DELİL OLMADIĞI HALDE DELİL SANILANLAR


4-Mesalihi Mürsele:
 

Bazı imamlar ve müçtehitler maslahata Şer’î delil olarak itibar etmişlerdir. Maslahatı üç kısma ayırıyorlar. Zira şöyle diyorlar:

“Maslahat, Şeriatın onamasına göre üç kısımdır:

1-Şeriat, onu itibar ederek onamıştır. Dolayısıyla o hüccettir. Meydana gelmesi, nâssın ma’kulundan/akledilişinden ve icmâdan hüküm çıkarmak olan kıyasa bağlıdır.

2-Şeriatın batıl oluşunu onadığı husustur. Bu, âlimlerden birisinin halifelerden birisine, her ramazan günü oruçlu iken cima etmesi üzerine, kesintisiz ardarda iki ay oruç tutması gerektiğini söylemesi gibidir. O halifenin mâli durumu elverişli olduğu halde ona köle azad etmesini emretmemesinden dolayı o âlime itiraz edilince şöyle demiştir: “Ona öyle emretseydim, şehvetinin gereğini yerine getirmeye engel teşkil etmek hususunda köle azad etmeyi küçümseyerek ona kolay gelirdi. Onu bundan engellemek için kefaret orucunun vacib kılınmasında maslahat vardır.” Bu söz, Sünnetin nâssına muhalif olması nedeni ile batıldır. Çünkü Rasulullah SallAllah’u Aleyhi VeSSellem ramazanda oruçlu iken hanımı ile cinsî münasebette bulunduğunu söyleyen bir Araba şöyle demiştir:   فأعتق رقبة  قال ليس عندي قال  صُمْ شَهْرَيْنِ مُتَتَابِعَيْنِ قَالَ لا أُستطيع قَالَ أَطْعِمْ سِتِّينَ مِسْكِينًا    “Bir köle azad et. Dedi ki; ‘Bende yok’. Rasul dedi ki; İki ay ardarda kesintisiz oruç tut. Dedi ki; ‘Yapamam.’ Rasul dedi ki; Altmış miskine yemek ver.”[1]       Bu hadiste tertibe dair kuvvetli bir delâlet vardır.

3-Şeriattan belirli bir nâssın hem batıl oluşunu hem de itibar edilmesini onamadığı maslahattır. İşte buna “mesalihi mürsele” denir.” Dediler ki:

“Maslahat, okuma yazmanın öğrenilmesi gibi belirli bir nâss ile bizzat gelmişse veya her çeşit marufun emredilmesi ve bütün münker çeşitlerinin nehyedilmesi gibi çeşidinin itibarını Şeriatın onayladığına dair genel bir nâss ile gelmişse, işte bu iki durumda o maslahat mesalihi mürseleden sayılmaz. Çünkü o zaman maslahat kıyasa bağlı olur. Fakat mesalihi mürsele, delilden kopuk olandır. Yani hakkında bir delil bulunmayandır. Fakat o, Şeriatın maslahatların sağlanması ve zararların giderilmesi için gelmiş olması genelliğinden alınmıştır.”

Dolayısıyla onlara göre; “Mesalihi mürsele; bizzat kendisinin ya da çeşidinin itibar edilmesine dair Şeriatta bir nâssın geçmediği bir maslahattır. Dolayısıyla o, delilden uzak yani kopuktur. Fakat ona itibar edilmesine, Şeriatın nâssları küllî şekilde delâlet etmiştir. Böylece bir olay ve benzeri durumlarda Şer’î nâss olmadığında Şer’î hükümler mesalihi mürsele esasına bina edilirler. Dolayısıyla maslahat delil olmaktadır. Bununla fakih, kendisinde baskın bir maslahat olan her amelin, Şer’an talep edilmiş olduğuna –buna delâlet eden özel bir Şer’î nâssa gereksinim duymaksızın- hükmedebilir.”

Fakat onlar, Şer’î maslahatlar ile Şer’î olmayan maslahatları birbirisinden ayırt etmişlerdir. Şöyle demektedirler:

“Delil olmaya uygun olan maslahatlar, Şeriatın maksatlarıyla uyumlu olan maslahatlardır. Şeriatın öncelikli maksadı, beş zaruriyetin rükünlerinin korunmasıdır. Onlar da; Dinin korunması, canın korunması, aklın korunması, malın korunması ve neslin korunmasıdır. Nitekim ilahi Şeriatlar bu beş rüknün saygınlığının ve korunmasının vacib oluşunda ittifak etmişlerdir. Bunlardan diğer maslahatlar çıkar ve akıl onun maslahat olduğunu anlar. Böylece onun maslahat oluşunun aklın takdirine göre olması Şer’î delil olmaktadır. Zira Şeriatın maslahatlarına götüren ve o maksatların gerçekleşmesine yardımcı olan her şey, maslahattır. Maslahat hakkında, kıyasa muhalif olması şart koşulmaz. Bilakis kıyasa muhalif de olabilir, orijinal Şer’î delil de olabilir.”

Mesalihi mürseleyi savunanlar, onu kati olmayan Şer’î nâssları tahsis eden saymaktadırlar. Mesela; Rasulullah SallAllah’u Aleyhi VeSSellem şöyle diyor: الْبَيِّنَةَ عَلَى الْمُدَّعِي وَالْيَمِينَ عَلَى الْمُدَّعَى عَلَيْهِ    “Beyyine/ispat vasıtası delili iddia eden getirir.”[2]   Mesalihi mürseleyi savunanlara göre; bir kişi başka birisinde malı olduğunu iddia eder ispatlamaktan aciz olursa, iddia edilenden yemin etmesi talep edilir. İddia edilen ile iddia eden arasında bir arkadaşlık olmadıkça iddia edilene yemin ettirmeyi uygun bulmazlar. Ta ki sefihler, faziletlilere karşı cüretkâr olmasınlar, zira bu onları yalan iddia ile mahkemelere akın etmelerini sağlar. Böylece mesalihi mürseleyi Kitap ve Sünnet gibi bizzat asıl sayıyorlar, hatta onu, nâssı katî olmadığında Kitap ve Sünneti tahsis eden kılıyorlar.

Onlar Şeriatın hükümlerinde mutlaka maslahat getirdiğine karar vermişlerdir.  O maslahat nâssla gelmişse bilinir, nâssla bilinmezse, Şeriattaki genel nâsslar ile talebi bilinir. Onlara göre; “Müçtehit bununla; içerisinde zararı olmayan ya da yararı zararından daha büyük olan bir maslahat olan her amelin, özel bir şahide/delile gereksinim duymaksızın talep edilen olduğuna hükmedebilir. İçerisinde maslahat değil de zarar olan veya kötülüğü yararından daha büyük olan bir hususun, özel bir nâssa gereksinim duymaksızın nehyedilmiş olduğuna hükmedebilir.”

Dediler ki; “Şeriat Koyucunun kulların maslahatını kast ettiğini görüyoruz. Muamelat hükümleri, maslahat nerede ise onunla birlikte dönmektedirler. Zira bir durumda yasaklanan bir şeyde bir maslahatın olmadığını, onda bir maslahat olduğunda ise caiz olduğunu görmektesin. Bir müddete kadar dirhemin dirhemle değişimi sözleşmelerde yasaklanması ve borç vermekte ise caiz olması gibi, Şeriat koyucu nâsslarda, nâssların haddinde/sınırında durmayı değil, manalara tabi olmayı kast etmiştir.”

Onlar maslahatları Şer’î delil yapmanın, heva-hevese tabi olmayı Şer’î delil yapmaya götüreceği itirazına karşı savunma yapmışlardır. Zira heva-heves ile maslahatlar arasındaki irtibatla ilgili olarak, o ikisi arasında bir ayrılmazlığın sabit olmadığını kabul etmişlerdir. Zira Şeriatın belirlemiş maslahatlarında yalın heva-hevesler ve şehvetler gözetilmez. Muteber maslahatlar, dünya hayatının Ahiret hayatı için düzenlenmesi bakımından itibar edilmektedirler, maslahatların sağlanması hususunda nefislerin hevası bakımından değil. Çünkü Şeriat, mükellefleri heva heveslerinin cazibelerinden kurtarmak için gelmiştir.

Zira Allah’u Teâlâ şöyle diyor:       وَلَوْ اتَّبَعَ الْحَقُّ أَهْوَاءَهُمْ لَفَسَدَتْ السَّمَاوَاتُ وَالأرْضُ وَمَنْ فِيهِنَّ  “Eğer hak, onların arzu ve isteklerine uysaydı, mutlaka gökler ve yer ile bunlarda bulunanlar bozulur giderdi.”[3]

Mesalihi mürselenin delil olarak alınmasına dair iki delil ileri sürülüyor:

1-Şeriat Koyucu, hükümlerin cinsi hakkında, maslahatların cinsine itibar etmiştir. Maslahatların cinsine itibar edilmesi, fertlerinden bir fert olması nedeni ile bu maslahatların itibar edilmesi zannını gerektirir. Dolayısıyla mesalihi mürsele, Şeriat Koyucunun itibar ettiği hususlardan olmaktadır.

2-Sahabelerin RadıyAllah’u Anhum durumlarını inceleyen kimse, onların olaylarda yalnızca maslahatlarla yetindiklerine, başka bir hususu aramadıklarına kani olur. Bu ise onların maslahatları kabulüne dair onların bir icmâsıdır. Sahabelerin mesalihi mürseleye dayanarak amel ettiklerini söyledikleri bir takım ameli rivayet ediyorlar. Bunlardan birkaç tanesi şunlardır:

a- Rasulullah SallAllah’u Aleyhi VeSSellemin sahabeleri, onun zamanında olmayan bir takım hususları yapıyorlardı. Mesela; Ebu Bekir, Kur’an’ı bir mushafta topladı. Osman, belirlediği bir nusha dışındaki nushaların imha edilmesini emretti. Bunlar Rasulullah SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’in zamanında yoktu. Fakat Ebu Bekir ve Osman’ın gördükleri maslahat onları o ameli yapmaya zorunlu kıldı. Bunun üzerine onu yaptılar. Zira Kur’an hafızlarının ölmesi ile Kur’an’ın unutulmasından korkuyorlardı.

b- Rasulullah SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’in sahabeleri, ondan sonra maslahatlara ya da mesalihi mürseleye dayanarak şarap içenin haddinin seksen sopa olduğunda ittifak etmişlerdir.

c- Ömer b.Hattab, malları hakkında töhmetli olan valilere, özel mallarını, vilayet otoritesiyle elde ettikleri mallarına katmalarını şart koşuyordu.

d- Rivayet edildi ki; Ömer, su karıştırılmış sütün tamamını, sahtekârı cezalandırmak için döktü. Bunu da satıcıların insanları aldatmamaları için genel maslahat kapsamında yapmıştır.

e- Ömer b. Hattab’tan nakledildi ki; o, bir kişinin öldürülmesine ortak olan bir topluluğu öldürtmüştür. Çünkü maslahat bunu gerektiriyordu. Zira bu konuda bir nâss da yoktu.

Savunmalarına göre mesalihi mürselenin vakıasının özeti budur ve delilleri budur. Delillerinin incelenmesine gelince: Birinci delil iki yönden fasittir:

1- Şeriat Koyucunun, hükümlerin cinsi hakkında maslahatların cinsine itibar eder iddiası, esasında batıl bir iddiadır, Şeriattan bir senedi yoktur. Zira hükümlerin cinsi hakkında itibar edildiğine delâlet eden ne Kitaptan ne de Sünnetten bir nâss gelmemiştir. Aynı şekilde bu hususta Sahabelerin İcması da oluşmamıştır. Mademki; bu Şeriat Koyucunun getirdiği ne Kitapta ne Sünnette ne de Sahabelerin İcmasında sabit olmuştur, o halde bu iddia esasında batıl olmaktadır.

Allah’u Teâlâ’nın şu sözü ise;  وَمَا أَرْسَلْنَاكَ إِلاَ رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ “Biz seni ancak alemlere rahmet olarak gönderdik.”[4]    Bu, hem sîga hem de mana bakımından illetlik ifade etmez. Zira bu Allah’u Teâlâ’nın şu sözü gibidir:  وَمَا جَعَلَهُ اللَّهُ إِلاَ بُشْرَى   “Allah bunu sadece müjde olsun ... diye yapmıştır.”[5]  Dolayısıyla (Enbiya:107.) ayetinden kast edilen, Rasulullah SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’e İslâm’ın gönderilmesinden hâsıl olan neticenin, insanlar için rahmet olmasıdır. Buna göre Şeriatın âlemlere rahmet olması, Şeriatın konulmasının illeti değildir, sadece Şeriattan hâsıl neticedir. Buna binaen, Şeriat Koyucu Şer’î hükümlerin cinsi hakkında, maslahatların cinsine itibar etmemiştir. Çünkü maslahatları, Şeriatın Konulmasına ve Şer’î hükümlerin cümlesine illet yapmamıştır. Dolayısıyla mesalihi mürsele için Şeriata göre herhangi bir itibar olmaz.

2-Kitap ve Sünnetten Şer’î nâsslar, kula ait belirli bir fiille alakalıdır. Zira onlar, bu fiil hakkında Şeriatın hükmüne Şer’î delildirler. O Şer’î nâsslar, maslahat ve zararla alakalı değildirler, maslahat ve zarara delil olarak gelmediler. Zira Allah’u Teala şöyle derken;   فَرِهَانٌ مَقْبُوضَةٌ   “Alınmış bir rehin de yeterlidir.”[6]   إِذَا تَدَايَنتُمْ بِدَيْنٍ إِلَى أَجَلٍ مُسَمًّى فَاكْتُبُوهُ “Belirlenmiş bir süre için birbirinize borçlandığınız vakit onu yazın.”[7]  وَأَشْهِدُوا إِذَا تَبَايَعْتُمْ  “Alış-veriş yaptığınızda şahit tutun.”[8] Sadece rehinin hükmünü ve borcu yazmanın hükmünü açıklıyor. Bunun maslahat olup olmadığını ne açıkça ne de delâlet olarak açıklamıyor. Nâssı, bu hüküm maslahattır ya da değildir noktasına uzaktan yakından hiçbir şekilde getirmiyor. O halde neye dayanarak bu maslahatların Şer’î delil sayılabilmesi için, Şeriatın onlara delâlet ettiği söyleniyor?!.

Aynı şekilde Şer’î illetlerin de Şer’î nâsslar gibi, kulun fiili ile alakalı olarak, bu fiil hakkında Şeriatın hükmünün illetine delil olarak gelmişlerdir. Onlar da maslahat ve zararı açıklamıyorlar. Bilakis, hüküm için illet yaptıkları belirli bir manayı açıklıyorlar. O manaya kesinlikle maslahat ya da zarar denilmez. Zira Allah’u Teâlâ şöyle derken;    كَيْ لاَ يَكُونَ دُولَةً بَيْنَ الآغْنِيَاءِ مِنْكُمْ “Mallar sadece içinizde zenginler arasında dolaşan bir devlet olmasın.”[9]    لِكَيْ لا يَكُونَ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ حَرَجٌ فِي أَزْوَاجِ أَدْعِيَائِهِمْ     “Ki evlatlıkları, karılarıyla ilişiklerini kestiklerinde (o kadınlarla evlenmek isterlerse) mü’minlere bir güçlük olmasın.”[10]  وَالْمُؤَلَّفَةِ قُلُوبُهُمْ    “... ve gönülleri (İslâm’a) ısındırılacak olanlara.”[11] Sadece malın fakirlere dağıtılmasını illetinin, zenginler arasında dolaşmasını engellemek olduğunu açıklıyor. Rasul’ün Zeyneb ile evlendirilmesinin illetinin, evlatlığın boşanmış karısı ile evlenmenin mubah olduğunun açıklanması olduğunu açıklıyor. Zekât malından kalpleri ısındırılacak olanlara verilmesinin illetinin, onların kalplerinin ısındırılmasına devletin ihtiyaç duyması olduğunu açıklıyor. Bu illetin maslahat ya da zarar olduğunu açıklamıyor. Maslahata uzaktan yakından hiçbir şekilde bakmıyor. O halde neye dayanarak, bu maslahatların Şer’î delil sayılması için, Şeriatın ona delâlet ettiği söyleniyor?!.

İster bir illet ile illetlenmiş olarak gelsin ister ise illetlenmemiş olarak gelsin, Şer’î hükümlere delâlet eden Şer’î nâsslar sadece, kulun fiili hakkında Allah’ın hükmünü açıklayan belirli bir takım manalara delâlet etmektedirler. Maslahatların sağlanması ve zararların giderilmesi için gelmemişlerdir. Zira bu nâsslarda maslahat ve zarara bir yer yoktur. Çünkü nâsslar ona delâlet etmemektedirler.

Şöyle denilmez: “Cuma ezanı okunduğunda alış-verişin haram kılınması maslahattır, Petrol kuyularının kamu mülkiyeti olması maslahattır, kısas maslahattır” denilmez. Aynı şekilde, “Zinanın haram kılınması fesat kaynağının yani zararın önlenmesidir, Müslümanlara karşı casusluk yapmanın haram kılınması zararın önlenmesidir, faizin haram kılınması zararın önlenmesidir” denilmez.

Böyle denilmez. Çünkü Allah öyle demedi. Buna delâlet eden bir delil yoktur. Çünkü Allah bu hükümleri Şer’î nâsslar ile koymuştur. Onlardan bir kısmı, Şeriatın belirlediği bir illetle illetli olarak gelmiştir, bir kısmı da illetli olmayarak gelmiştir. Onlardan illetli olarak gelenlerden herhangi bir hüküm için illet, maslahatın sağlanması ve giderilmesi değildir.

- Cuma namazı ezanı okunduğunda alış-verişin haram kılınması, Şer’î nâsstan, namazdan alıkoymak olduğu anlaşılan bir illetten dolayıdır. Bu alıkoyma, Şer’î nâssın getirmesinden dolayı illettir, yoksa onun bir maslahatın sağlanması ya da bir zararın önlenmesi olduğundan dolayı değil. Dolayısıyla burada maslahat ve zararın varlığına hatta bahsine bir yer yoktur

- Petrolün kamu mülkiyeti olması, Şer’î nâsstan çok miktarda su gibi bitmeyen madde olması anlaşılan bir illetten dolayıdır. Zira petrolün bitmeyen çok miktarda maden oluşunun illet olması, Şer’î nâssın onu getirmesinden dolayıdır, onun bir maslahat olması ya da bir zararı önlemesinden dolayı değil. Zira burada maslahat ve zararın varlığına hatta bahsine bir yer yoktur.

İşte ileri sürülen bütün Şer’î illetler ve bütün illetli hükümler böyledir. Onlar maslahat veya zarar oluşlarından dolayı değil de sadece Şeriatın getirmiş olmasından dolayı itibar edilen belirli illetlerdir. Onun için illetli hükümlerde ve onların illetlerinde maslahatın sağlanmasına ve zararın önlenmesine kesinlikle bir varlık yoktur. Bu izahat, illetli olarak gelen hükümler ile ilgili idi.

İlletli olmaksızın gelen hükümlerde de aynı şekilde maslahatın sağlanmasına ve zararın önlenmesine delâlet eden bir şey kesinlikle yoktur. Zira zinanın haram kılınması, Müslümanlara karşı casusluğun haram kılınması, faizin haram kılınması hükümlerinin delillerinde maslahat ve zarara delâlet eden bir husus kesinlikle geçmemiştir.

Dolayısıyla şöyle denilmez: “Zina zararı engellemek için haramdır, casusluk zararı engellemek için haramdır, faiz zararı engellemek için haramdır.”

Böyle denilmez. Çünkü o öyle değildir. Ona herhangi bir şekilde delâlet eden bir husus kesinlikle yoktur.

Buna binaen; “Şeriat hükümlerin cinsi hakkında maslahatların cinsine itibar etmiştir” iddiası; Şer’î hükümlerde kendisine delâlet eden bir hususun olmadığı batıl bir iddiadır. Ne illet olmayan hükümlerde hatta ne de hükümlerin illetinde buna delâlet eden bir husus vardır.

Bunun için; “Yararlı olduğu için ithalatı serbest bırakmak gerekir, zararlı olduğunda ise yasaklamak gerekir, demek caiz olmaz. Aynı şekilde zina, zararı gidermek için haram kılındı, Cuma ezanı okunduğunda kira sözleşmesi yapmak zararı gidermek için haram kılındı, nehirler maslahat olduğu için kamu mülkiyeti kılındı, cihat maslahat olduğu için farz kılındı” denilmez.

Böyle denilmez. Çünkü Şer’î nâss kesinlikle bunu demiyor. Şer’î nâsstan bu, hem mantuk olarak hem de mefhum olarak anlaşılmaz. Dolayısıyla böylesi iddia Allah’a iftiradır ve vakıaya muhalefettir.

Şeriatın nâssları, hem hükme delaletlerinde hem de hükmün illetine delaletlerinde bir maslahat için geldiklerine delâlet etmediklerine göre; nâssların, maslahatların bizzat kendilerine ya da nevilerine/çeşitlerine delâlet ettiğinin söylenmesi caiz olmaz. Çünkü Şer’î nâsslarda bundan bir şey kesinlikle geçmemektedir.

Bununla; “Şer’î nâsslar maslahatların bizzat kendilerine ya da çeşitlerine delil olarak gelmiştir.” sözünün batıllığı açığa çıkmaktadır. Çünkü Şer’î nâsslar maslahatların hem bizzat kendilerine hem de çeşitlerine delâlet etmemektedirler. Dolayısıyla bu maslahatlar Şer’î delil sayılmazlar.

“Bizzat kendileri veya çeşitlerinin itibar edilmesiyle ilgili olarak Şeriattan bir nâssın geçtiği maslahatlar vardır” sözlerinin batıl olması bakımından durum böyle olduğuna göre; Şeriatta kendilerine bir nâssın geçmediği maslahatların Şer’î delil sayılmamaları evlâ babındandır. Yani onlara Şer’î delil olarak itibar edilmesinin batıl olması evlâ babındandır, ayrıca onun üzerine bina olunanlar da batıl olur. Zira temel batıl olunca ona bina edilenler de batıl olur. Yani Şer’î nâsslarda geçen hususta maslahatın varlığı batıl olduğuna göre; mesalihi mürsele de -Şeriat hükümlerin cinsi hakkında maslahatın cinsini belirlemiştir- sözüne bina edildiğine göre, üzerine bina edilen husus da batıl olur. Yani mesalihi mürselenin Şer’î delil olarak itibar edilmesi batıl olur.

Bu iki yön, onların ilk delillerinin batıl oluşuna delâlet etmektedir. O ilk delil; “Mademki Şeriat hükümlerin cinsi hakkında maslahatların cinsine itibar etmiştir, kendisine delâlet eden bir delilin gelmediği maslahat da Şeriat Koyucunun cinsine itibar ettiği maslahatların fertlerinden bir ferttir. O halde Şeriat Koyucunun itibarına dâhil olur.” Bu delil batıldır. Çünkü Şeriat Koyucu, maslahatı külli olarak Şeriatın konulmasına illet yapmamıştır, onu Şeriatın hükümlerinden herhangi bir hüküm için de illet yapmamıştır. Yani hükümlerin cinsi hakkında maslahatın cinsine itibar etmemiştir.

Hükmün kendisinin, gücü yeten ihtiyaç sahibine çalışmanın vacib olması gibi bir maslahatı sağlıyor olması ya da rüşvetin haram kılınması gibi bir zararı gideriyor olmasına ya da illetin kendisinin, toplumun ihtiyaçlarından olanın kamu mülkiyeti olması gibi bir maslahatı sağlıyor olması ya da varisi öldürmenin mirastan alıkoyan olması gibi bir zararı gideriyor olmasına gelince: Bunların hepsi de Şeriat Koyucunun hükümlerin cinsi hakkında maslahatların cinsine itibar ettiğine dair delil olmaya uygun değildir. Çünkü Şer’î hükmün kendisinin delil olması uygun olmaz. Çünkü Şer’î hükmün kendisi, kendisine delâlet edendir/sonuç olarak çıkartılandır. İllet de aynı şekilde delil olmaya uygun değildir. Çünkü illetin kendisi de sonuç olarak çıkartılandır. Bunun için Şer’î hükmün, bir şeyin maslahat ya da zararı gidermek olduğuna delâlet ettiğini varsaysak dahi, hükmün bu delaletine Şer’î delil olarak itibar edilmez. Çünkü Şer’î delil; hükme dâhil olarak gelen nâsstır, hükmün kendisi değildir. Aynı şekilde, Şer’î illetin, bir şeyin bir maslahat olduğuna delâlet ettiğini varsaysak dahi, illetin bu delâleti Şer’î delil olarak itibar edilmez. Çünkü Şer’î delil, illet hakkında delil olarak gelen nâssın kendisidir, illetin kendisi değil. Buna binaen hükmün veya illetin maslahata veya zararın giderilmesine delaleti, maslahat veya zararın giderilmesine delil olmaz. Dolayısıyla onların delaleti Şeriatın delaleti olmaz. Böylelikle o delâlet, Şeriatın ‘hükümlerin cinsi hakkında maslahatların cinsine itibar etmiş olduğuna’ dair hüccet olmaya uygun değildir.

Ayrıca hükmün veya illetin kendisine delâlet ettiği hususun maslahat veya zararın giderilmesi sayılması sadece Müslüman nazarında ve İslâm toplumundadır. Müslüman olmayan öyle görmez. Çünkü bir şeyin maslahat veya zarar oluşu sadece hayata bakış açısına bağlıdır. Şöyle ki; fikirler mefhumlaştığında insanın davranışlarına etki ederler. İnsanın davranışlarının mefhumlarına göre yürümesini sağlarlar. Böylece insanın hayata bakışının değişmesine bağlı olarak maslahatlara bakışı değişir. Zira insanın bir şeyi maslahat sayması ya da maslahat saymaması, sadece hayata bakış açısına bağlıdır. Bunun için onlar, Müslüman’ın bakış açısına göre maslahattırlar, Müslüman olmayanın bakış açısına göre maslahat değildirler. Şeriat ise sadece insan için gelmiştir, dolayısıyla hakkında maslahattır denilen husus insandaki vakıasına göre maslahattır, sadece Müslüman’ın bakış açısına göre değil. Buna göre, Şeriat “bu bir maslahattır” demişse, o bütün insanlar nezdinde maslahattır. Onun için Şeriat “bu hüküm bir maslahattır ya da bir zararın giderilmesidir” veya “bu illet bir maslahattır veyahut bir zararın giderilmesidir” demedi. Ancak bir maslahat olup olmadığını zikretmeksizin sadece ne olduğunu açıklayarak “hüküm şöyledir” dedi.

Böylece hükmün kendisi, bir maslahata ya da bir zararın giderilmesine delâlet etmemiş olur. Onu öyle yorumlayıp söyleyen ancak Müslüman’dır. Bu hükümlerin ve illetin de, hükümler hakkında onların bir maslahat olduğunu veya bir zararı gidermek olduğunu söylemediklerini de tespit etmektedir.

Ayrıca Müslüman kendisi İslâmî olmayan toplumda bazı hükümlerde dünyevi bir maslahat görmez. Çünkü o hükümler ona bir menfaat sağlamazlar. Mesela; kapitalist toplumda faiz, ticari hayatta ve iktisadi hayatın tamamında çok önemli bir cüz sayılır. Müslüman faizle işlem yapmama hükmüne bağlandığında, bu onu zarara sürükler ya da en azından kazancının az olmasını sağlar. Dolayısıyla bunu kendisi için bir dünyevi maslahat olarak görmez, o hükümle ancak Şer’î hüküm olduğu için amel eder. Bununla da Şer’î hüküm veya Şer’î illetten herhangi birisi bir maslahata delâlet etmiş olmaz.

Böylelikle Şeriat Koyucunun hükümlerin cinsi hakkında, maslahatların cinsine itibar ettiği iddiası, açıkça kesin olarak nefyedilmektedir. Bu nefyedilince, ona bina edilmiş olduğundan mesalihi mürsele de nefyedilmiş olur.

Onların delillerinden ikincisine gelince; bu da iki yönden fasittir:

1-Onların sahabe icmâsı olarak kendisiyle delil getirdikleri husus, icmâ değildir. O sadece sahabelerin fertlerinin fiilidir, onlar sahabeden pek çok sayıda ferdin fiili ile delil getirmişlerdir. Sahabeden fiiller rivayet edip, “Sahabeler bu fiilleri mesalihi mürseleye dayanarak yaptılar” diyorlar. Bu bir icmâ sayılmaz, hatta sükûti icmâ dahi sayılmaz. Çünkü her ne kadar sahabelerden pek çok kişinin amelleri olsalar da, onlar farklı sahabelerin farklı amelleridirler, sahabelerin hakkında icmâ ettikleri veya sükût ettikleri tek bir amel ya da tek bir söz değildirler. Bunun için o bir icmâ sayılmaz, sadece fertlerin ameli sayılır. Sahabelerin bireylerinin fiili ise kesinlikle bir Şer’î delil sayılmaz. Onlar kendileri de o fiili, sahabelerden fertlerin ameli olarak getirmişlerdir, Sahabelerin İcması olarak değil. Buna binaen sahabelerden bir takım fertlerin mesalihi mürseleye Şer’î delil olarak itibar edip ona göre davrandıkları varsayımı ile o Şer’î delil sayılmaz.

2-Sahabelerin, mesalihi mürseleye Şer’î delil olarak itibar ettikleri iddiası doğru değildir. Sahabelerden birisinden herhangi bir salih veya sakat rivayette sahabelerin mesalihi mürseleye delil olarak itibar ettikleri nakledilmemiştir.

Mesalihi mürseleyi savunanların, sahabelerin amellerinden, sahabelerin maslahata delil olarak itibar ettiklerini anlamaları, anlayışın doğru olduğu varsayımına binaendir. Dolayısıyla bu, sahabeler mesalihi mürseleyi Şer’î delil olarak itibar ettiler, anlamına gelmez. Sahabeler Şer’î delillerden haberdar ve onlara vakıf idiler. Henüz kaideler oturmamıştı, şartlar tanzim edilmemiş ve fıkıh usulü ilmi mevcut değilken, sahabeler meseleler hakkında, kendilerinden sonra gelen asırların fakihleri nezdinde kıyas, asıl, feri hususunda muteber çizgilere bakmaksızın, kendilerinden sonra konulan “zarar giderilir”, “harama vesile haramdır” gibi kaidelere dayanmaksızın hüküm veriyorlardı. Onlar sadece dili bilmekteki ve Şeriatı anlamaktaki sağlıklı mizaçlarına göre delilden hüküm istinbat ediyorlardı. Dolayısıyla buna dikkat etmeyen bazıları, sahabelerin sadece maslahatı gözettiklerini sandılar. Gerçek ise böyle değildir. Bilakis sahabeler Kitap ve Sünnet ile kayıtlıydılar, bu çizgiden dışarı çıkmadılar. Onlara ait bir Şer’î delile dayanmayan ne bir söz ne de bir amel vardır.

Ayrıca onların getirdikleri örneklerin hepsi de akli maslahata delâlet etmiyor. Onlardan her örnek, bir Şer’î delile dayalıdır. Şöyle ki;

- Ebu Bekir’in Kur’an’ın bir araya toplatılmasını emretmesi, Osman’ın belirlediği bir mushaf dışındaki mushafların imha edilmesini emretmesi olayları, çok büyük bir zararın ortadan kaldırılmasına delâlet etmektedirler. Zira Kur’an hafızlarının ölümleri artınca Kur’an’ın yok olmasından korkuldu. Dolayısıyla Kur’an’ın bir araya toplatılmasını uygun gördüler. Mushafların çoğaltılması ihtilaflarıyla birlikte Kur’an’ın kıraatında ihtilafların vukuu bulması, onun yüzünden Müslümanlar arasında Ku’an hakkında ihtilafın ortaya çıkmasından korkuldu. Onun için Huzeyfe b.      El-Yemân, Osman’a; “İhtilafa düşmelerinden önce Müslümanlara ulaş.” dedi. Bunun üzerine Osman, bir tek mushafın nüshası dışındaki mushafların imha edilmesini emretti.

İşte bunların hepsi de, Müslümanların halifesinin zararı ortadan kaldırmasıdır, kendisine göre kendisiyle amel ettiği bir maslahat değildir. O sadece Rasulullah SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’in zararın ortadan kaldırılmasını emretmesinden dolayıdır. Zira İbni Abbas RadıyAllah’u Anhuma’dan Rasulullah SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’in şöyle dediği rivayet edildi:  لا ضَرَرَ وَلا ضِرَارَ   “Ne zarar vermek ne de zarara maruz kalmak vardır.”[12]

Ebu Bekir ve Osman’ın yaptıkları, zararın ortadan kaldırılmasıdır. O ikisinden her birisi bunu Sünnete dayanarak yaptı, onu maslahat olarak gördükleri için değil.

- Şarap içene verilen had cezasına gelince; bu da Sünnet ile sabittir. Rasulullah SallAllah’u Aleyhi VeSSellem şarap içene had uygulamıştır. Enes’ten şu rivayet edilmiştir: Nebi SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’e şarap içmiş bir adam getirildi. İki cirit sopası ile kırk civarında vuruldu.[13]    İbn Ebi Şeybe’ye ait rivayette ise: Rasulullah SallAllah’u Aleyhi VeSSellem şarap içene iki ayakkabı ile kırk defa vurdu. Ahmed’in rivayetinde ise: Yaklaşık yirmi kişiye, her birisinin cirit sopası ve ayakkabılarla iki sopa vurmasını emretti. Ali’den yapılan şu rivayete gelince: Dedi ki; Nebi SallAllah’u Aleyhi VeSSellem kırk sopa vurdu, Ebu Bekir kırk sopa vurdu, Ömer seksen sopa vurdu.[14] Bu, Rasulullah SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’in vurdurmuş olduğu sopa kırk, sahabelerin vurdurmuş olduğu sopa da kırk ve seksen olduğuna delâlet eder. Bu demektir ki; en azı kırk en fazlası seksendir ve imama terk edilmiştir. Buna binaen bu, mesalihi mürseleden değildir. Zira o, seksen sopayı maslahat olduğu için değil, kırk sopa cezasını uygulamasının ve seksen sopa vurma cezasını uygulamasının halifeye terk edilmiş olmasından dolayıdır.

- Ömer’in yaptığı ise, işlerin gözetip güdülmesi babındandır. Bu ise kendi içtihadı ve görüşüne göre yapması halifeye terk edilmiş husustur. Zira halife valileri kendi görüş ve içtihadına göre hesaba çeker. Bu, halifenin valileri tayin etmesi, hesaba çekmesi, Beyt-ül Mal’dan harcama yapması, anlaşmalar yapması v.b. gibidir. Halifenin bunu yapması, Şeriatın onu halifeye bir hak olarak vermesinden kaynaklanıyor. Dolayısıyla onu Şer’î hükümle yapar, maslahattan dolayı değil. Hatta Şeriat onu halifeye hak olarak vermiştir. Onun uygun gördüğü şey halifenin içtihadına bağlıdır. Müslümanların nasihati ise ona yardımcı olur. Dolayısıyla halifenin fiili, delili maslahat olan bir Şer’î hüküm değildir. Sadece istediğini seçtiği mubahlardandır.

- Su karıştırılmış sütün dökülmesi ise kamu hukuku babındandır. Rasulullah SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’in yaptığı gibi pazarı teftiş etmek babındandır. Zira Rasulullah SallAllah’u Aleyhi VeSSellem pazarda bir buğday yığını gördüğünde elini içine daldırdı. Onda nem olduğunu gördüğünde, o yığın sahibine;  ما هذا يا صاحب الطعام ؟Bu nedir, ey yiyecek sahibi?” diye sordu. O da “Gökyüzü onu ıslattı, ya Rasulullah” dedi. Bunun üzerine ona dedi ki; َا أَفَلَا جَعَلْتَهُ فَوْقَ الطَّعَامِ كَيْ يَرَاهُ النَّاسُ مَنْ غَشَّ فَلَيْسَ مِنِّي      “O nemli yeri açığa çıkarıp insanların görmesini sağlayamaz mıydın? Kim aldatırsa benden değildir.”[15]   Dolayısıyla Ömer de sahtekârları cezalandırmak için hisbe hükmünü yerine getiriyordu. Sütün karışmış olduğunu gördüğünde sahtekarı cezalandırdı. Onun bu sütünü dökme cezası, ta’zir cezası babındandır. Ta’zir cezasının takdiri imama veya kadıya verilmiştir. O onu uygun gördüğü biçimde takdir eder. O, delili maslahat olan bir Şer’î hüküm değildir.

- Ömer’in, bir kişinin öldürülmesine karışmış bir topluluğu öldürtmesine gelince; onu Ömer, olayın rivayetinde de nâss olarak geçtiği gibi ortaklaşa yapılan hırsızlığa kıyas yaptı. Dolayısıyla o iş mesalihi mürsele cinsinden değil, kıyas cinsindendir.

Onların sahabelerden rivayet ettikleri bütün olaylar böyledir. Onlardan bir tanesi dahi maslahat değildir. O olaylar sadece Şer’î delillere dayalıdırlar. Böylelikle onların Şer’î delil varsayılarak sahabelerin bireylerinin ameli ile delil getirmeleri geçersiz olmaktadır.

Bunlardan açığa çıkıyor ki; mesalihi mürselenin Şer’î delil olduğuna dair delil getirmek için ileri sürdükleri deliller, esaslarından batıl delillerdir. Böylece onlarla delil getirmek geçersiz olmaktadır. O zaman delilliğine delâlet eden bir delilin olmayışından dolayı mesalihi mürsele Şer’î delil sayılmaz. Onun için Şer’î delil olarak itibar edilmemesi için tek başına yeterlidir.

Bununla birlikte, onların tariflerine göre bizzat mesalihi mürselenin vakıası da onun hüccet olmadığına delâlet etmektedir. Mesalihi mürselenin incelenmesinden onun Şer’î delil sayılmasının birkaç yönden fasid olduğu açığa çıkmaktadır:

1-Mesalihi mürsele, Şer’î hükmün tarifiyle çelişmektedir. Yani Şer’î hükmün vakıası ile çelişmektedir. Dolayısıyla onu Şer’î hüküm için delil saymak, esasında batıldır. Zira Şer’î hüküm, Şâri’nin hitabıdır. Şer’î hükme ister, “Şeriat Koyucunun kulların fiilleriyle alakalı hitabıdır” diyelim, ister, “Şeriat Koyucunun Şer’î faydayı ifade eden hitabıdır” diyelim, ister, “Allah’ın hitabıdır” diyelim fark etmez. Hangi şekilde olursa olsun bu tarifler Şer’î hükmün, Şâri’nin yani Allah’ın hitabı olduğu hususunda ittifak etmiş durumdadırlar. Şeriat Koyucunun hitabından bir delili olmayan maslahatın delil yapıldığı hüküm, kesinlikle bir Şer’î hüküm sayılmaz. Çünkü o hükme, Şeriat Koyucunun hitabı olan Şer’î hüküm vakıası uygun düşmemektedir. Böylece Şeriatın kendisine delâlet etmediği maslahatı Şer’î hükme Şer’î delil olarak kabul etmek batıldır. Çünkü maslahata dayandırılan, Şer’î hükmün vakıasına uygun düşmemektedir.

Şöyle denilmez: “Şeriatın bütünü ona delâlet etti” denilmez. Çünkü Şeriatın bütününe Şer’î hükümdür denilmez. Fiilen imkânsız olduğundan dolayı, Şeriatın bütünü hakkında cüz ile ilgili olana delâlet ediyor denilmez. Zira bütün, cüz ile ilgili olana delâlet etmez. Dolayısıyla Şeriatın bütünü, bu cüz ile ilgili olan için belirli bir hitaba delâlet eden olmaz.

2-Allah’u Teâlâ şöyle dedi:  وَمَا آتَاكُمْ الرَّسُولُ فَخُذُوهُ    “Rasul size ne verdi/getirdi ise onu alın. Sizi neden nehyetti ise onu terk edin.”[16]   Aklın ileri sürdüğü mesalihi mürseleyi Rasul getirmedi. Çünkü akıl onu belirli bir nâsstan anlayarak değil de kendinden ileri sürmüştür. Onun için mesalihi mürseleyi delil olarak kabul edenler diyorlar ki; “Şeriat koyucu, maslahatsız bir şeye izin vermez, zararlı olmadıkça da bir şeyi yasaklamaz. Dünya işlerindeki maslahatın yönünü beşer aklı idrak edebilir ve bilebilir. Sonra da her ne kadar açık özel bir nâss ile gelmemiş olsa da Şeriat Koyucunun emri ile onu terk eder.” Bu durumda onlar, Şeriatın sadece maslahat getirmiş olması varsayımına binaen aklı, maslahat ve zararlı olanı anlamaya muktedir kabul ediyorlar. Dolayısıyla onlara göre akıl, mesalihi mürseleyi ileri sürendir. Aklın ileri sürdüğü şeyin, Şer’î hüküm olarak alınması, onu Rasulullah SallAllah’u Aleyhi VeSSellem getirmediği için caiz değildir. Çünkü   الرسول وَمَا آتَاكُمْ   “Rasul size ne getirdi ise…” tabirinin mefhumu, Rasulden başkasının getirdiğini almayın. “Rasul” kelimesi, anlaşılır bir vasıftır, câmid isim değil yani lakab değil. Dolayısıyla onun mefhumu muhalefeti olur. Manası da; Rasul’ün getirmediği her hususun alınması caiz değildir. Dolayısıyla aklın getirdiği sürdüğü hüküm alınmaz.

3-Allah’u Teâlâ diyor ki:   فَلا وَرَبِّكَ لا يُؤْمِنُونَ حَتَّى يُحَكِّمُوكَ فِيمَا شَجَرَ بَيْنَهُمْ “Rabbine yemin olsun ki, aralarında çıkan ihtilaflarda seni hakem kılmadıkları ... müddetçe iman etmiş olmazlar.”[17] وَمَنْ لَمْ يَحْكُمْ بِمَا أَنزَلَ اللَّهُ فَأُوْلَئِكَ هُمْ الظَّالِمُونَ - الْفَاسِقُونَ - الْكَافِرُونَ    “Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler, zâlimlerdir, -fasıklardır,-kâfirlerdir.”[18] وَلا تَتَّبِعُوا السُّبُلَ فَتَفَرَّقَ بِكُمْ عَنْ سَبِيلِهِ   “Şüphesiz bu, benim dosdoğru yolumdur, buna uyun, (başka) yollara uymayın. Zira o yollar sizi Allah’ın yolundan ayırır.”[19] Buna göre mesalihi mürseleyi, Şer’î delil yapmak, Rasulullah SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’in Kitap ve Sünnetten getirdiğinden başkasını hakim kılmaktır. Bu ise Allah’ın indirdiğinden başkası ile hükmetmektir. Hatta aklın ileri sürdüğü ile hükmetmektir. Bu Şeriattan başkasına tabi olmaktır, çünkü o akıla tabi olmaktır. Bu ise, yukarıdaki ayetlerin nâssına ters düşmektedir. Onun için mesalihi mürseleyi Şer’î delil yapmak caiz olmaz.

4-Biz sadece Rasulullah SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’e tabi olmakla emrolunduk. Allah’u Teâlâ şöyle dedi: قُلْ إِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ اللَّهَ فَاتَّبِعُونِي يُحْبِبْكُمْ اللَّهُ “Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin.”[20]

Rasul sadece vahiyden bir şey getirir. Zira Allah’u Teâlâ şöyle dedi: وَمَا يَنْطِقُ عَنْ الْهَوَى (3) إِنْ هُوَ إِلا وَحْيٌ يُوحَى    “O, kendi hevasından bir söz söylemez. O, kendisine bildirilen vahiyden başkası değildir.”[21] قُلْ إِنَّمَا أُنذِرُكُمْ بِالْوَحْيِ    “De ki, ben sizi ancak vahiy ile uyarıyorum.”[22]

Dolayısıyla biz vahiyle gelene tabi olmakla emrolunduk. Bunun mefhumu muhalifi; biz vahiyle gelmeyene tabi olmaktan nehyolunduk, demektir. Yani Rasulden başkasına tabi olmaktan nehyolunduk demektir. Mesalihi mürseleyi Şer’î delil yapmak ise akıla tabi olmaktır, dolayısıyla o Rasulden başkasına tabi olmaktır. Böylece onun delâlet ettiği şey Şer’î hüküm olmaz. Dolayısıyla mesalihi mürselenin Şer’î delil olması caiz olmaz.

5-Allah’u Teâlâ şöyle diyor:   الْيَوْمَ أَكْمَلْتُ لَكُمْ دِينَكُمْ وَأَتْمَمْتُ عَلَيْكُمْ نِعْمَتِي ورضيت لكم الإسلام دينا  “Bugün sizin için dinimi kemale erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım. Sizin için din olarak İslâm’dan razı oldum.”[23]

Bu ayet gayet açık olarak Allah’u Teâlâ’nın dinini kemale erdirdiğini belirtmektedir. Kendisine delâlet eden bir delil olmadığından dolayı Şer’î delil olmaksızın aklın kendisine delâlet ettiği maslahatlar olduğu halde, mesalihi mürseleyi delil yapmanın manası; “İslâm Şeriatı kâmil değildir, noksandır demektir. Çünkü Şeriatta kendileri için bir delilin bulunmadığı bir takım ameller vardır, akıl gelip onlardaki maslahatı açıklayarak onlara delili açıklamıştır. Böylece mesalihi mürsele, noksanlığı sabit olduktan sonra Şeiratı tamamlamış olmaktadır” demektir. Bu ise, ayetin açık nâssı ile çelişmektedir ve Şeriatın vakıasına ters düşmektedir. Zira vakıadan her şeyin mutlaka bir Şer’î hükmü vardır. Şer’î hükümle çözümlenmeyen bir sorun yoktur. Dolayısıyla mesalihi mürselenin Şer’î delil olarak itibar edilmesi, Kur’an’la ve Şeriatın vakıası ile çelişmektedir.

6-Onlar, mesalihi mürsele hakkında; mürsele/kopuk olabilmesi için, bizzat kendisinin ve cinsinin/çeşidinin itibar edildiğine delâlet eden bir nâssın Şeriatta geçmesini şart koşarlar. Onların bu, ona ait Şeriattan belirli bir delilin olmamasını şart koşmaları, mesalihi mürselenin itibarından düşmesi için yeterli olmaktadır. Çünkü Şeriattan kendisine delâlet eden bir delilin geçmemesi, onun reddedilmesi için yeterlidir. Çünkü alınması kast olunan hüküm, Şeriatın hükmüdür, aklın hükmü değil. Zira onun Şeriattan olduğuna itibar edilmesi için, ona delâlet eden bir delilin geçmesi kaçınılmazdır. Dolayısıyla Şeriattan bir nâssın ona delâlet etmemesinin şart koşulması, mesalihi mürselenin Şer’î olmasının nefyedilmesi için ve Şer’î sayılmaması için yeterlidir.

Mesalihi mürselenin, Şeriatın maksatlarından anlaşılıyor olmasına gelince: Şeriatın maksatları, anlaşılan bir nâss değildir ki, onlardan anlaşılan bir delil olsun. Dolayısıyla Şer’î hükme delil getirme hususunda Şeriatın maksatlarından anlaşılanın bir değeri yoktur. Ayrıca “Şeriatın maksatları” olarak isimlendirilenden kast olunan, nâssların kendisine delâlet ettiği husustur; zinanın haram kılınması, hırsızlığın haram kılınması, insanın öldürülmesinin haram kılınması, şarabın haram kılınması, İslâm’dan dönmenin haram kılınması gibi. Zira bunlar, Şeriatın maksadı değildir, sadece kulların fiilleri için hükümlerdendir. Bunlar hakkında nâssların delâlet edileni/anlamı sınırında durulur. Şeriatın maksadından kast edilen, Şeriatın tamamının hikmeti ise, yani Rasul’ün kullar için rahmet olarak gönderilmesinin hikmeti ise, o bir hikmettir, illet değil. Hikmet ise, meydana gelebilir de gelmeyebilir de. Dolayısıyla farklı olması mümkün olduğu için o, kendisi ile delil getirilen bir asıl olarak alınmaz. Bunun için “Şeriatın maksatları” olarak isimlendirilenden anlaşılanın, Şer’î delil sayılması uygun değildir.

Bütün bunlardan, mesalihi mürseleye Şer’î delil olarak itibar etmenin batıl oluşu açığa çıkmaktadır. Dolayısıyla Şer’î delillerden bir delil olması uygun değildir. Ancak İmam Malik RadıyAllah’u Anhu gibi bir müçtehit onunla delil getirdiğinde, onun gereği istinbat edilen hüküm, Şer’î bir hüküm sayılır. Çünkü vehmedilen bir delil olsa da, onun hakkında şüpheli delil vardır.


[1] Buhari

[2] Tirmizi, K. Ahkâm, 1262

[3] Mü’minun: 71

[4] Enbiya: 107

[5] Enfal: 10

[6] Bakara: 283

[7] Bakara: 282

[8] Bakara: 282

[9] Haşr: 7

[10] Ahzab: 37

[11] Tevbe: 60

[12] Hâkim tahriç etti. Ahmed b. Hanbel, Müs. Benî Hâşim, 2719

[13] Müslim

[14] Müslim tahriç etti.

[15] Müslim tahriç etti.

[16] Haşr: 7

[17] Nisa: 65

[18] Maide: 45, 46, 44

[19] En’am: 153

[20] Ali İmram: 31

[21] Necm: 3-4

[22] Enbiya: 45

[23] Maide: 3