Kesin delillerle sabit Şer’î deliller hakkındaki ve delil
sanılanlar hakkındaki sözün sona ermesinden sonra; Şer’î
deliller olmadığını, sadece herhangi bir hüküm gibi delillerden
istinbat edilen Şer’î hükümler olduklarını açıklamak için küllî
kaideler ile delil getirmek hakkında izahat yapmak
kaçınılmazdır. Zira çoğu zaman hükme bir küllî kaide ve bir
Şer’î tarif veya Şer’î bir hüküm ile delil getirildiği
görülmektedir. Dolayısıyla bunu işiten kimse, küllî kaideyi
hükme Şer’î delil sanmaktadır, ya da Şer’î tarifi hükme Şer’î
delil sanmaktadır. Ya da Şer’î hükmü, hükme Şer’î delil
sanmaktadır. Belki de bunların Şer’î delillerden olduğu vehmine
kapılır. Hâlbuki gerçek öyle değildir. Zira küllî kaideler,
Şer’î tarifler ve Şer’î hükümler, bunların tamamı her ne kadar
isimleri farklı olsa da Şer’î hükümlerdir. Bir küllî kaide ile
veya Şer’î tarif ile veya Şer’î hüküm ile hükme delil getirmek,
hükme detay getirmek cinsindendir, delille delil getirmek
cinsinden değil.
Ancak, hükme bir küllî kaide veya Şer’î tarifle delil getirmek
ile, hükme Şer’î hükümle delil getirmek arasında fark vardır.
Zira bir hükme küllî kaide veya tarif ile delil getirmek; hükme
uygun olması bakımından ve hükmün de kendisi için geldiği
vakıaya uygun olması bakımından delil ile delil getirmek şeklini
alır. Dolayısıyla ona nâss muamelesi yapılır. O bir de, çözümün
esası olan fikirdir, doğrudan çözüm değil. Hükme bir Şer’î
hükümle delil getirmek böyle değildir. Zira o, delil ile delil
getirmek şeklini almayıp tatbik şeklini alır. Dolayısıyla hükmün
bu vakıaya uygunluğu onun kendisi için geldiği vakıadan olup
olmadığı gözlemlenir. O, yani hüküm, çözümün esası olan bir
fikir değildir, bilakis bir hükümdür, yani doğrudan çözümün
kendisidir.
Bundan başka küllî kaideler, Şer’î tarifler ve Şer’î hükümler,
bunların hepsi de Şer’î delilden istinbat edilmiş tek bir
şeydir. Zira küllî kaideler ve Şer’î tarifler küllî hükümlerdir.
Şer’î hüküm ise, bir cüz’î hükümdür.
Onun için onlardan herhangi birisi Şer’î delillerden bir delil
sayılmaz. Bilakis o, Şer’î delilden istinbat edilmiş bir Şer’î
hükümdür.
Şer’î hükümdeki külliliğin ve cüz’iliğin idrak edilmesi için, bu
isimlendirmenin hakikat cinsinden değil de mecaz cinsinden
olduğunun dikkate alınması kaçınılmadır. Zira külli’lik ve
cüzi’lik, müfredin delaletlerindendir, mürekkebin
delaletlerinden değil. Dolayısıyla onlara terkip delaletinde yer
yoktur. “Şer’î hüküm” mürekkeb bir cümledir, müfred bir isim
değildir, ister “hüküm” olsun, ister “kaide” olsun, ister ise
“tarif” olsun. Zira لحم الميتة
حرام “ölü eti haramdır” sözü, mürekkeb bir
cümledir. الإجارة عقد على
المنفعة بعوض “kira, bir bedel karşılığı menfaat
üzerine sözleşmedir” sözü, mürekkeb bir cümledir.
الوسيلة إلى الحرام حرام
“harama vesile, haramdır” sözü, mürekkeb bir cümledir. Böylece
bunlara küllilik ve cüz’ilik dâhil olmaz. Çünkü onlar, ismin
delaletlerindendirler, yani müfredin delaletlerindendirler.
Ancak, “küllik” isimde olduğunda; o, mefhuma birçok şeyin ortak
olması uygun olandır. Hayvan, insan, kâtip gibi. Tarif de;
kendisine birçok şeyin ortak olması uygun olandır. Zira icare
tarifi, özel ücretliye, ortak ücretliye, ev kiralanmasına, araba
kiralanmasına, arazi kiralanmasına v.b. tam uygun düşmektedir.
İşte o zaman onlara mecaz cinsinden “küllî hüküm” denilir.
“Küllî kaide” de öyledir.
İsimde “cüz’ilik” olması; ona bir çok şeyin ortak olmasının
uygun olmadığı hususlardandır. Mesela; bir adama özel isim
olarak “Zeyd”, bir kadına özel isim olarak “Fatıma” denilmesi,
هو -o ,
هي –o kadın, gibi
zamirler. Şer’î hüküm de kendisine bir çok şeyin ortak olmadığı
hususlardandır. “Ölü eti haramdır”, “şarap içmek haramdır” v.b.
gibi. Zira bu hükümler sadece leşe ve şaraba uygun düşer.
Dolayısıyla işte o zaman ona mecaz cinsinden “cüz’î hüküm”
denir.
Böylece fertlerine delâlet etmesi ya da etmemesi bakımından ona,
mecaz olarak “küllî” ve “cüz’î” denildi. Fakat o, vakıası
bakımından bir Şer’î delilden istinbat edilmiş çıkartılmış bir
Şer’î hükümdür, bu yönden kaide, tarif ve hüküm arasında bir
fark yoktur.
Küllî kaide, cüzlerine uygun düşen küllî hükümdür. Onun
hüküm oluşu, Şeriat Koyucunun hitabından istinbat edilmiş
olmasındandır. Zira o, Şeriat Koyucunun hitabının delâlet
edilenidir. Onun küllî oluşu ise şundan dolayıdır: Bir hüküm
genel lafızlardan bir lafza atfedilmemiştir ki ona “genel hüküm”
denilsin. Allah’u Teâlâ’nın şu sözünde olduğu gibi:
وَأَحَلَّ اللَّهُ الْبَيْعَ
“Allah, alış-verişi helâl kıldı.”
Bu, alış-verişin bütün çeşitlerine uygun düşer. Dolayısıyla
genel bir hükümdür. حُرِّمَتْ
عَلَيْكُمْ الْمَيْتَةُ “Ölü/hayvan eti/leş ... size
haram kılındı.”
Allah’u Teâlâ’nın bu hükmü de her “leşe” uygun düşer.
Dolayısıyla genel bir hükümdür. Fakat küllî kaide olan küllî
hüküm, bir hükmün küllî lafızlardan bir lafza atfedilmesidir.
Onun için ona “küllî” denilir. Bundan dolayı bu lafzın delâlet
edileni kapsamına giren her hüküm, bu küllî hükmün fertlerinden
bir fert değil de detaylarından bir detay olur. Şu kaidelerde
olduğu gibi: “Harama vesile haramdır.” “Vacibin ancak kendisiyle
tamamlandığı şey de vacibtir.” v.b. Zira bu kaidelerde “haram”
ve “vacib” Şer’î hükmü, “alış-veriş mubahtır” hükmü gibi genel
bir lafza atfedilmemiştir. O sadece “vesile” gibi “vacibin
kendisi ile tamamlandığı şey” gibi küllî bir lafza
atfedilmiştir. Onun için o hüküm küllidir.
Tarife gelince; hükmün küllî olan vakıasının vasfıdır. Onun için
o da küllî kaide gibidir. Yani detaylarına delâlet eden küllî
hükümdür. Mesela; Şer’î hükmün tarifi gibi. Şer’î hüküm; “Şeriat
koyucunun kulların fiilleriyle alakalı hitabıdır.” Akdin tarifi
gibi: “Mahallinde eseri sabit olan meşru bir şekilde icab ile
kabulü birleştirmektir.” İki tariften her birisi de küllî
hükümdür. Çünkü Şer’î hükmün tarifinde; tarif edilen küllî bir
lafızla bildirilmiştir. O da; “Şeriat Koyucunun hitabı”
tabiridir. Zira bu tabirin mefhumuna birçok şeyin ortak olması
uygundur. O, fiilin talebine, terkin talebine, serbest kılmaya
tam uygun düşmektedir. Onun için küllî bir tariftir. Akd
tarifinde de, tarif edilen küllî bir lafızla bildirilmiştir. O
da; “icab ve kabulün birleşmesi” tabiridir. Zira bu tabirin
mefhumuna da bir çok şeyin ortak olması uygundur. Bu tabir;
alış-verişe, evlenmeye, kiraya, şirkete tam uygun düşmektedir.
Onun için o bir küllî tariftir.
Ancak kaide, bazen genel olabilir, fakat çoğunlukla küllî olur,
aynı şekil de tarif de bazen genel olabilir, fakat çoğunlukla
küllî olur. Zira hüküm küllî bir lafza atfedilmiş olduğunda,
kaide küllî olur. Fakat hüküm genel bir lafza atfedilmiş
olduğunda kaide genel olur. Aynı şekil de tarif de, tarif edilen
küllî bir lafızla bildirildiğinde, tarif küllî olur. Fakat tarif
edilen genel bir lafızla bildirilmiş olduğunda tarif de genel
olur. Bunun izi tarifte açığa çıkar. Zira küllî tarifte
detaylandırma fertleri üzerinde değil, detayları üzerinde
yapılır. Genel tarifte ise, detaylandırma, detayları üzerinde
değil de fertleri üzerinde yapılır. Küllî kaide de aynı
şekildedir.
Genel kaide ile küllî kaide ve genel hüküm ile küllî hüküm
arasındaki farkın göz önünde bulundurulması gerekir. “Genel” ve
“genellik” kelimesi; lafızların dilde sîgalarıyla ya da
manalarıyla derinliğe dalma yoluna sınırlandırılmaksızın birçok
fertlere delâlet etmesi için konulmuş olması demektir. “Mü’minler”,
“kavim” gibi. “Küllî” kelimesi ile; mefhumuna bir çok şeyin
ortak olması uygun düşen olması yanı sıra “hükmün” kendisine
atfedilmesi göz önünde bulundurulur. Zira burada “küllî”
kelimesi, küllî manada hükme delâlet eder. Allah’u Teâlâ’nın;
إِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ إِخْوَةٌ
“Ancak mü’minler kardeştir.”
sözü; genel bir kaidedir ve genel bir hükümdür, küllî bir
kaide ve küllî bir hüküm değil. Çünkü o, mü’minlerin kardeş
olmaları hakkında bir hükümdür. Bu, belirli bir vasıfla genel
hakkında bir hükümdür, belirli bir vasıfla küllî hakkında bir
hüküm değil. Rasulullah SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’in
şu sözü böyle değildir:
الْعَجْمَاءِ جُرْحُها جُبَارٌ “Hayvanlara ağır
ceza vermek (eziyet etmek) zorbalıktır.”
Zira bu söz, küllî bir kaidedir. Çünkü hayvanlara eziyet etmek
hakkında bir hükümdür. O da onların cezalandırılmamasıdır.
“Hayvanlara eziyet” kelimesi küllî bir lafızdır. Zira küllilik
ancak lafızda olur, terkibde değil. Onun için “bu nâss, küllî
bir nâss” denilmez. Çünkü küllilik terkib kapsamında olmaz.
Dolayısıyla nâsslarda, küllî nâsslar olmaz. Fakat “bu hüküm
küllidir” denilir. Çünkü o, hükmün küllî bir lafza
atfedilmesinden istinbat edilmiştir.
Küllî kaideler; herhangi bir Şer’î hükmün istinbat edilmesi gibi
fark etmeksizin aynı şekilde Şer’î nâsstan, ya da bir delilden
ya da birkaç delilden istinbat edilirler. Ancak onlar hakkındaki
delil, illet gibi bir manayı ya da illeti içerir. Bu onu, bütün
detaylarına uygun düşen kılar. Mesela; “Harama vesile haramdır”
kaidesi, “Vacibin ancak kendisiyle tamamlandığı şey de vacibtir”
kaidesi, “Topluluğun veya toplumun ihtiyaç duyduğu şeylerden
olan her şey kamu mülkiyetidir” kaidesi gibi. Bunlardan her biri
küllî kaidedir. Zira onların delillerine bakıldığında, hükmün
delili, kendisine delalet ettiği gibi o hükümden kaynaklanan ya
da onun neticesi olan başka bir şeye de delâlet etmektedir.
Dolayısıyla o zaman onun illet gibi olduğu açığa çıkmaktadır.
Allah’u Teâlâ’nın şu sözünde olduğu gibi:
وَلا تَسُبُّوا الَّذِينَ يَدْعُونَ
مِنْ دُونِ اللَّهِ فَيَسُبُّوا اللَّهَ عَدْوًا بِغَيْرِ عِلْمٍ
“Allah’tan başkasına tapanlara sövmeyin, sonra onlar da
bilmeyerek Allah’a söverler.”
فيسبوا
kelimesindeki ف –Fâ,
harfi, onların Allah’a sövmesinin sebebinin, sizin onlara
sövmeniz olduğunu ifade eder. Bu ise, haram olan Allah’a sövmeye
sebep olanın haram kılındığını ifade etmektedir. Dolayısıyla bu
sanki illettir. Böylece, kâfir olanlara sövmenin nehyedilmesi,
hükmün delilidir. Bu delil, hükme delaletinin yanısıra,
فيسبوا الله “sonra
onlar da Allah’a ... söverler” diyerek, ondan kaynaklanan
başka bir şeye de delâlet etmektedir. Böylece bu ayetten;
“Harama vesile haramdır” kaidesi istinbat edilmiştir.
Mesela; Allah’u Teâlâ’nın şu sözleri gibi:
فَاغْسِلُوا وُجُوهَكُمْ
وَأَيْدِيَكُمْ إِلَى الْمَرَافِقِ “Yüzlerinizi,
dirseklerinize kadar ellerinizi yıkayın.”
ثُمَّ أَتِمُّوا الصِّيَامَ إِلَى
اللَّيْلِ “Sonra akşama kadar orucu tamamlayın.”
Bu ayetlerde geçen الى
–“kadar” harfi, dirsekten bir kısım yıkanmadıkça “dirseklere
kadar elleri yıkamak” tamamlanmış olmaz. Zira gayenin hâsıl
olması; gaye, gaye edilen yere dâhil olmadıkça gerçekleşmez. Bir
dakika da olsa, akşamın bir kısmına girmedikçe, orucun
tamamlanması gerçekleşmez. Böylece çok az da olsa dirsekten bir
kısmın yıkanması ve çok az da olsa akşam vaktinin bir kısmına
girilmesi iki ayetin delâlet ile vacib olmaktadır. Çünkü bunlar
yapılmadıkça vacib kılınan –ellerin yıkanması ve gündüz oruç
tutmak- tamamlanmıyor. Dolayısıyla bu gaye, vacib olan “ellerin
yıkanmasını”, gündüz oruç tutmayı” tamamlayan hususun vacib
olduğunu ifade ediyor. Bu sanki illet gibi olmaktadır. Böylece
ayet hükme delâlet ediyor ve الى
الليل “geceye/akşama kadar” derken de hükmü
tamamlayan başka bir şeye delâlet ediyor. Dolayısıyla bu iki
ayetten; “Vacibin ancak kendisi ile tamamlandığı şey de
vacibtir” kaidesi istinbat edilmiştir.
Mesela; Rasulullah SallAllah’u Aleyhi VeSSellem diyor
ki; الْمُسْلِمُونَ شُرَكَاءُ
فِي ثَلاثٍ الْمَاءِ وَالْكَلا وَالنَّارِ
“Müslümanlar üç şeyde ortaktırlar: Su, mera ve ateş.”
Yine Rasulullah SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’den
sabit olmuştur ki; O, Taif ve Medine halkının suya ferdi
mülkiyet olarak sahip olmalarını tasvip etmiştir. Ferdi
mülkiyetle kendisine sahip olunmasına izin verilen suyun
halinden, toplumun kendisine ihtiyaç duymadığı su olduğu
anlaşılmaktadır. Dolayısıyla insanların üç şeyde ortak
oluşlarının illeti, onların toplumun ihtiyaç duyduğu şeylerden
olması olmaktadır. Böylece delil hem hükme hem de illete delâlet
etmiştir. Yani delil, hükme delâlet etmiştir ve hükmün konulması
sebebi olan başka bir şeye de delâlet etmiştir. Böylece bu
delilden; “Toplumun ihtiyaçlarından olan her husus kamu
mülkiyetindendir” kaidesi istinbat edilmiştir.
Bütün küllî kaideler böyledir. Bundan açığa çıkıyor ki, küllî
kaide, hükmü bir küllî hüküm için –onun sebebi olduğundan dolayı
yani ondan kaynaklandığından dolayı- illet gibi yapmaktadır. Ya
da küllî bir hüküm için hükmü gerçek illet yapmaktadır. Zira
küllî kaide, detaylarına uygun düşen küllî bir hükümdür. Onun
için uygun düştüğü her hükme küllî kaide uygulanır. Aynen
delilin getirdiği hükme uygulanması gibi. Küllî kaideye binaen
kıyas yapılmaz. Fakat onun detayları küllî kaidenin kapsamına
girer. Yani tamamen delilin delaleti kapsamına girdiği gibi,
detayları küllî kaidenin mefhumu ve mantuku kapsamında olur.
Küllî kaide ile delil getirmek, delil ile delil getirmek gibi
olur. Dolayısıyla küllî kaideye kıyas muamelesi yapılır. Küllî
kaidede olana muhalif bir Şer’î nâss geçmedikçe, kaidenin uygun
düştüğü her husus, kaidenin hükmünü alır. Şer’î bir nâss
geldiğinde nâssın alınıp kıyasın geçersiz kılınmasında olduğu
gibi küllî kaide de, kendisi ile çelişen bir Şer’î nâssın
geçmesi durumunda Şer’î nâss alınır, küllî kaide geçersiz olur.
Ancak küllî kaideler, kıyas gibi bir Şer’î delil değildirler,
Şeriatın asıllarından bir asıl değildirler. Küllî kaide sadece
diğer Şer’î hükümler gibi istinbat edilmiş bir Şer’î hükümdür.
Dolayısıyla delil olmaz. Bunun için onun uygun düştüğü husus,
onun detaylandırılmasından ya da detaylandırma mesabesinden
sayılır.
Küllî tarif de küllî kaide gibidir. Zira onun uygun düştüğü her
husus, onun hükmünü alır, ancak Şer’î bir nâss geçtiğinde nâss
alınır.
Genel kaideye gelince: Mesela; “Helali haram, haramı helal
kılmadıkça Müslümanlar arasında barış caizdir.” “Zarar görmek de
yok, zarar vermek de yok.” kaideleri gibi. Bunlar sadece
fertlerine tatbik edilirler. Genelin, bütün fertlerini kapsaması
gibi, genel kaide de fertlerini kapsar. Ancak Şer’î bir nâss
geçerse kaide ilga edilir, nâss alınır.
Genel tarif de aynen böyledir. Genel kaide eğer bu iki kaidede
olduğu gibi kendisi Şer’î nâss ise, nâss olduğundan dolayı Şer’î
delil sayılır. Nâss değilse, delil sayılmaz sadece
detaylandırılan Şer’î hüküm sayılır. Genel tarif de genel kaide
gibidir.
Muteber kaideler, ancak bir Şer’î delilden Şer’î istinbat
yöntemi ile istinbat edilmiş kaidelerdir. Şer’î olmayan yöntemle
istinbat edilmiş kaidelere ise, itibar edilmez ve bir değerleri
de yoktur.
Bunun için bazılarının şu sözleri Şer’î kaidelerden değildir:
“Sözleşmelerde dikkate alınan husus, maksatlar ve manalardır,
lafızlar ve şekiller değil.” Çünkü bu söz, bir Şer’î delilden
istinbat edilmemiştir. O sadece eski Fransız medeni kanundan
alınmıştır. Zira kaidenin manası; sözleşmelerde itibarın niyette
olması yani sözleşmelerde itibarın gerekçeleri olması demektir.
Buna “nâssın ruhu” diyorlar. Onların yazılı sözlü nâssı ve onun
mantuk ve mefhum olarak delâlet etmediği hususu kast ederek
“nâss olarak ve ruhen” dediklerini görürsün. “Nâssın ruhu” ile
kast ettikleri; kendilerine söz delâlet etmese de, konuyu
kuşatan durumların ve konumların kendisine delâlet ettikleri
husustur. Bu, Batı hukukçularının “ruhi eğilim” diye
isimlendirdikleridir. Bunu, durumlar ve konumlara itibar
etmeksizin mefhum ve mantuk olarak nâssın delâlet ile
sınırlandırmak olan “maddi eğilim”in karşıtı olarak söylüyorlar.
Dolayısıyla bu; “sözleşmelerde dikkate alınan husus, maksatlar
ve manalardır, lafızlar ve şekiller değil” kaidesi, sanki eski
Fransız medeni kanunlarından kelimesi kelimesine tercüme edilmiş
olmaktadır. Onun için bu kaide ve benzerleri Şeriattan ve Şer’î
kaidelerden sayılmazlar. Çünkü onlar Şer’î hükümler değildirler.
Bunun yanı sıra onlar küllî hükümler de değildirler. Bu kaideler
Şer’î bir delilden alınmamıştırlar, üstelik bir küfür fıkhından
alınmıştırlar.
Onların bu kaideye Rasulullah SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’in
şu sözünden delil getirmeye çalışmalarına gelince;
إِنَّمَا الأعْمَالُ بِالنِّيَّاتِ
“Ameller niyetlere göredir.”
Bu sözün bu kaide ile bir alakası yoktur. Çünkü
إنما الأعمال “Ameller...”
diyor. “sözleşmeler” ve “tasarruflar” demiyor. Şeriat,
sözleşmelere sîgalarıyla itibar etmiştir, sözleşme taraflarının
niyeti ile değil ya da sözleşmenin durumları ile değil.
Tasarruflara da Şer’î şartları ile itibar etmiştir, tasarrufta
bulunanın niyeti ve durumları ile değil.
Amellerden kast olunan, sözlerden kast olunandan başkasıdır.
Onun için “sözleşmeler” denilir, yani sözler demektir.
Sözleşmelere, sözlü tasarruflar denilir. Tahdid sadece sözlü
tasarruflar ve sözleşmelere uygun düşer, mantuk anlamda amellere
değil. Zira ameller ile sözleşmeler ve tasarruflar arasında çok
büyük fark vardır. Namaz, hac, zekât amellerdir, onlarda niyete
itibar edilir, alış-veriş, vakıf, vasiyet sözleşmelerdir ve
tasarruflardır. Onlarda niyetin bir kıymeti yoktur.
Buradan bu kaidelerin, Şeriatın hükümleri ile çelişkisi açığa
çıkmaktadır. Şeriattan istinbat edilmemiş diğer kaideler de
böyledir
Bazı fakihler bir takım kaideleri Şer’î deliller konumunda
görmüşlerdir, o kaidelerden bir kısmı Şeriattan istinbat
edilmiştir, bir kısmı da Şeriattan istinbat edilmemiştir.
Şeriattan istinbat edilene örnek; “istishab” kaidesi, “zarar”
kaidesi gibi. Bunlar Şer’î kaidelerden sayılırlar. Çünkü onlarla
ilgili Şer’î deliller vardır. Şeriattan istinbat edilmeyen
kaidelere örnek; “örf” kaidesi, “amellerin sonuçları” kaidesi
gibi. Bunlar Şer’î kaidelerden sayılmazlar. Çünkü onlarla ilgili
Şer’î deliller yoktur. Hatta bazı müçtehitler, örfü sadece Şer’î
kaide yapmadılar. Şer’î hüküm koymanın asıllarından bir asıl,
Şer’î delillerden bir delil yaptılar. Hâlbuki gerçek bu
değildir. Zira bu kaideler asıllardan bir asıl değildir, hatta
bir Şer’î kaide bile değildirler.