İSLÂM ÜMMETİNİN VAHİY İLE KALKINMASI |
|
Kuşkusuz daha önceki bölümlerde insanın
yaşamı, devleti ve toplumu ile kalkınmasının; insan, hayat
ve evrenle ilgili kapsamlı bir düşünce verebilen, dünya
hayatı ile ilgili tüm düşüncelerinin referans kaynağı,
devleti, toplumu ve yaşamının tüm alanlarına yönelik
sistemlerin türediği temel fikir mesabesindeki akli akide
üzerine kurulu bir ideolojiye/dünya görüşüne endeksli olduğunu;
dolayısıyla doğru kalkınmanın da doğru bir ideoloji ile
olacağını, doğru bir ideolojinin de; -insan yaşamında en
etkin içgüdü olan- tapınma içgüdüsünü göz önünde
bulundurup bu merkezden insanın diğer içgüdülerinin doğru
formasyonlarla doyumunu sağlayan, dolayısıyla da bu yönü
ile insan fıtratına/yapısına en uygun paradigma olduğunu,
insan, hayat ve evreni en doğru yorumu ile reel düzleme
oturttuğu, akidesinin insan aklına kanaat getiren akli temeli
olan bir ideoloji olduğunu ifade etmiştik. Daha sonra da akli
akidesi üzerine bina edilen düşünceleri ve akideden türeyen
sistemleri ile söz konusu insanları kalkındıracak
ideolojinin sadece İslâm olduğunu vurgulamıştık.
İşte bu bölümde ise İslâm ideolojisinin
niteliği ve içeriği üzerinde durmak istiyoruz ki, İslâm
ümmetinin kalkınabilmesinin dinamiklerini, koşullarını ve
niteliğini anlayalım. Daha sonra da İslâm ümmetinin aşmasının
caiz olmadığı, kalkınması ve çöküşü arasındaki o ayırıcı niteliğe sahip kırmızı çizgiler üzerinde duralım.
Elbette bu da bizlerin birinci derecede, İslâm
ideolojisinin temeli olan İslâm akidesi üzerinde yoğunlaşmamızı
zorunlu kılmaktadır. Nitekim İslâm’ın kabulü, akidesinin
benimsenmesi ile mümkün olduğu gibi, onun anlaşılması da
akidesinin anlaşılması ile mümkündür.
Şüphesiz İslâm -LA İLAHE İLLALLAH
MUHAMMEDUN RASULULLAH- iki şehadet üzerine bina edilmiştir. Bu
iki şehadet İslâm şeriatının detaylarının dayandığı
temel mesabesindedir.
LA İLAHE İLLALLAH şehadeti; yegane idare
eden yaratıcı, Rab olma vasfı ile yüce Allah (cc)'dan başka
mabud olmadığını vurguluyor. İlah, kendisine ibadet
edilen, tapınılandır. Ubudiyet; mutlak boyun eğiş,
tam bir sığınış ve uymak için bütünü ile mabuda teslim
etmektir. Allah'tan başka canlı cansız, beşeri, beşeri
olmayan tüm putların cümlesi, tapınılmaya layık ilahlar
olmayan varlıklardır. Çünkü onların bir şeyi yaratmaya gücü
yetmez. Aksine onlar yaratılmış ve sınırlı varlıklardır.
Onlardan bir kısmının konumu büyütülmüş olabilir ama gerçekte
o, yüce ve noksan sıfatlardan münezzeh olan yaratıcısı
karşısında hakir ve küçüktür. Onun da ötesinde onların
büyüklüğü, onları yoktan var eden yaratıcılarının büyüklüğünü
gösteren en güçlü ve en çarpıcı delildir.
“İşte size bu sıfatlarla işaret edilen
Rabbinizdir. O’ndan başka ilah yoktur. O halde O’na kulluk
edin.”
*
Yüce ve noksan sıfatlardan münezzeh olan
Allah'tan başkalarını O’na yandaşlar edinerek
tapınanların yerildiğine insanın dikkatini çeken şu
ayetlere bir bakalım:
“O’nun ayetlerinden bazıları gece ile gündüz,
güneş ile aydır. Siz güneşe de aya da secde etmeyin.
Onları yaratana secde edin. Eğer yalnız O’na ibadet
edecekseniz!”
*
“Ey insanlar! Bir misal verilmektedir.
Şimdi onu dinleyin! Şüphesiz sizin Allah’ı bırakıp
taptığınız putlar, bir sinek bile yaratamazlar. Velev ki
hepsi bunun için bir araya toplansalar. Şayet sinek onlardan
bir şey koparsa, putlar onu sinekten kurtaramazlar. Talib de
zayıf matlup da! (Yani put da aciz, sinek de.)”
*
İnsanlar üzerinde uluhiyet iddiasında
bulunan Nemrut’la İbrahim (sav)'in mücadelesini, Kuran’ın
yine kendisinden rivayetle değindiği kıssasında şöyle
zikretmektedir:
“Allah, kendisine saltanat ve mülk verdi
diye (azarak) İbrahim ile Rabbi hakkında münakaşa edeni (Nemrut’u)
görmedin mi? İbrahim ona; benim Rabbim dirilten ve öldüren (Allah)tır,
dediği vakit Nemrut; ben de diriltir ve öldürürüm, demişti.
İbrahim; Allah, güneşi doğudan getiriyor, haydi sen de onu
batıdan getir! deyince kâfir (Nemrut) dona kaldı.
Allah zalimler gürühunu muvaffak etmez.”
*
O halde münezzeh olan Allah'ın
yaratıklarına ibadet doğru değildir.
O’nun dışındaki tüm varlıklar, ancak
her şeyi güzel bir normda yaratan Allah'a götürmesi gerekir.
Çünkü kemal niteliklerle muttasıf olan sadece O'dur. Onun için
asla bir ihtiyaç, eksiklik ve acziyet söz konusu değildir.
Bilakis O’nun dışındaki her şey (varlık), O’na, tüm
noksanlıklardan münezzeh olana muhtaçtır.
İşte yüce ve münezzeh olan Allah'ın
birlenmesi, insanın mutlak anlamda Allah'a ibadet etmesi
anlamına geliyor. Tabi ki Kur’an-ı Kerim ubudiyetten
bahsederken, salt ibadete ilişkin duyguları veya ruhanî ayin
benzeri kavramları/mefhumları işlemiyor kuşkusuz. Bilakis
-bunların da ötesinde- insanın yaşamının tüm sathında, yüce
Allah'a bütünü ile mutlak bir şekilde boyun eğişinden
bahsediyor. Bu ise, dünya yaşamında tüm amellerini Allah'ın
emir ve yasakları ölçeğinde yerine getirerek nefsini ona
teslim eder, işlerini ona havale eder ve O’na tevekkül
ederek gerçekleşecektir. İşte bu bağlamda uluhiyetin
anlamı; O'nu, kulların eğilimleri/fiilleri noktasında hüküm,
yasa belirleyici ve düzenleyici olarak da birlemeyi ifade
ediyor.
Yüce Allah'ın, egemenliğin kayıtsız
şartsız Kendisine ait olduğunu vurgulayan ve bunu tevhidle,
Aziz ve Celil olan Allah'a ibadet ve tevekkülle bütünleştiren
Allah'ın sözüne bir bakalım:
“Hüküm yalnız Allah’ındır. O,
yalnız kendisine ibadet etmenizi emretmiştir. İşte doğru ve
sabit din budur.”
*
“Hüküm ancak Allah’ındır. Ben ancak O’na
tevekkül ettim. Tevekkül edenler de yalnız O’na tevekkül
etmelidirler. (dedi)”
*
“Önünde de sonunda da hamd O’nundur ve
nihayet O’na döndürülürsünüz.”
*
“Yakin (ile iman) eden bir kavim
için Allah’tan daha güzel hüküm veren kim olabilir?”
*
“Allah öyle hüküm verir ki, O’nun
hükmü peşine düşecek (ve reddedecek) hiçbir kimse
yoktur. Hem O, çabuk hesap görendir.”
*
İşte bu ayetler, insanlara, kendilerinin
yasa belirlemeleri; bir şeyi helal (serbest bırakmaları) veya
haram (yasaklamalarını) kılmalarını yasaklamıştır. Onlar,
yasama yetkisinin sadece kendisine ait olduğu yüce Allah'a iftira
ediyorlar. Nitekim yüce Allah (cc) şöyle buyuruyor:
“Sadece dilinizin yalan olarak vasfettiği
şeye; şu helâldir, şu haramdır, demeyin ki, Allah’a
iftira etmiş olursunuz. Şüphesiz Allah’a yalan iftira
edenler asla felah bulmazlar.”
*
Ve insanlara yasa düzenleyenleri kınayan
Allah'ın şu sözünü de düşünelim:
“Yoksa onların bir takım ortakları var
da onlara dinde, Allah’ın izin vermediği bir şeyi
şeriat/kanun kılıyor?”
*
Böylelikle birinci şehadetin/tanıklığın
LAİLAHE İLLALLAH'ın anlamı; yüce ve münezzeh olan Allah’tan
başka mabud ve yasayıcı yoktur. Yani insan yaşamının tüm
alanlarında ona uygun ve amellerini de onun paralelinde yürüteceği
sistem Yüce Allah'ın yasadığı/belirlediği sistem
olmalıdır.
İşte bu büyük şehadetten/ tanıklıktan
sonra şöyle bir soruyu insan kesin soracaktır. "Eğer
yasama Allah'a aitse, ben O’nun yasaklarını nasıl bilecek ve
nasıl elde edeceğim?
Bundan ötürü ikinci şehadet birincisini
tamamlarcasına ve insanın zihninde canlanan bu soruyu
cevaplandırır nitelikte gelmiştir. Ve ardından diyoruz ki;
MUHAMMEDURRASULULLAH, yani, yüce Allah'ın beşeriyet için
seçtiği yasalar, ruhul-emin (Cibril as) aracılığı -vahiy
yolu- ile Muhammed (sav)’e indirdiği yasalardır. Kuşkusuz
vahyin Muhammed (sav)'e inişinden sonra, Allah'ı yasama ve
uluhiyetini de birlemek isteyen için, Muhammed (sav)’in getirdiği
dine tabii olma zorunluluğu gündeme gelmektedir. Çünkü tüm
noksanlıklardan münezzeh olan yasa belirleyici İlahtan bu
mesajı, yaratanının hakimiyeti ve yol göstericiliğine muhtaç,
nakıs ve aciz olan insana getiren O (sav)'dir. Kuşkusuz bu anlamı
vurgulayan birçok ayet gelmiştir.
“Sonra seni bir yol üzere memur kıldık.
Onun için sen o şeriata uy! O bilmeyenlerin hevalarına uyma.”
*
“De ki; siz şayet Allah’ı
seviyorsanız, hemen bana uyun. Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı
bağışlasın. Allah çok bağışlayıcı, çok merhametlidir.”
*
“Yok yok, Rabbine andolsun ki, onlar aralarında
çekiştikleri şeyde seni hakem yapıp, sonra da verdiğin hükümde
kendileri için hiçbir darlık duymadan (tam bir
teslimiyetle) boyun eğmedikçe iman etmiş olmazlar.”
*
“İman edip salih amel işleyenlerin ve
Muhammed’e indirilene -ki o Rableri tarafından gelen haktır-
iman edenlerin günahlarını Allah örtmüş ve hallerini düzeltmiştir.”
*
Muhammed (sav)’e inen vahiy, insan hayat ve
evren hakkında kapsamlı bir fikir verdiğine ve hayata
ilişkin -tüm alanları kapsayan- sistemler belirlediğine göre,
bu din bir ideoloji olmuştur. İşte bu ideoloji (İslâm) beşer
kaynaklı olmayıp sadece vahiy kaynaklı olan tek ideolojidir.
İşte İslâm ümmetinin kalkınma sırrı buradadır. Onun
kalkınmasını sağlayan ilahi vahyin beyan ettiği paralelde
yaşamını sürdürmesi, emir ve yasaklarına bağlı
kalışıdır. Bundan dolayı tek doğru kalkınma modelidir.
Nitekim evren ve tüm mahlukatın hareketliliği ile bütünlük
arzeden, iç içe olan insan eğilimleri de Allah'ın iradesine
boyun eğme durumundadır. Kıl payı bu kanunun dışına çıkmamaktadır.
İşte şimdi bu gerçekleri vurgulayan ayetlere bakalım:
“Göklerde ve yerde ne varsa hepsi ister
istemez O’na teslim olmuştur. Hep O’na döndürüleceklerdir.”
*
“Güneş de kendine mahsus bir yörünge
etrafında akıp gidiyor. Bu, güçlü ve herşeyi bilen Allah’ın
takdiridir. Ay için de menziller takdir ettik. Nihayet (son
menziline) döner ve eski hurma salkımı gibi eğri olur. Ne
güneşin aya yetişmesi yaraşır, ne de gece gündüzü
geçer. Her biri bir felekte yüzerler.”
*
“Sonra Allah, buhar halindeki semayı
diledi de, ona ve yere ikiniz de isteyerek veya istemeyerek
gelin, dedi. Onlar, "biz isteyerek geldik" dediler. Bu surette
onları yer ve gök olmak üzere iki günde yarattı. Bir de her
iki gökte oraya ait emrini vahyetti.”
*
“Yedi gök, yer ve bunlardakiler onu tesbih
ederler. Hiç bir şey yoktur ki O’nu hamd ile tesbih etmesin.
Lâkin siz onların tesbihini anlamazsınız. O gerçekten halîmdir, bağışlayıcıdır. ”
*
Evrenin insan eğilimleri ile melodisinin,
vahyi ona bağımlı yaşamı ve onunla uyum halinde oluşunun
en çarpıcı örneği yüce ve noksan sıfatlardan münezzeh
olan Allah'ın yarattığı insan fıtratının -yegane- düzenleyici
ve yaratıcının kulluğuna çeker olmasıdır. Celil ve Aziz
olan Allah'ın ayeti kerimesinde ifade ettiği çarpıcılık:
“O halde yüzünü bir hanif olarak dine,
Allah’ın fıtratına çevir ki O, insanları onun üzerine
yaratmıştır (o da İslâm’dır). Allah’ın
yaratığını değiştirmek olur şey değildir. İşte doğru
din budur.”
*
İşte bu bağlamda nimetlerin bolluğu, yeryüzünde
hayrâtın çıkışı, emniyeti, iç huzuru ve huzurlu yaşam
ile yüce Allah'ın şeriatına bağlılık arasındaki
ilişkiyi vurgulayan bir çok ayetler gelmiştir. Örneğin
Allahu Teâla’nın şu sözleri:
“Eğer onlar İslâm üzere dosdoğru
gitselerdi, elbette biz onlara bol bol su verirdik.”
*
“Eğer o memleketlerin halkı, iman edip (Allah’tan)
korkmuş olsalardı, muhakkak üzerlerine gökten ve yerden
bereketler açardık. Fakat onlar (peygamberlerini)
yalanladılar. Biz de kendilerini yaptıklarından dolayı
yakalayıverdik.”
*
Daha sonra Nuh (as)'ın yeryüzünde taşkınlık
ve bozgunculuk çıkaran kavmine hitabını bize anlatan ayeti
kerimelere bir kulak verelim:
“Gelin Rabbinizden mağfiret dileyin.
Çünkü O, çok bağışlayıcıdır. Üzerinize gökten bol
bol yağmur göndersin, size mallar ve oğullarla imdât
eylesin. Size bahçeler ihsan etsin. Size ırmaklar akıtsın.”
*
Ve de, Allah'ın mü’minlerden ameli salih
işleyenlere (doğru çizgide olanlara) verdiği yeryüzünde
hükümranlık müjdesine/ sözüne bir bakalım:
“Sizden iman edip yararlı işler yapanlara
Allah, şöyle va’d buyurdu: Yemin olsun ki onlardan evvel
gelenleri nasıl (kâfirlerin) yerine getirdikse, onları
da arazisine getirecek ve onlara kendileri için seçtiği
dinlerini (İslâm’ı) kuvvetle icra imkanı verecek.
Onları korkularının arkasından behemahal huzura
kavuşturacak. Bana hiç bir şeyi ortak koşmayarak ibadet
edecekler. Kim de bundan sonra nankörlük ederse, artık onlar
fasıkların ta kendileridir.”
*
Buna karşın yüce Allah, Rablerinin
emrinden yüz çevirip yeryüzünde taşkınlık ve bozgunculuk
yapanları kötü bir sonucun beklediğini beyan buyurmakta ve
zulümlerinden dolayı helak ettiği o toplumlardan örnekler
sunmakta bizlere:
“Allah bir şehri (Mekke’yi)
örnek verdi ki, emniyet ve huzur içindeydi. Her yerden rızkı
bol bol geliyordu. Derken (halkı) Allah’ın
nimetlerine nankörlük etti. Allah da onlara yaptıklarından
dolayı açlık ve korkuyu tattırdı.”
*
Bu bağlamda İslâm ümmetinin kalkınmasını
sağlayacak, Allah'ın emir ve yasaklarına bağlılık
mihveridir. Başka bir ifade ile, Muhammed (sav)’e indirilen
vahye bu ümmet düşünce ve eylem planında sarsılmaz/muhkem
bağla bağlandığı ölçüde kalkınacak ve ilerleyecek,
yegane dayanaklarından -vahiyden- uzaklaştıkça da çökecek
ve alçalacaktır. Bu sabit bir dengedir. Her hangi bir şekilde
bozulması mümkün değildir. İşte 'İslâm tarihi' buna en
iyi şahittir.
Müslümanlar, İslâm toplumunda -Peygamber
ve Raşidi hilafet döneminde- yaşamlarını İslâm mihverinde
şekillendirdiklerinde, kalkınmanın en güzel modelini
gerçekleştirdiler ve o dönemleri en hayırlı asırlar olarak
geçirdiler. Daha sonraları o sade çizgi bozulmaya başladığında,
İslâm toplumunda eğilimler, yönelimler, vahyin indirdiği
ilkeler ve hükümlerden ayrılmalar başlamış, böylece İslâm
ümmetinin bedenine çöküş hastalığı girmiştir. Söz
konusu çöküntünün sebebi, toplumun ve vahyin arasında bir
tür dualizmin yaşanmasıdır. Bu ayrılma genişledikçe
ümmetin çöküşü kök salmış, ta ki müslümanların
yaşamlarından, devlet ve toplumlarından vahyin yasalarının
gıyabına değin -takip eden süreç- ümmetin çöküş serüveni
aşağıların aşağısına varması ile sonuçlanmıştır.
Bu süreç içerisinde Müslümanlar İslâm’ı,
kendine özgü yapısını, tüm saf ve sadeliği ile hiçbir
septisist/şüpheci yaklaşıma yer vermeden son derece olağan
bir hırsla anlamaya çalışmak durumundadırlar. Ta ki onların
bağlılıkları Muhammed (sav)’e inen vahye, düşünce ve
hükümlerine olsun. Bu da Müslümanların İslâm hukukunun
kaynaklarına bakış açılarını netleştirmeleri
zorunluluğunu doğurmaktadır ki hükümlerini ilahi vahyin
belirlediği kaynakların dışında başka referanslardan
almasınlar.
Geçmişte Müslümanların İslâm
şeriatını/hukukunu Kuran- Sünnet-İcma-kıyas olarak dört
kaynaktan alma noktasında gösterdikleri ihtimam, vahyin dışında
-bir kaynaktan- şeriatın alınmasının (çıkarım
yapılmasının) caiz olmayışındandır. KURAN; Allah'ın elçisi
Muhammed (sav)'e lafzî ve mana ile vahyettiği Allah'ın
Kitabıdır. SÜNNET; Peygamberden söz, fiil ve ikrar olarak sadır
olan her şey, bunun da vahyin çerçevesinde sayılması, Rasul’ün
heva ve hevesinde konuşmayacağı, onun ancak vahiy ile
konuşacağından ötürüdür. Kuşkusuz Sünnet, Allah'ın, elçisine
hem mana hem de lafzan vahyettiğidir.
İCMA'ya gelince -çoğu kez sahabe icması
kastedilir- o da vahyi tabir ediyor. Çünkü Allah (cc)’nın
Kur’an-ı Kerim’de tümünü övdüğü sahabenin Allah
Rasulünden duymadıkları bir şey üzerine cümlesinin icma
etmesi mümkün değildir. Buna bağlı olarak bize gizli olan
delili açığa çıkarmalarından dolayı onların icmaları
şer’î bir delildir.
KIYAS'a gelince, yine o da vahyi açığa çıkaran
bir kaynaktır. Bu kıyas -bazılarının zannettiği gibi-
akıldan hüküm çıkartmak değildir elbette. Bilakis o, Kur’an
ve Sünnetin şer’i naslarının determine
ettiği/belirlediği şer’î illetlerle hükümler çıkarmaktır.
Yani, bir hükmün diğer bir hükme kıyası ancak ve ancak;
Kur’an ve Sünnetten şer’i bir nassın belirlediği bir illet
üzere ortak olmaları ile olacaktır. Bu durumda kıyas ile
istidlal, vahiyden hüküm çıkartmak olur.
İslâm’ın kalkınma dönemlerinde
Müslümanların İslâm’a ve yasama kurallarına yönelik
yaklaşımları böyle idi. Ancak işte çöküş dönemlerinde
Müslümanların yasama kaynakları birden çoğalıverdi. Ve
nerede ise o kaynakların çoğunun vahiyle hiçbir ilişkisi
yoktu. Ümmetin gerilemesini ve çöküşünü daha da kamçılayan;
akıl, konjektürel şartlar, maslahatlar/çıkarlar v.b. türetilmiş
kaynaklar sayılmaktadır. Doğal olarak bu, ortaya konulan
şeriat anlayışının vahiy dışı gelişmesi sonucunu
doğurmaktadır. İslâm’ın -Muhammed (sav)’e indirilen
vahyin- zaferini isteyen ümmetin, bir yandan hükümlerini ve
yasal dayanaklarının bir çoğunu vahyin dışındaki
kaynaklardan alıp, aynı zamanda İslâm’ın nehyettiği ile
ona (İslâm’a) yardıma çalışması, şaşırtıcı bir
durum, paradoks olsa gerek.
Bundan dolayı bizlerin yine de yüce Allah'ın
şu sözünü hatırlatmaktan başka yapacağı bir şey yok.
“De ki; eğer siz Allah’ı seviyorsanız,
hemen bana uyun ki, Allah da sizi sevsin. Ve günahlarınızı
bağışlasın! Allah çok bağışlayıcı, merhametlidir.”
*
|