İSLÂM HADARETİNİN DİĞER HADARETLERDEN
AYRIŞIMI |
|
Tarih boyunca toplumları yönlendiren geçmiş
düşünce ve hadaretlerin serüvenine bakan bir gözlemci, uzun
uzadıya araştırılması ve düşünülmesini zorunlu kılan,
çok ilgi uyandıran hadaretlerin birbiri ile olan iletişimi
fenomeni ile karşı karşıya gelecektir. Kimi hadaretler geçmiş
hadaretlerin bir uzantısı olduğu halde, onlardan bir takım
nuansları ve karakterleri ile ayrılmakta ve farklı normlarda
görünüm sunmaktadır. İşte bu fenomoni/olguyu yorumlamak
bizim açımızdan nasıl olacaktır?
Hadareti; hayata ilişkin kavramların bütünü
şeklinde tanımladığımızda bu, siyaset, hukuk, sosyal
formasyon, ekonomi ve yönetim biçimi, sistemleri ile toplumun
ve hayatın tüm alanlarını kapsamına alan çok geniş
anlamda verileri olan bir düşünce yumağını ifade
etmektedir. Eğer söz konusu fikirler, kaynağını insan
ideasından alıyorsa, elbette bizlerin bir takım hadaretlerin
olumlu veya olumsuz yönden birbirlerinden etkilenişi/alinasyonu
gibi bir sonuç elde etmesi kaçınılmaz olacaktır.
Bu da insanların yaşam profillerini
belirleme noktasında ilkesel bir değer ifade eden söz konusu
düşüncelere hem nitelik hem de nicelik açısından
sınırlı olan insan ideasının kaynaklık etmesinden
ötürüdür. Çünkü o -insan- ortaya bir şey koyduğu zaman
zihninde varolan bilgiler çerçevesinde ortaya koyar. Ortaya çıkarılan
şey, öncül bilgiler ve hissedilir vakıa ile hiçbir bağı
olmadan insanın yoktan bir şey icad etmesi, yeni yeni düşünceler/teoriler
getirmesi demek değildir. Bilakis olay sadece, varolanın, daha
henüz yeni anlaşılır olması ya da daha önce hiç kimsenin
tespit etmediği bir düşüncenin/teorinin tespitidir. Ama yine
de vakıa ve öncül bilgiye dayanarak. Zaten insan, hissedilir
vakıayı/reel durumu yorumlayacak öncül bilgileri düzleminde
akledebilir. Bir diğer deyişle ideasını yapabilir. Burada
yeni bir teoriyi ortaya atan teorisyenin yaptığı işlem; bir
takım verileri bir araya getirip sentezini yapıp daha önce
hiçbir kimsenin ortaya koymadığı bir şeyi ortaya
koymaktır. Bu durumda elbette onun -teorinin- yanlış veya
doğruluğuna bakmaksızın ilk söyleyeni olmuştur. Buna
bağlı olarak da bir takım düşünceler ve teorilerin
sahipleri, teoirlerini -belki de ütopyalarını-
ürettiklerinde onlar, sadece sahip oldukları öncül bilgeleri
ve bu öncül bilgilerin zihinlerinde sentezini yapabildikleri
oranda birşeyler koyabilmektir.
Bir düşünür ya da kâşifin kendisini
kuşatan düşünceler içinde yaşadığı koşullar ve
kendisini manipüle alanına alan konjektürden etkilenmesi çok
doğal bir olgudur. Buna göre o, ya kendisini etki alanına
alan söz konusu düşüncelerin bir benzeri, ya da tam aksine
kendisini kuşatıcı düşüncelerin ana kritiği/eleştirisi
üzerine bina ettiği düşünce ve teorilerini ortaya atacaktır.
Ama her iki durumda da filozof/teorisyen çevre etkisi altındadır.
İşte bu gerçek bizlere hadaretler arası alinasyon fenomenini
yorumlamaktadır. Eğer hadaret -geçmişte tanımı geçtiği
üzere- "bir toplumun yaşama ilişkin kabullendiği
kavramlar ve düşüncelerin bütünü" ise, bu düşünceler;
birbirinden etkilenen aklın (ideanın) ürünü olduğuna göre,
beşer ideası kaynaklı ortaya konulan tüm teoriler ve düşünceler
sadece varolanın, bilinenin yeni bir versiyonunun ortaya
konulmasından başka bir şey değildir.
Tarihçi ve araştırmacıların değindiği
gibi, Babil, Eşveri veya Sümer hadaretlerinin ya da Roma
hadaretinin kendisinin selefi olan Yunan hadaretinden etkilenişi/alinasyonu
-onun da ötesinde Yunan hadaretine dayandırılışı- ya da
Yunan hadaretinin eski yakın doğu Mısır hadaretlerinden
etkilenişini/alinasyonunu bu bağlamda yorumlamamız mümkün
olacaktır.
Yine bu düzlemde Orta Çağ Avrupası
hadareti ile çağdaş Liberal batı hadareti arasındaki
ilişkiyi/sentezi, yine bu son söylediğimiz ile komünist
dünya görüşü/hadareti arasındaki ilişkiyi anlamamız mümkün
olacaktır. Her iki durum da -birbirinin tersine gelişen
koşullar- olumsuz anlamda etkilenişim/alinasyon sürecinin doğurduğu
reaksiyonist dünya görüşleri olarak doğmuşlardır.
Orta Çağ süresince dini ve ruhbansı
hegemonya (skolastik düşünce), kilisenin egemenliği, ilahi
vizyon adına kralların otoriteyi ellerinde bulunduruşu,
feodal bir sistem gölgesinde yapılan baskıcı/jakoben
uygulamalar o dönemlerde köle, efendi, çiftçi,
derebeyi/toprak sahibi şeklinde ayrımlar ve dini ve ruhi
değerlerin baskısı altında tutulan Orta Çağ Avrupasında
bu sefer bütün bunlar tam tersi bir düşüncenin; dinin
hayat, toplum ve devletten ayrılması düşüncesinin/laikliğin
doğuş zeminini hazırlamıştır. Libarelist düşünürler
sayesinde gelinen bu noktayı; düşünce, inanç, bireysel ve
mülkiyet özgürlüklerini kapsayan demokrasi (özgürlükçü
düşünce) takip etmiştir.
Kapitalist toplum sürecinin, merkantilist
dönemle başlayıp sanayi devrimi ve sonrası ile ivme
kazandığı batı toplumu. Bir taraftan toplumun büyük çoğunluğu,
yaşam ile ölüm arasında tutabilecek kadar zor
yaşam düzeyini sürdürmeye mahkum edilirken, sermayenin
küçük bir azınlığın/burjuvanın elinde toplanması,
fabrikatörlerin, şirketler ve özel işletmelerin de bir avuç
azınlığın elinde oluşu; toplumun baskın çoğunluğunu
oluşturan işçi, memur, emekçi, proleterya kesiminin söz
konusu sermayedarların elinde sömürüldüğü, palazlandığı
bir toplum yapısını doğurmuştur. İşte bütün bu koşullar,
Avrupada bir takım düşünür ve ekonomi teorisyenleri
nezdinde tam tersine bir gelişmenin dinamiği olmuş ve bu
gelişme kapitalist toplumlarda yaşanandan daha insaflı bir
yaklaşımla yerel servetin dağılımı yönünde seyreden
sosyalizm teorilerinin ivme kazanmasını sağlamıştır. Bu
teorilerin en bariz ve önemli olanı yeryüzünde ilk defa
Sovyetler Birliği diye tanınan bir coğrafyada Bolşevik
ihtilali ile açığa çıkan Marksist sosyalizmidir.
Ancak Orta Çağın başlaması ile yayılma sürecine
giren İslâm hadaretini bir örnek olarak ele aldığımızda
-hadaretlerin alinasyonunu ifade eden- söz konusu yargı ile
İslâm hadaretini yadsımanın hiç de mümkün olmadığını
görürüz. Bu açıdan İslâm’ın ilk doğuş serüvenini
izleyen kişi, İslâm’ın kendisinden önce yaşamış, ne de
çağdaşı olan hadaretlerden olumlu veya olumsuz anlamda hiçbir
şekilde etkilenişinin/alinasyonunun söz konusu olmadığını
ilk bakışta görecektir. Nitekim İslâm kendisinden önce ve
çağdaşı olan tüm yaşam modellerinden çok daha farklı,
kendine özgü bir yaşam modeli sunmuş, cahilliye yaşam
modelinin bir kaç asırdır egemen olduğu Arap Yarımadası'ndan başlayarak/start alarak, Roma, Fars ve bir çok
hadaretlerin hüküm sürdüğü uzak diyarları, coğrafyaları
ve okyanusları aşarak ulaştığı tüm toplumlarda yaşamın
her alanına uzanmış ve kendine özgü inkılabi değişimi o
coğrafyalarda gerçekleştirmiştir.
Orta Çağ hadaretleri üzerine kurulan
kapitalizm ve komünizm hadaretlerinin yerkürede varlık
bulmaları ancak asırlar boyu süren filozof ve düşünürlerin
fikri anlamdaki tartışma ve mücadeleleri sonucunda birtakım
düşünürlerin gelip, geçmişten kendilerine bırakılan
mirası ve Batıda gelinen bu süreci tamamlama ve ona belli bir
şekil verme gibi bir işlevi görmesi ile modern Batı düşüncesi
belli bir norm kazanmıştır. Ancak bu her iki ideolojinin
tatbikine gelince; o bile, asırlar boyu süren çetin ideolojik
sürtüşmeler sonunda mümkün olabilmiştir. Bu bağlamda
diyoruz ki, kapitalist ve komünist her iki dünya görüşünde
bu debdebe ve çalkantıyı görürken, İslâm hadaretinin ise
ilk kez Arap Yarımadası’nda Mekke’de, Muhammed (sav)’in ilânı
ile yayılmacılığına başladığını, önce yarımadada,
daha sonra girdiği tüm topraklarda köklü bir değişimi
sağladığını görüyoruz. Varoluşundan on üç sene gibi kısa
bir zaman diliminden sonra meyvelerini vermeye başlamış,
Medine’de kurulan devlet ile on sene gibi kısa bir zaman içinde
Arap Yarımadası’nı egemenliği altına almıştır. Sonraki
asırlarda diğer coğrafyalara, eski hadaretlere beşiklik
etmiş olan doğuda Çin, batıda Atlas Okyanusu’na olan
mesafeye kadar Fars, Bizans, Hind v.b. ne kadar hadaret varsa
hepsinin -bir daha dönüşü olmayacak tarzda- sayfalarını
kapattığını ve bu bölgelere kendi egemenliğini kurup, geçmiş
hadaretlerin hepsini tarihin o kirli sayfalarına gömdüğünü
görmekteyiz.
Üstad Muhammed Esad diyor ki: “Beşeriyetin
hadaret serüvenini ne kadar araştırsak da, herhangi bir
hadaretin başlangıç serüvenini, başlangıç tarihini
belirlememiz ne de birinin doğuşunu hazırlayan koşullarla
diğerininkini hazırlayan koşulları birbirinden
ayırabilmemiz mümkün değildir.
Ancak bu söylediklerimizin biricik istisnası,
olağanüstü boyutu ile dillere destan, akıllara durgunluk
veren, bir kerede gayb aleminden varlık sahnesine çıkışı
ile insanlık tarihinin tanık olduğu hadaretlerden farklı
olan müstesna bir hadaret var. İnsanlık tarihinin çok ama
çok kısa bir döneminde kendine özgü/spesifik ilkeleri
üzerine kurulmuş olan bu paradigma görenlerini hayrete düşürmüştür.
Kuşkusuz o, eşi benzeri olmayan İSLÂM HADARETİ’dir.”
“Diğer varlıkların kendilerini kuşatan geçmiş
düşünce akımlarının ve farklı ekollerin mirası üzerine
konmaları ile peyderpey oluşmaları ve kendine özgü
formasyonların oluşumu asırlar alırken, sadece İslâm
hadareti hiçbir geçmişi olmadan varlık sahnesine (mütekâmil
olarak) çıkmıştır.”
“Kuşkusuz toplum üzerinde, bireylerin ilişkilerini
düzenleyen metodu ve hayatın her alanını kuşatan hukuki düzenlemeleri
ile yaşama ilişkin spesifik bakış açısına sahip bu
hadaret; gününün doğması ile kapsamlı ve dört başı
mamur bir hadaret, çok açık görünüme sahip bir toplum
modelini oluşturmuştur.”
“İşte bu hadaret ne birbiri ardına miras
bırakılan düşünce akımların doğması, ne de geçmişin
bıraktığı geleneksel düşünce ekollerinin, teorilerinin
meyvesidir. Hayır! Fakat bu hadaret doğuşunun sadece kendine
özgü serüveni olan saygın kitabın/Kur’an-ı Kerim’in
indirilmesi ile doğmuştur.”
*
Hiç şüphesiz batılı düşünürler
-özellikle de oryantalistler- ve İslâm dünyasındaki laik düşünceye
sahip entellektüel kişilikler, insanlık tarihinde
hadaretlerin etkilenişimi fenomenini İslâm hadaretine de
atfetmekten geri kalmamışlardır. Bu bağlamda İslâm
hadaretinin çağdaşı olan Hint, Fars, Roma v.b. hadaretlere
uzantısını çağrıştıracak bir delil/belirti bulmak için
İslâmî eserleri, metinleri araştırmaya koyulmuşlardır.
Ancak objektif bakış açısına sahip bir araştırmacı, bu türden
iddia sahiplerinin çabalarının, “babasının çocuğundan
daha küçük olduğunu” iddia eden bir adamın durumundan
farksız, boş ve anlamsız olduğunu anlayacaktır.
*Çünkü İslâm hadareti beşer ideasının
ürettiği ve birçok/kolektif akılların ürettiği bir
hadaret değil, aksine o, hakim olan ilahın vahyinin kaynaklık
ettiği bir hadarettir. O halde İslâm hadareti; “hayat
hakkında İslâmî mefhumların tümü”dür. Mü’minler,
tüm bu mefhumları vahyin metninden çıkarmışlar, Kur’an
ve Sünnet üzerine bina etmişlerdir. Nitekim her ikisi de şu
sözleri söyleyen tüm noksanlıklardan münezzeh olan Rabbımızın
vahyidir:
“O, hevasından söylemiyor. Söylediği
şey, bildirilen vahiyden başka bir şey değildir.”
*
İşte bu mefhumlarda insan, hayat ve evren
hakkında kapsamlı bir düşünce sunan aklî akide (paradigma)
üzerine bina edilmiştir. Nitekim o, LAİLAHE İLLALLAH
MUHAMMEDUR RASULULLAH akidesidir. Bundan dolayı İslâm
hadareti hayatın her alanını kuşatan ideolojik bir
hadarettir.
Yüce Allah buyurdu ki:
“Sana bu kitabı her şeyi beyan etmek için
bir hidayet, bir rahmet ve mü’minlere bir müjde olarak
indirdik.”
*
|