Filistin Müslümanların târihinde;
Rasülü’nü el-Mescid-il Harâm’dan el-Mescid-il Aksâ’ya
geceleyin yürüterek Beyt-ul Harâm’ına tek bir bağ ile
bağladığı günden beri, bir inci olarak başlamıştır. Allah
[Subhânehu ve Te’alâ]
şöyle buyurmuştur:
سُبْحَانَ
الَّذِي أَسْرَى بِعَبْدِهِ لَيْلا مِنْ الْمَسْجِدِ
الْحَرَامِ إِلَى الْمَسْجِدِ الأَقْصَى الَّذِي بَارَكْنَا
حَوْلَهُ
Bir gece, (Muhammed)
kulunu Mescid-il Harâm’dan, çevresini mübarek kıldığımız
Mescid-il Aksâ’ya götüren Allah noksan sıfatlardan
münezzehtir.
[el-İsrâ 1] İşte bu şekilde orayı, mübarek, tertemiz
bir toprak kılmıştır.
Böylece Allah [Subhânehu ve
Te’alâ] Hicretten on altı ay sonra el-Kâ’bet-ul
Muşerrafe’yi Müslümanların ikinci kıblesi yapıp oraya
döndürmeden önce, Beyt-ul Makdîs’i Müslümanların ilk
kıblesi yaparak Müslümanların kalplerini Filistin’e
bağlamıştır.
Filistin, İkinci Râşid Halîfe
‘Umer İbn-ul Hattâb
[RadiyAllahu ‘Anh]
zamanında, Hicrî 15. yılda fethedilip henüz İslam’ın Sultası
altına girmemiş iken, Sefronius orayı Halîfeye teslim
etmeden önce, oradaki Hıristiyanların talebi üzerine,
“Yahudilerin Filistin’de yaşamalarına izin verilmeyeceğini
ifade eden” ve [العهدة
العمرية] “el-‘Umeriyye
Ahitnâmesi” denilen meşhur ahitnâmeyi ona vermiştir.
Filistin fethedilmeden önce de
sonra da Müslümanların târihinde bir inci ve Müslümanların
beldeleri içerisinde bir ağırlık merkezi olmuştur. Her ne
zaman saldırıya uğradıysa, saldırganların gücü ne olursa
olsun yerle bir edilmişlerdir. Dolayısıyla Haçlılar ve
Tatarlar (Moğollar) için bir mezar olduğu gibi, -Allah’ın
izniyle- Allah’ın düşmanları Yahudiler için de bir mezar
olacaktır. Nitekim Filistin’de Tatarlara ve Haçlılara karşı
[Hıttîn Savaşı (H. 583 – M. 1187) ve ‘Ayn Câlût
Savaşı (H. 658 – M. 1260)] gibi aralıksız savaşlar
yapılmıştır. Yine Allah’ın izniyle bu savaşları, Filistin’in
saf ve tertemiz bir şekilde tekrar Diyâr-ul İslâm’a dâhil
olması için Yahudilerle yapılacak aralıksız savaşlar takip
edecektir.
Filistin meselesi, devletlerarası
bir sorun olarak geçen yüzyılda Osmanlı Halîfesi ‘AbdulHamîd
Hân zamanından îtibaren hareketlenmeye başladı. Zîra o
dönemde Yahudilerin siyâsî liderleri, Filistin’de kendileri
için tutunacak bir yer edinmek üzere Kâfir devletlerle
özellikle de İngiltere ile dayanışma çabası içerisinde
idiler. Bu amaçla Osmanlı Hilâfet Devleti’nin
içerisinde bulunduğu mâlî krizden faydalanmaya çalıştılar.
Bu dönemde M. 1901 yılında o zamanki Yahudi liderlerinden
Hertzl, aynı amaçla devlet hazînesine ödenmek üzere büyük
miktarda para teklifinde bulundu. Fakat Halîfe ‘AbdulHamîd
Hân onun bu teklifini reddetti. Halîfe’nin Hertzl’in
önerisine cevâben iletilmek üzere Sadrâzam’a söylediği
meşhur sözü şöyle idi: “Doktor Hertzl’e bu konuda
ciddi adımlar atmamasını nasihat ediniz. Zîra ben Filistin
toprağının tek bir karışından dahi vazgeçemem!.. Orası benim
şahsi mülküm değildir… Bilakis İslam Ümmeti’nin mülküdür.
Halkım bu topraklar uğrunda Cihâd etti ve orayı kanlarıyla
suladı… Yahudilerin milyonları kendilerine kalsın!.. Eğer
bir gün Hilâfet Devleti parçalanacak olursa işte o gün,
onlar Filistin’i bedelsiz alabilirler. Ancak ben hayatta
olduğum müddetçe,
Filistin’in Hilâfet Devleti’nden
koparıldığını görmektense bedenimin lime lime koparılmasını
tercih ederim ki bu olmayacak bir iştir. Biz hayatta
kaldığımız müddetçe, cesetlerimize neşter vurulmasına asla
razı olmam.” Allah
[Subhânehu ve Te’alâ]
O’na rahmet etsin, Sultan’ın tahmin doğru çıktı. Hilâfet
yıkıldıktan sonra, Müslümanların toprakları üzerindeki ajan
yöneticiler, Yahudilerin Filistin’i işgâl etmelerine hatta
Filistin dışına bile egemen olmalarına yardım ettiler.
İslam’a kindar Kâfirlerin
açgözlülükleri, el-Kuds’deki Haçlı işgâli sona erdirilip
onların pisliklerinden kurtarıldığı günden, Hicrî 27 Recep
583 [Milâdî 02.10.1187] târihinden bu yana devam etmektedir.
Öyle ki Müslümanlara ve memleketlerine, özellikle de
Filistin’e karşı -parmaklarını ısırırcasına- kin gütmeyi
sürdürmüşlerdir.
Birinci Dünya Savaşı esnâsında,
11.12.1917’de Filistin’e girdiklerinde, Îtilaf
Kuvvetleri’nin İngiliz Komutanı General Alenbi,
Osmanlı Hilâfeti’ni,
sekiz asır önce Haçlıları yenilgiye uğratan Müslümanların
devamı sayarak şöyle diyordu: “Haçlı savaşları işte
şimdi sona erdi.” İngilizler, Hilâfet’i
yenilgiye uğratmalarını ve Filistin’i işgâl etmelerini,
Haçlıların Müslümanların topraklarına geri dönmeleri olarak
görüyor ve bundan sonra bir daha asla yenilmemek üzere orada
bâki kalacaklarını sanıyorlardı.
Aynı yıl, 02.11.1917’de dönemin
İngiliz Dışişleri Bakanı’nın ismine atfen Balfour
Deklarasyonu denilen bildiriyi imzaladılar. Bu bildiride
İngilizler, Yahudilerin Filistin’i işgâl etmeleri ve orada
bir devlet kurmaları için yardım etmeyi taahhüt ediyorlardı.
Birinci Dünya Savaşı sona erip
Hilâfet Devleti yok edildikten sonra gâlip devletler,
maddelerinde İngiltere’nin Yahudilere söz verdiği Balfour
vaadi uygulansın diye 1922’de Filistin’e İngiliz “Manda
Yönetimi”ni dayatma rolüyle Cemiyet-i Akvâm’ı
[Milletler Topluluğu]’nu kurdular.
Ardından İngiltere dünyanın
değişik bölgelerindeki Yahudilerin Filistin’e göç etmelerini
sağlayacak icraatlara başladı. Onları eğitti ve
silahlandırdı. Sonra İkinci Dünya Savaşı’nın ardından
Birleşmiş Milletler kuruldu ve Birleşmiş Milletler Genel
Kurulu’nun çıkardığı 29.10.1947 târihli 181 sayılı Taksim
Kararı yayınlandı. Bu karar Filistin’i, yerli halkı ile
ona saldıranlar arasında bölüştürüyordu. İngiltere işin alt
yapısını tamamen hazırladıktan sonra bu defa Filistin’in
büyük bir bölümünün Yahudilere teslim edilmesini ve orada
onlar için bir devlet kurulmasını kararlaştırdı. Bu amaçla
dışarıdan bir tezgâh hazırlayarak, Yahudilerin Filistin’de
bir devlet kurmalarını güya engellemek istedikleri
bahanesiyle o zamanki Araplarn yedi ajan yöneticisi ile
Yahudiler arasında göstermelik bir savaş çıkarttı ki
neticede Yahudiler, yedi Arap ordusunu hezîmete uğratmış
görünsünler! Böylece onlara, o “üzerlerine zillet ve
meskenet damgası vurulmuş” Yahudilere hiç hak etmedikleri
halde çok güçlü ve cesur oldukları imajını kazandırdılar.
Öyle ki bu ajanlar, Yahudiler artık tek savaşta yedi orduyu
püskürtebildiklerini îlan edebilsinler diye geri çekilme
hediyesini [Filistin’i] onlara hîbe ettiler! Yahudiler de
bunu Bağımsızlık(!) Savaşı diye isimlendirdiler.
Nihâyetinde 15.05.1948’de onlar için bir devlet îlan edildi.
Ardından Kâfir devletler, bu
metamorfoz [aşağılık maymunlara dönüştürülmüş
Yahudilerin kurduğu] devleti sür’atle tanımaya
koştular. Dönemin büyük devletleri; Amerika, Rusya,
İngiltere ve Fransa onu tanımada birbirleriyle yarıştılar.
Daha sonra da bölgede nüfuzu bulunan Sömürgeci Kâfir
devletler, özellikle İngiltere ve Amerika, sonraları “Ortadoğu
Krizi” adını verdikleri Filistin meselesi hakkında
projeler çizmede birbirleriyle yarıştılar. Tüm bu projeler,
Yahudi varlığının kucaklanması ve ona, bölgedeki tüm diğer
devletlerin ağırlığından daha üst bir ağırlık verilmesi
yoluyla, bu devletlerin çıkarlarına hizmet edilmesini
sağlamak içindi.
Kâfir Batı, bu Yahudi varlığını
bağrına basmakla birçok hedefi gerçekleşirip Müslümanların
beldelerinin kalbine zehirli bir hançer sapladı. Bu
hedeflerin bazıları şunlardı:
1.
Müslümanların birbirlerine kavuşmalarını engelleyecek ve
birlikteliklerinden uzaklaştıracak şekilde, bölgedeki
Müslümanlar arasına yabancı bir cisim yerleştirdiler.
2.
Bölgeyi
Yahudi karşı çatışma ile meşgul ederek asıl çatışmalarının
Hilâfet’i ortadan kaldıran Kâfir Batı ile olması
gerektiğini onlara unutturdular. Zîra bölgede Yahudiler için
bir devlet dikmeden önce çatışma, Müslümanlar ile Kâfir Batı
arasında idi. Yahudilerin Filistin’i işgâl etmeleriyle bu
Ğâsıb (ğaspçı) varlık ile yapılan mücadele merkezî bir konum
aldı ve onu dikenler ile mücâdele hafifledi.
3.
Onlar
kendi ülkelerindeki Yahudi probleminden “kurtuldular.” Çünkü
Yahudiler her nerede bulundularsa fesâdları ve ifsâdları ile
meşhur oldular. Bu hususa vurgu yapan eski Amerikan
başkanlarından Benjamin Franklin, 1789 yılındaki Amerikan
Anayasası Hazırlık Konferansı’nda Amerikan halkına tavsiye
niteliğinde şöyle diyordu: “…Ortada Amerika Birleşik
Devletleri’ni tehdit eden büyük bir tehlike var. Bu tehlike
Yahudi tehlikesidir. Çünkü onlar her nerede bulunmuşlarsa
ahlâki seviyeyi alçaltmışlar, ticari güvenilirlik seviyesini
de çökertmişlerdir… Onlar kanları emen ve malları sömüren
kimselerdir… Sizleri uyarıyorum Ey liderler! Yahudileri
topraklarınızdan nihâî sûrette çıkartmadığınız takdirde
çocuklarınız ve torunlarınız, mezarlarınızda iken sizlere
lanet okuyacaklardır.”
İşte böylece Kâfir Batı,
Müslümanların topraklarında bu kanserli cismi var etti.
Ardından Kâfir devletler arasında, özellikle Amerika ile
İngiltere sonra da Avrupa arasında, Filistin konusunda
şiddetli bir devletlerarası çatışma meydana geldi ve
Filistin meselesinden bölgenin tamamına yayıldı. Çünkü
Filistin, Müslümanların kalplerinde canlılığını korudu ve
etrafındaki Arap devletleri içerisinde bir etki merkezi
oldu. Hatta bu etki, Arap olmayan diğer Müslüman beldelere
kadar bile uzandı.
1947’deki Taksim Kararı’ndan
ve 1948’de Filistin işgâlcisi Yahudi varlığının
kurulmasından sonra, Yahudi varlığı ile tüm dünya devletleri
arasında ortak paydayı ifade eden devletlerarası kararlar
peş peşe geldi: Yahudi varlığının korunması ve her türlü güç
ile desteklenmesi. Bu, meselenin Yahudilere ilişkin yönüdür.
Araplara ilişkin yönü ise Mültecîler konusunun “insancıl”(!)
çözümü idi. Yani nerede barınacaklar? Göç ettikleri Arap
devletleriyle ilişkileri nasıl olacak? Neticede alınan her
bir karar şu iki faktörden kaynaklanmaktaydı:
1.
Yahudi
varlığı, dokunulmaz bir emr-i vâkidir, üstelik Arap
yöneticileri onun tanınması için çırpınmalıdır.
2.
Filistinlilerin “insan hakları” ise mülteciler konusunun
düzenlenmesi, Filistin’in diğer bölgelerinde veya Arap
devletlerinde yerleştirilmeleri ve onlarla olan ilişkileri
ile bağlantılıdır.
29.11.1947 târihli Taksim Kararı,
Yahudi devletinin yasal temeli ise, 28.03.1949’da Birleşmiş
Milletler üyeliğine kabulü de Yahudi varlığının
devletlerarası düzeyde tanınmasının vurgulanması idi.
İğrenç bir siyâsî dehâya sahip
İngiltere, tüm Filistin üzerinde yani 1948’de işgâl edilen
kısım ile birlikte, Ürdün’e ilhâk edilen Batı Şeria ve Mısır
yönetimi altındaki Ğazze Şeridi’den ibâret geri kalan kısım
olmak üzere, Filistin’de laik ve demokratik bir devletin
kurulması gerektiğini gördü ve tüm bu kesimler üzerinde
Lübnan tarzı demokratik temele dayalı tek bir Filistin
devleti olmasını istedi. Böylece Filistin’in tümünde yönetim
Yahudilere ait olacak, Müslüman ve Hıristiyanlardan bazı
bakanlar da yönetime katılabileceklerdi. Bu durumda fiilen
Yahudilerin yönettiği bu devlet, Arap Devletleri Birliği’ne
üye yapılacak, dolayısıyla bölgede kabullenmiş olacaktı.
İngilizler bu çözümü, Yahudilerin bölgede aktif bir unsur
olarak kalmalarını sağlayacak bir garantör olarak
görüyorlardı. Bununla birlikte eğer onlar bölgede sadece
kendilerine ait bir devlette ayrılırlarsa, Müslümanlar
nazarında düşman olarak görülmeye devam ederler ve aynen
Haçlılar gibi eninde sonunda yok edilmeye mahkûm olurlardı.
Yahudi politikacıların çoğu bu görüşe iknâ oldu ve uğrunda
gayret sarfetti. İngiltere ise Yahudiler ile bölgedeki Arap
yöneticiler -ki hepsi de hâin ajanlardı- arasında barış
sağlayarak bu çözümün zeminini hazırladı ki bu suretle barış
sonrasında işlerin mezkur çerçeveye oturacağını umuyordu.
Lâkin Amerika’nın Ortadoğu’daki
diplomatik temsilcileri, Amerikan Dışişleri Bakanlığı’nın
Ortadoğu İşleri Vekîli George Maggie başkanlığında, 1950
yılında İstanbul’da bir araya geldikleri toplantıdan sonra
Amerika’nın bölgedeki tüm ağırlığını koymasına ve
İngiltere’den bağımsız ve ona alternatif olarak sıcak
meselelere yönelmesine karar verdiler. O toplantıda alınan
kararlardan bir kısmı şöyle idi: “Biri Arap diğeri Yahudi
olmak üzere Filistin’in iki devletine bölünmesi ve
Mülteciler meselesinin halledilmesi için Birleşmiş Milletler
heyeti teşvik edilmelidir.” Ardından Amerika,
diğerleriyle iç içe olup aralarında eriyerek nihayetinde
Filistin’e Arapların otoritesinin geri gelmesindense, orada
bir Yahudi devletinin bulunmasının Filistin’deki varlıkları
için daha iyi olacağına Yahudi politikacıları ikna ederek bu
tasarı doğrultusunda hareket etmeye başladı. Ancak
İngilizlerin Ben Gurion gibi ilk dönem Yahudi politikacıları
üzerindeki siyâsî nüfuzu ve bu Yahudilerin Filistin’in tümü
üzerinde hegemonya kurma tamahları, Amerika’ya ilk etapta
tasarısını başarıyla uygulama imkânı vermedi.
Eisenhower Yönetimi’nin
sonlarında 1959 yılında Amerika, hem bir miktar tafsilat hem
de kuvvet içeren bir proje benimsedi. Buna göre, Batı Şeria
ve Ğazze’de Filistinliler için bir varlık oluşturulması,
el-Kuds’ün devletlerarasılaştırılması ve küçük bir kısmının
yerleşimini “İsrail” hükmü altında işgâl edilmiş Filistin’e,
büyük bir çoğunluğunun yerleşimi de Filistin dışında
sağlayarak Filistinli Mültecîler meselesinin halledilmesi
amaçlanıyordu. Bu projeyi uygulamak üzere Amerika’nın
bölgedeki baş ajanı ‘AbdunNâsır görevlendirildi. Bu proje
aynı zamanda, Filistin Cumhuriyeti’nin kurulmasına ve
topraklarını kurtarmaları için Filistin halkının
silahlandırılmasına çağrıda bulunan Amerika’nın bir diğer
ajanı Irak’taki ‘AbdulKerîm Kâsım’a da dayanıyordu. Onlar
Filistin Yüksek Hey’eti ile temas kurup onu bağırlarına
bastılar. Yine bir başka Amerika ajanı olan Kral Su’ud,
Ürdün Kralı Kral Huseyn ile görüşmek ve bu proje
doğrultusunda yürümesi için ona baskı yapmakla
görevlendirildi. Medya da dikkat çekici bir şekilde bu
projeye çağrı yapmaya başladı. Lâkin Kral Huseyn
İngilizlerin komutuyla, Kral Su’ud’un teklifine şiddetle
karşı çıkarak icâbet etmedi. Bunun üzerine Amerika Ürdün’e
baskı yapmaya başladı ve Arap Devletleri Birliği 1960
yılında Lübnan’daki Şetura’da bir toplantı düzenledi.
Oradaki şiddetli baskılar sonucu Ürdün Başbakanı Hezza’a
el-Mecâlî, bu Amerikan projesine muvâfakat göstermek zorunda
kaldı. Yani Batı Şeria’da bir Filistin varlığının
kurulmasını kabul etti. Ancak el-Mecâlî’nin muvâfakâti bir
işe yaramadı, çünkü el-Mecâlî suikasta kurban gitti.
1961 yılında Kennedy yönetime
geldiğinde hepsine, Su’udi Arabistan Kralı Kral Su’ud’a,
Ürdün Kralı Kral Huseyn’e, Irak Devlet Başkanı ‘AbdulKerîm
Kâsım’a, Mısır Cumhurbaşkanı ‘AbdunNâsır’a ve Lübnan
Cumhurbaşkanı Fu’ad Şihâb’a meşhur mektuplarını gönderdi. Bu
mektuplarda Amerika, Mülteciler problemini ve Ürdün’ün su
sorununu çözeceği sözünü veriyordu. Ardından 10.06.1961’de
Kâhira’da bir Arap Konferansı yapıldı ve Filistin Devleti
fikrini kabul etmesi için Ürdün üzerindeki baskı daha da
artırıldı. Konferans akşamı Amerikan sefîri bir Filistin
varlığına muvâfakât etmesi için Ürdün Başbakanı Behcet
et-Telhûnî ile bir araya geldi. Fakat Kral Huseyn,
et-Telhûnî’yi çağırttı ve tehdit etti. Böylelikle
Amerika’nın plânı ikinci kez boşa çıktı ve konferans
başarısız oldu.
İşte böylece Batı Şeria ve
Ğazze’de bir Filistin varlığının, el-Kuds’te de
devletlerarası bir varlığın oluşturulmasına yönelik Amerikan
girişimleri sürüp gitti. Ancak bu girişimlerin tümü
İngilizlerin ve Kral Huseyn’in reddetmesi sonucu hezîmete
uğradı. Çünkü onların kendi projeleri; Filistin’de
Yahudilerin hegemonyası altında olan ve Ürdün ile
ayrıcalıklı bir ilişkisi bulunan tek bir laik devlet
kurulması şeklindeydi. Bundan sonra 1964 yılında toplanan
Arap Devletleri Zirvesi’nde, Cemâl ‘AbdunNâsır’ın desteğiyle
Ahmed eş-Şukeyrî başkanlığında Filistin Kurtuluş Örgütü
(FKÖ) kuruldu. Bundan maksat Batı Şeria’yı Ürdün’den
kopartıp orada bağımsız bir Filistin varlığı kurmak ve bunun
yanına da el-Kuds ve Beyt Lahim’de devletlerarası bir varlık
oluşturmaktı.
Amerika’nın bu plânlarına ve
girişimlerine İngiltere’nin cevabı, köklü İngiliz ajanı
Tunus Devlet Başkanı el-Habîb Burgiba üzerinden geldi.
Burgiba 1964 ve 1965 yıllarında, doğal olarak ağırlığı
Yahudilerin lehine olacak şekilde tâifî (tarafsal) denge
esâsına göre, Filistin’in tümünde tek bir laik devletin
kurulmasına çağrıda bulundu. Arap devletleri bu iki proje
arasında bölündüler: Amerikan Projesi, Ürdün ve “İsrail”den
ayrılmış bir Filistin varlığı kurulmasını öngörürken,
İngiliz Projesi [Burgiba Projesi] ise tarafsal dengeye
dayanan Lübnan tarzı tek bir laik varlık (devlet)
kurulmasını öngörüyordu.
Ortadoğu’da Amerikan siyâsetini
temsil eden Mısır’ın rolü, ‘AbdunNâsır’ın etkisinin
artmasıyla birlikte güçlendi. Bunun üzerine İngilizler ve
ajanları savunma pozisyonu aldılar. Arap kamuoyunun Burgiba
Projesi’ni reddetmesi ve Nâsırcı saldırının Kral Huseyn ve
Ortadoğu’daki İngiliz siyâseti aleyhine iyice şiddetlenmesi
İngiltere’yi, bölgede Batı Şeria’nın Yahudilere teslim
edilmesini sağlayacak bir Arap-”İsrail” savaşı tasarlamaya
sevk etti ki üzerinde bir Filistin devleti kurulması
baskısına mâruz kalmaktan Kral Huseyn’i kurtarsın.
Böylece Kral Huseyn, “İsrail” ile
bir savaşa girmeye hazır olmayan ‘AbdunNâsır’ı, tuzağa
düşürmek ve savaşa karıştırmak için fiilî olarak kışkırttı.
Kral Huseyn’in maksadı; kendisi üzerindeki, ‘AbdunNâsır’ı
gücüne ve popülaritesine dayalı Amerikan baskılarını
hafifletmek için onu şiddetli bir darbe ile vurmaktı.
“İsrail”in elinde savaşa girmek için bir bahane olsun diye,
savaştan önce “İsrail”e karşı birtakım askerî operasyonlar
düzenlendi. “İsrail”in Mısır’a yönelik askerî darbesinin
hacmini kestiremeyen ‘AbdunNâsır tahrik olup panikledi.
Bunun üzerine Kızıldeniz’deki Tiran Boğazı’nı “İsrail”
ticâret gemilerine kapattı ve devletlerarası güçleri kovdu.
“İsrail” ise bunu fırsat bilip bahane edindi. Ardından
1967’nin Haziran ayında Mısır, Ürdün ve Suriye’ye karşı
geniş çaplı düşmanca bir savaş başlattı. [1967 Savaşı]
Neticede Batı Şeria, Golan Tepeleri, Ğazze ve Sînâ’
Yarımadası altı gün içerisinde Yahudi varlığının pençesine
düştü! Yahudi liderler, kendilerini üç Arap ordusunun gâlibi
olarak ve dolayısıyla kendi liderlikleri altında “İsrail”
devletini asla yenilmez olarak gösterdiler. Oysa onlar
kazandıkları zaferin (!) kendi güçlerinden değil, tam aksine
karşılarındaki Arap yöneticilerin alçaklıklarından ve
entrikalarından kaynaklandığını çok iyi biliyorlardı: Mısır
Yönetimi’nin savaşa hazır olmaması, Ürdün Yönetimi’nin Batı
Şeria’dan çekilip Yahudilere teslim etmesi ve Suriye
Yönetimi’nin de -Golan’da savaşmakta olan Suriye ordu
saflarının gerisinde kaldığı halde- el-Kunaytıra’nın
düştüğünü îlan etmesi ki bozguna uğrayıp geri çekilmesine
yol açmıştı!..
Tümüyle bir senaryodan ibaret
olan bu savaş, bölgedeki Arap-”İsrail” çatışmasında ve
çözümüne ilişkin ortaya konulan girişimlerde büyük bir dönüm
noktası olmuştur.
Savaş öncesi tartışmalar, bir
Filistin varlığının kurulması ve el-Kuds’ün
devletlerarasılaştırılması etrafında dönüp dolaşıyorken,
savaş sonrası konuşmalar düşmanlık izlerinin yok edilmesi
noktasına geldi ve işler donduruldu. Bu arada “İsrail”,
Golan Tepeleri’ni, Batı Şeria’yı ve Ğazze’yi yiyip yuttu.
Böylece tartışmalar, “İsrail”in
1967 yılında işgâl ettiği topraklardan çekilmesi noktasında
odaklaştı. “İsrail”in savaş sırasında işgâl ettiği
“topraklardan” çekilmesine çağrıda bulunan meşhur 242
sayılı karar, lafızlarıyla oynanmış ve kalıbında
birtakım ayarlamalar yapılmış olarak Birleşmiş Milletler
Güvenlik Konseyi’nce yayınlandı. Amerika, kendi nazarında
daha önemli gördüğü Mısır-“İsrail” ilişkilerinin
iyileştirilmesi üzerinde yoğunlaşmaya başladı ki bu durumda
Filistin dosyası bir kenara itilmiş oldu. Öte yandan
Amerika, hem barış sürecini canlandırmak hem de nüfuzunu,
bölgede sarsılan ana üssünü yani savaş sırasında ölümcül
darbeler alan ve Sinâ’yı kaybeden Mısır’ı sağlamlaştırmak
üzere yeni bir savaş hazırlığı başlattı.
Aradan henüz birkaç yıl geçmişti
ki Amerika, bir tarafta Suriye ve Mısır, diğer tarafta da
“İsrail” olmak üzere aralarında sınırlı bir savaş
tezgâhladı. Bu Ekim 1973 Savaşı; 17.09.1978 târihinde
Mısır ile “İsrail” arasında Camp David Anlaşması’nın
imzalanmasına yol açan bir taktik savaşı idi. Bu da Mısır
Devlet Başkanı Enver es-Sâdât’ın 1977 yılında işgâl
altındaki el-Kuds’ü ziyâret edip “İsrail” Parlamentosu
Knesset’te bir konuşma yaparak bir altyapı hazırlamasının
hemen ardından geldi.
Mısır’ın Camp David Anlaşması’nı
imzalamasıyla birlikte “İsrail” Sîna’ Yarımadası’nı boşaltıp
silahlardan arındırılması ve Amerikan liderliğinde
çok-uluslu askerî güçlerin konuşlandırılması şartıyla
Mısır’a geri verdi ki Mısır’ın çatışmanın dışına çıkarılması
garantilensin! Böylelikle Güney tarafından “İsrail”in
güvenlik açığı kapatılmış oldu. Diğer yandan Mısır halkı
karşısında popülaritesini kaybetmiş ajanı Mısır Yöneticisi
Enver es-Sâdât ise güven tazeledi.
Mısır ile barış tamamlanınca
Amerika’nın bölgedeki ağırlığı arttı ve faaliyetini Kuzey
cephesine kaydırdı. Nitekim Amerika “İsrail”e, Lübnan’ı
istilâ edip FKÖ’yü oradan kovmasını öğütledi. Bu da 1982
Savaşı’na neden oldu ki “İsrail” Lübnan’ı istilâ edip
‘Arafat’ı da “İsrail”in askerî baskısı ve Amerika’nın
diplomatik baskısı altında Lübnan’dan ayrılıp Tunus’a
gitmeye mecbur etti. Onun ayrılmasından önce Amerikan
Kongresi’nden bir heyet Beyrut’a geldi ve ondan Yahudi
varlığını açıkça tanıma sözü kaptı ki bu, Yahudiler ile
barışın benimsenmesine giden bir mukaddime, bir ilk adım
niteliğindeydi. Nitekim ‘Arafat 25.07.1982’de, Maklowski
Belgesi olarak bilinen metni imzaladı. ‘Arafat orada
şöyle diyordu: “FKÖ şimdi “İsrail”in
var olma hakkını tanımaktadır.” Amerikan Kongresi
üyesi Maklowski de ‘Arafat’ın huzurunda gazeteciler önünde
bu belgeyi okuyarak şöyle dedi: “Yâsir ‘Arafat, Filistin
Kurtuluş Örgütü Başkanı sıfatıyla bugün, FKÖ’nün Filistin
meselesine ilişkin tüm Birleşmiş Milletler kararlarını kabul
ettiğini ifade eden yazılı bir belge imzalamıştır.”
‘Arafat’ın bu belgeyi
imzalamasıyla, İngilizlerin, Filistin’de tarafsal dengeye
dayanan tek laik devlet düşüncesinden vazgeçiliyor ve
“İsrail” devletinin yanında bir Filistin devletinin de
kurulmasına çağrı yapan Amerikan projesi yönünde ilk adım
atılmış oluyordu.
İkinci adım ise, Aralık 1988’de
Cenevre’deki Birleşmiş Milletler toplantısından hemen önce
Ekim 1988’de Cezayir’de toplanan Filistin Vatanî
Kongresi’nde atıldı. Her iki toplantı da konuşma yapan
‘Arafat, târihî Filistin topraklarının tamamı üzerinde tek
bir Filistin devleti düşüncesinin bittiğini ve artık bu
rüyanın sona erdiğini dile getirdi. 1967’de işgâl edilen
Filistin toprakları üzerinde bir Filistin devleti
kurulmasını kabul ettiğini söyleyip kağıt üzerinde bir
Filistin devleti kurulduğunu ilan etti.
Aynı şekilde Kral Huseyn de aynı
yıl, Temmuz 1988’de, üzerinde bir Filistin devleti
kurulmasını kabul ettiğinin bir emâresi olarak, Batı Şeria
ile Ürdün arasındaki idârî ve kânunî ayırımı onaylamaya
mecbur kaldı.
Yine İngiltere ve Avrupa da bir
Filistin Devleti kurulması düşüncesine muvâfakât etti.
Böylelikle Amerikan plânı, söylemleri önemini kaybeden ve
etkisi zayıflayan İngiliz plânına karşı üstünlük sağladı.
Ancak Libya Devlet Başkanı el-Kazâfî’nin [Mu’ammer
el-Kaddâfi] bazı saçmalıkları müstesna idi. Zîra o,
21. yüzyılın başında Filistin meselesinin çözümü olarak eski
İngiliz plânından yani Filistin’de Araplar ve Yahudiler için
tek devlet düşüncesinden bahsetmeye başlayıp bu devlete,
“İsrail” ve Filistin isimlerinden türettiği “İsratin” diye
yeni bir isim koyarak yeni bir fantezi eklediyse de onun bu
iki zırvasına kulak asan olmadı: İsim zırvası ve ölümünden
sonra İngiliz plânını yeniden canlandırma zırvası!
İkinci Körfez Savaşı’ndan
[1991 Kuveyt Savaşı] sonra Amerika, tüm tarafları 1991
yılında Madrid Barış Konferansı’nda topladı ve
onları, Amerikancı çözüm anlayışına uygun rotalar üzerinde
hareket etmeye zorladı. Ancak İngiltere, “İsrail”de
iktidardaki İşçi Partisi yani Rabin ve Peres ile
eşgüdüm dâhilinde Amerikan plânlarını engellemek ve önünde
zorluklar çıkartmak için başka girişimlerde bulundu. 1993
yılında Filistin Kurtuluş Örgütü ile “İsrail” arasında
Oslo Anlaşması’nın imzalanmasına güç yetirebildi. Bu
anlaşma; Amerika’nın İkinci Körfez Savaşı sonrasında çözüme
esas olması için ortaya attığı Madrid Konferansı düşüncesini
atlatmak üzere, Yahudi varlığının liderleri ve FKÖ’nün ileri
gelenleri ile eşgüdüm dâhilinde İngiltere ve Avrupa’nın bir
girişimi idi.
Bu anlaşma gereğince ‘Arafat,
Batı Şeria ve Ğazze’ye geldi. Kendisine, fiilî hiçbir
egemenliği olmayan, bilakis egemenliği tamamen “İsrail”e ait
olan özerk bir Filistin Yönetimi kurma izni verildi. Lâkin
Amerika bu anlaşmayı, Amerikan ölçülerine uyumlu olmayan
herhangi bir çözümün olmamasını garantilemek maksadıyla,
Amerika’nın tahakküm ettiği, zaman tüketen çetrefil
müzâkereler haline dönüştürmeyi başardı.
Diğer taraftan 25 Temmuz 1994’de
Washington’da, Amerika Birleşik Devletleri Başkanı
Clinton’ın nezâreti altında Ürdün Kralı Huseyn ile “İsrail”
Başbakanı Rabin arasında bir toplantı yapıldı. Toplantının
hemen akabinde “İsrail” ile Ürdün arasındaki savaş halinin
sona erdirildiği ilan edildi. Ardından da her iki devlet
arasındaki savaş halini resmen sona erdiren Vâdî ‘Arabe
Anlaşması imzalandı.
Sonra 04.05.1994’te II. Oslo
[Ğazze-Eriha] Anlaşması, peşinden 23.10.1998’de de
Wye River Anlaşması geldi. Fakat her ikisi de hayata
geçmeden, hatta doğmadan önce öldü.
Clinton yönetimi ise 2000 yılında
Camp David’de ‘Arafat ile Ehud Barak arasında kapsamlı bir
barış anlaşması sağlamaya çalıştı. Bu anlaşma II. Camp
David Anlaşması olarak anıldı. Clinton, kendi döneminin
bu anlaşmanın tamamlanmasıyla sona ermesi için hırs
gösterdiyse de gerek “İsrail” kamuoyu gerekse Filistin
kamuoyu, böylesine kapsamlı bir barışı kabul etmeye henüz
hazır değildi. Zîra aradan çok geçmeden Eylül 2000’de
el-Aksâ İntifâdâsı olarak bilinen vakıa patlak verdi.
“İsrail”, teslim olsunlar ve sımsıkı tutundukları sabit
noktaların geri kalan kısmından da vazgeçsinler diye
Filistin halkına karşı gündelik katliamlar yapmaya başladı.
İkinci iktidar döneminin sona ermesi üzerine Clinton’ın
gitmesi ve 2001’in başında Oğul Bush’un iktidâra gelmesiyle
birlikte II. Camp David de gitmiş oldu.
Bush Yönetimi’nin
Filistin Meselesi’ne Müdâhale Etmedeki Tereddüdü
Bush başkanlık koltuğuna oturduğu
andan itibaren, kendinden önceki Amerikan yönetiminlerinin
eğildiği kadar, Filistin sorununa ciddi olarak ve gücü
nispetinde eğilmedi. Bütün bir “İsrail”-Filistin
çatışmasında işi tümüyle yavaştan almaktan yanaydı. Bush
Yönetimi 2001 Şubat’ında Clinton önerilerinden ve
Filistinliler ile “İsrail”liler arasındaki yoğun
arabuluculuk girişimlerinden vazgeçti. 7 Şubat 2001
târihinde Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Richard Butcher,
muhabirlere şöyle dedi: “Son birkaç aydır tartışılan
görüşler ve öneriler, Başkan Clinton’ın görüşleri ve
önerileriydi. Dolayısıyla onun Başkanlıktan ayrılmasından
sonra artık bunlar Başkanlığın önerileri veya Birleşik
Devletler’in önerileri olmayacaktır.” Böylece Amerika,
gerek Filistin “Otoritesi” altında bulunan bölgelerde olsun
ve gerekse diğer bölgelerde olsun Filistin halkına karşı
katliamlar yapmada, suikastler düzenlemede ve hayatı dar
etmede “İsrail”in elini serbest bıraktı. Bundan ötürü Bush
adamlarını bölgeye daha çok genel ilişkiler çerçevesinde
göndermeye başladı. Bu bağlamda Mitchell ve raporunun
gelmesi ile peşi sıra George Tenet tarafından sağlanan
geçici ateşkesin gelmesi böyleydi. Art arda gelen tüm
ziyâretçilerin seyri işte böyleydi. Tâ ki 11 Eylül 2001
olaylarına kadar…
11 Eylül Olayları
Filistin Meselesini Arka Raflara Kaldırdı
11 Eylül saldırıları,
“İsrail”-Filistin çatışması dışında başka öncelikler
oluşturdu. Bu çatışma, Bush Yönetimi tarafından çok daha
düşük öncelikli bir hale geldi. Nitekim Amerika,
Terörizme Karşı Savaş bahanesiyle İslâmî Âleme karşı
yeni bir savaş başlatmaya hazırlandı. “İsrail” de Eriha,
Cenîn, Ğazze kenti ve ‘Arâbe gibi yönetimsel yetkileri
Filistin Otoritesi’ne verilmiş bölgeleri işgâl etmeye dönmek
üzere bu fırsatı yani “terörizme karşı savaş” argümanını
kullandı ve Filistinlilere karşı benzeri görülmemiş bir
şiddet uyguladı. “İsrail”, bu kentler üzerinde egemenliğini
dayatmak için tankları, helikopterleri ve Yahudi savaş
uçaklarını kullandı. Böylece Şaron’un işlediği vahşi
cürümlerin boyutu çok açık bir biçimde tamamen ortaya çıktı.
Amerika ise bunun Müslümanlara [önce Afganistan’a, ardından
Irak’a] yapacağı saldırılarının hazırlıklarını
etkileyeceğinden endişelendi. Bu nedenle, sanki bölgeyi
önemsediğini gösteriyormuş gibi durumları yatıştırmak istedi
ve Ekim 2001’de Yeni Ortadoğu Girişimi denilen şeyi
îlan etti. Bundaki hedefi, Amerika’nın teröre karşı
savaşında Arapların desteğini kazanmaktı.
“İsrail” Filistin
Direnişini Terör Olarak Adlandırıyor
“İsrail”, “İsrail”-Filistin
çatışmasını “İsrail” ile terör arasındaki bir çatışma olarak
tanımlamaya başladı. Bu konuda Şaron, Knesset önünde şöyle
diyordu: “Onlarca yıl önce uçakların kaçırılması emrini
‘Arafat’ın verdiğini hatırlamalıyız.” Müslümanlara
acımasızca saldırmak için “terörizme karşı savaş” söylemini
kullanmada “İsrail” yalnız kalmadı. Kezâ Hindistan, Rusya ve
Çin de bunu kullandı ve bağımsızlıkları için savaşan
Müslümanları “teröristler” olarak tanımladı. “İsrail”e
gelince; el-Kâide ile Filistinli direniş grupları arasında
bir fark olmadığı hususunda medya üzerinde, özellikle
Amerikan kamuoyu üzerinde yoğunlaştı. Buradan hareketle
Filistinli direniş gruplarına hatta direnişe yardım edegelen
Filistin polisine karşı şerîr bir savaş açtı. 13 Şubat
2002’de “İsrail” ordusu Ğazze Şeridi’ne çok şiddetli bir
askerî operasyon düzenledi. “İsrail”li bakanlardan Efraim
Senih, askerlerin Ğazze’deki Filistin bölgelerinde bir
müddet, hatta füze atölyeleri bulununcaya kadar kalacağını
ve karşı füze atışları devam ettiği sürece askerî güçlerin
daha fazla ve daha uzun süreli saldırılar düzenleyeceğini
söyledi.
“İsrail”in şiddet tabiatı ve
“Terörizme” karşı ilan edilmiş Amerikan savaşını taklit
ederek Filistin “Terörizmi” ile mücâdele adı altında
Filistin topraklarını kuşatması 2002 yılında bârizleşen
olaylardandı. O yıl, Amerika’nın Filistin Yönetimi’nden
bâriz bir şekilde Amerika’ya daha yakın, Avrupa ve
İngiltere’ye daha uzak bir alternatif Filistin liderliği
bulundurma isteği ile de farklılık gösterdi. Çünkü Filistin
liderliğinin özellikle de ‘Arafat’ın, arzuladığı şekilde
Amerika ile birlikte hareket etmekten kaçınır ve her
defasında Avrupa ile özellikle de İngiltere ile olan asıl
bağlantısına geri döner hale geldiği Amerika’nın dikkatini
çekti. Amerika bundan rahatsız oldu ve bu durumu düzeltmeye
önem verdi ki baştan aşağı tüm Filistin Otoritesi’nin Avrupa
ile bağlantısı kopsun ve yalnızca kendisine sıkı sıkıya
bağlansın. Nitekim bu, gerek Amerika’nın gerek Avrupa’nın,
özellikle İngiltere’nin açıklamalarında net olarak öne
çıkıyordu:
18 Haziran 2002 târihinde
Birleşik Devletler Ulusal Güvenlik Danışmanı Condoleezza
Rise, San Jose Mercury News’e verdiği demeçte şöyle diyordu:
“Açıkçası bozulmuş ve şiddetle iç içe olan bir Filistin
Yönetimi, ileride Filistin Devleti’ne varılmasına imkân
veren bir esas değildir.” Bundan birkaç hafta sonra da
Başkan Bush ‘Arafat’ın tasfiyesine çağırdı. Fakat
Avrupa’nın, bilhassa İngiltere’nin açıklamaları içerik
itibariyle farklı idi. 26.06.2002’deki G8 [Sekiz Sanayi
Ülkesi] Zirvesi sırasında İngiltere Başbakanı Tony
Blair ısrarla şunu söyledi: “Liderlerini seçmek
Filistinlilerin işidir.” İngiltere Dışişleri Bakanı Jack
Straw ise bu hususu daha açık olarak şöyle dile getirdi: “Biz
seçilmiş liderler ile, diktatörlük rejimlerinin olması
halinde de seçilmemiş liderler ile çalışırız. Başkan ‘Arafat
Filistin Otoritesi tarafından seçilmişse elbette kendisiyle
çalışırız.” Yâsir ‘Arafat, Amerikan açıklamalarına, bazı
güvenlik yetkililerini görevden alarak ve bazı değişiklikler
yaparak cevap verdiyse de bu, ‘Arafat’ı İngilizlere ve
Avrupalılara daha yakın gören Amerikalılarca yeterli
bulunmadı.
Daha sonra bu çatışma Tony
Blair’in 25 Eylül 2002’de barış sürecine yeniden nefes
aldırma girişimlerine kadar devam etti. Blair şöyle dedi: “Güvenli
“İsrail” ve aktif Filistin devleti şeklinde
ikili yapıya dayalı Ortadoğu barış sürecine yönelik yeni bir
konferansa ihtiyacımız var.” Bunun ardından Ekim 2002’de
Tony Blair, “İsrail”, Filistin ve Irak’a yönelik olarak
Amerika ile karşılıklı politika yürütülmesine işâret etmeye
başladı. Blackpool’daki İşçi Partisi Kongresi’nde şöyle
dedi: “Şu anda Ortadoğu’da olanlar, korkunç ve yanlıştır.
Filistinliler utanç verici, küçük düşürücü ve zor koşullar
altında yaşarlarken, “İsrail”liler de vahşice
öldürülüyorlar. Irak’ta olduğu gibi burada da Birleşmiş
Milletler kararlarının uygulanması gerektiğine inanıyorum.
Ancak bu kararların sadece “İsrail”e değil,
tüm taraflara uygulanması gerekir.” Bu durum Amerika’yı,
24.06.2002’deki konuşmasında “İsrail”in yanına belirli
koşullara sahip bir Filistin devleti kurulmasına ilişkin
olarak geçen Yol Haritası adı altındaki Bush
düşünceleri çerçevesinde “sözlü” harekette bulunmaya
sürükledi. Bunu da, Amerikan yetkili heyetlerinin bölgeyi
ziyâretleri izledi. Genel Temsilci Anthony Zinni ile Başkan
Yardımcısı Dick Cheney’nin ziyâretleri bu süreçte geldi.
Bununla birlikte “İsrail”, Filistinlilerin direnişlerini
terörle eşdeğer sayarak barbar politikalarını haklı
çıkartmaya devam etti.
Amerika ise Şaron’un cürümlerine
sessiz kaldı. Çünkü Şaron, Bush’un îlan edip kullanmaya
alıştığı “teröre karşı savaş” bahanesini kullanıyordu.
Nitekim Bush şöyle diyordu: “Ya bizimle birliktesiniz
ya da teröristlerle!” Bu nedenle “İsrail” bu
bahaneyi kullanarak şehirlere, köylere ve kamplara gidip
vahşi, iğrenç saldırılarını sürdürmede bütün gücünü
kullandı. Yahudi küstahlığı öylesine azgın bir şekilde
dikkat çekiyordu ki kendisini Amerika’nın “teröre karşı
savaş”ına katılmış olarak görüyor, dolayısıyla Yahudi
varlığı kendisine karşı duracak herhangi bir gücü
umursamadan “teröre karşı savaş” adı altında işlediği
cürümlerde azdıkça azıyordu. Bu bağlamda etkin olan
faktörler şunlardır:
Birincisi:
Bush yönetimindeki Yeni-Muhafazakârlardan bu Yahudi
varlığına geniş bir destek gelmesidir. Bush’un yönetime
geldiği andan itibaren Douglas Feith ve Richard Pearl gibi
bazı Yeni-Muhafazakârlar da yönetime katıldılar ve
Likud’un kitleleşmesi için siyâsî plânlar çizmeye
koyuldular. Nitekim “Net Bir Fırsat: 1996 İtibariyle
Sahayı [Sahadan kasıt, Amerika’nın çıkar alanları
ve Yahudi varlığıdır] Korumak İçin Yeni Bir
Strateji” [A Clean Break: A New Strategy for
Securing the Realm in 1996] isimli siyâsî bir belge
hazırladılar.
Bu belgede dönemin “İsrail”
Başbakanı Netanyahu’ya “Barış sürecinde yeni bir
başlangıç yapması” öğütlendi. Bununla, 1993 târihli Oslo
Anlaşması’nın iptal edilmesini ve “Barış Karşılığı Toprak”
prensibini reddederek “İsrail”in bu topraklardaki hakkının
geri alınmasını kastediyorlardı. Yine belgede “İsrail”e,
Amerika ile özgüven ve karşılıklı çıkara dayalı yeni ve daha
güçlü bir ilişki geliştirmenin yanı sıra Filistin
topraklarını yeniden işgâl etmesi ve ‘Arafat’ın
alternatifini araştırması çağrısında da bulunuluyordu.
Görünen o ki Ehud Barak ve Şaron,
“İsrail” için gerçek bir yol haritası olarak bu siyâsî
belgeyi kullandılar. Daha sonra Amerikan Ulusal Güvenlik
Konseyi, Ortadoğu Dâiresi Başkanı Eliot Abrahams, Yol
Haritası’nı hazırlamakla görevlendirildi. Eliot aynı
anda, Şaron’un [Ğazze’den] Geri Çekilme Plânı’nın
Bush tarafından kabul edilmesinde de büyük bir rol oynadı.
Haftalar süren diplomasi boyunca Şaron’un, yahudi varlığının
geleceğinin güçlendirilmesine yönelik bakışını desteklemede
Eliot gibi Condoleezza Rice da etkin bir rol üstlendi.
İkincisi:
Filistin Kurtuluş Örgütü’nün, dolayısıyla Filistin
Otoritesi’nin tâvizci zihniyetidir. Nitekim Yahudiler art
arda gelen cürümleriyle yeni tâvizler elde ettiklerini
gördüler. Zîra FKÖ önce 1948 Filistini’nden tâviz verip 1967
Filistini’ni talep etti. Daha sonra 1967 Filistini’nin
tamamını değil de büyük çoğunluğunu talep eder oldu. Böylece
tâviz üstüne tâviz vermeyi sürdürdü. Öyle bir noktaya ulaştı
ki bugünün sâbitleri yarının değişkenleri haline geldi.
Bunun gibi, “kırmızı çizgiler” sayılan -ki gerçekte hiçbir
çizgi yoktur!- Mültecilerin geri dönüşüne yönelik tâvizler
de önceleri gizliden gizliye sonraları ise açıktan açığa
verilmeye başlandı. Nitekim Filistin Otoritesi 01.12.2003’te
perde ardından utanç içinde, hatta perdesiz âşikâr bir
şekilde Cenevre Belgesi’ni imzaladı. Ebu ‘Ammâr
[Yâsir ‘Arafat] belgeye imzaların atılması için
toplanan konferansta, Filistin Otoritesi Başkanı ve Filistin
Kurtuluş Örgütü Lideri Ebu ‘Ammâr adına konuşmak ve
imzalamak üzere söz sahibi olarak kendi Güvenlik Danışmanı
Cibrîl er-Rucûb ile Devlet Bakanı Kaddura Fâris’i birlikte
Cenevre’ye gönderdi. Bunun anlamı, FKÖ’nün Cenevre
Anlaşması’nı resmen kabul etmesiydi. Böylece Mültecilerin
geri-dönüş hakkı, sâbit bir esas ve kırmızı bir çizgi
olmaktan çıktı. Bilakis değişken bir sarı veya yeşil çizgiye
dönüştü.
Yukarıdaki iki faktöre ek olarak:
Hem Amerikan Yönetimi’ndeki Yeni-Muhafazakârlar tarafından
Yahudi varlığına sınırsız bir destek sağlandı hem Filistin
Kurtuluş Örgütü, dolayısıyla Filistin Otoritesi tarafından
peş peşe tâvizler verildi, hem de Arap yöneticiler
tarafından zelîl ve utanç verici bir tutum sergilendi! Zîra
Mısır ve Ürdün, Yahudiler ile ilân edilmiş resmî anlaşmalar
yapmalarının yanı sıra elçiliklerin kapılarını da ardına
kadar açık tuttular. Karşılıklı ziyâretlerinin yanı sıra
normalden öte üst düzey ilişkiler geliştirdiler. Katar, Fas
ve ‘Ummân gibi diğer Arap devletleri de ticâret ofisleri,
insânî yardım şubeleri, ekonomik konferanslar veya sportif
aktiviteler gibi değişik isimler altında Yahudilerin yoluna
“kırmızı halılar” serdiler.
Yahudi varlığı ile ilişkilerini
en azından “normalleştirmiş” devletler, resmî olarak îlan
etmedikleri halde fiilî olarak onu tanıyan devletler
olmuştur ki bunlar da onunla görüşmüşler ve varlığını
tanımışlardır. Bu da hiçbir Arap devletinin “İsrail”i,
Filistin’i işgâl etmiş olmasından ve insanlara, ağaçlara ve
taşlara kadar ulaşan türlü türlü cürümlerinden dolayı yok
edilmesi gereken ğayri-meşru bir varlık olarak görmediği
ve bu yüzden işgâlci varlığı yok edilinceye ve Filistin
Diyâr-ul İslam’a iade edilinceye kadar onunla fiilî harp
hâlinde olduğumuzu düşünmediği anlamına gelmektedir. Bundan
dolayıdır ki Kâhira’daki ilk zirvelerinden Tunus’taki son
zirvelerine kadar bu Arap devletleri, onu bir düşman olarak
rahatsız etmek bir yana, ondan bir düşman olarak hiç
rahatsız olmamışlardır! Nitekim Beyrut Zirvesi’ndeki
Suudi Girişimi [Veliahd Prens ‘Abdullah’ın
Girişimi] -aynen Amerika veya Avrupa tarafından Yahudi
varlığını desteklemek üzere öne sürülmüş diğer girişimler
gibi- Yahudi varlığını tanımış ve Filistin’i heder etmiştir.
Dolayısıyla bu Arap devletleri, Yahudi’ye karşı olmadıkları
gibi ona karşı tarafsız da değildirler. Bilakis Yahudilerin
çıkarları için konulmuş girişimlere aktif bir katılım ile
ortak olmaktadırlar. Hatta daha da ötesi Yahudi varlığı
herhangi bir zamanda zora düştüğünde, hemen onu kurtarmaya
koşmaktadırlar. Nitekim Mısır Muhâberâtı’nın [Mısır
İstihbârat Teşkilâtı’nın] elebaşı ‘Umer Suleymân’ın
Yahudi varlığına yaptığı mekik ziyâretler bunun şâhididir.
İşte tüm bu faktörlerden dolayı
Yahudiler, Filistin’deki cürümlerini sürdürmektedirler.
Ancak Amerika Irak’a saldırmayı plânlayınca, saldırısına
uygun fırsatlar kollamaya başladı. Çünkü Irak’a karşı
“plânlı” saldırısı sırasında işleyeceği cürümlerini örtbas
etmek maksadıyla bölgesel ve devletlerarası düzeyde imajını
yükseltmek için atmosfer oluşturmanın kaçınılmaz olduğunu
gördü. Buna yönelik olarak Ortadoğu Krizi’nin,
“İsrail”in yanına belirli şartlar ile sınırlandırılmış bir
Filistin Devleti kurarak çözülmesi çerçevesinde fikirler
sunan Bush’un 24.06.2002 târihli konuşması geldi. Onun bu
fikirleri Yol Haritası olarak isimlendirildi. Medya,
özellikle Amerikan medyası, Bush’un haritasındaki
fikirlerden ve onun Ortadoğu meselesine önem verdiğinden
bahisle konuyu gündemde tutmayı ve bu yönde haberler vermeyi
sürdürdü. Tâ ki Bush, esâsî merhalesi 30.04.2003’te sona
eren Irak’a karşı saldırısını 19.03.2003’te başlatıncaya
kadar!.. Aynı gün haritasını nihâî şekliyle resmen îlan
etti ve Filistin Otoritesi Başbakanı Ebu Mâzin [Mahmud
‘Abbâs] ile “İsrail” Başbakanı Şaron’a iletti.
Yol Haritası’nın, beyân edilen
sebepler açısından incelendiğinde, aşağıdaki maksatlar için
hazırlandığı görülür:
Birincisi:
Gerçekte bu, Filistin meselesinin çözüm yoluna götüren bir
harita olmaktan ziyâde, Irak’a karşı saldırı yoluna götüren
bir harita idi. Zîra Bush’un bu haritayı içeren 24.06.2002
târihli konuşması, Irak’a karşı savaş hazırlıklarının
yapılmakta olduğu bir dönemde geldi ve tartışması,
19.03.2003’te Irak’a karşı saldırının başlamasına kadar
sürdü. Amerikan Yönetimi’nin bölgeye biri gelip diğeri giden
elçiler grubu, Başkan Bush’un Filistin’de birbirine komşu
iki devletin varlığına dayalı olarak Filistin meselesinin
çözülmesine ilişkin fikirlerinden bahsediyorlardı ki bu da,
Amerikan Yönetimi’nin, kendi yanlarında bir Filistin
devletinin var olmasını kabul etsinler diye Yahudiler
üzerine baskılar yapmayı düşündüğüne dâir genel bir atmosfer
oluşturuyordu. Amerikan Yönetimi ise bu girişimler
neticesinde oluşan bu atmosferin, Irak’a saldırısının yan
etkilerini hafifleteceğini umuyordu.
İkincisi:
Bölgedeki Amerikan ajanları, sıkıntılı bir konuma düştüler.
Zîra dost edindikleri Amerika göz göre göre vahşice Irak’a
saldırıyordu. Dolayısıyla insanların gözünde bunların
Amerikan ajanı oldukları ifşâ oldu ve böylece insanlar
karşısında kasvetli bir duruma düştüler. Bunun üzerine
Amerika, “Amerika’nın bölgedeki adâleti”ni pazarlamak üzere
onlara şöyle diyerek bir konuşma malzemesi sağlamak istedi:
“Bakın Amerika, Irak’a karşı bir savaş îlan etti ama aynı
zamanda Filistin halkının devletini kabul etsinler diye
Yahudilere de o baskı uyguluyor.”
Üçüncüsü:
Avrupa, Ortadoğu [“İsrail”-Filistin] Krizi’nin çözümünü ve
bunun Irak’ta yeni bir kriz oluşturmaktansa bu sorunun
çözülmesinin daha âcil olduğunu sıklıkla dile getirmeye
başladı. Böylece Amerika, Ortadoğu Krizi’ne çözüm bulmaktan
bahsetmeyi sürdüren Avrupa’nın ağzını kapatmak istedi. Bunu
da Yol Haritası’nın bu krizin çözümü olduğu ve onun da hazır
olduğu şeklinde bir karşılık vererek yaptı.
Amerika bunda belli oranda bir
başarı da elde etti. Çünkü Filistin Otoritesi ve Arap
yöneticiler, tüm şerrine rağmen -sırf bir devlet öngörüyor
diye- Yol Haritası’nı bir zafer olarak değerlendirdiler.
Oysa bilindiği gibi Yol Haritası’nın merhalelerinde
geçenler, bu devleti ismiyle müsemma kılmıyordu.
Avrupa’ya gelince; o da bu plânı
tuttu. Böylece dört büyüğün [Amerika, Avrupa, Rusya ve
Birleşmiş Milletler’in] devletlerarası haritası haline
geldi. Ardından üzerinde çalışmak ve tartışmak üzere peş
peşe toplantılar düzenlendi ve heyetler, Filistin Yönetimi,
Avrupa, Birleşmiş Milletler ve Amerika arasında mekik
dokumaya başladı.
Bütün bunlara rağmen Amerika, Yol
Haritası’nın uygulanmasında ciddi değildi. Zîra tamamen
Irak’taki resmî yönetime karşı saldırısıyla meşguldü. Zaten
daha sonra da Irak’taki işgâle karşı kahramanca direnişin
kendisini düşürdüğü bataklıkta debelenip durdu. Artık
Amerika, Yol Haritası konusundan çok daha öncelikli bir
sorun ile uğraşmak zorundaydı. Bunun içindir ki bölgede
haritaya yönelik bir etki oluşturmak üzere yaptığı lafta
kalan konuşmaları bıraktı. Fakat fiilî tasarruflar, Amerikan
ordusu ile müttefiklerinin, Irak’ta hiç dinmeyip tekrar
tekrar alevlenen sıcak savaşa yığılması yönündeydi.
Yahudilere gelince; onlar
Amerika’nın -en azından Bush’un mevcut iktidar evresi
boyunca- Yol Haritası’nın uygulanmasındaki ciddiyet
eksikliğinin farkına vardılar. Zîra Amerika Irak’ta, hem
düştüğü bataklık ile hem de başkanlık seçimleri dönemine
girilmesi ile meşguldü. Bu yüzden harita üzerine on beş tane
çekince koydular. Öyle ki bu çekinceler onu uygulanmaz hale
getiriyordu. Sonra da “terörle mücâdele” adı altında
Filistin’deki vahşi cürümlerini sürdürdüler. Bununla
birlikte harita üzerindeki tartışmalar, bazen yüksek bazen
cılız bir ses ile devam etti, ama nâfile! Çünkü bu haritanın
temeli, şu meşhur sözün gerçekleşmesi için tasarlanmış
olmasıydı: “(Değirmende) bir gürültü işitiyorum ama
bir öğütme göremiyorum!” [Laf çok, iş yok]
Amerika Irak’ta içerisine düştüğü
bataklık ile meşgul iken Irak’ı işgâl etmelerine yönelik
direniş karşısında ordusunu nasıl koruyacağını düşünmeyi
dert edindi ve Filistin mevzusunu terk etti, gitti: askerî
olarak Şaron’a ve siyâsî olarak da Yol Haritası
etkileşimlerine… Çünkü haritanın, doğmadan öldüğünün
farkındaydı. Bu durum, tek taraflı Şaron Plânı
[Ğazze’den Geri Çekilme Plânı] Nisan 2004’te gelinceye
kadar sürdü.
Şaron, plânında Ğazze’den tek
taraflı çekilmeye odaklanıp bunu en büyük derdi yaptı. Bunu
gözlere serpilen bir toz zerresi olarak, Batı Şeria’da
adından neredeyse hiç söz edilmeyen önemsiz bir husus -fiilî
olarak Batı Şeria’da Yahudi varlığına katılan toplu yerleşim
bölgeleri ile birlikte dört küçük yerleşim birimi- takip
etti. Böylece plânda geçen çekilme, sadece Ğazze Şeridi’nden
çekilme idi! Yani Şaron bu plânında, -önce bütünden parçaya,
sonra parçadan daha küçük bir parçaya aşama aşama döndüren-
Yahudi yöntemi ile meseleyi aslî halinden çıkarıp sadece
Ğazze meselesi haline dönüştürebildi. Zîra mesele, önceleri
“Ğaspedilmiş 1948 Filistini” idi. Sonra “1967 Batı Şeria ve
Ğazzesi” haline dönüştü. Bundan sonra da “1967 Batı Şeria ve
Ğazzesi’nden Parçalar” haline dönüştü. Şimdi ise mesele,
“Sadece Ğazze” meselesi haline dönüştü. Batı Şeria’daki
dört küçük yerleşim biriminin taşınması ise, hiçbir şekilde
Batı Şeria’nın bir bütün olarak Şaron’un plânına dâhil
edilmesi anlamına gelmiyordu.
Sonra Şaron, Nisan 2004’te
Washington’u ziyâret ederek “Ğazze Şeridi’nden Tek Taraflı
Geri Çekilme” plânının zemini hazırladı. Bu son Washington
ziyâreti sırasında Oğul Bush’tan her ne istediyse aldı.
Nitekim Amerikan Başkanı George Bush, Ariel Şaron’un Ğazze
Şeridi’nden ve Batı Şeria’daki dört kıytırık yerleşimden tek
taraflı geri çekilmeye dayalı olarak öne sürdüğü planı
onaylayıp desteklediğini ifade etti, hem de Şaron’un
arzettiği bu plânı, “târihî ve cesur” bir çalışma olarak
tanımlayarak ifade etti!
Kezâ Bush, 13.04.2004’te
Washington’da Şaron ile birlikte düzenlediği ortak basın
toplantısında, Filistinli Mültecilerin “İsrail”e değil,
Filistin devletine yerleştirilmeleri gerektiğini,
-“İsrail”in tutumuna hizmetle büyük bir tâviz vererek-
toprak üzerindeki koşulların da, “İsrail”in Batı Şeria’daki
yerleşim birimlerini boşaltmasına bağlı olarak değiştiğini
söyledi.
Bush, Beyaz Saray’da Şaron ile
yaptığı görüşmeden sonra da şöyle dedi: “Taraflar
[Şaron’a ait] bu plâna uymaya karar verirlerse, bir ilerleme
kaydedilmesi için bir kapı aralanmış ve dünyadaki en
karmaşık anlaşmazlıklardan birine son verilmiş olacaktır.”
Amerikan Başkanı devamla şöyle
dedi: “Bu, yaşayabilir, uyumlu ve demokratik bir Filistin
devletinin kurulmasına da yol açabilir.”
Böylelikle Bush, “nihâî çözüm
konuları” dedikleri hususlarda Şaron’un istediği şekilde
karar kılmış oldu.
Şaron ise kendi cephesinden
plânının “’İsrail’ devleti açısından daha olumlu bir
durum oluşturacağını” söylüyor, bunu Filistinliler ile
müzâkerelerin temeli haline getiriyordu. “İsrail” Başbakanı
22 Nisan’da Yahudi Parlamentosu Knesset’te ise: “Amerika’nın,
Ğazze’den geri çekilme plânına verdiği destek, emsâlsiz bir
başarı teşkil etmektedir. Devletimizin îlanından bu yana,
Başkan George Bush’un ifade ettiği böylesi bir desteği hiç
almamıştık” diyor ve şöyle devam ediyordu: “Filistinliler,
[Bush’un bu] yazılı taahhütlerinin 1948’de bağımsızlığımızın
îlanından bu yana suratlarına çarpan en sert tokat olduğunun
farkındadırlar.”
Yine “İsrail” Başbakanı, Batı
Şeria’daki “Güvenlik Duvarı”nın inşâsının
hızlandırılmasını istediğini ilâve edip Beyaz Saray’a
yaptığı son ziyârette Amerikalılardan aldığı yazı
taahhütleri tekrar hatırlatıyordu.
Bush’un Şaron Plânı’na muvâfakât
ettiğini ilan etmesi, Amerika’nın Bush iktidarının mevcut
döneminde Yol Haritası’nın uygulanmasında ciddi olmadığını
teyid etmektedir. Çünkü lafızlarıyla oynanmış olmasına
rağmen Şaron Plânı, birçok maddelerinden dolayı Yol
Haritası’nı târumâr etmektedir. Eğer Bush kendi haritasında
ciddi olsaydı, Şaron Plânı’na muvâfakât etmez ve Beyaz
Saray’da Şaron ile yaptığı görüşmeden sonra şöyle demezdi: “Taraflar
[Şaron’a ait] bu plâna uymaya karar verirlerse, bir ilerleme
kaydedilmesi için bir kapı aralanmış ve dünyadaki en
karmaşık anlaşmazlıklardan birine son verilmiş olacaktır.”
Bu da onun, sorunun çözümüne yönelik haritasından vazgeçtiği
ve çözüm olarak “Şaron Girişimi”ni gördüğü anlamına
gelmektedir.
Fakat bu, Yol Haritası’nın Şaron
Plânı’ndan daha iyi olduğu anlamına gelmemektedir. Bilakis
her ikisi de şer olarak birbiriyle yarışmaktadır. Bilakis
bu, Bush’un Yol Haritası önerisinin, duygularını okşadığı
Filistin Yönetimi ile Arap yöneticilerin suratlarına
patlattığı koca bir kahkaha anlamına gelmektedir. Nitekim
Bush onların her ne olursa olsun onu kabul edeceklerini
biliyordu. Zîra Bush, 24.06.2002’deki konuşmasında Yol
Haritası hakkındaki fikirlerini îlan edip sonra da resmen
duyurarak Filistin Yönetimi’ne ve “İsrail”e iletirken tek
derdi, Amerika’nın çıkarları ve Irak’a karşı saldırısı idi.
Bunun yanı sıra Filistin Yönetimi ile Arap yöneticilerin
duygularını da ballı sözler ile okşuyordu. Dahası, bahsedip
durdukları Ortadoğu Krizi’ne çözüm bulmayı başardığını
söyleyerek Avrupa’yı da saptırmak istiyordu.
Yine bu ciddiyet eksikliğini,
-Bush ile dostu Şaron arasındaki tezgâhın bir emâresi
olarak- Amerikan Yönetimi’nin Güvenlik Duvarı meselesine
ilişkin zikzaklı tavrı da vurgulamaktadır. Bu nedenle
“İsrail”de hiç kimse Yol Haritası’na ciddi olarak iltifat
etmemiştir. Çünkü Yahudiler Bush’un onun uygulanması için
yeterli ciddiyete sahip olmadığını biliyorlardı.
Görünen o ki Avrupa devletleri,
Şaron’un plânını benimsemesi ile Amerikan Yönetimi
tarafından aldatıldıklarını ve atlatıldıklarını anladılar.
Zîra Avrupa, Ortadoğu’da barışın sağlanması için Ortadoğu
Dörtlüsü’nün [Quartet] şemsiyesi altında
ilgili taraflarca sonuçlandırılmış bir çözüm üzerinde dâima
ısrarcı oldu. Ancak hâlen Avrupa Birliği adı altında
Ortadoğu’da faal bir siyâsî rol alma rüyasında olan Avrupa,
bölgeye yönelik herhangi bir çözümün ekonomik yükü altına
girmiş olmasına rağmen kendisini umursanmaz ve dışlanmış bir
halde buldu. Bu yüzden Avrupalı Dışişleri Bakanları,
haritaya destek veren dört taraf -ki bunlar Birleşik
Devletler, Birleşmiş Milletler, Rusya ve Avrupa Birliği’dir-
ile toplantılar düzenleyerek Yol Haritası’nı canlandırmaya
çabalayacaklarını duyurdular. O sırada Avrupa Birliği Dönem
Başkanlığı’nı üstlenen İrlanda’nın Dışişleri Bakanı Brian
Kevin, Birliğin Dışişleri Bakanları Toplantısı’ndan sonra
şöyle diyerek bunu vurguladı: “Yol Haritası, bölgede
kalıcı barışı gerçekleştirme gücüne sahip tek siyâsî
mekânizmadır.”
Lâkin Avrupa, kurtarabildiğini
kurtarmak istercesine, son Quartet [ABD, Rusya, BM ve AB]
toplantısı sırasında, “İsrail” Başbakanı’nın Filistinlileri
koparmaya yönelik plânına göz kırparak geri dönüş yaptı ve “Ortadoğu’da
barışçıl çözüme doğru ilerlemede ender bir fırsat sunan
böyle bir adımı hoş karşılayıp teşvik ettiğini” söyledi
ki bu açıklama, treni hepten kaçırıp tümüyle Amerika’ya
bırakmamak için bir nezbe Amerikan politikasına teslimiyete
işâret ediyordu. Bundan ötürü Avrupa, müzâkere olmaksızın
Filistinlilerin koparılmasını öngören Şaron Plânı’na
muvâfakât etmek suretiyle önceden duyurulmuş Avrupa
politikasıyla çelişen hususlara muvâfakât etti ve bu ortaya
konulanlar Yol Haritası’na esastan ters düştüğü halde bile
Şaron Plânı’nı övdü.
Ancak bu tutum, bazı menfaatler
elde etmeye çalışan veya menfaatlerini korumak isteyen,
dilediği gibi Amerikan siyâsetine göre yürüyen ve aynı anda
Avrupa Birliği ile de iyi ilişkilerini koruyan İngiltere’nin
tutumuna terstir. Nitekim bu tutum Bush’un 14.04.2004
târihinde yaptığı açıklamanın ardından Blair’in yaptığı şu
açıklamada açıkça görülüyordu: “İngiliz Hükümeti, tek
taraflı olarak Filistinlilerden bağı koparmayı öngören Şaron
Plânı’nı desteklediğini ifade eder.” Blair, 17.04.2004
târihinde Washington’da Bush ile yaptığı görüşmenin ardından
yaptığı şu konuşma ile de bunu şöyle ortaya koyuyordu: “Yol
Haritası barış görüşmeleri için esas olarak kalacaktır.
Şaron Plânı ise Yol Haritası’na engel sayılmaz.” İşte
bu, lafı dönüp dolaştıran, kıvıran, gerçeği gizleyen İngiliz
kurnazlığının bir örneğidir. Çünkü bu iki plân yani Yol
Haritası ve Şaron Plânı, şerde ortak olmasına rağmen Şaron
Plânı, Yol Haritası’nın önünü mutlak olarak kesmektedir.
Şaron Plânı; Mısır-“İsrail”
sınırı boyunca uzanan “Philadelphia (Filedelfiya) Hattı”
hariç, Batı Şeria’da dört, Ğazze’de de yirmi bir yerleşim
birimini boşaltarak “İsrail”in bu bölgeden çekilmesini ifade
etmektedir. Çekileceği bölgelerde ortaya çıkabilecek
tehditlere karşı kuvvet kullanması çerçevesinde caydırıcı ve
karşılık verici operasyonlar yapması dâhil olmak üzere,
“İsrail”in kendisini savunma ve koruma hakkını saklı
tutmasını esas almaktadır. Yani yönetime geldiğinden bu yana
sadece Şaron’un sunduğu şeyler dışında, Batı Şeria’nın
%40’ına tekâbül eden dışında Filistinlilere asla bir şey
verilmeyecektir. Bununla beraber kara, deniz ve hava geçiş
yolları üzerindeki herhangi bir egemenliği reddetmekte ve bu
Filistin imparatorluğunun (!) tümüyle silahsızlandırılmasını
istemektedir.
Bunların tamamı tek taraflı
olarak yapılmakta ve Yol Haritası’nda olduğu gibi,
tarafların karşılıklı görüşmeleri ile hiçbir alâkası
bulunmamaktadır. Aynı zamanda Şaron Plânı; ne silahtan
arındırılmış bir şekilde, ne cılız bir devlet idaresinden ne
de Yol Haritası’nda olduğu gibi bu türden bir devlet
ifadesinden de bahsetmemektedir.
Burada Şaron’un Ğazze’den geri
çekilme plânının yeni bir şey olmadığını hatırlatmak
kaçınılmazdır. Çünkü nicedir solcu Yahudiler özellikle de
Şimon Peres bunu istiyordu. Ğazze’deki demografik yapının
Batı Şeria’dan farklı olarak işi daha da zora sokması
nedeniyle Ğazze’den çekilmek onun hedeflerinden birisiydi.
Öte taraftan Ğazze’den çekilmek Yahudi varlığının
güvenliğine dramatik bir etki de etmeyecektir. Batı Şeria
ise bazı bölgelerde deniz sahilinden uzak olmaması nedeniyle
Ğazze gibi değildir. Örneğin Tulkarim ve Kalkiliyye ile
deniz arası birkaç kilometredir. Bunun stratejik bir
derinlik içermemesi bir yana, cephenin uzun genişliğin ise
dar olması nedeniyle doğu cephesinden kara saldırılarının
vukuu bulması halinde, Yahudi’ye kendini savunma imkânını
sağlayan stratejik derinliğe sahip Batı Şeria’yı işgâle
kadar Yahudi varlığı buna sahip bile değildi. Bunun içindir
ki Ğazze’den geri çekilme işi kesinlikle onlar için can
yakıcı olmayacağı gibi yan etkisi de olmayacaktır. Bilakis
Yahudi varlığı için sayısız faydalar sağlayacaktır. Resmî
istatistiklere göre yaklaşık 1,3 milyon nüfusun yaşadığı
Ğazze’deki nüfustan kurtulacaktır. Aynı anda demografik bir
sıkıntıdan, endişeden uzak kalacak, Yeşil Hat içerisinde
Batı Şeria’ya ve Ğazze’ye giren Araplardan kurtulacaktır.
Çekilme plânı ile Ğazze’deki politikalarına saldıran arı
kovanlarından da kurtulacaktır. Philadelphia’daki geçiş
yollarını korumakla da Ğazze’yi, Yahudi gardiyanların izni
olmadan yerlerinden çıkma hakkına sahip olmayan
Filistinliler için büyük bir hapishaneye çevirecektir.
Ğazze’nin muhtaç olduğu ve
önemsediği su sorunu ise apayrı bir sorundur. Zîra “İsrail”
Yönetimi 1980’lerin ortalarından beri Ğazze’nin Doğu sınırı
boyunca, yüzey sularının biriktiği alanlarda ve yer altı su
mecralarında geniş delikler, çukurlar açtıktan sonra sondaj
ile artezyen kuyuları açmaktadır. O târihten bu yana her
taraftan delikler fışkırmakla birlikte Ğazze’de büyük
miktarlardaki yüzey suları aniden yok olmaktadır. Hatta, yer
altındaki tatlı suların yerlerini deniz suyunun alması
sonucunda Ğazze’deki artezyen kuyularının birçoğundan tuzlu
su fışkırmıştır. Bu aşamadan sonra bunun tersi de mümkün
değildir. Yani “İsrail” gelecekte tuzlu suların
pompalanmasını durdurması halinde bile bu bölgeler yine
tuzlu olarak kalacaktır. Çünkü işlem, iyonlar ve kimyasal
reaksiyonlar ile ilgilidir. Yine Ğazze Belediyesi’nin
1980’li yılların sonundan bu yana, Ğazze belediye sınırları
dışında kendine tâbi bölgelerde bulunan kuyulardaki tuzluluk
oranını dengelemek için, Cibalya ve Beyt Lahya Belediyesi’ne
bağlı Kuzey bölgelerini sınırlayarak yeni kuyular kazmaya
başladığı bilinmektedir. Ğazze’deki su sorunu hakkında bu
bilgileri vermekten maksat, “Barış Kanalı” yoluyla
“İsrail”in Nîl Nehri suları ile sulanmasını ifade eden ve
Mısır ile yapılan Camp David Anlaşması’nın gizli ekleriyle
ilişkilendirmektir. Beklentilere göre 2020 yılında Ğazze’de
bir damla dahi tatlı su kalmayacağı dikkate alındığında bu,
Nîl sularıyla Sîna’nın sulanması, Ğazze’nin ve
Filistinlilerin su ihtiyaçlarının karşılanması gerekçesiyle
Ğazze’ye kadar “Barış(!) Kanalı”nın uzatılması ve inşası
için uygun bir bahane olacaktır.
İşte burada dikkate değer bir
hususu zikretmek gerekmektedir. Bush, Filistinli liderlerin
değiştirilmesi gerektiğini tekrarlayıp dururken, bunların
barışı gerçekleştirmeye muktedir olmadıklarını iddia etmekte
ve Ortadoğu’da barışa yol açabilecek güçte cesur kararlar
alabilecek alternatif liderler çıkarılmasını talep
etmekteydi. Bu nedenle Amerikan Yönetimi, Başbakanlık
makâmını oluşturmaları için Filistin Yönetimine baskı yaptı.
Bu makama Mahmud ‘Abbâs geldiğinde ise ‘Arafat, ‘Abbâs’ın
kendisini yetkilerinden soyutlayarak yönetimde kendisine
üstün gelmek için çabaladığını çok çabuk anlayarak hemen
ondan kurtuldu. Özellikle güvenlik dosyaları ve Filistin
polisi ile ilgili konularda yetkileri ‘Arafat’tan alıp
‘Abbâs Hükümeti’nde İçişleri Bakanlığı’na aday olan Muhammed
Dahlan’a vermek istediğinde ‘Arafat, kendisine bağlılığını
garanti altına almak için Ahmed Kuray’ı getirdi.
Ortadoğu ile ilgili meselede
‘Arafat Amerikan plânına sadık bir şekilde hareket etmedi ve
Amerika’nın samimi adamlarından olmadı. Bilakis Filistin
Kurtuluş Örgütü’nün kuruluşundan itibaren İngilizler ile
birlikte yürüdü. Ortadoğu’da İngiliz nüfuzuna ait defterin
dürülmesine bakıldığında, İngilizlerin ona Amerikan
çizgisinde yürümesini işaret ettikleri görülür. Bu nedenle
Müslüman, Hıristiyan ve Yahudi tüm dîn mensupları için
Filistin’de laik bir devlet isteminden sonra, bu defa Batı
Şeria ve Ğazze’de bir devleti kabul etti. Zîra İngilizler,
bölgede Yahudileri ve hegemonyasını kolayca kabul ettirmek
gerektiğini düşünmekteydiler. Ancak onun Avrupa ile
özellikle de İngiltere ile iç içeliği, göbekten bağlılığı
hiç kesilmedi. Amerika ise onun kendisi ile birlikte
yürümesinin neticelerinden hiç emin olamadı. Bu nedenle
Amerika, Filistinlilerin lideri olarak ondan kurtulmanın ve
sadece Amerika’nın gönlünü okşayan bir lider değil, tümüyle
Amerika’ya bağlı olan Filistinli bir liderliğin
getirilmesinin bir zaruret olduğunu îlan etti. Bu hususta
Yahudiler de Amerika’ya uydular. Böylelikle ‘Arafat’ın
yerine yetki sahibi olması için bir başbakan bulma düşüncesi
ortaya atıldı. Ancak görüldüğü gibi devletlerarası durumlar
ve özellikle de Avrupalıların tavrı nedeniyle Amerika,
‘Arafat’ı değiştirmek için tam bir şekilde, fiilî olarak
adım atamadı. Bunun yerine aşamalı olarak yetkilerinin
elinden alınmasını uygun gördü. Eğer Amerika ‘Arafat’ı
değiştirme düşüncesinde o zaman ciddi olsaydı bunu
yapabilirdi. Zîra adam ulaşabileceği bir yerde Yahudilerin
elindeydi. Uygun bir operasyonla onu oradan çıkartıp
uzaklaştırması zor değildi.
Yine Avrupa halen daha ‘Arafat’ı
desteklemekte, Avrupa’nın bilhassa İngiltere’nin onunla
bağlantısı varlığını sürdürmekte, Avrupa ile temasları devam
etmektedir. Şimdi şöyle bir soru gündeme gelmektedir:
Avrupa’nın ‘Arafat’a desteğini sürdürmesi mümkün müdür?
Amerika ‘Arafat hakkında ciddi bir karar aldığında
Amerika’nın isteğine karşı zıtlaşabilirler mi? Zîra Amerika
yukarıda anlatılan hususu gerçekleştirmeye karar verdiği
zaman Avrupa’nın başladığı turu tamamlayamayacağı
görülmektedir. Çünkü birçok konuda Avrupa Amerika’ya karşı
çıkıyordu. Amerika’dan kesin karar çıkması halinde ise
Avrupa geri adım atıyordu. Özellikle de Amerika’nın gönlünü
okşamak suretiyle, birlikte hareket ederek bazı ortak
maslahatları gerçekleştirme imkânını elde ettiği zaman…
Bunun içindir ki geride kalmış bir at haline gelip kumarı
kaybettiğinde Avrupa’nın ‘Arafat’a desteğinin azalması
beklenebilir. Amerika’nın elinde rehin olarak kaldığında da
kaybetmiş sayılacağından Avrupa, ‘Arafat ile beraber
olmasının, çıkarlarını yeterince gerçekleştirmeyeceğini
düşünmektedir.
Bu problemde bir başka husus daha
dikkati çekmektedir: Liderlik değişimi hususunda çekişmeler
yaşanırken, kuşatılmış sembolik lider için değişik
(Filistinli) örgütler arasında dayanışma yarışması
yaşanmaktadır. Aynı esnada “İsrail” oraya buraya pervâsızca
saldırarak her şeyi yiyip yutmakta, insanlara, ağaçlara
hatta taşlara bile kastetmektedir. Bu sırada ellerinde
bulunan kuşatılmış “Başkan”a hiçbir kötülük dokunmamakta ve
kendisine Haziran [1967] hezîmeti hatırlatıldığında şöyle
demektedir: “Lider ve komutan selâmette olduğu sürece,
birçok bölgesi işgâl edilmiş olsa bile vatan da
selamettedir.”
Ey Müslümanlar!
Düşmanlarının kucaklarında yatan,
beslenen, değersiz bir tahtı ve alçak bir tâcı koruma uğruna
gece-gündüz düşmanları için Ümmetin mukaddesâtından tâviz
veren yöneticiler ile Filistin meselesi Yahudi pisliğinden
asla temizlenemez. Aynı şekilde eti-budu olmayan Filistin
yönetimi ile de temizlenemez. Filistin’i ‘Umer
[RadiyAllahu ‘Anh] fethetti, Salâhuddîn
[Rahmetullahi ‘Aleyh] de Haçlılardan temizledi.
Dolayısıyla onu Yahudi pisliğinden temizleyecek ‘Umer’in ve
Salâhuddîn’in torunlarına ihtiyaç vardır.
Filistin meselesi sadece Filistin
halkının ve Arapların meselesi değildir. Bilakis vakıası
itibariyle İslâmî bir meseledir. En yalın haliyle Kâfir
süper güçlerin, Amerika ile İngiltere’nin desteği ve
Müslümanların başındaki ajan yöneticilerin yardımları ile
Kâfir Yahudiler tarafından gasbedilmiş İslâmî bir toprak ve
İslâmî bir mukaddesât meselesidir. Filistin, İslâmî bir
beldedir ve eş-Şâm bölgesinin Güney parçasıdır. O Filistin
toprağı Müslümanların kanlarıyla fethedilmiştir. Orada, bir
şehidin kanının akmadığı veya bir süvarinin tozunu
kaldırmadığı veya bir mücâhidin ayak basmadığı tek karış
toprak yoktur. O toprak Müslümanların, tüm Müslümanların
toprağıdır. Onu geri kazanmak için canlarını ve hayatlarını
fedâ etmek boyunlarının borcudur. İster küçük ister büyük
olsun, onun herhangi bir parçasından vazgeçmek, Allah’a,
Rasulü’ne ve mü’minlere hıyânettir! Muhakkak ki Allah
[Subhânehu ve Te’ala] Filistin’i Yahudi varlığından
kurtarmak, Filistin’den Yahudi varlığını söküp atmak,
Amerika’nın ve diğer tüm Kâfir devletlerin hegemonyasını
oradan kaldırmak üzere Cihâd etmeyi mü’minlere farz
kılmıştır.
İşte mesele budur ve vakıası da
böyledir. Osmanlı Devleti yıkıldıktan ve Batılı Kâfir
devletler kendi isteklerine göre bölgeyi yeniden
şekillendirdikten sonra geçen on yıllar boyunca, Amerika ile
İngiltere arasındaki çatışmanın arenasına ve devletlerarası
ilişkilere ait meselelerden bir mesele haline dönüşmüştür.
Geçen onlarca yıl boyunca bu
mücadelede Filistin halkı hep öldürüldü ve hedeflerini
gerçekleştirmek için -ki çoğunlukla bu çabaları Sömürgeci
Kâfirlere hizmet etmeye yaramıştır- halen daha bedel
ödemektedirler.
Filistin mücadelesinin son on
yıllık târihinde Amerika, sadece ajanları, uşakları üzerinde
değil bölge üzerinde daha etkili olmaya başlamıştır. Üstelik
İngiltere’nin uşakları da Amerika’ya karşı duramamakta,
durmaya çalıştıklarında ise sür’atle gerisin geriye
oldukları yere çökmektedirler. Ortadoğu Krizi için ortaya
konulan çözümlere artık Amerikan kalıbı, mührü galip
gelmiştir. Gelişmeleri takip edenler, Amerika’nın birtakım
plânlar ve projeler ürettiğini diğerlerinin de bu plânları
ve projeleri hemen kaparak kendi çıkarlarına veya
çatışmadaki pozisyonlarına uygun bir biçimde bunlara göre
yürümeye çalıştıklarını müşâhede eder. Arap yöneticilerin
ise ortaya konulanları uygulamaktan başka rolleri yoktur.
Rusya, İngiltere ve Fransa, Amerikan projelerinin seyrinde
Amerika’nın yanında bu ortaklıkta rollerinin bulunması için
çalışırlar. Plân ve projeleri önce Amerika ortaya koyar,
sonra da bu devletler ister istemez bunları sahiplenerek
gereğince hareket ederler. Yol Haritası’nda bu husus açıkça
görülmüştür. Amerika Yol Haritası’nı îlan ettiği zaman Yol
Haritası’nın benimsenmesinde ve seyrinde bu devletler
Amerika’ya tâbi olmuşlardır. Nitekim burada bu devletlerin
rolleri, Amerika’ya alternatif olmak değil, Amerika’nın
rolünü kolaylaştırmak ve tamamlamaktan ibârettir.
İşte burada şunu vurgulamak
kaçınılmaz olmuştur:
-
Devletlerarası alanda Amerika üstündür. Bölgedeki etkisi en
güçlü olan odur. Diğer güçlü devletler ise birinci devlet
konumundan Amerika’yı uzaklaştıramamaktadırlar.
-
Doğrusu
Yahudiler; Amerika’nın silahla, teçhizatla, parayla hatta
adamla ve çifte standart ile desteklediği şımarık
çocuğudurlar.
-
Filistin
yönetimindekiler ve Arap yöneticiler ise Avrupalı ve
Amerikalı Sömürgeci Kâfirlerin dostudurlar.
Tüm bu gerçekler; Amerika’ya
boyun bükülmesi gerektiği, Müslümanların beldeleri
üzerindeki servetlerin ve kaynakların ona teslim edilmesi
gerektiği ve mübârek, tertemiz Filistin toprakları
meselesinin onun merhametine terk edilmesi gerektiği
anlamına gelemez!
Yine bütün bunlar Amerika’nın
yenilmez ve kurşun işlemez olduğu anlamına da gelemez.
Bilakis adamları silah ve teçhizat bakımından çok çok üstün
olmalarına rağmen, başa baş, dişe diş çarpışma cesâretine ve
yiğitçe meydan okuma irâdesine sahip değildirler. Irak ve
Afganistan’da düştükleri bataklıktan çıkamamaları bunun en
açık delilidir. İşte gördünüz, destansı el-Fellûce
direnişinde tüm heybetlerini bir anda kaybettiler,
alçaldılar, rezil oldular, zelîl oldular. Eğer Amerika’nın
gerçeği böyle ise, peki İngiltere gibi Amerika’nın kuyruğu
olanların veya Yahudiler gibi Amerika’ya bel bağlayanların
gerçeği nasıl olur?
Ey Müslümanlar!
Muhakkak ki sizler,
düşmanlarınızı yok etmeye ve işgâl edilmiş İslâmî beldelerin
her karışını yeniden geri kazanmaya muktedirsiniz. Hatta
onların topraklarını fethetmeye, tüm dünyaya Hayrı yaymaya,
dünyanın aydınlık minâresi olmaya ve “İnsanlar için
çıkarılmış en hayırlı Ümmet” niteliğine kavuşmaya da
muktedirsiniz.
Tüm bunlara elbette
muktedirsiniz. Ancak bunun anahtarı, Râşidî Hilâfet’in
kurulmasıdır. Kaldı ki Müslümanların toprakları muazzam
servetler ve adam gibi adamlar ile doludur. Üstelik bu
topraklar, tüm insanlığa hayat getirecek ve onları şu 21.
yüzyılda zulümden, tuğyandan ve Amerikan eşkiyâsından
kurtaracak olan yüce İslam İdeolojisi’nin topraklarıdır.
Şüphesiz ki bu dünyanın ekseni
sizlersiniz. Stratejik konumları ve Allah’ın ikram ettiği
muazzam servetler nedeniyle beldeleriniz, Sömürgeci Kâfirler
arasında çekiştirilen rekâbet ve câzibe merkezleridir.
Kâfirler servetlerinizin ve stratejik konumunuzun
muazzamlığını fark edip sizin üzerinizde birbirleriyle
yarışıyorlar da siz mi Allah [Subhânehu ve Te’alâ]’nın
lütfu olan bu nîmete, bu güce ve bu potansiyele gözlerinizi
yumuyorsunuz?
Nice milletlere Bâtıl dinlerini
ve kokuşmuş kavimlerini terk ettirerek İslam sayesinde tek
bir Ümmet haline getiren, derleyen, toplayan, birleştiren ve
hareket ettiren sizler değil misiniz?
Güçlerinin zirvesine ulaştıkları
bir sırada Tatarları kahreden, hatta onlardan bir kısmını
İslam potasında eriterek, ataları eliyle bugüne kadar İslâmî
toprakların Kuzey kesimlerini İslam’ın şemsiyesi altına
sokanlar sizler değil misiniz?
Topraklarınızda devletler ve
krallıklar kurduktan sonra Haçlıları bozguna uğratan, yerden
ve gökten onları söküp atan, rezil, zelîl ve yenik bir halde
silip süpüren sizler değil misiniz?
Bugünün tâğutları olan Amerika ve
İngiltere ile onların tâbileri, geçmiştekiler gibi hep aynı
cinstendirler. Tek bir savaştan fazlasına bile dayanamazlar.
Alçalmış, yenilmiş, bozguna uğramış bir halde tökezleyip
giderler. Nitekim Hıttîn Savaşı Haçlıların tökezlemelerinin
başlangıcıdır. ‘Ayn Câlût Savaşı ise Tatarların çöküş
sürecini başlatan bir savaştır. İşte şimdi bugünkülere de
aynısı lâzımdır! Bünyelerini ve varlıklarını darmadağın
edecek şey tek bir savaş hamlesinden ibârettir.
O halde bu savaşı Hilâfet’ten
başka kim başlatabilir? Büyük ordulara ve gelişmiş
donanımlara sahip olanları gördük: Dînlerini ve dünyalarını
harâb ettikleri için savaşmadılar! Böylece dünyanın geçici,
aldatıcı menfaati uğruna Âhiretlerini de satmış oldular!
Dolayısıyla Amerika’yı ve
İngiltere’yi devletlerarası arenadan silmenin, Amerika’nın
devletlerarası konuma hükmetmesine son vermenin, dünyayı
kötülüğünden kurtarmanın, Hayrı dünyanın dört bir yanına
yaymanın, işgâl edilen Filistin topraklarından, el-İsrâ’
ve’l Mi’râc topraklarından Yahudi varlığını söküp atarak
orayı tümüyle Diyar-ul İslam’a döndürmenin tek garantisi
ancak ve sadece Hilâfet’tir.
İşte bunların tümü sizin
ellerinizdedir, Ey Müslümanlar!
وَأَنْتُمْ
الأَعْلَوْنَ وَاللَّهُ مَعَكُمْ وَلَنْ يَتِرَكُمْ
أَعْمَالَكُمْ Üstün
olan mutlaka sizlersiniz. Şüphesiz ki Allah sizinle
beraberdir ve O, amellerinizi asla heder etmeyecektir.
[Muhammed 35] |