İDEOLOJİK ANLAMDA İSLÂM


Şüphesiz insan, tabiatı, fıtratı gereği, erdemli, mutlu ve ferah dolu bir yaşam arayışındadır. Bunun için sürekli, diğer tüm mahlukatın üstünde bir düzeyde ulvi bir yaşamın oluşumu için gözle görülür bir performans sarf eder.

İnsanlığın, huzura ulaşma amacı ile söz konusu refah ve gelişimi elde etmek için eskiden bu güne bir arayış içerisinde olduğu bilinen bir olgudur. Bu bağlamda hukukçular, düşünürler ve filozoflar, bir takım teoriler, inançlar, ve ideolojiler geliştirmişlerdir. İnsanlar da bu dogmatik yönelişlerin, teori ve felsefelerin farklılığına rağmen teorisyenlerin ardı sıra gitmişlerdir. Ancak; tüm bu teorilerin hepsi istenilen amacı ve insanlığın beklentilerini gerçekleştirebildi mi? El-cevap (nihayı son) HAYIR!

Bu da, onların, "doğru kalkınma"ya götürecek, dolayısı ile gerçek mutluluğu -temin edecek- yolu kestirememelerinden kaynaklanmakta idi.

Eğer insan "doğru kalkınma" ve dahası mutluğu istiyorsa öncelikle düzeyli bir insanî eğilime sahip olması gerekir. İnsanın kalkınmasını yada çöküşünü hazırlayan yine insanın eğilimleridir şüphesiz. O halde! söz konusu eğilimleri nelerdir?

Kuşkusuz eğilim; insanın toplumunda ve yaşamında ortaya koyduğu fonksiyonlarının/ amellerinin bütünüdür. İşte insanın -eğilimlerinin- gerçek dayanağı insanın içerisinde barındırdığı dinamik enerjidir.

İnsanı aksiyonel hale getiren ve gözlemlediğimiz amelleri yapmaya kendisini iten ondaki dinamik enerjidir. Bu dinamik enerji; insanda varolan ve kendisine -insana- doyum ihtiyacı hissettiren bir takım içgüdüler ve organik ihtiyaçların tümüdür. Bundan dolayı insan; yemek, içmek, giyinmek, mülk sahibi olmak, nefsini müdafaa etmek ve kutsama gibi veya insanın, doyumuna çalıştığını gözlemlediğimiz benzeri diğer organik ihtiyaçları da vardır.

"Nefsani arzulara, (özellikle) kadınlara, oğullara, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüşe, salma atlara, sağmal hayvanlara ve ekinlere karşı düşkünlük insanlara çekici kılındı." *

Şüphesiz insanoğlu, kendisini kuşatan bu evren içerisinde ve hizmetine sunulan eşyada isteklerinin ve organik ihtiyaçlarının doyumunu sağlayacak nesnel donanımın varolduğunu keşfetmiş ve hemen söz konusu ihtiyaç ve isteklerini elde etmek için harekete geçmiştir. İşte burada -insan- kendisini bir proplemin eşiğinde bulmuştur:

Çevresindeki bu nesnelerden faydalanmanın yolu nedir? Yani, içgüdü ve organik ihtiyaçların doyumunu sağlamanın yolu/yordamı nedir? Tabii ki bu nesnelerden faydalanmak veya insanın içgüdü ve organik ihtiyaçlarını doyurması, hayvanlarda olduğu gibi -bilinçsizce yapılan- bir refleks veya alelâde bir yönelişle olmayacaktır. İnsanda bilinç vardır. Dolayısıyla faydalanacağı ve ihtiyaçlarını gidereceği yolları ve seçenekleri önüne koyabilir.

İşte insan, kendisini kuşatan eşyalardan faydalanma, içgüdü ve organik ihtiyaçlarının doyumu noktasında belirli bir çizgiyi seçtiğinde bir eğilimin seçeneğini yapmıştır. İşte eğilim budur. Bu; insanın istemlerinin doyumunda dayandığı biçim, ve ortaya koyduğu tüm aksiyon ve reaksiyonel tasarruflarının ölçeğinde belirlediği birtakım ilkeler, karşılaştığı olaylar ve pozisyonlar karşısında takındığı tutum, yaşamında karşılaştığı proplemlere yönelik çözüm yolları, tüm bunlar insanda bir eğilimi oluşturur.

İşte şimdi eğilimi tanıdıktan sonra konunun özüne gelecek olursak doğru kalkınmaya, ardından saadete ulaştıran düzeyli eğilim nedir? Bu sorunun cevabı aşağıda sıralanmaktadır.

Eğer düzeyli bir eğilimin ne olduğuna vakıf olmak istiyorsak öncelikle doğru düşüncenin ne olduğuna vakıf olmamız gerekmektedir. Nitekim, insanın eğilimleri ile mefhumları -düşünceleri- arasında sıkı bir bağ vardır. O, tüm yaşamında eğilimlerini, kendisini kuşatan varlıklar/eşyalar hakkındaki düşüncelerine paralel olarak şekillendirmektedir. İfade ettiğimiz gibi insanın eğilimlerini, çevresini kuşatan nesnel varlık ve diğer insanlarla olan ilişkileri oluşturmaktadır. İşte burada insanın nesnel varlıklara ilişkin alacağı pozisyonu belirleyen faktör yine o varlık hakkındaki temel düşüncesidir. Kendisinde belirli bir şahsa karşı kızgınlık mefhumu/düşüncesi olan bir bireyin eğilimleri, sevgi mefhumu taşıdığı şahsa yönelik olan eğilimlerinin tam tersi şeklinde seyredecektir. Hiç tanımadığı ve kendisi hakkında da hiç bir mefhum -düşüncesi- olmadığı şahsa karşı eğilimleri ise daha bir başka şekilde olacaktır. Bundan dolayıdır ki, insanın eğilimlerini yüceltmek belirli bir düzeye çıkartmak istiyorsak, öncelikle onda doğru mefhumları, hayat hakkındaki düşüncelerini/mefhumlarını oluşturmak durumundayız.

“Muhakkak Allah, bir toplum, kendi içindekilerini değiştirinceye kadar o toplumu değiştirmez.” *

Ancak şu da var ki, varlık hakkındaki mefhumların oluşumu ancak belirli bir dünya görüşüne dayandığı, yani, insana bu dünya hayatında, varoluşunun anlamı ve gayesini açıklayabilen, vurgu yapabilen bir dünya görüşünün bakış açısından doğduğunda mümkün olabilir. Şayet o insan, bu dünya hayatında varoluşunun anlamını ve gayesini, üzerine yüklediği yükümlülükleri hayattaki vizyonunun çerçevesini çizebiliyorsa, o birey, bu bağlamda eşyaya sabit bir bakış açısı ile bakacak ve bu bakış açısını nefsi ile bütünleştirerek eğilimlerini de buna paralel olarak şekillendirecektir.

Dünya hayatı hakkındaki düşünce ise ancak evren, insan, hayat, ve dünya hayatı öncesi ve sonrası hakkında ve de -insan, hayat ve evrenin- bu dünya hayatı öncesi ve sonrası ile ilgisi noktasında bir düşüncenin oluşumundan sonra mümkün olabilir. Bu da insan, hayat ve evrenin arkasındaki perdenin aralanıp, hakkında kapsamlı bir düşüncenin verilmesi ile olacaktır. Çünkü bu, hayat hakkındaki tüm düşüncelerin dayandığı temel fikri kaidedir.

Böylelikle insanoğlu, bu hayatın, peşpeşe olan bir zincirin halkası olduğunun, bütünden bir parça olduğunun bilincine varır. Bundan dolayı da varlık hakkında kapsamlı bir düşüncenin verilmesi, insanın varoluşundan beri zihnini kurcalayan ve çözmediği sürece devamlı bir iç bunalımı yaratacağı büyük düğümün çözülmesine bağlıdır. Bu büyük düğüm/ proplem çözüldüğünde diğer proplemler/düğümler çözülecektir. Çünkü bunlar temel propleme nispetle bütünden bir parçadırlar/detaylardır.

İnsanoğlu bu çözümü elde ettiğinde herhangi bir akideye yönelik belirli eğilimleri olur ve hayat sistemleri bağlamındaki tüm düşüncenin dayandırıldığı temel düşünceye sahip olmuş olur. Diğer bir deyişle ideolojiye sahip olmuş olur.

İdeoloji, insanlığın terminolojisinde; tüm fikirlerin üzerine bina edildiği temel düşüncedir. Dolayısı ile kendisinden yaşama ilişkin tüm düşüncelerin türemediği bir düşünceye ideoloji tanımı getirilmesi doğru değildir. Bu bağlamda temel düşünce; kendisinden önce hiçbir düşüncenin bulunmadığı bir düşüncedir. Bu da insan, hayat, ve evreni kuşatan kapsamlı bir düşünce örgüsüdür. Çünkü, bu düşünce yaşamında temel dinamiğini oluşturmaktadır.

Şüphesiz insanlığın kalkınmasına kefil olan da bu ideolojidir. Tabi ki bu ideolojinin insanlığı kalkındırabilmesi için, insanın temel sorununu yine insanın fıtratına uyan, aklını ikna edici ve kalbine güven verici tarzda çözüme ulaştırması gerekir. Bu çözümü sağlayabilirse, bu ideoloji insanlığı kalkındırmanın garantisini verebilir.

İdeoloji, bir şahsın zihninde doğacaktır. Bu, ya Allah’ın ona vahyetmesi, onu insanlığa bir mesaj olarak ulaştırma emri ile görevlendirmesi ya da bir dehanın zihninde dogmatik bir belirginlikle ortaya çıkacaktır. Ancak Allah'ın vahyi ile bir insanın zihninde canlanan ideoloji en doğru olan ideolojidir elbette. Çünkü O, insanı, hayatı ve evreni var eden Yaratıcıdandır (O da Allah'u Teala'dır). Bu doğruluğu kesin olan ideolojidir. Bir dehânın zihninde dogmatik olarak beliren bir ideoloji ise, batıl ideolojidir. Çünkü o, varlığı bütünüyle kuşatmaktan aciz olan kısır bir aklın türetmesi ve yine insanların belirli bir sistem koyma noktasındaki anlayışlarının çelişkiye, çok çeşitli yönlülüğe, yaşadığı çevrenin etkisinde kalmaya her an açık ve müsait olduğundandır. Bu da insanlığı huzursuzluğa götürecek olan çelişkili sistemlerin üretilmesi anlamına gelmektedir. İşte bundan dolayı bir şahsın zihninde doğan ideoloji, sistemleri ile bütünüyle batıldır.

“Siz, Rabbinizden size indirilene uyun. Onun dışında dostlara uymayın.” *

İşte burada, dünyada yalnız İslâm’ın tek doğru ideoloji olduğu gerçeği ortaya çıkmaktadır. Ulu olan Allah’ın risalet zincirini onunla kapadığı, Nebisi Muhammed (sav)’e vahyettiği İslâm; insanın temel sorunlarını çözmeye yönelmiş ve gerçekten fıtrata uygun, akla kanaat yükleyen ve kalbi de güven (itminân) ile dolduracak bir biçimde çözmüştür.

Şüphesiz İslâm; insanın, hayatın ve evrenin ötesinde onu yaratan bir yaratıcının -Allah'ın- olduğunu vurgulamaktadır. Bundan ötürü -İslâm’ın- temel düşüncesi (paradigması) Allah (cc)’nun varlığı inancıdır. Aynı şekilde bu inanç, Peygamber (sav)'in peygamberliği ve getirdiği risaletle, Kur’an-ı Kerim’in Allah'ın bir kelimesi olduğu ve Allah Rasülü’nün Rabbinden getirdiğinin tümüne olan inançla birlikte bütünlük arzetmesi gerekmektedir. Bundan dolayı İslâm inancı; bu hayatın inanılması gereken bir öncülünün, Allahu Teâla’nın ve bu hayatın bir ötesinin, kıyamet gününün varlığını vurgulamaktadır. Bu bağlamda insan dünya hayatında bütünüyle Allah'ın emir ve nehiyleri ile kayıtlı olduğunu belirtirken/deklare ederken; kendisini dünya öncesi ile de, -Allah’tan gelen- buyruklara ve yasaklara tabi olup olmadığı noktasındaki sorgulaması ile kayıtlı kılarak dünya sonrası ile olan ilişkisini ifade etmiştir. İşte bundan dolayı Müslümanlar herhangi bir eğilim göstereceği vakit Allah'la olan ilişkilerinin bilincinde olmaları ve amellerini Allah’ın buyruk ve yasaklarını göz önünde bulundurarak belirlemeleri gerekmektedir.

İnsanın tüm fonksiyonlarını Allah'ın buyruk ve yasakları paralelinde yönlendirmesi için, İslâm akidesini dünya görüşünün temel dayanağı olarak telakki etmesi gerekmektedir. Allah, şeriatını hayatın tüm alanlarını kuşatan, insan bireyinin tüm eğilimlerini ve eylemlerini sistematize ederek tüm problemlerini çözecek bir nitelikte belirlemiş; kulların fiillerinden her bir fiilin şer’i hükmünü beyan etmiştir. Ve kulların fiillerinden herhangi bir fiil, şu beş şer’î hükümlerden herhangi birinin kapsamı alanına girmektedir. Vacip, haram, mendup, mekruh ve mubah, Allahu Teâla buyurdu ki:

“Biz sana Kitabı herşeyi açıklayıcı olarak indirdik.” *

Söz konusu şer’î hükümlerin kapsamından hayat sistemleri oluşmuştur. İslâm; ibadet, ahlak, yiyecek ve giyecekle ilgili hükümlere ilaveten kendi bünyesinde belirlediği yönetim, ekonomik, içtimai ve eğitim sistemleri ile iç siyaseti; aynı şekilde cihad hükümleri, anlaşmalar, savaşlar, barışlar v.b. ile ilgili hükümler ile de dış siyasetini kendine has ama hayatın tüm alanlarını devleti, hayatı ve toplumu düzenleyen sistemler olarak vazetmiştir. Aziz ve yüce olan Allah (cc) buyurdular ki:

“Bugün Ben dininizi ve üzerinize olan nimetimi tamamladım. Ve size din olarak İslâm’ı seçtim.” *

Bundan dolayı İslâm, beşeriyetin doğru kalkınması ve onun gerçek mutluluğa ulaşmasının yegane garantörü olabilecek biricik ideolojidir. Tarih bütün açıklığı ile bu büyük gerçeğe en iyi tanıktır. İslâm’ın gerçek şekli ile tatbik olduğu dönemlere tanıklık eden asırlar, insanoğlunun tanıdığı en büyük kalkınma devresine tanıklık eden asırlardır. İşte bugünde beşeriyet, başta Müslümanlar olmak üzere; insanoğlunun erdemli yaşamı yakalaması ve onun mutluluğa ulaşmasını istiyor ise, İslâm’ın, toplum ve devlet planında tatbiki ile hayata yeniden dönüşünü sağlamaları gerekmektedir. O zaman -beşeriyet- zulmün ve karanlıkların girdaplarından /çıkmazlarından adaletin ve aydınlığın genişliğine çıkacaktır. Yüce Allah (cc) ne güzel söylemiştir:

“Allah iman edenlerin dostudur. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. Kâfirlerin dostu ise tağutlardır. Onlar da onları (kâfirleri) aydınlıktan karanlıklara götürürler.” *