنْ فِيهِنَّ  “Eğer hak, onların arzu ve isteklerine uysaydı, mutlaka gökler ve yer 
                ile bunlarda bulunanlar bozulur giderdi.”
                
                
                Mesalihi mürselenin delil 
                olarak alınmasına dair iki delil ileri sürülüyor:
                
                1-Şeriat 
                Koyucu, hükümlerin cinsi hakkında, maslahatların cinsine itibar 
                etmiştir. Maslahatların cinsine itibar edilmesi, fertlerinden 
                bir fert olması nedeni ile bu maslahatların itibar edilmesi 
                zannını gerektirir. Dolayısıyla mesalihi mürsele, Şeriat 
                Koyucunun itibar ettiği hususlardan olmaktadır.
                
                2-Sahabelerin
                RadıyAllah’u Anhum durumlarını inceleyen kimse, 
                onların olaylarda yalnızca maslahatlarla yetindiklerine, başka 
                bir hususu aramadıklarına kani olur. Bu ise onların maslahatları 
                kabulüne dair onların bir icmâsıdır. Sahabelerin mesalihi 
                mürseleye dayanarak amel ettiklerini söyledikleri bir takım 
                ameli rivayet ediyorlar. Bunlardan birkaç tanesi şunlardır:
                
                a- 
                Rasulullah 
                SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’in 
                sahabeleri, onun zamanında olmayan bir takım hususları 
                yapıyorlardı. Mesela; Ebu Bekir, Kur’an’ı bir mushafta topladı. 
                Osman, belirlediği bir nusha dışındaki nushaların imha 
                edilmesini emretti. Bunlar Rasulullah 
                SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’in zamanında yoktu. Fakat Ebu Bekir ve Osman’ın gördükleri maslahat 
                onları o ameli yapmaya zorunlu kıldı. Bunun üzerine onu 
                yaptılar. Zira Kur’an hafızlarının ölmesi ile Kur’an’ın 
                unutulmasından korkuyorlardı.
                
                b- 
                Rasulullah 
                SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’in 
                sahabeleri, ondan sonra maslahatlara ya da mesalihi mürseleye 
                dayanarak şarap içenin haddinin seksen sopa olduğunda ittifak 
                etmişlerdir.
                
                c- 
                Ömer b.Hattab, malları hakkında töhmetli olan valilere, özel 
                mallarını, vilayet otoritesiyle elde ettikleri mallarına 
                katmalarını şart koşuyordu.
                
                d- 
                Rivayet edildi ki; Ömer, su karıştırılmış sütün tamamını, 
                sahtekârı cezalandırmak için döktü. Bunu da satıcıların 
                insanları aldatmamaları için genel maslahat kapsamında 
                yapmıştır.
                
                e- 
                Ömer b. Hattab’tan nakledildi ki; o, bir kişinin öldürülmesine 
                ortak olan bir topluluğu öldürtmüştür. Çünkü maslahat bunu 
                gerektiriyordu. Zira bu konuda bir nâss da yoktu.
                
                Savunmalarına göre mesalihi 
                mürselenin vakıasının özeti budur ve delilleri budur. 
                Delillerinin incelenmesine gelince: Birinci delil iki yönden 
                fasittir:
                
                1- 
                Şeriat Koyucunun, hükümlerin cinsi hakkında maslahatların 
                cinsine itibar eder iddiası, esasında batıl bir iddiadır, 
                Şeriattan bir senedi yoktur. Zira hükümlerin cinsi hakkında 
                itibar edildiğine delâlet eden ne Kitaptan ne de Sünnetten bir 
                nâss gelmemiştir. Aynı şekilde bu hususta Sahabelerin İcması da 
                oluşmamıştır. Mademki; bu Şeriat Koyucunun getirdiği ne Kitapta 
                ne Sünnette ne de Sahabelerin İcmasında sabit olmuştur, o halde 
                bu iddia esasında batıl olmaktadır. 
                
                Allah’u Teâlâ’nın şu sözü 
                ise;  
                وَمَا 
                أَرْسَلْنَاكَ إِلاَ رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ 
                “Biz seni ancak alemlere rahmet olarak gönderdik.”  
                 Bu, hem sîga hem 
                de mana bakımından illetlik ifade etmez. Zira bu Allah’u 
                Teâlâ’nın şu sözü gibidir:  
                وَمَا 
                جَعَلَهُ اللَّهُ إِلاَ بُشْرَى   
                “Allah bunu sadece müjde olsun ... diye yapmıştır.”
                 Dolayısıyla 
                (Enbiya:107.) ayetinden kast edilen, Rasulullah 
                SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’e 
                İslâm’ın gönderilmesinden hâsıl olan neticenin, insanlar için 
                rahmet olmasıdır. Buna göre Şeriatın âlemlere rahmet olması, 
                Şeriatın konulmasının illeti değildir, sadece Şeriattan hâsıl 
                neticedir. Buna binaen, Şeriat Koyucu Şer’î hükümlerin cinsi 
                hakkında, maslahatların cinsine itibar etmemiştir. Çünkü 
                maslahatları, Şeriatın Konulmasına ve Şer’î hükümlerin cümlesine 
                illet yapmamıştır. Dolayısıyla mesalihi mürsele için Şeriata 
                göre herhangi bir itibar olmaz.
                
                2-Kitap 
                ve Sünnetten Şer’î nâsslar, kula ait belirli bir fiille 
                alakalıdır. Zira onlar, bu fiil hakkında Şeriatın hükmüne Şer’î 
                delildirler. O Şer’î nâsslar, maslahat ve zararla alakalı 
                değildirler, maslahat ve zarara delil olarak gelmediler. Zira 
                Allah’u Teala şöyle derken;   
                
                فَرِهَانٌ مَقْبُوضَةٌ   “Alınmış bir rehin de yeterlidir.”  
                
                إِذَا 
                تَدَايَنتُمْ بِدَيْنٍ إِلَى أَجَلٍ مُسَمًّى فَاكْتُبُوهُ “Belirlenmiş bir süre için 
                birbirinize borçlandığınız vakit onu yazın.” 
                
                
                وَأَشْهِدُوا إِذَا تَبَايَعْتُمْ  “Alış-veriş yaptığınızda şahit tutun.” 
                Sadece rehinin hükmünü ve borcu yazmanın hükmünü açıklıyor. 
                Bunun maslahat olup olmadığını ne açıkça ne de delâlet olarak 
                açıklamıyor. Nâssı, bu hüküm maslahattır ya da değildir 
                noktasına uzaktan yakından hiçbir şekilde getirmiyor. O halde 
                neye dayanarak bu maslahatların Şer’î delil sayılabilmesi için, 
                Şeriatın onlara delâlet ettiği söyleniyor?!.
                
                Aynı şekilde Şer’î illetlerin 
                de Şer’î nâsslar gibi, kulun fiili ile alakalı olarak, bu fiil 
                hakkında Şeriatın hükmünün illetine delil olarak gelmişlerdir. 
                Onlar da maslahat ve zararı açıklamıyorlar. Bilakis, hüküm için 
                illet yaptıkları belirli bir manayı açıklıyorlar. O manaya 
                kesinlikle maslahat ya da zarar denilmez. Zira Allah’u Teâlâ 
                şöyle derken;    
                كَيْ 
                لاَ يَكُونَ دُولَةً بَيْنَ الآغْنِيَاءِ مِنْكُمْ 
                “Mallar sadece içinizde zenginler arasında dolaşan bir devlet 
                olmasın.”   
                
                
                لِكَيْ لا يَكُونَ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ حَرَجٌ فِي أَزْوَاجِ 
                أَدْعِيَائِهِمْ     
                “Ki evlatlıkları, karılarıyla ilişiklerini kestiklerinde 
                (o kadınlarla evlenmek 
                isterlerse) mü’minlere bir güçlük olmasın.” 
                
                
                وَالْمُؤَلَّفَةِ قُلُوبُهُمْ    
                “... ve gönülleri 
                (İslâm’a) 
                ısındırılacak olanlara.” 
                Sadece malın fakirlere dağıtılmasını
                illetinin, zenginler arasında dolaşmasını engellemek 
                olduğunu açıklıyor. Rasul’ün Zeyneb ile evlendirilmesinin 
                illetinin, evlatlığın boşanmış karısı ile evlenmenin mubah 
                olduğunun açıklanması olduğunu açıklıyor. Zekât malından 
                kalpleri ısındırılacak olanlara verilmesinin illetinin, onların 
                kalplerinin ısındırılmasına devletin ihtiyaç duyması olduğunu 
                açıklıyor. Bu illetin maslahat ya da zarar olduğunu açıklamıyor. 
                Maslahata uzaktan yakından hiçbir şekilde bakmıyor. O halde neye 
                dayanarak, bu maslahatların Şer’î delil sayılması için, Şeriatın 
                ona delâlet ettiği söyleniyor?!.
                
                İster bir illet ile 
                illetlenmiş olarak gelsin ister ise illetlenmemiş olarak gelsin, 
                Şer’î hükümlere delâlet eden Şer’î nâsslar sadece, kulun fiili 
                hakkında Allah’ın hükmünü açıklayan belirli bir takım manalara 
                delâlet etmektedirler. Maslahatların sağlanması ve zararların 
                giderilmesi için gelmemişlerdir. Zira bu nâsslarda maslahat ve 
                zarara bir yer yoktur. Çünkü nâsslar ona delâlet 
                etmemektedirler.
                
                Şöyle denilmez: “Cuma ezanı 
                okunduğunda alış-verişin haram kılınması maslahattır, Petrol 
                kuyularının kamu mülkiyeti olması maslahattır, kısas 
                maslahattır” denilmez. Aynı şekilde, “Zinanın haram kılınması 
                fesat kaynağının yani zararın önlenmesidir, Müslümanlara karşı 
                casusluk yapmanın haram kılınması zararın önlenmesidir, faizin 
                haram kılınması zararın önlenmesidir” denilmez.
                
                Böyle denilmez. Çünkü Allah 
                öyle demedi. Buna delâlet eden bir delil yoktur. Çünkü Allah bu 
                hükümleri Şer’î nâsslar ile koymuştur. Onlardan bir kısmı, 
                Şeriatın belirlediği bir illetle illetli olarak gelmiştir, bir 
                kısmı da illetli olmayarak gelmiştir. Onlardan illetli olarak 
                gelenlerden herhangi bir hüküm için illet, maslahatın sağlanması 
                ve giderilmesi değildir.
                
                - Cuma namazı ezanı 
                okunduğunda alış-verişin haram kılınması, Şer’î nâsstan, 
                namazdan alıkoymak olduğu anlaşılan bir illetten dolayıdır. Bu 
                alıkoyma, Şer’î nâssın getirmesinden dolayı illettir, yoksa onun 
                bir maslahatın sağlanması ya da bir zararın önlenmesi olduğundan 
                dolayı değil. Dolayısıyla burada maslahat ve zararın varlığına 
                hatta bahsine bir yer yoktur
                
                - Petrolün kamu 
                mülkiyeti olması, Şer’î nâsstan çok miktarda su gibi bitmeyen 
                madde olması anlaşılan bir illetten dolayıdır. Zira petrolün 
                bitmeyen çok miktarda maden oluşunun illet olması, Şer’î nâssın 
                onu getirmesinden dolayıdır, onun bir maslahat olması ya da bir 
                zararı önlemesinden dolayı değil. Zira burada maslahat ve 
                zararın varlığına hatta bahsine bir yer yoktur.
                
                İşte ileri 
                sürülen bütün Şer’î illetler ve bütün illetli hükümler böyledir. 
                Onlar maslahat veya zarar oluşlarından dolayı değil de sadece 
                Şeriatın getirmiş olmasından dolayı itibar edilen belirli 
                illetlerdir. Onun için illetli hükümlerde ve onların 
                illetlerinde maslahatın sağlanmasına ve zararın önlenmesine 
                kesinlikle bir varlık yoktur. Bu izahat, illetli olarak gelen 
                hükümler ile ilgili idi.
                
                İlletli 
                olmaksızın gelen hükümlerde de aynı şekilde maslahatın 
                sağlanmasına ve zararın önlenmesine delâlet eden bir şey 
                kesinlikle yoktur. Zira zinanın haram kılınması, Müslümanlara 
                karşı casusluğun haram kılınması, faizin haram kılınması 
                hükümlerinin delillerinde maslahat ve zarara delâlet eden bir 
                husus kesinlikle geçmemiştir.
                
                Dolayısıyla şöyle 
                denilmez: “Zina zararı engellemek için haramdır, casusluk zararı 
                engellemek için haramdır, faiz zararı engellemek için haramdır.”
                
                Böyle denilmez. Çünkü o öyle 
                değildir. Ona herhangi bir şekilde delâlet eden bir husus 
                kesinlikle yoktur.
                
                Buna binaen; “Şeriat 
                hükümlerin cinsi hakkında maslahatların cinsine itibar etmiştir” 
                iddiası; Şer’î hükümlerde kendisine delâlet eden bir hususun 
                olmadığı batıl bir iddiadır. Ne illet olmayan hükümlerde hatta 
                ne de hükümlerin illetinde buna delâlet eden bir husus vardır.
                
                Bunun için; “Yararlı olduğu 
                için ithalatı serbest bırakmak gerekir, zararlı olduğunda ise 
                yasaklamak gerekir, demek caiz olmaz. Aynı şekilde zina, zararı 
                gidermek için haram kılındı, Cuma ezanı okunduğunda kira 
                sözleşmesi yapmak zararı gidermek için haram kılındı, nehirler 
                maslahat olduğu için kamu mülkiyeti kılındı, cihat maslahat 
                olduğu için farz kılındı” denilmez.
                
                Böyle denilmez. Çünkü Şer’î 
                nâss kesinlikle bunu demiyor. Şer’î nâsstan bu, hem mantuk 
                olarak hem de mefhum olarak anlaşılmaz. Dolayısıyla böylesi 
                iddia Allah’a iftiradır ve vakıaya muhalefettir.
                
                Şeriatın nâssları, hem hükme 
                delaletlerinde hem de hükmün illetine delaletlerinde bir 
                maslahat için geldiklerine delâlet etmediklerine göre; nâssların, 
                maslahatların bizzat kendilerine ya da nevilerine/çeşitlerine
                delâlet ettiğinin söylenmesi caiz olmaz. Çünkü Şer’î 
                nâsslarda bundan bir şey kesinlikle geçmemektedir.
                
                Bununla; “Şer’î nâsslar 
                maslahatların bizzat kendilerine ya da çeşitlerine delil olarak 
                gelmiştir.” sözünün batıllığı açığa çıkmaktadır. Çünkü Şer’î 
                nâsslar maslahatların hem bizzat kendilerine hem de çeşitlerine 
                delâlet etmemektedirler. Dolayısıyla bu maslahatlar Şer’î delil 
                sayılmazlar.
                
                “Bizzat kendileri veya 
                çeşitlerinin itibar edilmesiyle ilgili olarak Şeriattan bir 
                nâssın geçtiği maslahatlar vardır” sözlerinin batıl olması 
                bakımından durum böyle olduğuna göre; Şeriatta kendilerine bir 
                nâssın geçmediği maslahatların Şer’î delil sayılmamaları evlâ 
                babındandır. Yani onlara Şer’î delil olarak itibar edilmesinin 
                batıl olması evlâ babındandır, ayrıca onun üzerine bina 
                olunanlar da batıl olur. Zira temel
                batıl olunca ona bina edilenler de batıl olur. Yani Şer’î 
                nâsslarda geçen hususta maslahatın varlığı batıl olduğuna göre; 
                mesalihi mürsele de -Şeriat hükümlerin cinsi hakkında maslahatın 
                cinsini belirlemiştir- sözüne bina edildiğine göre, üzerine bina 
                edilen husus da batıl olur. Yani mesalihi mürselenin Şer’î delil 
                olarak itibar edilmesi batıl olur.
                
                Bu iki yön, onların ilk 
                delillerinin batıl oluşuna delâlet etmektedir. O ilk delil; 
                “Mademki Şeriat hükümlerin cinsi hakkında maslahatların cinsine 
                itibar etmiştir, kendisine delâlet eden bir delilin gelmediği 
                maslahat da Şeriat Koyucunun cinsine itibar ettiği maslahatların 
                fertlerinden bir ferttir. O halde Şeriat Koyucunun itibarına 
                dâhil olur.” Bu delil batıldır. Çünkü Şeriat Koyucu, maslahatı 
                külli olarak Şeriatın konulmasına illet yapmamıştır, onu 
                Şeriatın hükümlerinden herhangi bir hüküm için de illet 
                yapmamıştır. Yani hükümlerin cinsi hakkında maslahatın cinsine 
                itibar etmemiştir.
                
                Hükmün kendisinin, gücü yeten 
                ihtiyaç sahibine çalışmanın vacib olması gibi bir maslahatı 
                sağlıyor olması ya da rüşvetin haram kılınması gibi bir zararı 
                gideriyor olmasına ya da illetin kendisinin, toplumun 
                ihtiyaçlarından olanın kamu mülkiyeti olması gibi bir maslahatı 
                sağlıyor olması ya da varisi öldürmenin mirastan alıkoyan olması 
                gibi bir zararı gideriyor olmasına gelince: Bunların hepsi de 
                Şeriat Koyucunun hükümlerin cinsi hakkında maslahatların cinsine 
                itibar ettiğine dair delil olmaya uygun değildir. Çünkü Şer’î 
                hükmün kendisinin delil olması uygun olmaz. Çünkü Şer’î hükmün 
                kendisi, kendisine delâlet edendir/sonuç olarak çıkartılandır. 
                İllet de aynı şekilde delil olmaya uygun değildir. Çünkü illetin 
                kendisi de sonuç olarak çıkartılandır. Bunun için Şer’î hükmün, 
                bir şeyin maslahat ya da zararı gidermek olduğuna delâlet 
                ettiğini varsaysak dahi, hükmün bu delaletine
                Şer’î delil olarak itibar edilmez. Çünkü Şer’î delil; 
                hükme dâhil olarak gelen nâsstır, hükmün kendisi değildir. Aynı 
                şekilde, Şer’î illetin, bir şeyin bir maslahat olduğuna delâlet 
                ettiğini varsaysak dahi, illetin bu delâleti Şer’î delil olarak 
                itibar edilmez. Çünkü Şer’î delil, illet hakkında delil olarak 
                gelen nâssın kendisidir, illetin kendisi değil. Buna binaen 
                hükmün veya illetin maslahata veya zararın giderilmesine 
                delaleti, maslahat veya zararın giderilmesine delil olmaz. 
                Dolayısıyla onların delaleti Şeriatın delaleti olmaz. Böylelikle 
                o delâlet, Şeriatın ‘hükümlerin cinsi hakkında maslahatların 
                cinsine itibar etmiş olduğuna’ dair hüccet olmaya uygun 
                değildir.
                
                Ayrıca hükmün veya illetin 
                kendisine delâlet ettiği hususun maslahat veya zararın 
                giderilmesi sayılması sadece Müslüman nazarında ve İslâm 
                toplumundadır. Müslüman olmayan öyle görmez. Çünkü bir şeyin 
                maslahat veya zarar oluşu sadece hayata bakış açısına bağlıdır. 
                Şöyle ki; fikirler mefhumlaştığında insanın davranışlarına etki 
                ederler. İnsanın davranışlarının mefhumlarına göre yürümesini 
                sağlarlar. Böylece insanın hayata bakışının değişmesine bağlı 
                olarak maslahatlara bakışı değişir. Zira insanın bir şeyi 
                maslahat sayması ya da maslahat saymaması, sadece hayata bakış 
                açısına bağlıdır. Bunun için onlar, Müslüman’ın bakış açısına 
                göre maslahattırlar, Müslüman olmayanın bakış açısına göre 
                maslahat değildirler. Şeriat ise sadece insan için gelmiştir, 
                dolayısıyla hakkında maslahattır denilen husus insandaki 
                vakıasına göre maslahattır, sadece Müslüman’ın bakış açısına 
                göre değil. Buna göre, Şeriat “bu bir maslahattır” demişse, o 
                bütün insanlar nezdinde maslahattır. Onun için Şeriat “bu hüküm 
                bir maslahattır ya da bir zararın giderilmesidir” veya “bu illet 
                bir maslahattır veyahut bir zararın giderilmesidir” demedi. 
                Ancak bir maslahat olup olmadığını zikretmeksizin sadece ne 
                olduğunu açıklayarak “hüküm şöyledir” dedi.
                
                Böylece hükmün kendisi, bir 
                maslahata ya da bir zararın giderilmesine delâlet etmemiş olur. 
                Onu öyle yorumlayıp söyleyen ancak Müslüman’dır. Bu hükümlerin 
                ve illetin de, hükümler hakkında onların bir maslahat olduğunu 
                veya bir zararı gidermek olduğunu söylemediklerini de tespit 
                etmektedir.
                
                Ayrıca Müslüman kendisi 
                İslâmî olmayan toplumda bazı hükümlerde dünyevi bir maslahat 
                görmez. Çünkü o hükümler ona bir menfaat sağlamazlar. Mesela; 
                kapitalist toplumda faiz, ticari hayatta ve iktisadi hayatın 
                tamamında çok önemli bir cüz sayılır. Müslüman faizle işlem 
                yapmama hükmüne bağlandığında, bu onu zarara sürükler ya da en 
                azından kazancının az olmasını sağlar. Dolayısıyla bunu kendisi 
                için bir dünyevi maslahat olarak görmez, o hükümle ancak Şer’î 
                hüküm olduğu için amel eder. Bununla da Şer’î hüküm veya Şer’î 
                illetten herhangi birisi bir maslahata delâlet etmiş olmaz.
                
                Böylelikle Şeriat Koyucunun 
                hükümlerin cinsi hakkında, maslahatların cinsine itibar ettiği 
                iddiası, açıkça kesin olarak nefyedilmektedir. Bu nefyedilince, 
                ona bina edilmiş olduğundan mesalihi mürsele de nefyedilmiş 
                olur. 
                
                Onların delillerinden 
                ikincisine gelince; bu da iki yönden fasittir:
                
                1-Onların 
                sahabe icmâsı olarak kendisiyle delil getirdikleri husus, icmâ 
                değildir. O sadece sahabelerin fertlerinin fiilidir, onlar 
                sahabeden pek çok sayıda ferdin fiili ile delil getirmişlerdir. 
                Sahabeden fiiller rivayet edip, “Sahabeler bu fiilleri mesalihi 
                mürseleye dayanarak yaptılar” diyorlar. Bu bir icmâ sayılmaz, 
                hatta sükûti icmâ dahi sayılmaz. Çünkü her ne kadar sahabelerden 
                pek çok kişinin amelleri olsalar da, onlar farklı sahabelerin 
                farklı amelleridirler, sahabelerin hakkında icmâ ettikleri veya 
                sükût ettikleri tek bir amel ya da tek bir söz değildirler. 
                Bunun için o bir icmâ sayılmaz, sadece fertlerin ameli sayılır. 
                Sahabelerin bireylerinin fiili ise kesinlikle bir Şer’î delil 
                sayılmaz. Onlar kendileri de o fiili, sahabelerden fertlerin 
                ameli olarak getirmişlerdir, Sahabelerin İcması olarak değil. 
                Buna binaen sahabelerden bir takım fertlerin mesalihi mürseleye 
                Şer’î delil olarak itibar edip ona göre davrandıkları varsayımı 
                ile o Şer’î delil sayılmaz.
                
                2-Sahabelerin, 
                mesalihi mürseleye Şer’î delil olarak itibar ettikleri iddiası 
                doğru değildir. Sahabelerden birisinden herhangi bir salih veya 
                sakat rivayette sahabelerin mesalihi mürseleye delil olarak 
                itibar ettikleri nakledilmemiştir.
                
                Mesalihi mürseleyi 
                savunanların, sahabelerin amellerinden, sahabelerin maslahata 
                delil olarak itibar ettiklerini anlamaları, anlayışın doğru 
                olduğu varsayımına binaendir. Dolayısıyla bu, sahabeler mesalihi 
                mürseleyi Şer’î delil olarak itibar ettiler, anlamına gelmez. 
                Sahabeler Şer’î delillerden haberdar ve onlara vakıf idiler. 
                Henüz kaideler oturmamıştı, şartlar tanzim edilmemiş ve fıkıh 
                usulü ilmi mevcut değilken, sahabeler meseleler hakkında, 
                kendilerinden sonra gelen asırların fakihleri nezdinde kıyas, 
                asıl, feri hususunda muteber çizgilere bakmaksızın, 
                kendilerinden sonra konulan “zarar giderilir”, “harama vesile 
                haramdır” gibi kaidelere dayanmaksızın hüküm veriyorlardı. Onlar 
                sadece dili bilmekteki ve Şeriatı anlamaktaki sağlıklı 
                mizaçlarına göre delilden hüküm istinbat ediyorlardı. 
                Dolayısıyla buna dikkat etmeyen bazıları, sahabelerin sadece 
                maslahatı gözettiklerini sandılar. Gerçek ise böyle değildir. 
                Bilakis sahabeler Kitap ve Sünnet ile kayıtlıydılar, bu çizgiden 
                dışarı çıkmadılar. Onlara ait bir Şer’î delile dayanmayan ne bir 
                söz ne de bir amel vardır.
                
                Ayrıca onların getirdikleri 
                örneklerin hepsi de akli maslahata delâlet etmiyor. Onlardan her 
                örnek, bir Şer’î delile dayalıdır. Şöyle ki;
                
                - Ebu Bekir’in Kur’an’ın bir 
                araya toplatılmasını emretmesi, Osman’ın belirlediği bir mushaf 
                dışındaki mushafların imha edilmesini emretmesi olayları, çok 
                büyük bir zararın ortadan kaldırılmasına delâlet etmektedirler. 
                Zira Kur’an hafızlarının ölümleri artınca Kur’an’ın yok 
                olmasından korkuldu. Dolayısıyla Kur’an’ın bir araya 
                toplatılmasını uygun gördüler. Mushafların çoğaltılması 
                ihtilaflarıyla birlikte Kur’an’ın kıraatında ihtilafların vukuu 
                bulması, onun yüzünden Müslümanlar arasında Ku’an hakkında 
                ihtilafın ortaya çıkmasından korkuldu. Onun için Huzeyfe b.      
                El-Yemân, Osman’a; “İhtilafa düşmelerinden önce Müslümanlara 
                ulaş.” dedi. Bunun üzerine Osman, bir tek mushafın nüshası 
                dışındaki mushafların imha edilmesini emretti.
                
                İşte bunların hepsi de, 
                Müslümanların halifesinin zararı ortadan kaldırmasıdır, 
                kendisine göre kendisiyle amel ettiği bir maslahat değildir. O 
                sadece Rasulullah 
                SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’in zararın ortadan kaldırılmasını emretmesinden dolayıdır. Zira İbni 
                Abbas RadıyAllah’u Anhuma’dan Rasulullah 
                SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’in şöyle dediği rivayet edildi:  
                لا 
                ضَرَرَ وَلا ضِرَارَ  
                “Ne zarar vermek 
                ne de zarara maruz kalmak vardır.”
                
                
                Ebu Bekir ve Osman’ın 
                yaptıkları, zararın ortadan kaldırılmasıdır. O ikisinden her 
                birisi bunu Sünnete dayanarak yaptı, onu maslahat olarak 
                gördükleri için değil.
                
                - Şarap içene verilen had 
                cezasına gelince; bu da Sünnet ile sabittir. Rasulullah 
                SallAllah’u Aleyhi 
                VeSSellem şarap içene had uygulamıştır. Enes’ten şu rivayet edilmiştir: 
                “Nebi
                SallAllah’u 
                Aleyhi VeSSellem’e 
                şarap içmiş bir adam getirildi. İki cirit sopası ile kırk 
                civarında vuruldu.”    
                İbn Ebi Şeybe’ye ait rivayette ise: 
                “Rasulullah
                SallAllah’u Aleyhi VeSSellem şarap içene iki ayakkabı 
                ile kırk defa vurdu.” Ahmed’in rivayetinde ise:
                “Yaklaşık yirmi kişiye, her 
                birisinin cirit sopası ve ayakkabılarla iki sopa vurmasını 
                emretti.” 
                Ali’den yapılan şu rivayete gelince: 
                “Dedi 
                ki; Nebi 
                SallAllah’u Aleyhi VeSSellem 
                kırk sopa vurdu, Ebu Bekir kırk sopa vurdu, Ömer seksen sopa 
                vurdu.” 
                Bu, Rasulullah 
                SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’in vurdurmuş olduğu sopa kırk, sahabelerin vurdurmuş olduğu sopa da kırk 
                ve seksen olduğuna delâlet eder. Bu demektir ki; en azı kırk en 
                fazlası seksendir ve imama terk edilmiştir. Buna binaen bu, 
                mesalihi mürseleden değildir. Zira o, seksen sopayı maslahat 
                olduğu için değil, kırk sopa cezasını uygulamasının ve seksen 
                sopa vurma cezasını uygulamasının halifeye terk edilmiş 
                olmasından dolayıdır.
                
                - Ömer’in yaptığı ise, 
                işlerin gözetip güdülmesi babındandır. Bu ise kendi içtihadı ve 
                görüşüne göre yapması halifeye terk edilmiş husustur. Zira 
                halife valileri kendi görüş ve içtihadına göre hesaba çeker. Bu, 
                halifenin valileri tayin etmesi, hesaba çekmesi, Beyt-ül Mal’dan 
                harcama yapması, anlaşmalar yapması v.b. gibidir. Halifenin bunu 
                yapması, Şeriatın onu halifeye bir hak olarak vermesinden 
                kaynaklanıyor. Dolayısıyla onu Şer’î hükümle yapar, maslahattan 
                dolayı değil. Hatta Şeriat onu halifeye hak olarak vermiştir. 
                Onun uygun gördüğü şey halifenin içtihadına bağlıdır. 
                Müslümanların nasihati ise ona yardımcı olur. Dolayısıyla 
                halifenin fiili, delili maslahat olan bir Şer’î hüküm değildir. 
                Sadece istediğini seçtiği mubahlardandır.
                
                - Su karıştırılmış sütün 
                dökülmesi ise kamu hukuku babındandır. Rasulullah 
                SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’in yaptığı gibi pazarı teftiş etmek babındandır. Zira Rasulullah
                SallAllah’u Aleyhi VeSSellem pazarda bir buğday yığını gördüğünde elini içine daldırdı. Onda nem 
                olduğunu gördüğünde, o yığın sahibine;  
                ما 
                هذا يا صاحب الطعام ؟ 
                “Bu nedir, ey 
                yiyecek sahibi?” 
                diye sordu. O da “Gökyüzü onu ıslattı, ya Rasulullah” dedi. 
                Bunun üzerine ona dedi ki; 
                َا 
                أَفَلَا جَعَلْتَهُ فَوْقَ الطَّعَامِ كَيْ يَرَاهُ النَّاسُ مَنْ 
                غَشَّ فَلَيْسَ مِنِّي 
                     “O 
                nemli yeri açığa çıkarıp insanların görmesini sağlayamaz mıydın? 
                Kim aldatırsa benden değildir.”   
                Dolayısıyla Ömer de sahtekârları cezalandırmak için hisbe 
                hükmünü yerine getiriyordu. Sütün karışmış olduğunu gördüğünde 
                sahtekarı cezalandırdı. Onun bu sütünü dökme cezası, ta’zir 
                cezası babındandır. Ta’zir cezasının takdiri imama veya kadıya 
                verilmiştir. O onu uygun gördüğü biçimde takdir eder. O, delili 
                maslahat olan bir Şer’î hüküm değildir.
                
                - Ömer’in, bir kişinin 
                öldürülmesine karışmış bir topluluğu öldürtmesine gelince; onu 
                Ömer, olayın rivayetinde de nâss olarak geçtiği gibi ortaklaşa 
                yapılan hırsızlığa kıyas yaptı. Dolayısıyla o iş mesalihi 
                mürsele cinsinden değil, kıyas cinsindendir.
                
                Onların sahabelerden rivayet 
                ettikleri bütün olaylar böyledir. Onlardan bir tanesi dahi 
                maslahat değildir. O olaylar sadece Şer’î delillere 
                dayalıdırlar. Böylelikle onların Şer’î delil varsayılarak 
                sahabelerin bireylerinin ameli ile delil getirmeleri geçersiz 
                olmaktadır.
                
                Bunlardan açığa çıkıyor ki; 
                mesalihi mürselenin Şer’î delil olduğuna dair delil getirmek 
                için ileri sürdükleri deliller, esaslarından batıl delillerdir. 
                Böylece onlarla delil getirmek geçersiz olmaktadır. O zaman 
                delilliğine delâlet eden bir delilin olmayışından dolayı 
                mesalihi mürsele Şer’î delil sayılmaz. Onun için Şer’î delil 
                olarak itibar edilmemesi için tek başına yeterlidir.
                
                Bununla birlikte, onların 
                tariflerine göre bizzat mesalihi mürselenin vakıası da onun 
                hüccet olmadığına delâlet etmektedir. Mesalihi mürselenin 
                incelenmesinden onun Şer’î delil sayılmasının birkaç yönden 
                fasid olduğu açığa çıkmaktadır:
                
                1-Mesalihi 
                mürsele, Şer’î hükmün tarifiyle çelişmektedir. Yani Şer’î hükmün 
                vakıası ile çelişmektedir. Dolayısıyla onu Şer’î hüküm için 
                delil saymak, esasında batıldır. Zira Şer’î hüküm, Şâri’nin 
                hitabıdır. Şer’î hükme ister, “Şeriat Koyucunun kulların 
                fiilleriyle alakalı hitabıdır” diyelim, ister, “Şeriat Koyucunun 
                Şer’î faydayı ifade eden hitabıdır” diyelim, ister, “Allah’ın 
                hitabıdır” diyelim fark etmez. Hangi şekilde olursa olsun bu 
                tarifler Şer’î hükmün, Şâri’nin yani Allah’ın hitabı olduğu 
                hususunda ittifak etmiş durumdadırlar. Şeriat Koyucunun 
                hitabından bir delili olmayan maslahatın delil yapıldığı hüküm, 
                kesinlikle bir Şer’î hüküm sayılmaz. Çünkü o hükme, Şeriat 
                Koyucunun hitabı olan Şer’î hüküm vakıası uygun düşmemektedir. 
                Böylece Şeriatın kendisine delâlet etmediği maslahatı Şer’î 
                hükme Şer’î delil olarak kabul etmek batıldır. Çünkü maslahata 
                dayandırılan, Şer’î hükmün vakıasına uygun düşmemektedir.
                
                Şöyle denilmez: “Şeriatın 
                bütünü ona delâlet etti” denilmez. Çünkü Şeriatın bütününe Şer’î 
                hükümdür denilmez. Fiilen imkânsız olduğundan dolayı, Şeriatın 
                bütünü hakkında cüz ile ilgili olana delâlet ediyor denilmez. 
                Zira bütün, cüz ile ilgili olana delâlet etmez. Dolayısıyla 
                Şeriatın bütünü, bu cüz ile ilgili olan için belirli bir hitaba 
                delâlet eden olmaz.
                
                2-Allah’u Teâlâ şöyle dedi:  
                
                وَمَا آتَاكُمْ الرَّسُولُ فَخُذُوهُ    
                “Rasul size ne verdi/getirdi ise onu alın. Sizi neden nehyetti 
                ise onu terk edin.”   
                Aklın ileri sürdüğü mesalihi mürseleyi Rasul getirmedi. Çünkü 
                akıl onu belirli bir nâsstan anlayarak değil de kendinden ileri 
                sürmüştür. Onun için mesalihi mürseleyi delil olarak kabul 
                edenler diyorlar ki; “Şeriat koyucu, maslahatsız bir şeye izin 
                vermez, zararlı olmadıkça da bir şeyi yasaklamaz. Dünya 
                işlerindeki maslahatın yönünü beşer aklı idrak edebilir ve 
                bilebilir. Sonra da her ne kadar açık özel bir nâss ile gelmemiş 
                olsa da Şeriat Koyucunun emri ile onu terk eder.” Bu durumda 
                onlar, Şeriatın sadece maslahat getirmiş olması varsayımına 
                binaen aklı, maslahat ve zararlı olanı anlamaya muktedir kabul 
                ediyorlar. Dolayısıyla onlara göre akıl, mesalihi mürseleyi 
                ileri sürendir. Aklın ileri sürdüğü şeyin, Şer’î hüküm olarak 
                alınması, onu Rasulullah 
                SallAllah’u 
                Aleyhi VeSSellem
                
                getirmediği için caiz değildir. Çünkü   
                
                الرسول
                
                
                وَمَا آتَاكُمْ   
                “Rasul size ne getirdi ise…” tabirinin mefhumu, Rasulden 
                başkasının getirdiğini almayın. “Rasul” kelimesi, anlaşılır bir 
                vasıftır, câmid isim değil yani lakab değil. Dolayısıyla onun 
                mefhumu muhalefeti olur. Manası da; Rasul’ün getirmediği her 
                hususun alınması caiz değildir. Dolayısıyla aklın getirdiği 
                sürdüğü hüküm alınmaz.
                
                3-Allah’u Teâlâ diyor ki:   
                
                فَلا وَرَبِّكَ لا يُؤْمِنُونَ حَتَّى يُحَكِّمُوكَ فِيمَا شَجَرَ 
                بَيْنَهُمْ 
                “Rabbine yemin olsun ki, aralarında çıkan ihtilaflarda seni 
                hakem kılmadıkları ... müddetçe iman etmiş olmazlar.”
                
                
                وَمَنْ لَمْ يَحْكُمْ بِمَا أَنزَلَ اللَّهُ فَأُوْلَئِكَ هُمْ 
                الظَّالِمُونَ - الْفَاسِقُونَ - الْكَافِرُونَ    “Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler, zâlimlerdir, -fasıklardır,-kâfirlerdir.”
                
                
                وَلا تَتَّبِعُوا السُّبُلَ فَتَفَرَّقَ بِكُمْ عَنْ سَبِيلِهِ   
                “Şüphesiz bu, benim dosdoğru yolumdur, buna uyun, 
                (başka) yollara uymayın. Zira o yollar sizi Allah’ın yolundan ayırır.”
                Buna göre mesalihi mürseleyi, Şer’î delil yapmak, Rasulullah 
                SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’in Kitap ve Sünnetten getirdiğinden başkasını hakim kılmaktır. Bu ise 
                Allah’ın indirdiğinden başkası ile hükmetmektir. Hatta aklın 
                ileri sürdüğü ile hükmetmektir. Bu Şeriattan başkasına tabi 
                olmaktır, çünkü o akıla tabi olmaktır. Bu ise, yukarıdaki 
                ayetlerin nâssına ters düşmektedir. Onun için mesalihi mürseleyi 
                Şer’î delil yapmak caiz olmaz.
                
                4-Biz 
                sadece Rasulullah 
                SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’e 
                tabi olmakla emrolunduk. Allah’u Teâlâ şöyle dedi: 
                قُلْ 
                إِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ اللَّهَ فَاتَّبِعُونِي يُحْبِبْكُمْ 
                اللَّهُ “Eğer Allah’ı 
                seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin.”
                
                
                Rasul sadece vahiyden bir şey 
                getirir. Zira Allah’u Teâlâ şöyle dedi: 
                وَمَا 
                يَنْطِقُ عَنْ الْهَوَى (3) إِنْ هُوَ إِلا وَحْيٌ يُوحَى    
                “O, kendi hevasından bir söz söylemez. O, kendisine bildirilen 
                vahiyden başkası değildir.”
                
                قُلْ 
                إِنَّمَا أُنذِرُكُمْ بِالْوَحْيِ    
                “De ki, ben sizi ancak vahiy ile uyarıyorum.”
                
                
                Dolayısıyla biz vahiyle 
                gelene tabi olmakla emrolunduk. Bunun mefhumu muhalifi; biz 
                vahiyle gelmeyene tabi olmaktan nehyolunduk, demektir. Yani 
                Rasulden başkasına tabi olmaktan nehyolunduk demektir. Mesalihi 
                mürseleyi Şer’î delil yapmak ise akıla tabi olmaktır, 
                dolayısıyla o Rasulden başkasına tabi olmaktır. Böylece onun 
                delâlet ettiği şey Şer’î hüküm olmaz. Dolayısıyla mesalihi 
                mürselenin Şer’î delil olması caiz olmaz.
                
                5-Allah’u Teâlâ şöyle diyor:   
                
                الْيَوْمَ أَكْمَلْتُ لَكُمْ دِينَكُمْ وَأَتْمَمْتُ عَلَيْكُمْ 
                نِعْمَتِي ورضيت لكم الإسلام دينا  
                “Bugün sizin için dinimi kemale erdirdim, üzerinizdeki nimetimi 
                tamamladım. Sizin için din olarak İslâm’dan razı oldum.”
                
                
                Bu ayet gayet 
                açık olarak Allah’u Teâlâ’nın dinini kemale erdirdiğini 
                belirtmektedir. Kendisine delâlet eden bir delil olmadığından 
                dolayı Şer’î delil olmaksızın aklın kendisine delâlet ettiği 
                maslahatlar olduğu halde, mesalihi mürseleyi delil yapmanın 
                manası; “İslâm Şeriatı kâmil değildir, noksandır 
                demektir. 
                Çünkü Şeriatta kendileri için bir delilin bulunmadığı bir takım 
                ameller vardır, akıl gelip onlardaki maslahatı açıklayarak 
                onlara delili açıklamıştır. Böylece mesalihi mürsele, noksanlığı 
                sabit olduktan sonra Şeiratı tamamlamış olmaktadır” 
                demektir. Bu ise, ayetin açık nâssı ile çelişmektedir ve 
                Şeriatın vakıasına ters düşmektedir. Zira vakıadan her şeyin 
                mutlaka bir Şer’î hükmü vardır. Şer’î hükümle çözümlenmeyen bir 
                sorun yoktur. Dolayısıyla mesalihi mürselenin Şer’î delil olarak 
                itibar edilmesi, Kur’an’la ve Şeriatın vakıası ile 
                çelişmektedir.
                
                6-Onlar, 
                mesalihi mürsele hakkında; mürsele/kopuk olabilmesi için, bizzat 
                kendisinin ve cinsinin/çeşidinin itibar edildiğine delâlet eden 
                bir nâssın Şeriatta geçmesini şart koşarlar. Onların bu, ona ait 
                Şeriattan belirli bir delilin olmamasını şart koşmaları, 
                mesalihi mürselenin itibarından düşmesi için yeterli olmaktadır. 
                Çünkü Şeriattan kendisine delâlet eden bir delilin geçmemesi, 
                onun reddedilmesi için yeterlidir. Çünkü alınması kast olunan 
                hüküm, Şeriatın hükmüdür, aklın hükmü değil. Zira onun Şeriattan 
                olduğuna itibar edilmesi için, ona delâlet eden bir delilin 
                geçmesi kaçınılmazdır. Dolayısıyla Şeriattan bir nâssın ona 
                delâlet etmemesinin şart koşulması, mesalihi mürselenin Şer’î 
                olmasının nefyedilmesi için ve Şer’î sayılmaması için 
                yeterlidir.
                
                Mesalihi mürselenin, Şeriatın 
                maksatlarından anlaşılıyor olmasına gelince: Şeriatın 
                maksatları, anlaşılan bir nâss değildir ki, onlardan anlaşılan 
                bir delil olsun. Dolayısıyla Şer’î hükme delil getirme hususunda 
                Şeriatın maksatlarından anlaşılanın bir değeri yoktur. Ayrıca 
                “Şeriatın maksatları” olarak isimlendirilenden kast olunan, 
                nâssların kendisine delâlet ettiği husustur; zinanın haram 
                kılınması, hırsızlığın haram kılınması, insanın öldürülmesinin 
                haram kılınması, şarabın haram kılınması, İslâm’dan dönmenin 
                haram kılınması gibi. Zira bunlar, Şeriatın maksadı değildir, 
                sadece kulların fiilleri için hükümlerdendir. Bunlar hakkında 
                nâssların delâlet edileni/anlamı sınırında durulur. Şeriatın 
                maksadından kast edilen, Şeriatın tamamının hikmeti ise, yani 
                Rasul’ün kullar için rahmet olarak gönderilmesinin hikmeti ise, 
                o bir hikmettir, illet değil. Hikmet ise, meydana gelebilir de 
                gelmeyebilir de. Dolayısıyla farklı olması mümkün olduğu için o, 
                kendisi ile delil getirilen bir asıl olarak alınmaz. Bunun için 
                “Şeriatın maksatları” olarak isimlendirilenden anlaşılanın, 
                Şer’î delil sayılması uygun değildir.
                
                Bütün bunlardan, mesalihi 
                mürseleye Şer’î delil olarak itibar etmenin batıl oluşu açığa 
                çıkmaktadır. Dolayısıyla Şer’î delillerden bir delil olması 
                uygun değildir. Ancak İmam Malik RadıyAllah’u Anhu 
                gibi bir müçtehit onunla delil getirdiğinde, onun gereği 
                istinbat edilen hüküm, Şer’î bir hüküm sayılır. Çünkü vehmedilen 
                bir delil olsa da, onun hakkında şüpheli delil vardır.