TOPLUM VE KALKINMASI


Kuşkusuz; insanlık tarihini gözden geçiren bir araştırmacı ilgisini çeken temel bir fenomenle karşılaşacaktır. Bu fenomen gelişmişlik ve çökmüşlükleri/ düzeysizlikleri, başka bir deyişle kalkınmışlığı ve inişe geçişleri bakımından toplumların birbirinden farklılık arzettiği olgusudur.

Tarihi metinler, gerçekte şu yeryüzünde yaşamış tüm beşeri toplumların yaşamlarının sicilidir bir anlamda. Bu toplumlar arasında bir karşılaştırma yapıldığında, gerek türü ve seviyesi gerek hadaret modelleri, gerekse gelişmişlikleri ve çöküşleri bağlamında aralarında apaçık bir farklılaşmanın olduğunu görmek mümkündür. Dahası biz, söz konusu metinlere; toplumların kalkınması ve gelişmişlik düzeyini yakalaması adına, düşünürlerin, filozofların ve hatta siyasilerin -teorik ve pratik anlamda- ortaya koyduğu çabalarla dopdolu olduğu için eğiliriz. Onların bir kısmı bu yüksek ideallerini gerçekleştirmede başarılı olmuş, bir kısmı ise başarılı olamamıştır.

Günümüzde bu gerçek hâlâ farklı düşünce akımlarının üyesi veya farklı bakış açılarına sahip birçok araştırmacı, düşünür ve siyasiyi meşgul etmektedir ve etmeye de devam edecektir. Nitekim o geçmişteki insan, günümüzde ve gelecekteki insandır.

İşte biz de Müslümanlar olarak bu temel fenomenin dışında değiliz. Tarihimizin start aldığı günden beri (İslâm serüveninin başlaması ile) düzeyli bir yaşamı hedeflemiş ve İslâm temelinde düzeyli bir yaşamın ikamesi için aksiyon göstermişizdir. Peygamber (sav) döneminden bu yana geçmişlerimiz, söz konusu ideali gerçekleştirmede başarılı olmuşlardır. Zaten Yüce Allah (cc) özellikle onlara bu sorumluluğu yüklemiş ve Allah, Rasulü (sav)’e inen vahiy ile o yüce ideale varacak yolunu çizmiştir.

“Sizden iman edip yararlı işler yapanlara Allah şöyle vaadde bulundu: Yemin olsun ki onlardan evvel gelenleri nasıl (kâfirlerin) yerine getirdiyse, onları da (kâfirlerin arazisine) getirecek ve onlara kendileri için seçtikleri dinlerini (İslâm’ı) kuvvetle uygulama imkanı verecek. Onları korkularının ardından bemehal huzura kavuşturacak. Bana hiçbir şeyi ortak koşmayarak ibadet edecekler. Kim de bundan sonra nankörlük ederse, artık onlar fasıkların ta kendileridir.” *

Ancak bugün, toplumumuzun hiç de iyimserlikle bakılamayacak bir hakikati, çöküşü yaşamakta olduğu hiç bir akıl sahibinin tartışamayacağı su götürmez bir gerçektir. Bu durumda toplumu kalkındıracak yolu/modeli yeniden araştırmak kaçınılmaz bir sorumluluk olarak karşımıza çıkmaktadır. Buradaki çaba/araştırma herhangi bir kalkınma modeline yönelik olmayacaktır elbette. Aksine tek doğru kalkınmanın modelini sunan -yeniden- İslâmi kalkınmanın araştırılması olacaktır.

İslâm'ın, Müslümanlar için, İslâmi bir toplum oluşturmaları noktasındaki yolunu, yordamını çizdiği bilinen bir gerçektir. Diğer bir deyişle İslâm, Müslümanların toplumlarını kalkındırmaları bağlamında -gerekli olan- metodu belirlemiştir. Ancak bir gerçek olarak önümüzde duran toplumun vakıasını iyiden iyiye bilmeden söz konusu modelin anlaşılması ve uygulanabilirliği mümkün değildir. Çünkü bir proplemin çözümünde İslâm'ın takip ettiği metodoloji şu şekildedir:

Birincisi: Çözümü istenen proplemin özü üzerinde yoğunlaşılabilmesi için söz konusu olayın/vakıanın iyiden iyiye incelenmesi, analizinin yapılıp anlaşılması.

İkincisi: Konu (söz konusu vakıa ve sorun) ile ilgili şer'i metinlere dönülüp onların iyiden iyiye anlaşılması. Burada da amaç, söz konusu konu ile ilgili Allah'ın hükmünün bilinmesi olacaktır. Bu da söz konusu çözümler ve yaklaşımlar noktasında Allah Rasulü (sav)’e indirilen vahyin referans olarak alınması ile gerçekleşecektir.

Üçüncüsü: Ortaya atılmış sorunun çözümü için söz konusu vakıaya/proplemin üzerine şer'i çözümlerin uygulanmasıdır.

Bu bağlamda öncelikli olarak toplumun somut bir obje olarak ne olduğunun anlaşılması gerekmektedir.

Kuşkusuz bir çok insan, topluma yüzeysel bir bakışla bakmakta ve toplumu insan bireylerinin bileşimi olarak tanımlayarak gerçeğine uymayan yanlış bir toplum tanımlaması getirmektedir. Tabii ki bu tanıma bağlı olarak da toplumun ıslahı veya kalkınmasının ne olduğu noktasında bir tasavvur beliriyor. Diyorlar ki: “Bireyi ıslah et, toplum düzelir.”

İşte gelin şimdi bu tanımı sorgulayalım: Öyle ya, bir tanımın doğru olabilmesi için "efradını cami ağyarını mâni" (bu tanım içine girenlerin tümünü kapsayıcı, dışındakilere de uyarlanamayan) bir tanım olması gerekiyor. İşte eğer bu tanımlama tüm (tekilleri olan) toplumlara uyarlanabiliyorsa câmi, toplum dışındaki somut vakıalara uyarlanamıyorsa mâni olacaktır.

Yukarıda geçen toplum tanımlamasını toplum gerçeği üzerine uyguladığımızda bu tanımın, câmi olduğu, ancak mâni olmadığı ile karşılaşacağız. Her toplumun oluşumunda, bireylerin önemli bir unsur olması bakımından bu tanım câmidir. Fakat mâni değildir. Çünkü bu yönü ile toplumun dışında bir takım gerçekleri de ifade ediyor. Nitekim salt topluluğu/birlikteliği oluşturan bireylerin, toplumu oluşturacakları söylenemez. Buna örnek verecek olursak:

Sayıları ne kadar çok olursa olsun bir geminin (gemi yolculuğunun) birleştirdiği topluluk, toplumu oluşturmaz. Sayıları binlerle ifade edilse de genel kabul böyledir. Onlar bireylerin oluşturduğu birliktelik değil midir?

Niçin bir "toplum" oluşturmazlar? İşte bu, söz konusu tanımın eksik ve yanlış olduğu anlamına geliyor.

Büyük bir gemi içinde binler, toplumu oluşturmazken; küçük bir köyde, birkaç yüz kişinin toplum oluşturduklarını görüyoruz. Bu da aynı şekilde genel kabulün içindedir.

Doğru tanım ise: Küçük bir köyde birkaç yüzlerin oluşturduğu birliktelik/toplum ile; sayıları on binlere ulaşsa da, zamanlardan bir zaman diliminde, bir sebepten dolayı bir araya gelen -bu yönleri ile toplum tanımının yapılamadığı- insanlar arasındaki özsel ayırıma vurgu yapan tanımdır. Aralarında sürekli bir diyaloğu doğuran ve bu diyaloğu koruyup aralarında sıkı bir bağlılıkla birlikteliği oluşturup onların tümünde -bireylerine değil- belirli bir kimliği ve seçkin/farklı bir karakteri köy sakinlerinde oluşturan özsel ayrım budur. Gemideki binlere varan bireylerin birlikteliği ise sadece bir yolculuk bağıdır. Onların aralarında diyaloğu sürekli kılacak hiç bir olgu yoktur. Onlar karaya çıkışları ile hemen ayrılıvereceklerdir.

O halde toplum: Aralarında sürekli ilişki bulunan insanların birlikteliğidir. O toplum bu yönü ile vardır ve bu yönü farklılığını oluşturacaktır. Şayet söz konusu ilişkiler düzeyli ise düzeyli bir toplum olacak; eğer ilişkiler düzeysiz, düşük ise toplum da düzeysiz bir yapı arzedecektir.

Bu bağlamda gündeme gelen sorun, söz konusu ilişkilerin nasıl düzeye kavuşturulacağı ve nasıl düzeysiz olabileceği sorunudur. Bu sorunun cevabı ise, söz konusu ilişkilere egemen olan etkenlerin bilinmesinde odaklaşmaktadır.

Kuşkusuz toplumun gerçeğine ilişkin derin bir gözlem, bizlere toplumun -bireyleri arasındaki- ilişkilere egemen olan unsurların şu üç ana başlıkta toplandığını gösteriyor. Bunlar; Kavramlar (düşünceler), Duygular ve Sistemler’dir.

Kavramlar: İnsanın eğilimleri onun sahip olduğu düşünce yapısına bağlıdır. O, doğru gördüğünü yapacak, yanlış gördüğünü ise terk edecektir. İnsanlar arasında belirli bir diyaloğun sağlanması, aralarında ortak bir düşünce yapısının oluşturulması ile mümkündür. Nitekim insanlar belirli bir çıkar üzere toplanmışlardır. Her iki tarafın da düşünceleri, söz konusu çıkar noktasında birleştiğinde, ikisi arasında bir diyalog kurulabilir. Şayet çıkarları noktasındaki düşünceleri/kanıları farklılık arzederse bir diyalogtan bahsetmek olasılık dışıdır.

Duygular: Kuşkusuz insanlar, sahip olduğu kavramlar (benimsediği düşünceler) paralelinde bir duygu yumağını da taşımaktadır. Nitekim bireyler arasındaki diyaloğun sağlanması için, adına toplandıkları çıkarları noktasında duygu birlikteliğinin de sağlanması elzemdir. Böylece doğru/uygun bildikleri karşısında beraber sevinsinler, yanlış bildikleri karşısında da beraber üzülsünler. İşte toplumda genel sözleşmeyi (yaygın bir geleneği) oluşturacak olan bu duygu ve düşüncelerdir.

Sistemler: Her toplumda -insanların- işlerini idare eden, ilişkilerini sistematize eden ve aralarındaki anlaşmazlıkları çözen bir otorite vardır kuşkusuz. Bütün bunlar söz konusu otoritenin benimsediği ve yürürlüğe koyduğu ve toplumun tüm bireylerine bağlılığı zorunlu kıldığı sistemle sağlanmaktadır. Bu anlamı ile sistemin toplumsal ilişkiyi sağlayan büyük bir etken olduğu anlaşılıyor.

Böylelikle bizlere toplumun; ortak duygu ve düşüncelerin, sistemlerin birbirine bağladığı insanlar olduğu açıkça gözükmektedir. İşte bu toplum söz konusu düşünceler, duygular ve sistemlerle nitelik kazanmaktadır. Örneğin toplum, söz konusu unsurları; tümü ile kapitalist unsurlar ise kapitalist bir toplum, komünist unsurlar ise komünist bir toplum, İslâmi unsurlar ise İslâm toplumu diye nitelendirilecektir.

Böylesi bir toplumun belirli bir kimliği ve seçkin karakteri kazanabilmesi için söz konusu etken unsurlar (düşünceler/duygular/sistemler)in birbiri ile çelişmeyen, bağdaşır olması, aralarında sıkı sıkıya bir iletişimin olması gerekmektedir.

Kapitalist ve İslâmi düşüncenin sentezinin var olduğu -günümüz İslâm dünyasının bir çok parçasında olduğu gibi- bir toplumu farzedelim. O toplumun ne belirli bir rengi ne de belirli bir kimliği olacaktır. Dahası bu toplum -var olan böylesi statükoyu koruduğu sürece- asla ama asla ömründe kalkınma ile hiç mi hiç tanışmayacaktır.

Benzer bir biçim olarak, yaygın olan anlayış ile, yöneticilerin, toplumun duygu ve düşünceleri ile çatışan, uyuşmayan sistemleri uygulamaları -nitekim günümüz İslâm dünyası aynen bu gerçeği yansıtmaktadır- ile bir bölünmenin yaşandığı toplumlar, yönetilen ve yönetenler arasında düşmanlığın sürekli alevlendiği ve bunalımların, (sosyal patlamaların) tıkanıklığın yaşandığı toplumlar olacaktır. Bu tip toplumlar gelişmişliğe ve kalkınmaya en uzak toplumlardır.

Dahası, toplumların ilerlemeleri, duygu, düşünce ve sistemlerin yüceliği ve ulviliği ile olacak, bunların düzeysiz ve tutarsızlığı ise çöküşünü hazırlayacaktır. Söz konusu duygu, düşünce ve sistemlerin yüceliği/tutarlılığı ancak belirli bir düşünce temeline (fikri kaideye) dayandırılması ile mümkündür. Bu temel düşünce (paradigma) insana; evren, hayat ve insan hakkında kapsamlı bir düşünce sunabilen aklî akide olmalıdır. İşte bu durumda tüm düşüncelerin referansı ve tüm sistemlerine kaynaklık eden ideoloji olmaya layık bir dünya görüşü olur.

Sözün kısası; bir toplum ancak genel kanıları -duygu ve düşünceleri- aklî bir akideye dayalı olması, sistemlerinin de böylesi bir akideden çıkmış sistemler olması halinde kalkınmış bir toplum olacaktır. Böylelikle söz konusu akide, toplumun üzerine inşaa edildiği temel olacak ve kalkınmaya doğru kendisini götüren 'fikrî lideri' olacaktır.

Şayet doğru kalkınmış bir toplum istiyorsak bu, ancak İslâm toplumunun oluşumu ile mümkün olacaktır. Yani İslâm akidesi üzerine bina edilmiş; tüm duygu, düşünce ve sistemlerin İslâmi olduğu bir toplumu oluşturmakla. Çünkü tek doğru akide İslâm akidesidir. Diğerlerinin ise batıllığında kuşku yoktur.

Geride yazdıklarımızın ışığı altında günümüz İslâm dünyasına/Müslüman toplum gerçeğine bir göz attığımızda onun, çökmüş bir toplum nitelemesini doğruladığını görüyoruz. Her ne kadar İslâmi düşünceye sahip ise de, taşıdığı düşüncesinin büyük bir bölümünün İslâmi olmadığı, bir çoğunun özellikle Batı hadaretine ait düşünceler olduğu karşımıza çıkmaktadır. Dinin hayattan ayrılması, genel özgürlükler, demokrasi v.b.

Duygular düzeyinde ise, ümmet, bir çok İslâmi duyguyu korumasına rağmen, toplumda hâlâ ulus devlet anlayışı, milliyetçilik, vatanperestik, kabilecilik v.b. düzeysiz duygular yerini terketmemiştir.

Sistemler bağlamında, İslâm dünyasında uygulanır durumda olan sistemlerin şuradan buradan toplama beşeri kanunlar, küfür sistemleri olduğunda kuşku yoktur.

İşte böylelikle Müslümanların yaşamış olduğu toplumlar, düşünce, duygu ve sistemler düzleminde, İslâmi olanlarla İslâmi olmayan unsurların meczolunduğu toplumlar gerçeğini yansıtmaktadır. İşte Müslüman halkları da kalkınma ve gelişmişlikten uzak tutan, bu çökmüş (bir o kadar da hantal) toplum yapısını hazırlayan şey onlarda niteliksizlik ve kimliksizlik oluşturmuştur.

Aynı şekilde bu topluma, -sayısal çoğunluğunu Müslümanların oluşturmasına rağmen- İslâmi toplum tanımlanması uygun düşmemektedir. Kısacası -günümüz İslâm dünyası- Müslüman halklar olmasına rağmen, İslâm toplumu değildir.