DELİL OLMADIĞI HALDE DELİL SANILANLAR |
|
4-Mesalihi
Mürsele:
Bazı imamlar ve müçtehitler
maslahata Şer’î delil olarak itibar etmişlerdir. Maslahatı üç
kısma ayırıyorlar. Zira şöyle diyorlar:
“Maslahat, Şeriatın onamasına
göre üç kısımdır:
1-Şeriat,
onu itibar ederek onamıştır. Dolayısıyla o hüccettir. Meydana
gelmesi, nâssın ma’kulundan/akledilişinden ve icmâdan hüküm
çıkarmak olan kıyasa bağlıdır.
2-Şeriatın
batıl oluşunu onadığı husustur. Bu, âlimlerden birisinin
halifelerden birisine, her ramazan günü oruçlu iken cima etmesi
üzerine, kesintisiz ardarda iki ay oruç tutması gerektiğini
söylemesi gibidir. O halifenin mâli durumu elverişli olduğu
halde ona köle azad etmesini emretmemesinden dolayı o âlime
itiraz edilince şöyle demiştir: “Ona öyle emretseydim,
şehvetinin gereğini yerine getirmeye engel teşkil etmek
hususunda köle azad etmeyi küçümseyerek ona kolay gelirdi. Onu
bundan engellemek için kefaret orucunun vacib kılınmasında
maslahat vardır.” Bu söz, Sünnetin nâssına muhalif olması nedeni
ile batıldır. Çünkü Rasulullah
SallAllah’u Aleyhi VeSSellem
ramazanda oruçlu iken hanımı ile cinsî münasebette bulunduğunu
söyleyen bir Araba şöyle demiştir:
فأعتق
رقبة قال ليس عندي قال صُمْ شَهْرَيْنِ مُتَتَابِعَيْنِ قَالَ لا
أُستطيع قَالَ أَطْعِمْ سِتِّينَ مِسْكِينًا
“Bir
köle azad et.
Dedi ki; ‘Bende yok’. Rasul dedi ki;
İki ay ardarda kesintisiz
oruç tut. Dedi ki;
‘Yapamam.’ Rasul dedi ki;
Altmış miskine yemek ver.”
Bu hadiste tertibe dair kuvvetli bir delâlet vardır.
3-Şeriattan
belirli bir nâssın hem batıl oluşunu hem de itibar edilmesini
onamadığı maslahattır. İşte buna “mesalihi mürsele” denir.”
Dediler ki:
“Maslahat, okuma yazmanın
öğrenilmesi gibi belirli bir nâss ile bizzat gelmişse veya her
çeşit marufun emredilmesi ve bütün münker çeşitlerinin
nehyedilmesi gibi çeşidinin itibarını Şeriatın onayladığına dair
genel bir nâss ile gelmişse, işte bu iki durumda o maslahat
mesalihi mürseleden sayılmaz. Çünkü o zaman maslahat kıyasa
bağlı olur. Fakat mesalihi mürsele, delilden kopuk olandır. Yani
hakkında bir delil bulunmayandır. Fakat o, Şeriatın
maslahatların sağlanması ve zararların giderilmesi için gelmiş
olması genelliğinden alınmıştır.”
Dolayısıyla onlara göre;
“Mesalihi mürsele; bizzat kendisinin ya da çeşidinin itibar
edilmesine dair Şeriatta bir nâssın geçmediği bir maslahattır.
Dolayısıyla o, delilden uzak yani kopuktur. Fakat ona itibar
edilmesine, Şeriatın nâssları küllî şekilde delâlet etmiştir.
Böylece bir olay ve benzeri durumlarda Şer’î nâss olmadığında
Şer’î hükümler mesalihi mürsele esasına bina edilirler.
Dolayısıyla maslahat delil olmaktadır. Bununla fakih, kendisinde
baskın bir maslahat olan her amelin, Şer’an talep edilmiş
olduğuna –buna delâlet eden özel bir Şer’î nâssa gereksinim
duymaksızın- hükmedebilir.”
Fakat onlar, Şer’î
maslahatlar ile Şer’î olmayan maslahatları birbirisinden ayırt
etmişlerdir. Şöyle demektedirler:
“Delil olmaya uygun olan
maslahatlar, Şeriatın maksatlarıyla uyumlu olan maslahatlardır.
Şeriatın öncelikli maksadı, beş zaruriyetin rükünlerinin
korunmasıdır. Onlar da; Dinin korunması, canın korunması, aklın
korunması, malın korunması ve neslin korunmasıdır. Nitekim ilahi
Şeriatlar bu beş rüknün saygınlığının ve korunmasının vacib
oluşunda ittifak etmişlerdir. Bunlardan diğer maslahatlar çıkar
ve akıl onun maslahat olduğunu anlar. Böylece onun maslahat
oluşunun aklın takdirine göre olması Şer’î delil olmaktadır.
Zira Şeriatın maslahatlarına götüren ve o maksatların
gerçekleşmesine yardımcı olan her şey, maslahattır. Maslahat
hakkında, kıyasa muhalif olması şart koşulmaz. Bilakis kıyasa
muhalif de olabilir, orijinal Şer’î delil de olabilir.”
Mesalihi mürseleyi
savunanlar, onu kati olmayan Şer’î nâssları tahsis eden
saymaktadırlar. Mesela; Rasulullah
SallAllah’u Aleyhi VeSSellem
şöyle diyor:
الْبَيِّنَةَ عَلَى الْمُدَّعِي وَالْيَمِينَ عَلَى الْمُدَّعَى
عَلَيْهِ
“Beyyine/ispat
vasıtası delili iddia eden getirir.”
Mesalihi mürseleyi savunanlara göre; bir kişi başka birisinde
malı olduğunu iddia eder ispatlamaktan aciz olursa, iddia
edilenden yemin etmesi talep edilir. İddia edilen ile iddia eden
arasında bir arkadaşlık olmadıkça iddia edilene yemin ettirmeyi
uygun bulmazlar. Ta ki sefihler, faziletlilere karşı cüretkâr
olmasınlar, zira bu onları yalan iddia ile mahkemelere akın
etmelerini sağlar. Böylece mesalihi mürseleyi Kitap ve Sünnet
gibi bizzat asıl sayıyorlar, hatta onu, nâssı katî olmadığında
Kitap ve Sünneti tahsis eden kılıyorlar.
Onlar Şeriatın hükümlerinde
mutlaka maslahat getirdiğine karar vermişlerdir. O maslahat
nâssla gelmişse bilinir, nâssla bilinmezse, Şeriattaki genel
nâsslar ile talebi bilinir. Onlara göre; “Müçtehit bununla;
içerisinde zararı olmayan ya da yararı zararından daha büyük
olan bir maslahat olan her amelin, özel bir şahide/delile
gereksinim duymaksızın talep edilen olduğuna hükmedebilir.
İçerisinde maslahat değil de zarar olan veya kötülüğü yararından
daha büyük olan bir hususun, özel bir nâssa gereksinim
duymaksızın nehyedilmiş olduğuna hükmedebilir.”
Dediler ki; “Şeriat Koyucunun
kulların maslahatını kast ettiğini görüyoruz. Muamelat
hükümleri, maslahat nerede ise onunla birlikte dönmektedirler.
Zira bir durumda yasaklanan bir şeyde bir maslahatın olmadığını,
onda bir maslahat olduğunda ise caiz olduğunu görmektesin. Bir
müddete kadar dirhemin dirhemle değişimi sözleşmelerde
yasaklanması ve borç vermekte ise caiz olması gibi, Şeriat
koyucu nâsslarda, nâssların haddinde/sınırında durmayı değil,
manalara tabi olmayı kast etmiştir.”
Onlar maslahatları Şer’î
delil yapmanın, heva-hevese tabi olmayı Şer’î delil yapmaya
götüreceği itirazına karşı savunma yapmışlardır. Zira heva-heves
ile maslahatlar arasındaki irtibatla ilgili olarak, o ikisi
arasında bir ayrılmazlığın sabit olmadığını kabul etmişlerdir.
Zira Şeriatın belirlemiş maslahatlarında yalın heva-hevesler ve
şehvetler gözetilmez. Muteber maslahatlar, dünya hayatının
Ahiret hayatı için düzenlenmesi bakımından itibar
edilmektedirler, maslahatların sağlanması hususunda nefislerin
hevası bakımından değil. Çünkü Şeriat, mükellefleri heva
heveslerinin cazibelerinden kurtarmak için gelmiştir.
Zira Allah’u Teâlâ şöyle
diyor:
وَلَوْ اتَّبَعَ الْحَقُّ أَهْوَاءَهُمْ لَفَسَدَتْ السَّمَاوَاتُ
وَالأرْضُ وَمَنْ فِيهِنَّ “Eğer hak, onların arzu ve isteklerine uysaydı, mutlaka gökler ve yer
ile bunlarda bulunanlar bozulur giderdi.”
Mesalihi mürselenin delil
olarak alınmasına dair iki delil ileri sürülüyor:
1-Şeriat
Koyucu, hükümlerin cinsi hakkında, maslahatların cinsine itibar
etmiştir. Maslahatların cinsine itibar edilmesi, fertlerinden
bir fert olması nedeni ile bu maslahatların itibar edilmesi
zannını gerektirir. Dolayısıyla mesalihi mürsele, Şeriat
Koyucunun itibar ettiği hususlardan olmaktadır.
2-Sahabelerin
RadıyAllah’u Anhum durumlarını inceleyen kimse,
onların olaylarda yalnızca maslahatlarla yetindiklerine, başka
bir hususu aramadıklarına kani olur. Bu ise onların maslahatları
kabulüne dair onların bir icmâsıdır. Sahabelerin mesalihi
mürseleye dayanarak amel ettiklerini söyledikleri bir takım
ameli rivayet ediyorlar. Bunlardan birkaç tanesi şunlardır:
a-
Rasulullah
SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’in
sahabeleri, onun zamanında olmayan bir takım hususları
yapıyorlardı. Mesela; Ebu Bekir, Kur’an’ı bir mushafta topladı.
Osman, belirlediği bir nusha dışındaki nushaların imha
edilmesini emretti. Bunlar Rasulullah
SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’in zamanında yoktu. Fakat Ebu Bekir ve Osman’ın gördükleri maslahat
onları o ameli yapmaya zorunlu kıldı. Bunun üzerine onu
yaptılar. Zira Kur’an hafızlarının ölmesi ile Kur’an’ın
unutulmasından korkuyorlardı.
b-
Rasulullah
SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’in
sahabeleri, ondan sonra maslahatlara ya da mesalihi mürseleye
dayanarak şarap içenin haddinin seksen sopa olduğunda ittifak
etmişlerdir.
c-
Ömer b.Hattab, malları hakkında töhmetli olan valilere, özel
mallarını, vilayet otoritesiyle elde ettikleri mallarına
katmalarını şart koşuyordu.
d-
Rivayet edildi ki; Ömer, su karıştırılmış sütün tamamını,
sahtekârı cezalandırmak için döktü. Bunu da satıcıların
insanları aldatmamaları için genel maslahat kapsamında
yapmıştır.
e-
Ömer b. Hattab’tan nakledildi ki; o, bir kişinin öldürülmesine
ortak olan bir topluluğu öldürtmüştür. Çünkü maslahat bunu
gerektiriyordu. Zira bu konuda bir nâss da yoktu.
Savunmalarına göre mesalihi
mürselenin vakıasının özeti budur ve delilleri budur.
Delillerinin incelenmesine gelince: Birinci delil iki yönden
fasittir:
1-
Şeriat Koyucunun, hükümlerin cinsi hakkında maslahatların
cinsine itibar eder iddiası, esasında batıl bir iddiadır,
Şeriattan bir senedi yoktur. Zira hükümlerin cinsi hakkında
itibar edildiğine delâlet eden ne Kitaptan ne de Sünnetten bir
nâss gelmemiştir. Aynı şekilde bu hususta Sahabelerin İcması da
oluşmamıştır. Mademki; bu Şeriat Koyucunun getirdiği ne Kitapta
ne Sünnette ne de Sahabelerin İcmasında sabit olmuştur, o halde
bu iddia esasında batıl olmaktadır.
Allah’u Teâlâ’nın şu sözü
ise;
وَمَا
أَرْسَلْنَاكَ إِلاَ رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ
“Biz seni ancak alemlere rahmet olarak gönderdik.”
Bu, hem sîga hem
de mana bakımından illetlik ifade etmez. Zira bu Allah’u
Teâlâ’nın şu sözü gibidir:
وَمَا
جَعَلَهُ اللَّهُ إِلاَ بُشْرَى
“Allah bunu sadece müjde olsun ... diye yapmıştır.”
Dolayısıyla
(Enbiya:107.) ayetinden kast edilen, Rasulullah
SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’e
İslâm’ın gönderilmesinden hâsıl olan neticenin, insanlar için
rahmet olmasıdır. Buna göre Şeriatın âlemlere rahmet olması,
Şeriatın konulmasının illeti değildir, sadece Şeriattan hâsıl
neticedir. Buna binaen, Şeriat Koyucu Şer’î hükümlerin cinsi
hakkında, maslahatların cinsine itibar etmemiştir. Çünkü
maslahatları, Şeriatın Konulmasına ve Şer’î hükümlerin cümlesine
illet yapmamıştır. Dolayısıyla mesalihi mürsele için Şeriata
göre herhangi bir itibar olmaz.
2-Kitap
ve Sünnetten Şer’î nâsslar, kula ait belirli bir fiille
alakalıdır. Zira onlar, bu fiil hakkında Şeriatın hükmüne Şer’î
delildirler. O Şer’î nâsslar, maslahat ve zararla alakalı
değildirler, maslahat ve zarara delil olarak gelmediler. Zira
Allah’u Teala şöyle derken;
فَرِهَانٌ مَقْبُوضَةٌ “Alınmış bir rehin de yeterlidir.”
إِذَا
تَدَايَنتُمْ بِدَيْنٍ إِلَى أَجَلٍ مُسَمًّى فَاكْتُبُوهُ “Belirlenmiş bir süre için
birbirinize borçlandığınız vakit onu yazın.”
وَأَشْهِدُوا إِذَا تَبَايَعْتُمْ “Alış-veriş yaptığınızda şahit tutun.”
Sadece rehinin hükmünü ve borcu yazmanın hükmünü açıklıyor.
Bunun maslahat olup olmadığını ne açıkça ne de delâlet olarak
açıklamıyor. Nâssı, bu hüküm maslahattır ya da değildir
noktasına uzaktan yakından hiçbir şekilde getirmiyor. O halde
neye dayanarak bu maslahatların Şer’î delil sayılabilmesi için,
Şeriatın onlara delâlet ettiği söyleniyor?!.
Aynı şekilde Şer’î illetlerin
de Şer’î nâsslar gibi, kulun fiili ile alakalı olarak, bu fiil
hakkında Şeriatın hükmünün illetine delil olarak gelmişlerdir.
Onlar da maslahat ve zararı açıklamıyorlar. Bilakis, hüküm için
illet yaptıkları belirli bir manayı açıklıyorlar. O manaya
kesinlikle maslahat ya da zarar denilmez. Zira Allah’u Teâlâ
şöyle derken;
كَيْ
لاَ يَكُونَ دُولَةً بَيْنَ الآغْنِيَاءِ مِنْكُمْ
“Mallar sadece içinizde zenginler arasında dolaşan bir devlet
olmasın.”
لِكَيْ لا يَكُونَ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ حَرَجٌ فِي أَزْوَاجِ
أَدْعِيَائِهِمْ
“Ki evlatlıkları, karılarıyla ilişiklerini kestiklerinde
(o kadınlarla evlenmek
isterlerse) mü’minlere bir güçlük olmasın.”
وَالْمُؤَلَّفَةِ قُلُوبُهُمْ
“... ve gönülleri
(İslâm’a)
ısındırılacak olanlara.”
Sadece malın fakirlere dağıtılmasını
illetinin, zenginler arasında dolaşmasını engellemek
olduğunu açıklıyor. Rasul’ün Zeyneb ile evlendirilmesinin
illetinin, evlatlığın boşanmış karısı ile evlenmenin mubah
olduğunun açıklanması olduğunu açıklıyor. Zekât malından
kalpleri ısındırılacak olanlara verilmesinin illetinin, onların
kalplerinin ısındırılmasına devletin ihtiyaç duyması olduğunu
açıklıyor. Bu illetin maslahat ya da zarar olduğunu açıklamıyor.
Maslahata uzaktan yakından hiçbir şekilde bakmıyor. O halde neye
dayanarak, bu maslahatların Şer’î delil sayılması için, Şeriatın
ona delâlet ettiği söyleniyor?!.
İster bir illet ile
illetlenmiş olarak gelsin ister ise illetlenmemiş olarak gelsin,
Şer’î hükümlere delâlet eden Şer’î nâsslar sadece, kulun fiili
hakkında Allah’ın hükmünü açıklayan belirli bir takım manalara
delâlet etmektedirler. Maslahatların sağlanması ve zararların
giderilmesi için gelmemişlerdir. Zira bu nâsslarda maslahat ve
zarara bir yer yoktur. Çünkü nâsslar ona delâlet
etmemektedirler.
Şöyle denilmez: “Cuma ezanı
okunduğunda alış-verişin haram kılınması maslahattır, Petrol
kuyularının kamu mülkiyeti olması maslahattır, kısas
maslahattır” denilmez. Aynı şekilde, “Zinanın haram kılınması
fesat kaynağının yani zararın önlenmesidir, Müslümanlara karşı
casusluk yapmanın haram kılınması zararın önlenmesidir, faizin
haram kılınması zararın önlenmesidir” denilmez.
Böyle denilmez. Çünkü Allah
öyle demedi. Buna delâlet eden bir delil yoktur. Çünkü Allah bu
hükümleri Şer’î nâsslar ile koymuştur. Onlardan bir kısmı,
Şeriatın belirlediği bir illetle illetli olarak gelmiştir, bir
kısmı da illetli olmayarak gelmiştir. Onlardan illetli olarak
gelenlerden herhangi bir hüküm için illet, maslahatın sağlanması
ve giderilmesi değildir.
- Cuma namazı ezanı
okunduğunda alış-verişin haram kılınması, Şer’î nâsstan,
namazdan alıkoymak olduğu anlaşılan bir illetten dolayıdır. Bu
alıkoyma, Şer’î nâssın getirmesinden dolayı illettir, yoksa onun
bir maslahatın sağlanması ya da bir zararın önlenmesi olduğundan
dolayı değil. Dolayısıyla burada maslahat ve zararın varlığına
hatta bahsine bir yer yoktur
- Petrolün kamu
mülkiyeti olması, Şer’î nâsstan çok miktarda su gibi bitmeyen
madde olması anlaşılan bir illetten dolayıdır. Zira petrolün
bitmeyen çok miktarda maden oluşunun illet olması, Şer’î nâssın
onu getirmesinden dolayıdır, onun bir maslahat olması ya da bir
zararı önlemesinden dolayı değil. Zira burada maslahat ve
zararın varlığına hatta bahsine bir yer yoktur.
İşte ileri
sürülen bütün Şer’î illetler ve bütün illetli hükümler böyledir.
Onlar maslahat veya zarar oluşlarından dolayı değil de sadece
Şeriatın getirmiş olmasından dolayı itibar edilen belirli
illetlerdir. Onun için illetli hükümlerde ve onların
illetlerinde maslahatın sağlanmasına ve zararın önlenmesine
kesinlikle bir varlık yoktur. Bu izahat, illetli olarak gelen
hükümler ile ilgili idi.
İlletli
olmaksızın gelen hükümlerde de aynı şekilde maslahatın
sağlanmasına ve zararın önlenmesine delâlet eden bir şey
kesinlikle yoktur. Zira zinanın haram kılınması, Müslümanlara
karşı casusluğun haram kılınması, faizin haram kılınması
hükümlerinin delillerinde maslahat ve zarara delâlet eden bir
husus kesinlikle geçmemiştir.
Dolayısıyla şöyle
denilmez: “Zina zararı engellemek için haramdır, casusluk zararı
engellemek için haramdır, faiz zararı engellemek için haramdır.”
Böyle denilmez. Çünkü o öyle
değildir. Ona herhangi bir şekilde delâlet eden bir husus
kesinlikle yoktur.
Buna binaen; “Şeriat
hükümlerin cinsi hakkında maslahatların cinsine itibar etmiştir”
iddiası; Şer’î hükümlerde kendisine delâlet eden bir hususun
olmadığı batıl bir iddiadır. Ne illet olmayan hükümlerde hatta
ne de hükümlerin illetinde buna delâlet eden bir husus vardır.
Bunun için; “Yararlı olduğu
için ithalatı serbest bırakmak gerekir, zararlı olduğunda ise
yasaklamak gerekir, demek caiz olmaz. Aynı şekilde zina, zararı
gidermek için haram kılındı, Cuma ezanı okunduğunda kira
sözleşmesi yapmak zararı gidermek için haram kılındı, nehirler
maslahat olduğu için kamu mülkiyeti kılındı, cihat maslahat
olduğu için farz kılındı” denilmez.
Böyle denilmez. Çünkü Şer’î
nâss kesinlikle bunu demiyor. Şer’î nâsstan bu, hem mantuk
olarak hem de mefhum olarak anlaşılmaz. Dolayısıyla böylesi
iddia Allah’a iftiradır ve vakıaya muhalefettir.
Şeriatın nâssları, hem hükme
delaletlerinde hem de hükmün illetine delaletlerinde bir
maslahat için geldiklerine delâlet etmediklerine göre; nâssların,
maslahatların bizzat kendilerine ya da nevilerine/çeşitlerine
delâlet ettiğinin söylenmesi caiz olmaz. Çünkü Şer’î
nâsslarda bundan bir şey kesinlikle geçmemektedir.
Bununla; “Şer’î nâsslar
maslahatların bizzat kendilerine ya da çeşitlerine delil olarak
gelmiştir.” sözünün batıllığı açığa çıkmaktadır. Çünkü Şer’î
nâsslar maslahatların hem bizzat kendilerine hem de çeşitlerine
delâlet etmemektedirler. Dolayısıyla bu maslahatlar Şer’î delil
sayılmazlar.
“Bizzat kendileri veya
çeşitlerinin itibar edilmesiyle ilgili olarak Şeriattan bir
nâssın geçtiği maslahatlar vardır” sözlerinin batıl olması
bakımından durum böyle olduğuna göre; Şeriatta kendilerine bir
nâssın geçmediği maslahatların Şer’î delil sayılmamaları evlâ
babındandır. Yani onlara Şer’î delil olarak itibar edilmesinin
batıl olması evlâ babındandır, ayrıca onun üzerine bina
olunanlar da batıl olur. Zira temel
batıl olunca ona bina edilenler de batıl olur. Yani Şer’î
nâsslarda geçen hususta maslahatın varlığı batıl olduğuna göre;
mesalihi mürsele de -Şeriat hükümlerin cinsi hakkında maslahatın
cinsini belirlemiştir- sözüne bina edildiğine göre, üzerine bina
edilen husus da batıl olur. Yani mesalihi mürselenin Şer’î delil
olarak itibar edilmesi batıl olur.
Bu iki yön, onların ilk
delillerinin batıl oluşuna delâlet etmektedir. O ilk delil;
“Mademki Şeriat hükümlerin cinsi hakkında maslahatların cinsine
itibar etmiştir, kendisine delâlet eden bir delilin gelmediği
maslahat da Şeriat Koyucunun cinsine itibar ettiği maslahatların
fertlerinden bir ferttir. O halde Şeriat Koyucunun itibarına
dâhil olur.” Bu delil batıldır. Çünkü Şeriat Koyucu, maslahatı
külli olarak Şeriatın konulmasına illet yapmamıştır, onu
Şeriatın hükümlerinden herhangi bir hüküm için de illet
yapmamıştır. Yani hükümlerin cinsi hakkında maslahatın cinsine
itibar etmemiştir.
Hükmün kendisinin, gücü yeten
ihtiyaç sahibine çalışmanın vacib olması gibi bir maslahatı
sağlıyor olması ya da rüşvetin haram kılınması gibi bir zararı
gideriyor olmasına ya da illetin kendisinin, toplumun
ihtiyaçlarından olanın kamu mülkiyeti olması gibi bir maslahatı
sağlıyor olması ya da varisi öldürmenin mirastan alıkoyan olması
gibi bir zararı gideriyor olmasına gelince: Bunların hepsi de
Şeriat Koyucunun hükümlerin cinsi hakkında maslahatların cinsine
itibar ettiğine dair delil olmaya uygun değildir. Çünkü Şer’î
hükmün kendisinin delil olması uygun olmaz. Çünkü Şer’î hükmün
kendisi, kendisine delâlet edendir/sonuç olarak çıkartılandır.
İllet de aynı şekilde delil olmaya uygun değildir. Çünkü illetin
kendisi de sonuç olarak çıkartılandır. Bunun için Şer’î hükmün,
bir şeyin maslahat ya da zararı gidermek olduğuna delâlet
ettiğini varsaysak dahi, hükmün bu delaletine
Şer’î delil olarak itibar edilmez. Çünkü Şer’î delil;
hükme dâhil olarak gelen nâsstır, hükmün kendisi değildir. Aynı
şekilde, Şer’î illetin, bir şeyin bir maslahat olduğuna delâlet
ettiğini varsaysak dahi, illetin bu delâleti Şer’î delil olarak
itibar edilmez. Çünkü Şer’î delil, illet hakkında delil olarak
gelen nâssın kendisidir, illetin kendisi değil. Buna binaen
hükmün veya illetin maslahata veya zararın giderilmesine
delaleti, maslahat veya zararın giderilmesine delil olmaz.
Dolayısıyla onların delaleti Şeriatın delaleti olmaz. Böylelikle
o delâlet, Şeriatın ‘hükümlerin cinsi hakkında maslahatların
cinsine itibar etmiş olduğuna’ dair hüccet olmaya uygun
değildir.
Ayrıca hükmün veya illetin
kendisine delâlet ettiği hususun maslahat veya zararın
giderilmesi sayılması sadece Müslüman nazarında ve İslâm
toplumundadır. Müslüman olmayan öyle görmez. Çünkü bir şeyin
maslahat veya zarar oluşu sadece hayata bakış açısına bağlıdır.
Şöyle ki; fikirler mefhumlaştığında insanın davranışlarına etki
ederler. İnsanın davranışlarının mefhumlarına göre yürümesini
sağlarlar. Böylece insanın hayata bakışının değişmesine bağlı
olarak maslahatlara bakışı değişir. Zira insanın bir şeyi
maslahat sayması ya da maslahat saymaması, sadece hayata bakış
açısına bağlıdır. Bunun için onlar, Müslüman’ın bakış açısına
göre maslahattırlar, Müslüman olmayanın bakış açısına göre
maslahat değildirler. Şeriat ise sadece insan için gelmiştir,
dolayısıyla hakkında maslahattır denilen husus insandaki
vakıasına göre maslahattır, sadece Müslüman’ın bakış açısına
göre değil. Buna göre, Şeriat “bu bir maslahattır” demişse, o
bütün insanlar nezdinde maslahattır. Onun için Şeriat “bu hüküm
bir maslahattır ya da bir zararın giderilmesidir” veya “bu illet
bir maslahattır veyahut bir zararın giderilmesidir” demedi.
Ancak bir maslahat olup olmadığını zikretmeksizin sadece ne
olduğunu açıklayarak “hüküm şöyledir” dedi.
Böylece hükmün kendisi, bir
maslahata ya da bir zararın giderilmesine delâlet etmemiş olur.
Onu öyle yorumlayıp söyleyen ancak Müslüman’dır. Bu hükümlerin
ve illetin de, hükümler hakkında onların bir maslahat olduğunu
veya bir zararı gidermek olduğunu söylemediklerini de tespit
etmektedir.
Ayrıca Müslüman kendisi
İslâmî olmayan toplumda bazı hükümlerde dünyevi bir maslahat
görmez. Çünkü o hükümler ona bir menfaat sağlamazlar. Mesela;
kapitalist toplumda faiz, ticari hayatta ve iktisadi hayatın
tamamında çok önemli bir cüz sayılır. Müslüman faizle işlem
yapmama hükmüne bağlandığında, bu onu zarara sürükler ya da en
azından kazancının az olmasını sağlar. Dolayısıyla bunu kendisi
için bir dünyevi maslahat olarak görmez, o hükümle ancak Şer’î
hüküm olduğu için amel eder. Bununla da Şer’î hüküm veya Şer’î
illetten herhangi birisi bir maslahata delâlet etmiş olmaz.
Böylelikle Şeriat Koyucunun
hükümlerin cinsi hakkında, maslahatların cinsine itibar ettiği
iddiası, açıkça kesin olarak nefyedilmektedir. Bu nefyedilince,
ona bina edilmiş olduğundan mesalihi mürsele de nefyedilmiş
olur.
Onların delillerinden
ikincisine gelince; bu da iki yönden fasittir:
1-Onların
sahabe icmâsı olarak kendisiyle delil getirdikleri husus, icmâ
değildir. O sadece sahabelerin fertlerinin fiilidir, onlar
sahabeden pek çok sayıda ferdin fiili ile delil getirmişlerdir.
Sahabeden fiiller rivayet edip, “Sahabeler bu fiilleri mesalihi
mürseleye dayanarak yaptılar” diyorlar. Bu bir icmâ sayılmaz,
hatta sükûti icmâ dahi sayılmaz. Çünkü her ne kadar sahabelerden
pek çok kişinin amelleri olsalar da, onlar farklı sahabelerin
farklı amelleridirler, sahabelerin hakkında icmâ ettikleri veya
sükût ettikleri tek bir amel ya da tek bir söz değildirler.
Bunun için o bir icmâ sayılmaz, sadece fertlerin ameli sayılır.
Sahabelerin bireylerinin fiili ise kesinlikle bir Şer’î delil
sayılmaz. Onlar kendileri de o fiili, sahabelerden fertlerin
ameli olarak getirmişlerdir, Sahabelerin İcması olarak değil.
Buna binaen sahabelerden bir takım fertlerin mesalihi mürseleye
Şer’î delil olarak itibar edip ona göre davrandıkları varsayımı
ile o Şer’î delil sayılmaz.
2-Sahabelerin,
mesalihi mürseleye Şer’î delil olarak itibar ettikleri iddiası
doğru değildir. Sahabelerden birisinden herhangi bir salih veya
sakat rivayette sahabelerin mesalihi mürseleye delil olarak
itibar ettikleri nakledilmemiştir.
Mesalihi mürseleyi
savunanların, sahabelerin amellerinden, sahabelerin maslahata
delil olarak itibar ettiklerini anlamaları, anlayışın doğru
olduğu varsayımına binaendir. Dolayısıyla bu, sahabeler mesalihi
mürseleyi Şer’î delil olarak itibar ettiler, anlamına gelmez.
Sahabeler Şer’î delillerden haberdar ve onlara vakıf idiler.
Henüz kaideler oturmamıştı, şartlar tanzim edilmemiş ve fıkıh
usulü ilmi mevcut değilken, sahabeler meseleler hakkında,
kendilerinden sonra gelen asırların fakihleri nezdinde kıyas,
asıl, feri hususunda muteber çizgilere bakmaksızın,
kendilerinden sonra konulan “zarar giderilir”, “harama vesile
haramdır” gibi kaidelere dayanmaksızın hüküm veriyorlardı. Onlar
sadece dili bilmekteki ve Şeriatı anlamaktaki sağlıklı
mizaçlarına göre delilden hüküm istinbat ediyorlardı.
Dolayısıyla buna dikkat etmeyen bazıları, sahabelerin sadece
maslahatı gözettiklerini sandılar. Gerçek ise böyle değildir.
Bilakis sahabeler Kitap ve Sünnet ile kayıtlıydılar, bu çizgiden
dışarı çıkmadılar. Onlara ait bir Şer’î delile dayanmayan ne bir
söz ne de bir amel vardır.
Ayrıca onların getirdikleri
örneklerin hepsi de akli maslahata delâlet etmiyor. Onlardan her
örnek, bir Şer’î delile dayalıdır. Şöyle ki;
- Ebu Bekir’in Kur’an’ın bir
araya toplatılmasını emretmesi, Osman’ın belirlediği bir mushaf
dışındaki mushafların imha edilmesini emretmesi olayları, çok
büyük bir zararın ortadan kaldırılmasına delâlet etmektedirler.
Zira Kur’an hafızlarının ölümleri artınca Kur’an’ın yok
olmasından korkuldu. Dolayısıyla Kur’an’ın bir araya
toplatılmasını uygun gördüler. Mushafların çoğaltılması
ihtilaflarıyla birlikte Kur’an’ın kıraatında ihtilafların vukuu
bulması, onun yüzünden Müslümanlar arasında Ku’an hakkında
ihtilafın ortaya çıkmasından korkuldu. Onun için Huzeyfe b.
El-Yemân, Osman’a; “İhtilafa düşmelerinden önce Müslümanlara
ulaş.” dedi. Bunun üzerine Osman, bir tek mushafın nüshası
dışındaki mushafların imha edilmesini emretti.
İşte bunların hepsi de,
Müslümanların halifesinin zararı ortadan kaldırmasıdır,
kendisine göre kendisiyle amel ettiği bir maslahat değildir. O
sadece Rasulullah
SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’in zararın ortadan kaldırılmasını emretmesinden dolayıdır. Zira İbni
Abbas RadıyAllah’u Anhuma’dan Rasulullah
SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’in şöyle dediği rivayet edildi:
لا
ضَرَرَ وَلا ضِرَارَ
“Ne zarar vermek
ne de zarara maruz kalmak vardır.”
Ebu Bekir ve Osman’ın
yaptıkları, zararın ortadan kaldırılmasıdır. O ikisinden her
birisi bunu Sünnete dayanarak yaptı, onu maslahat olarak
gördükleri için değil.
- Şarap içene verilen had
cezasına gelince; bu da Sünnet ile sabittir. Rasulullah
SallAllah’u Aleyhi
VeSSellem şarap içene had uygulamıştır. Enes’ten şu rivayet edilmiştir:
“Nebi
SallAllah’u
Aleyhi VeSSellem’e
şarap içmiş bir adam getirildi. İki cirit sopası ile kırk
civarında vuruldu.”
İbn Ebi Şeybe’ye ait rivayette ise:
“Rasulullah
SallAllah’u Aleyhi VeSSellem şarap içene iki ayakkabı
ile kırk defa vurdu.” Ahmed’in rivayetinde ise:
“Yaklaşık yirmi kişiye, her
birisinin cirit sopası ve ayakkabılarla iki sopa vurmasını
emretti.”
Ali’den yapılan şu rivayete gelince:
“Dedi
ki; Nebi
SallAllah’u Aleyhi VeSSellem
kırk sopa vurdu, Ebu Bekir kırk sopa vurdu, Ömer seksen sopa
vurdu.”
Bu, Rasulullah
SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’in vurdurmuş olduğu sopa kırk, sahabelerin vurdurmuş olduğu sopa da kırk
ve seksen olduğuna delâlet eder. Bu demektir ki; en azı kırk en
fazlası seksendir ve imama terk edilmiştir. Buna binaen bu,
mesalihi mürseleden değildir. Zira o, seksen sopayı maslahat
olduğu için değil, kırk sopa cezasını uygulamasının ve seksen
sopa vurma cezasını uygulamasının halifeye terk edilmiş
olmasından dolayıdır.
- Ömer’in yaptığı ise,
işlerin gözetip güdülmesi babındandır. Bu ise kendi içtihadı ve
görüşüne göre yapması halifeye terk edilmiş husustur. Zira
halife valileri kendi görüş ve içtihadına göre hesaba çeker. Bu,
halifenin valileri tayin etmesi, hesaba çekmesi, Beyt-ül Mal’dan
harcama yapması, anlaşmalar yapması v.b. gibidir. Halifenin bunu
yapması, Şeriatın onu halifeye bir hak olarak vermesinden
kaynaklanıyor. Dolayısıyla onu Şer’î hükümle yapar, maslahattan
dolayı değil. Hatta Şeriat onu halifeye hak olarak vermiştir.
Onun uygun gördüğü şey halifenin içtihadına bağlıdır.
Müslümanların nasihati ise ona yardımcı olur. Dolayısıyla
halifenin fiili, delili maslahat olan bir Şer’î hüküm değildir.
Sadece istediğini seçtiği mubahlardandır.
- Su karıştırılmış sütün
dökülmesi ise kamu hukuku babındandır. Rasulullah
SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’in yaptığı gibi pazarı teftiş etmek babındandır. Zira Rasulullah
SallAllah’u Aleyhi VeSSellem pazarda bir buğday yığını gördüğünde elini içine daldırdı. Onda nem
olduğunu gördüğünde, o yığın sahibine;
ما
هذا يا صاحب الطعام ؟
“Bu nedir, ey
yiyecek sahibi?”
diye sordu. O da “Gökyüzü onu ıslattı, ya Rasulullah” dedi.
Bunun üzerine ona dedi ki;
َا
أَفَلَا جَعَلْتَهُ فَوْقَ الطَّعَامِ كَيْ يَرَاهُ النَّاسُ مَنْ
غَشَّ فَلَيْسَ مِنِّي
“O
nemli yeri açığa çıkarıp insanların görmesini sağlayamaz mıydın?
Kim aldatırsa benden değildir.”
Dolayısıyla Ömer de sahtekârları cezalandırmak için hisbe
hükmünü yerine getiriyordu. Sütün karışmış olduğunu gördüğünde
sahtekarı cezalandırdı. Onun bu sütünü dökme cezası, ta’zir
cezası babındandır. Ta’zir cezasının takdiri imama veya kadıya
verilmiştir. O onu uygun gördüğü biçimde takdir eder. O, delili
maslahat olan bir Şer’î hüküm değildir.
- Ömer’in, bir kişinin
öldürülmesine karışmış bir topluluğu öldürtmesine gelince; onu
Ömer, olayın rivayetinde de nâss olarak geçtiği gibi ortaklaşa
yapılan hırsızlığa kıyas yaptı. Dolayısıyla o iş mesalihi
mürsele cinsinden değil, kıyas cinsindendir.
Onların sahabelerden rivayet
ettikleri bütün olaylar böyledir. Onlardan bir tanesi dahi
maslahat değildir. O olaylar sadece Şer’î delillere
dayalıdırlar. Böylelikle onların Şer’î delil varsayılarak
sahabelerin bireylerinin ameli ile delil getirmeleri geçersiz
olmaktadır.
Bunlardan açığa çıkıyor ki;
mesalihi mürselenin Şer’î delil olduğuna dair delil getirmek
için ileri sürdükleri deliller, esaslarından batıl delillerdir.
Böylece onlarla delil getirmek geçersiz olmaktadır. O zaman
delilliğine delâlet eden bir delilin olmayışından dolayı
mesalihi mürsele Şer’î delil sayılmaz. Onun için Şer’î delil
olarak itibar edilmemesi için tek başına yeterlidir.
Bununla birlikte, onların
tariflerine göre bizzat mesalihi mürselenin vakıası da onun
hüccet olmadığına delâlet etmektedir. Mesalihi mürselenin
incelenmesinden onun Şer’î delil sayılmasının birkaç yönden
fasid olduğu açığa çıkmaktadır:
1-Mesalihi
mürsele, Şer’î hükmün tarifiyle çelişmektedir. Yani Şer’î hükmün
vakıası ile çelişmektedir. Dolayısıyla onu Şer’î hüküm için
delil saymak, esasında batıldır. Zira Şer’î hüküm, Şâri’nin
hitabıdır. Şer’î hükme ister, “Şeriat Koyucunun kulların
fiilleriyle alakalı hitabıdır” diyelim, ister, “Şeriat Koyucunun
Şer’î faydayı ifade eden hitabıdır” diyelim, ister, “Allah’ın
hitabıdır” diyelim fark etmez. Hangi şekilde olursa olsun bu
tarifler Şer’î hükmün, Şâri’nin yani Allah’ın hitabı olduğu
hususunda ittifak etmiş durumdadırlar. Şeriat Koyucunun
hitabından bir delili olmayan maslahatın delil yapıldığı hüküm,
kesinlikle bir Şer’î hüküm sayılmaz. Çünkü o hükme, Şeriat
Koyucunun hitabı olan Şer’î hüküm vakıası uygun düşmemektedir.
Böylece Şeriatın kendisine delâlet etmediği maslahatı Şer’î
hükme Şer’î delil olarak kabul etmek batıldır. Çünkü maslahata
dayandırılan, Şer’î hükmün vakıasına uygun düşmemektedir.
Şöyle denilmez: “Şeriatın
bütünü ona delâlet etti” denilmez. Çünkü Şeriatın bütününe Şer’î
hükümdür denilmez. Fiilen imkânsız olduğundan dolayı, Şeriatın
bütünü hakkında cüz ile ilgili olana delâlet ediyor denilmez.
Zira bütün, cüz ile ilgili olana delâlet etmez. Dolayısıyla
Şeriatın bütünü, bu cüz ile ilgili olan için belirli bir hitaba
delâlet eden olmaz.
2-Allah’u Teâlâ şöyle dedi:
وَمَا آتَاكُمْ الرَّسُولُ فَخُذُوهُ
“Rasul size ne verdi/getirdi ise onu alın. Sizi neden nehyetti
ise onu terk edin.”
Aklın ileri sürdüğü mesalihi mürseleyi Rasul getirmedi. Çünkü
akıl onu belirli bir nâsstan anlayarak değil de kendinden ileri
sürmüştür. Onun için mesalihi mürseleyi delil olarak kabul
edenler diyorlar ki; “Şeriat koyucu, maslahatsız bir şeye izin
vermez, zararlı olmadıkça da bir şeyi yasaklamaz. Dünya
işlerindeki maslahatın yönünü beşer aklı idrak edebilir ve
bilebilir. Sonra da her ne kadar açık özel bir nâss ile gelmemiş
olsa da Şeriat Koyucunun emri ile onu terk eder.” Bu durumda
onlar, Şeriatın sadece maslahat getirmiş olması varsayımına
binaen aklı, maslahat ve zararlı olanı anlamaya muktedir kabul
ediyorlar. Dolayısıyla onlara göre akıl, mesalihi mürseleyi
ileri sürendir. Aklın ileri sürdüğü şeyin, Şer’î hüküm olarak
alınması, onu Rasulullah
SallAllah’u
Aleyhi VeSSellem
getirmediği için caiz değildir. Çünkü
الرسول
وَمَا آتَاكُمْ
“Rasul size ne getirdi ise…” tabirinin mefhumu, Rasulden
başkasının getirdiğini almayın. “Rasul” kelimesi, anlaşılır bir
vasıftır, câmid isim değil yani lakab değil. Dolayısıyla onun
mefhumu muhalefeti olur. Manası da; Rasul’ün getirmediği her
hususun alınması caiz değildir. Dolayısıyla aklın getirdiği
sürdüğü hüküm alınmaz.
3-Allah’u Teâlâ diyor ki:
فَلا وَرَبِّكَ لا يُؤْمِنُونَ حَتَّى يُحَكِّمُوكَ فِيمَا شَجَرَ
بَيْنَهُمْ
“Rabbine yemin olsun ki, aralarında çıkan ihtilaflarda seni
hakem kılmadıkları ... müddetçe iman etmiş olmazlar.”
وَمَنْ لَمْ يَحْكُمْ بِمَا أَنزَلَ اللَّهُ فَأُوْلَئِكَ هُمْ
الظَّالِمُونَ - الْفَاسِقُونَ - الْكَافِرُونَ “Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler, zâlimlerdir, -fasıklardır,-kâfirlerdir.”
وَلا تَتَّبِعُوا السُّبُلَ فَتَفَرَّقَ بِكُمْ عَنْ سَبِيلِهِ
“Şüphesiz bu, benim dosdoğru yolumdur, buna uyun,
(başka) yollara uymayın. Zira o yollar sizi Allah’ın yolundan ayırır.”
Buna göre mesalihi mürseleyi, Şer’î delil yapmak, Rasulullah
SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’in Kitap ve Sünnetten getirdiğinden başkasını hakim kılmaktır. Bu ise
Allah’ın indirdiğinden başkası ile hükmetmektir. Hatta aklın
ileri sürdüğü ile hükmetmektir. Bu Şeriattan başkasına tabi
olmaktır, çünkü o akıla tabi olmaktır. Bu ise, yukarıdaki
ayetlerin nâssına ters düşmektedir. Onun için mesalihi mürseleyi
Şer’î delil yapmak caiz olmaz.
4-Biz
sadece Rasulullah
SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’e
tabi olmakla emrolunduk. Allah’u Teâlâ şöyle dedi:
قُلْ
إِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ اللَّهَ فَاتَّبِعُونِي يُحْبِبْكُمْ
اللَّهُ “Eğer Allah’ı
seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin.”
Rasul sadece vahiyden bir şey
getirir. Zira Allah’u Teâlâ şöyle dedi:
وَمَا
يَنْطِقُ عَنْ الْهَوَى (3) إِنْ هُوَ إِلا وَحْيٌ يُوحَى
“O, kendi hevasından bir söz söylemez. O, kendisine bildirilen
vahiyden başkası değildir.”
قُلْ
إِنَّمَا أُنذِرُكُمْ بِالْوَحْيِ
“De ki, ben sizi ancak vahiy ile uyarıyorum.”
Dolayısıyla biz vahiyle
gelene tabi olmakla emrolunduk. Bunun mefhumu muhalifi; biz
vahiyle gelmeyene tabi olmaktan nehyolunduk, demektir. Yani
Rasulden başkasına tabi olmaktan nehyolunduk demektir. Mesalihi
mürseleyi Şer’î delil yapmak ise akıla tabi olmaktır,
dolayısıyla o Rasulden başkasına tabi olmaktır. Böylece onun
delâlet ettiği şey Şer’î hüküm olmaz. Dolayısıyla mesalihi
mürselenin Şer’î delil olması caiz olmaz.
5-Allah’u Teâlâ şöyle diyor:
الْيَوْمَ أَكْمَلْتُ لَكُمْ دِينَكُمْ وَأَتْمَمْتُ عَلَيْكُمْ
نِعْمَتِي ورضيت لكم الإسلام دينا
“Bugün sizin için dinimi kemale erdirdim, üzerinizdeki nimetimi
tamamladım. Sizin için din olarak İslâm’dan razı oldum.”
Bu ayet gayet
açık olarak Allah’u Teâlâ’nın dinini kemale erdirdiğini
belirtmektedir. Kendisine delâlet eden bir delil olmadığından
dolayı Şer’î delil olmaksızın aklın kendisine delâlet ettiği
maslahatlar olduğu halde, mesalihi mürseleyi delil yapmanın
manası; “İslâm Şeriatı kâmil değildir, noksandır
demektir.
Çünkü Şeriatta kendileri için bir delilin bulunmadığı bir takım
ameller vardır, akıl gelip onlardaki maslahatı açıklayarak
onlara delili açıklamıştır. Böylece mesalihi mürsele, noksanlığı
sabit olduktan sonra Şeiratı tamamlamış olmaktadır”
demektir. Bu ise, ayetin açık nâssı ile çelişmektedir ve
Şeriatın vakıasına ters düşmektedir. Zira vakıadan her şeyin
mutlaka bir Şer’î hükmü vardır. Şer’î hükümle çözümlenmeyen bir
sorun yoktur. Dolayısıyla mesalihi mürselenin Şer’î delil olarak
itibar edilmesi, Kur’an’la ve Şeriatın vakıası ile
çelişmektedir.
6-Onlar,
mesalihi mürsele hakkında; mürsele/kopuk olabilmesi için, bizzat
kendisinin ve cinsinin/çeşidinin itibar edildiğine delâlet eden
bir nâssın Şeriatta geçmesini şart koşarlar. Onların bu, ona ait
Şeriattan belirli bir delilin olmamasını şart koşmaları,
mesalihi mürselenin itibarından düşmesi için yeterli olmaktadır.
Çünkü Şeriattan kendisine delâlet eden bir delilin geçmemesi,
onun reddedilmesi için yeterlidir. Çünkü alınması kast olunan
hüküm, Şeriatın hükmüdür, aklın hükmü değil. Zira onun Şeriattan
olduğuna itibar edilmesi için, ona delâlet eden bir delilin
geçmesi kaçınılmazdır. Dolayısıyla Şeriattan bir nâssın ona
delâlet etmemesinin şart koşulması, mesalihi mürselenin Şer’î
olmasının nefyedilmesi için ve Şer’î sayılmaması için
yeterlidir.
Mesalihi mürselenin, Şeriatın
maksatlarından anlaşılıyor olmasına gelince: Şeriatın
maksatları, anlaşılan bir nâss değildir ki, onlardan anlaşılan
bir delil olsun. Dolayısıyla Şer’î hükme delil getirme hususunda
Şeriatın maksatlarından anlaşılanın bir değeri yoktur. Ayrıca
“Şeriatın maksatları” olarak isimlendirilenden kast olunan,
nâssların kendisine delâlet ettiği husustur; zinanın haram
kılınması, hırsızlığın haram kılınması, insanın öldürülmesinin
haram kılınması, şarabın haram kılınması, İslâm’dan dönmenin
haram kılınması gibi. Zira bunlar, Şeriatın maksadı değildir,
sadece kulların fiilleri için hükümlerdendir. Bunlar hakkında
nâssların delâlet edileni/anlamı sınırında durulur. Şeriatın
maksadından kast edilen, Şeriatın tamamının hikmeti ise, yani
Rasul’ün kullar için rahmet olarak gönderilmesinin hikmeti ise,
o bir hikmettir, illet değil. Hikmet ise, meydana gelebilir de
gelmeyebilir de. Dolayısıyla farklı olması mümkün olduğu için o,
kendisi ile delil getirilen bir asıl olarak alınmaz. Bunun için
“Şeriatın maksatları” olarak isimlendirilenden anlaşılanın,
Şer’î delil sayılması uygun değildir.
Bütün bunlardan, mesalihi
mürseleye Şer’î delil olarak itibar etmenin batıl oluşu açığa
çıkmaktadır. Dolayısıyla Şer’î delillerden bir delil olması
uygun değildir. Ancak İmam Malik RadıyAllah’u Anhu
gibi bir müçtehit onunla delil getirdiğinde, onun gereği
istinbat edilen hüküm, Şer’î bir hüküm sayılır. Çünkü vehmedilen
bir delil olsa da, onun hakkında şüpheli delil vardır.