1

FİLİSTİN


Filistin Müslümanların târihinde; Rasülü’nü el-Mescid-il Harâm’dan el-Mescid-il Aksâ’ya geceleyin yürüterek Beyt-ul Harâm’ına tek bir bağ ile bağladığı günden beri, bir inci olarak başlamıştır. Allah [Subhânehu ve Te’alâ] şöyle buyurmuştur:

سُبْحَانَ الَّذِي أَسْرَى بِعَبْدِهِ لَيْلا مِنْ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ إِلَى الْمَسْجِدِ الأَقْصَى الَّذِي بَارَكْنَا حَوْلَهُ Bir gece, (Muhammed) kulunu Mescid-il Harâm’dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-il Aksâ’ya götüren Allah noksan sıfatlardan münezzehtir. [el-İsrâ 1] İşte bu şekilde orayı, mübarek, tertemiz bir toprak kılmıştır.

Böylece Allah [Subhânehu ve Te’alâ] Hicretten on altı ay sonra el-Kâ’bet-ul Muşerrafe’yi Müslümanların ikinci kıblesi yapıp oraya döndürmeden önce, Beyt-ul Makdîs’i Müslümanların ilk kıblesi yaparak Müslümanların kalplerini Filistin’e bağlamıştır.

Filistin, İkinci Râşid Halîfe ‘Umer İbn-ul Hattâb [RadiyAllahu ‘Anh] zamanında, Hicrî 15. yılda fethedilip henüz İslam’ın Sultası altına girmemiş iken, Sefronius orayı Halîfeye teslim etmeden önce, oradaki Hıristiyanların talebi üzerine, “Yahudilerin Filistin’de yaşamalarına izin verilmeyeceğini ifade eden” ve [العهدة العمرية] “el-‘Umeriyye Ahitnâmesi” denilen meşhur ahitnâmeyi ona vermiştir.

Filistin fethedilmeden önce de sonra da Müslümanların târihinde bir inci ve Müslümanların beldeleri içerisinde bir ağırlık merkezi olmuştur. Her ne zaman saldırıya uğradıysa, saldırganların gücü ne olursa olsun yerle bir edilmişlerdir. Dolayısıyla Haçlılar ve Tatarlar (Moğollar) için bir mezar olduğu gibi, -Allah’ın izniyle- Allah’ın düşmanları Yahudiler için de bir mezar olacaktır. Nitekim Filistin’de Tatarlara ve Haçlılara karşı [Hıttîn Savaşı (H. 583 – M. 1187) ve ‘Ayn Câlût Savaşı (H. 658 – M. 1260)] gibi aralıksız savaşlar yapılmıştır. Yine Allah’ın izniyle bu savaşları, Filistin’in saf ve tertemiz bir şekilde tekrar Diyâr-ul İslâm’a dâhil olması için Yahudilerle yapılacak aralıksız savaşlar takip edecektir.

Filistin meselesi, devletlerarası bir sorun olarak geçen yüzyılda Osmanlı Halîfesi ‘AbdulHamîd Hân zamanından îtibaren hareketlenmeye başladı. Zîra o dönemde Yahudilerin siyâsî liderleri, Filistin’de kendileri için tutunacak bir yer edinmek üzere Kâfir devletlerle özellikle de İngiltere ile dayanışma çabası içerisinde idiler. Bu amaçla Osmanlı Hilâfet Devleti’nin içerisinde bulunduğu mâlî krizden faydalanmaya çalıştılar. Bu dönemde M. 1901 yılında o zamanki Yahudi liderlerinden Hertzl, aynı amaçla devlet hazînesine ödenmek üzere büyük miktarda para teklifinde bulundu. Fakat Halîfe ‘AbdulHamîd Hân onun bu teklifini reddetti. Halîfe’nin Hertzl’in önerisine cevâben iletilmek üzere Sadrâzam’a söylediği meşhur sözü şöyle idi: “Doktor Hertzl’e bu konuda ciddi adımlar atmamasını nasihat ediniz. Zîra ben Filistin toprağının tek bir karışından dahi vazgeçemem!.. Orası benim şahsi mülküm değildir… Bilakis İslam Ümmeti’nin mülküdür. Halkım bu topraklar uğrunda Cihâd etti ve orayı kanlarıyla suladı… Yahudilerin milyonları kendilerine kalsın!.. Eğer bir gün Hilâfet Devleti parçalanacak olursa işte o gün, onlar Filistin’i bedelsiz alabilirler. Ancak ben hayatta olduğum müddetçe, Filistin’in Hilâfet Devleti’nden koparıldığını görmektense bedenimin lime lime koparılmasını tercih ederim ki bu olmayacak bir iştir. Biz hayatta kaldığımız müddetçe, cesetlerimize neşter vurulmasına asla razı olmam.” Allah [Subhânehu ve Te’alâ] O’na rahmet etsin, Sultan’ın tahmin doğru çıktı. Hilâfet yıkıldıktan sonra, Müslümanların toprakları üzerindeki ajan yöneticiler, Yahudilerin Filistin’i işgâl etmelerine hatta Filistin dışına bile egemen olmalarına yardım ettiler.

İslam’a kindar Kâfirlerin açgözlülükleri, el-Kuds’deki Haçlı işgâli sona erdirilip onların pisliklerinden kurtarıldığı günden, Hicrî 27 Recep 583 [Milâdî 02.10.1187] târihinden bu yana devam etmektedir. Öyle ki Müslümanlara ve memleketlerine, özellikle de Filistin’e karşı -parmaklarını ısırırcasına- kin gütmeyi sürdürmüşlerdir.

Birinci Dünya Savaşı esnâsında, 11.12.1917’de Filistin’e girdiklerinde, Îtilaf Kuvvetleri’nin İngiliz Komutanı General Alenbi, Osmanlı Hilâfeti’ni, sekiz asır önce Haçlıları yenilgiye uğratan Müslümanların devamı sayarak şöyle diyordu: “Haçlı savaşları işte şimdi sona erdi.” İngilizler, Hilâfet’i yenilgiye uğratmalarını ve Filistin’i işgâl etmelerini, Haçlıların Müslümanların topraklarına geri dönmeleri olarak görüyor ve bundan sonra bir daha asla yenilmemek üzere orada bâki kalacaklarını sanıyorlardı.

Aynı yıl, 02.11.1917’de dönemin İngiliz Dışişleri Bakanı’nın ismine atfen Balfour Deklarasyonu denilen bildiriyi imzaladılar. Bu bildiride İngilizler, Yahudilerin Filistin’i işgâl etmeleri ve orada bir devlet kurmaları için yardım etmeyi taahhüt ediyorlardı.

Birinci Dünya Savaşı sona erip Hilâfet Devleti yok edildikten sonra gâlip devletler, maddelerinde İngiltere’nin Yahudilere söz verdiği Balfour vaadi uygulansın diye 1922’de Filistin’e İngiliz “Manda Yönetimi”ni dayatma rolüyle Cemiyet-i Akvâm’ı [Milletler Topluluğu]’nu kurdular.

Ardından İngiltere dünyanın değişik bölgelerindeki Yahudilerin Filistin’e göç etmelerini sağlayacak icraatlara başladı. Onları eğitti ve silahlandırdı. Sonra İkinci Dünya Savaşı’nın ardından Birleşmiş Milletler kuruldu ve Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun çıkardığı 29.10.1947 târihli 181 sayılı Taksim Kararı yayınlandı. Bu karar Filistin’i, yerli halkı ile ona saldıranlar arasında bölüştürüyordu. İngiltere işin alt yapısını tamamen hazırladıktan sonra bu defa Filistin’in büyük bir bölümünün Yahudilere teslim edilmesini ve orada onlar için bir devlet kurulmasını kararlaştırdı. Bu amaçla dışarıdan bir tezgâh hazırlayarak, Yahudilerin Filistin’de bir devlet kurmalarını güya engellemek istedikleri bahanesiyle o zamanki Araplarn yedi ajan yöneticisi ile Yahudiler arasında göstermelik bir savaş çıkarttı ki neticede Yahudiler, yedi Arap ordusunu hezîmete uğratmış görünsünler! Böylece onlara, o “üzerlerine zillet ve meskenet damgası vurulmuş” Yahudilere hiç hak etmedikleri halde çok güçlü ve cesur oldukları imajını kazandırdılar. Öyle ki bu ajanlar, Yahudiler artık tek savaşta yedi orduyu püskürtebildiklerini îlan edebilsinler diye geri çekilme hediyesini [Filistin’i] onlara hîbe ettiler! Yahudiler de bunu Bağımsızlık(!) Savaşı diye isimlendirdiler. Nihâyetinde 15.05.1948’de onlar için bir devlet îlan edildi.

Ardından Kâfir devletler, bu metamorfoz [aşağılık maymunlara dönüştürülmüş Yahudilerin kurduğu] devleti sür’atle tanımaya koştular. Dönemin büyük devletleri; Amerika, Rusya, İngiltere ve Fransa onu tanımada birbirleriyle yarıştılar. Daha sonra da bölgede nüfuzu bulunan Sömürgeci Kâfir devletler, özellikle İngiltere ve Amerika, sonraları “Ortadoğu Krizi” adını verdikleri Filistin meselesi hakkında projeler çizmede birbirleriyle yarıştılar. Tüm bu projeler, Yahudi varlığının kucaklanması ve ona, bölgedeki tüm diğer devletlerin ağırlığından daha üst bir ağırlık verilmesi yoluyla, bu devletlerin çıkarlarına hizmet edilmesini sağlamak içindi.

Kâfir Batı, bu Yahudi varlığını bağrına basmakla birçok hedefi gerçekleşirip Müslümanların beldelerinin kalbine zehirli bir hançer sapladı. Bu hedeflerin bazıları şunlardı:

1.    Müslümanların birbirlerine kavuşmalarını engelleyecek ve birlikteliklerinden uzaklaştıracak şekilde, bölgedeki Müslümanlar arasına yabancı bir cisim yerleştirdiler.

2.    Bölgeyi Yahudi karşı çatışma ile meşgul ederek asıl çatışmalarının Hilâfet’i ortadan kaldıran Kâfir Batı ile olması gerektiğini onlara unutturdular. Zîra bölgede Yahudiler için bir devlet dikmeden önce çatışma, Müslümanlar ile Kâfir Batı arasında idi. Yahudilerin Filistin’i işgâl etmeleriyle bu Ğâsıb (ğaspçı) varlık ile yapılan mücadele merkezî bir konum aldı ve onu dikenler ile mücâdele hafifledi.

3.    Onlar kendi ülkelerindeki Yahudi probleminden “kurtuldular.” Çünkü Yahudiler her nerede bulundularsa fesâdları ve ifsâdları ile meşhur oldular. Bu hususa vurgu yapan eski Amerikan başkanlarından Benjamin Franklin, 1789 yılındaki Amerikan Anayasası Hazırlık Konferansı’nda Amerikan halkına tavsiye niteliğinde şöyle diyordu: “…Ortada Amerika Birleşik Devletleri’ni tehdit eden büyük bir tehlike var. Bu tehlike Yahudi tehlikesidir. Çünkü onlar her nerede bulunmuşlarsa ahlâki seviyeyi alçaltmışlar, ticari güvenilirlik seviyesini de çökertmişlerdir… Onlar kanları emen ve malları sömüren kimselerdir… Sizleri uyarıyorum Ey liderler! Yahudileri topraklarınızdan nihâî sûrette çıkartmadığınız takdirde çocuklarınız ve torunlarınız, mezarlarınızda iken sizlere lanet okuyacaklardır.

İşte böylece Kâfir Batı, Müslümanların topraklarında bu kanserli cismi var etti. Ardından Kâfir devletler arasında, özellikle Amerika ile İngiltere sonra da Avrupa arasında, Filistin konusunda şiddetli bir devletlerarası çatışma meydana geldi ve Filistin meselesinden bölgenin tamamına yayıldı. Çünkü Filistin, Müslümanların kalplerinde canlılığını korudu ve etrafındaki Arap devletleri içerisinde bir etki merkezi oldu. Hatta bu etki, Arap olmayan diğer Müslüman beldelere kadar bile uzandı.

1947’deki Taksim Kararı’ndan ve 1948’de Filistin işgâlcisi Yahudi varlığının kurulmasından sonra, Yahudi varlığı ile tüm dünya devletleri arasında ortak paydayı ifade eden devletlerarası kararlar peş peşe geldi: Yahudi varlığının korunması ve her türlü güç ile desteklenmesi. Bu, meselenin Yahudilere ilişkin yönüdür. Araplara ilişkin yönü ise Mültecîler konusunun “insancıl”(!) çözümü idi. Yani nerede barınacaklar? Göç ettikleri Arap devletleriyle ilişkileri nasıl olacak? Neticede alınan her bir karar şu iki faktörden kaynaklanmaktaydı:

1.    Yahudi varlığı, dokunulmaz bir emr-i vâkidir, üstelik Arap yöneticileri onun tanınması için çırpınmalıdır.

2.    Filistinlilerin “insan hakları” ise mülteciler konusunun düzenlenmesi, Filistin’in diğer bölgelerinde veya Arap devletlerinde yerleştirilmeleri ve onlarla olan ilişkileri ile bağlantılıdır.

29.11.1947 târihli Taksim Kararı, Yahudi devletinin yasal temeli ise, 28.03.1949’da Birleşmiş Milletler üyeliğine kabulü de Yahudi varlığının devletlerarası düzeyde tanınmasının vurgulanması idi.

İğrenç bir siyâsî dehâya sahip İngiltere, tüm Filistin üzerinde yani 1948’de işgâl edilen kısım ile birlikte, Ürdün’e ilhâk edilen Batı Şeria ve Mısır yönetimi altındaki Ğazze Şeridi’den ibâret geri kalan kısım olmak üzere, Filistin’de laik ve demokratik bir devletin kurulması gerektiğini gördü ve tüm bu kesimler üzerinde Lübnan tarzı demokratik temele dayalı tek bir Filistin devleti olmasını istedi. Böylece Filistin’in tümünde yönetim Yahudilere ait olacak, Müslüman ve Hıristiyanlardan bazı bakanlar da yönetime katılabileceklerdi. Bu durumda fiilen Yahudilerin yönettiği bu devlet, Arap Devletleri Birliği’ne üye yapılacak, dolayısıyla bölgede kabullenmiş olacaktı. İngilizler bu çözümü, Yahudilerin bölgede aktif bir unsur olarak kalmalarını sağlayacak bir garantör olarak görüyorlardı. Bununla birlikte eğer onlar bölgede sadece kendilerine ait bir devlette ayrılırlarsa, Müslümanlar nazarında düşman olarak görülmeye devam ederler ve aynen Haçlılar gibi eninde sonunda yok edilmeye mahkûm olurlardı. Yahudi politikacıların çoğu bu görüşe iknâ oldu ve uğrunda gayret sarfetti. İngiltere ise Yahudiler ile bölgedeki Arap yöneticiler -ki hepsi de hâin ajanlardı- arasında barış sağlayarak bu çözümün zeminini hazırladı ki bu suretle barış sonrasında işlerin mezkur çerçeveye oturacağını umuyordu.

Lâkin Amerika’nın Ortadoğu’daki diplomatik temsilcileri, Amerikan Dışişleri Bakanlığı’nın Ortadoğu İşleri Vekîli George Maggie başkanlığında, 1950 yılında İstanbul’da bir araya geldikleri toplantıdan sonra Amerika’nın bölgedeki tüm ağırlığını koymasına ve İngiltere’den bağımsız ve ona alternatif olarak sıcak meselelere yönelmesine karar verdiler. O toplantıda alınan kararlardan bir kısmı şöyle idi: “Biri Arap diğeri Yahudi olmak üzere Filistin’in iki devletine bölünmesi ve Mülteciler meselesinin halledilmesi için Birleşmiş Milletler heyeti teşvik edilmelidir.” Ardından Amerika, diğerleriyle iç içe olup aralarında eriyerek nihayetinde Filistin’e Arapların otoritesinin geri gelmesindense, orada bir Yahudi devletinin bulunmasının Filistin’deki varlıkları için daha iyi olacağına Yahudi politikacıları ikna ederek bu tasarı doğrultusunda hareket etmeye başladı. Ancak İngilizlerin Ben Gurion gibi ilk dönem Yahudi politikacıları üzerindeki siyâsî nüfuzu ve bu Yahudilerin Filistin’in tümü üzerinde hegemonya kurma tamahları, Amerika’ya ilk etapta tasarısını başarıyla uygulama imkânı vermedi.

Eisenhower Yönetimi’nin sonlarında 1959 yılında Amerika, hem bir miktar tafsilat hem de kuvvet içeren bir proje benimsedi. Buna göre, Batı Şeria ve Ğazze’de Filistinliler için bir varlık oluşturulması, el-Kuds’ün devletlerarasılaştırılması ve küçük bir kısmının yerleşimini “İsrail” hükmü altında işgâl edilmiş Filistin’e, büyük bir çoğunluğunun yerleşimi de Filistin dışında sağlayarak Filistinli Mültecîler meselesinin halledilmesi amaçlanıyordu. Bu projeyi uygulamak üzere Amerika’nın bölgedeki baş ajanı ‘AbdunNâsır görevlendirildi. Bu proje aynı zamanda, Filistin Cumhuriyeti’nin kurulmasına ve topraklarını kurtarmaları için Filistin halkının silahlandırılmasına çağrıda bulunan Amerika’nın bir diğer ajanı Irak’taki ‘AbdulKerîm Kâsım’a da dayanıyordu. Onlar Filistin Yüksek Hey’eti ile temas kurup onu bağırlarına bastılar. Yine bir başka Amerika ajanı olan Kral Su’ud, Ürdün Kralı Kral Huseyn ile görüşmek ve bu proje doğrultusunda yürümesi için ona baskı yapmakla görevlendirildi. Medya da dikkat çekici bir şekilde bu projeye çağrı yapmaya başladı. Lâkin Kral Huseyn İngilizlerin komutuyla, Kral Su’ud’un teklifine şiddetle karşı çıkarak icâbet etmedi. Bunun üzerine Amerika Ürdün’e baskı yapmaya başladı ve Arap Devletleri Birliği 1960 yılında Lübnan’daki Şetura’da bir toplantı düzenledi. Oradaki şiddetli baskılar sonucu Ürdün Başbakanı Hezza’a el-Mecâlî, bu Amerikan projesine muvâfakat göstermek zorunda kaldı. Yani Batı Şeria’da bir Filistin varlığının kurulmasını kabul etti. Ancak el-Mecâlî’nin muvâfakâti bir işe yaramadı, çünkü el-Mecâlî suikasta kurban gitti.

1961 yılında Kennedy yönetime geldiğinde hepsine, Su’udi Arabistan Kralı Kral Su’ud’a, Ürdün Kralı Kral Huseyn’e, Irak Devlet Başkanı ‘AbdulKerîm Kâsım’a, Mısır Cumhurbaşkanı ‘AbdunNâsır’a ve Lübnan Cumhurbaşkanı Fu’ad Şihâb’a meşhur mektuplarını gönderdi. Bu mektuplarda Amerika, Mülteciler problemini ve Ürdün’ün su sorununu çözeceği sözünü veriyordu. Ardından 10.06.1961’de Kâhira’da bir Arap Konferansı yapıldı ve Filistin Devleti fikrini kabul etmesi için Ürdün üzerindeki baskı daha da artırıldı. Konferans akşamı Amerikan sefîri bir Filistin varlığına muvâfakât etmesi için Ürdün Başbakanı Behcet et-Telhûnî ile bir araya geldi. Fakat Kral Huseyn, et-Telhûnî’yi çağırttı ve tehdit etti. Böylelikle Amerika’nın plânı ikinci kez boşa çıktı ve konferans başarısız oldu.

İşte böylece Batı Şeria ve Ğazze’de bir Filistin varlığının, el-Kuds’te de devletlerarası bir varlığın oluşturulmasına yönelik Amerikan girişimleri sürüp gitti. Ancak bu girişimlerin tümü İngilizlerin ve Kral Huseyn’in reddetmesi sonucu hezîmete uğradı. Çünkü onların kendi projeleri; Filistin’de Yahudilerin hegemonyası altında olan ve Ürdün ile ayrıcalıklı bir ilişkisi bulunan tek bir laik devlet kurulması şeklindeydi. Bundan sonra 1964 yılında toplanan Arap Devletleri Zirvesi’nde, Cemâl ‘AbdunNâsır’ın desteğiyle Ahmed eş-Şukeyrî başkanlığında Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) kuruldu. Bundan maksat Batı Şeria’yı Ürdün’den kopartıp orada bağımsız bir Filistin varlığı kurmak ve bunun yanına da el-Kuds ve Beyt Lahim’de devletlerarası bir varlık oluşturmaktı.

Amerika’nın bu plânlarına ve girişimlerine İngiltere’nin cevabı, köklü İngiliz ajanı Tunus Devlet Başkanı el-Habîb Burgiba üzerinden geldi. Burgiba 1964 ve 1965 yıllarında, doğal olarak ağırlığı Yahudilerin lehine olacak şekilde tâifî (tarafsal) denge esâsına göre, Filistin’in tümünde tek bir laik devletin kurulmasına çağrıda bulundu. Arap devletleri bu iki proje arasında bölündüler: Amerikan Projesi, Ürdün ve “İsrail”den ayrılmış bir Filistin varlığı kurulmasını öngörürken, İngiliz Projesi [Burgiba Projesi] ise tarafsal dengeye dayanan Lübnan tarzı tek bir laik varlık (devlet) kurulmasını öngörüyordu.

Ortadoğu’da Amerikan siyâsetini temsil eden Mısır’ın rolü, ‘AbdunNâsır’ın etkisinin artmasıyla birlikte güçlendi. Bunun üzerine İngilizler ve ajanları savunma pozisyonu aldılar. Arap kamuoyunun Burgiba Projesi’ni reddetmesi ve Nâsırcı saldırının Kral Huseyn ve Ortadoğu’daki İngiliz siyâseti aleyhine iyice şiddetlenmesi İngiltere’yi, bölgede Batı Şeria’nın Yahudilere teslim edilmesini sağlayacak bir Arap-”İsrail” savaşı tasarlamaya sevk etti ki üzerinde bir Filistin devleti kurulması baskısına mâruz kalmaktan Kral Huseyn’i kurtarsın.

Böylece Kral Huseyn, “İsrail” ile bir savaşa girmeye hazır olmayan ‘AbdunNâsır’ı, tuzağa düşürmek ve savaşa karıştırmak için fiilî olarak kışkırttı. Kral Huseyn’in maksadı; kendisi üzerindeki, ‘AbdunNâsır’ı gücüne ve popülaritesine dayalı Amerikan baskılarını hafifletmek için onu şiddetli bir darbe ile vurmaktı. “İsrail”in elinde savaşa girmek için bir bahane olsun diye, savaştan önce “İsrail”e karşı birtakım askerî operasyonlar düzenlendi. “İsrail”in Mısır’a yönelik askerî darbesinin hacmini kestiremeyen ‘AbdunNâsır tahrik olup panikledi. Bunun üzerine Kızıldeniz’deki Tiran Boğazı’nı “İsrail” ticâret gemilerine kapattı ve devletlerarası güçleri kovdu. “İsrail” ise bunu fırsat bilip bahane edindi. Ardından 1967’nin Haziran ayında Mısır, Ürdün ve Suriye’ye karşı geniş çaplı düşmanca bir savaş başlattı. [1967 Savaşı] Neticede Batı Şeria, Golan Tepeleri, Ğazze ve Sînâ’ Yarımadası altı gün içerisinde Yahudi varlığının pençesine düştü! Yahudi liderler, kendilerini üç Arap ordusunun gâlibi olarak ve dolayısıyla kendi liderlikleri altında “İsrail” devletini asla yenilmez olarak gösterdiler. Oysa onlar kazandıkları zaferin (!) kendi güçlerinden değil, tam aksine karşılarındaki Arap yöneticilerin alçaklıklarından ve entrikalarından kaynaklandığını çok iyi biliyorlardı: Mısır Yönetimi’nin savaşa hazır olmaması, Ürdün Yönetimi’nin Batı Şeria’dan çekilip Yahudilere teslim etmesi ve Suriye Yönetimi’nin de -Golan’da savaşmakta olan Suriye ordu saflarının gerisinde kaldığı halde- el-Kunaytıra’nın düştüğünü îlan etmesi ki bozguna uğrayıp geri çekilmesine yol açmıştı!..

Tümüyle bir senaryodan ibaret olan bu savaş, bölgedeki Arap-”İsrail” çatışmasında ve çözümüne ilişkin ortaya konulan girişimlerde büyük bir dönüm noktası olmuştur.

Savaş öncesi tartışmalar, bir Filistin varlığının kurulması ve el-Kuds’ün devletlerarasılaştırılması etrafında dönüp dolaşıyorken, savaş sonrası konuşmalar düşmanlık izlerinin yok edilmesi noktasına geldi ve işler donduruldu. Bu arada “İsrail”, Golan Tepeleri’ni, Batı Şeria’yı ve Ğazze’yi yiyip yuttu.

Böylece tartışmalar, “İsrail”in 1967 yılında işgâl ettiği topraklardan çekilmesi noktasında odaklaştı. “İsrail”in savaş sırasında işgâl ettiği “topraklardan” çekilmesine çağrıda bulunan meşhur 242 sayılı karar, lafızlarıyla oynanmış ve kalıbında birtakım ayarlamalar yapılmış olarak Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nce yayınlandı. Amerika, kendi nazarında daha önemli gördüğü Mısır-“İsrail” ilişkilerinin iyileştirilmesi üzerinde yoğunlaşmaya başladı ki bu durumda Filistin dosyası bir kenara itilmiş oldu. Öte yandan Amerika, hem barış sürecini canlandırmak hem de nüfuzunu, bölgede sarsılan ana üssünü yani savaş sırasında ölümcül darbeler alan ve Sinâ’yı kaybeden Mısır’ı sağlamlaştırmak üzere yeni bir savaş hazırlığı başlattı.

Aradan henüz birkaç yıl geçmişti ki Amerika, bir tarafta Suriye ve Mısır, diğer tarafta da “İsrail” olmak üzere aralarında sınırlı bir savaş tezgâhladı. Bu Ekim 1973 Savaşı; 17.09.1978 târihinde Mısır ile “İsrail” arasında Camp David Anlaşması’nın imzalanmasına yol açan bir taktik savaşı idi. Bu da Mısır Devlet Başkanı Enver es-Sâdât’ın 1977 yılında işgâl altındaki el-Kuds’ü ziyâret edip “İsrail” Parlamentosu Knesset’te bir konuşma yaparak bir altyapı hazırlamasının hemen ardından geldi.

Mısır’ın Camp David Anlaşması’nı imzalamasıyla birlikte “İsrail” Sîna’ Yarımadası’nı boşaltıp silahlardan arındırılması ve Amerikan liderliğinde çok-uluslu askerî güçlerin konuşlandırılması şartıyla Mısır’a geri verdi ki Mısır’ın çatışmanın dışına çıkarılması garantilensin! Böylelikle Güney tarafından “İsrail”in güvenlik açığı kapatılmış oldu. Diğer yandan Mısır halkı karşısında popülaritesini kaybetmiş ajanı Mısır Yöneticisi Enver es-Sâdât ise güven tazeledi.

Mısır ile barış tamamlanınca Amerika’nın bölgedeki ağırlığı arttı ve faaliyetini Kuzey cephesine kaydırdı. Nitekim Amerika “İsrail”e, Lübnan’ı istilâ edip FKÖ’yü oradan kovmasını öğütledi. Bu da 1982 Savaşı’na neden oldu ki “İsrail” Lübnan’ı istilâ edip ‘Arafat’ı da “İsrail”in askerî baskısı ve Amerika’nın diplomatik baskısı altında Lübnan’dan ayrılıp Tunus’a gitmeye mecbur etti. Onun ayrılmasından önce Amerikan Kongresi’nden bir heyet Beyrut’a geldi ve ondan Yahudi varlığını açıkça tanıma sözü kaptı ki bu, Yahudiler ile barışın benimsenmesine giden bir mukaddime, bir ilk adım niteliğindeydi. Nitekim ‘Arafat 25.07.1982’de, Maklowski Belgesi olarak bilinen metni imzaladı. ‘Arafat orada şöyle diyordu: “FKÖ şimdi İsrailin var olma hakkını tanımaktadır.” Amerikan Kongresi üyesi Maklowski de ‘Arafat’ın huzurunda gazeteciler önünde bu belgeyi okuyarak şöyle dedi: “Yâsir ‘Arafat, Filistin Kurtuluş Örgütü Başkanı sıfatıyla bugün, FKÖ’nün Filistin meselesine ilişkin tüm Birleşmiş Milletler kararlarını kabul ettiğini ifade eden yazılı bir belge imzalamıştır.

‘Arafat’ın bu belgeyi imzalamasıyla, İngilizlerin, Filistin’de tarafsal dengeye dayanan tek laik devlet düşüncesinden vazgeçiliyor ve “İsrail” devletinin yanında bir Filistin devletinin de kurulmasına çağrı yapan Amerikan projesi yönünde ilk adım atılmış oluyordu.

İkinci adım ise, Aralık 1988’de Cenevre’deki Birleşmiş Milletler toplantısından hemen önce Ekim 1988’de Cezayir’de toplanan Filistin Vatanî Kongresi’nde atıldı. Her iki toplantı da konuşma yapan ‘Arafat, târihî Filistin topraklarının tamamı üzerinde tek bir Filistin devleti düşüncesinin bittiğini ve artık bu rüyanın sona erdiğini dile getirdi. 1967’de işgâl edilen Filistin toprakları üzerinde bir Filistin devleti kurulmasını kabul ettiğini söyleyip kağıt üzerinde bir Filistin devleti kurulduğunu ilan etti.

Aynı şekilde Kral Huseyn de aynı yıl, Temmuz 1988’de, üzerinde bir Filistin devleti kurulmasını kabul ettiğinin bir emâresi olarak, Batı Şeria ile Ürdün arasındaki idârî ve kânunî ayırımı onaylamaya mecbur kaldı.

Yine İngiltere ve Avrupa da bir Filistin Devleti kurulması düşüncesine muvâfakât etti. Böylelikle Amerikan plânı, söylemleri önemini kaybeden ve etkisi zayıflayan İngiliz plânına karşı üstünlük sağladı. Ancak Libya Devlet Başkanı el-Kazâfî’nin [Mu’ammer el-Kaddâfi] bazı saçmalıkları müstesna idi. Zîra o, 21. yüzyılın başında Filistin meselesinin çözümü olarak eski İngiliz plânından yani Filistin’de Araplar ve Yahudiler için tek devlet düşüncesinden bahsetmeye başlayıp bu devlete, “İsrail” ve Filistin isimlerinden türettiği “İsratin” diye yeni bir isim koyarak yeni bir fantezi eklediyse de onun bu iki zırvasına kulak asan olmadı: İsim zırvası ve ölümünden sonra İngiliz plânını yeniden canlandırma zırvası!

İkinci Körfez Savaşı’ndan [1991 Kuveyt Savaşı] sonra Amerika, tüm tarafları 1991 yılında Madrid Barış Konferansı’nda topladı ve onları, Amerikancı çözüm anlayışına uygun rotalar üzerinde hareket etmeye zorladı. Ancak İngiltere, “İsrail”de iktidardaki İşçi Partisi yani Rabin ve Peres ile eşgüdüm dâhilinde Amerikan plânlarını engellemek ve önünde zorluklar çıkartmak için başka girişimlerde bulundu. 1993 yılında Filistin Kurtuluş Örgütü ile “İsrail” arasında Oslo Anlaşması’nın imzalanmasına güç yetirebildi. Bu anlaşma; Amerika’nın İkinci Körfez Savaşı sonrasında çözüme esas olması için ortaya attığı Madrid Konferansı düşüncesini atlatmak üzere, Yahudi varlığının liderleri ve FKÖ’nün ileri gelenleri ile eşgüdüm dâhilinde İngiltere ve Avrupa’nın bir girişimi idi.

Bu anlaşma gereğince ‘Arafat, Batı Şeria ve Ğazze’ye geldi. Kendisine, fiilî hiçbir egemenliği olmayan, bilakis egemenliği tamamen “İsrail”e ait olan özerk bir Filistin Yönetimi kurma izni verildi. Lâkin Amerika bu anlaşmayı, Amerikan ölçülerine uyumlu olmayan herhangi bir çözümün olmamasını garantilemek maksadıyla, Amerika’nın tahakküm ettiği, zaman tüketen çetrefil müzâkereler haline dönüştürmeyi başardı.

Diğer taraftan 25 Temmuz 1994’de Washington’da, Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Clinton’ın nezâreti altında Ürdün Kralı Huseyn ile “İsrail” Başbakanı Rabin arasında bir toplantı yapıldı. Toplantının hemen akabinde “İsrail” ile Ürdün arasındaki savaş halinin sona erdirildiği ilan edildi. Ardından da her iki devlet arasındaki savaş halini resmen sona erdiren Vâdî ‘Arabe Anlaşması imzalandı.

Sonra 04.05.1994’te II. Oslo [Ğazze-Eriha] Anlaşması, peşinden 23.10.1998’de de Wye River Anlaşması geldi. Fakat her ikisi de hayata geçmeden, hatta doğmadan önce öldü.

Clinton yönetimi ise 2000 yılında Camp David’de ‘Arafat ile Ehud Barak arasında kapsamlı bir barış anlaşması sağlamaya çalıştı. Bu anlaşma II. Camp David Anlaşması olarak anıldı. Clinton, kendi döneminin bu anlaşmanın tamamlanmasıyla sona ermesi için hırs gösterdiyse de gerek “İsrail” kamuoyu gerekse Filistin kamuoyu, böylesine kapsamlı bir barışı kabul etmeye henüz hazır değildi. Zîra aradan çok geçmeden Eylül 2000’de el-Aksâ İntifâdâsı olarak bilinen vakıa patlak verdi. “İsrail”, teslim olsunlar ve sımsıkı tutundukları sabit noktaların geri kalan kısmından da vazgeçsinler diye Filistin halkına karşı gündelik katliamlar yapmaya başladı. İkinci iktidar döneminin sona ermesi üzerine Clinton’ın gitmesi ve 2001’in başında Oğul Bush’un iktidâra gelmesiyle birlikte II. Camp David de gitmiş oldu.

Bush Yönetimi’nin Filistin Meselesi’ne Müdâhale Etmedeki Tereddüdü

Bush başkanlık koltuğuna oturduğu andan itibaren, kendinden önceki Amerikan yönetiminlerinin eğildiği kadar, Filistin sorununa ciddi olarak ve gücü nispetinde eğilmedi. Bütün bir “İsrail”-Filistin çatışmasında işi tümüyle yavaştan almaktan yanaydı. Bush Yönetimi 2001 Şubat’ında Clinton önerilerinden ve Filistinliler ile “İsrail”liler arasındaki yoğun arabuluculuk girişimlerinden vazgeçti. 7 Şubat 2001 târihinde Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Richard Butcher, muhabirlere şöyle dedi: “Son birkaç aydır tartışılan görüşler ve öneriler, Başkan Clinton’ın görüşleri ve önerileriydi. Dolayısıyla onun Başkanlıktan ayrılmasından sonra artık bunlar Başkanlığın önerileri veya Birleşik Devletler’in önerileri olmayacaktır.” Böylece Amerika, gerek Filistin “Otoritesi” altında bulunan bölgelerde olsun ve gerekse diğer bölgelerde olsun Filistin halkına karşı katliamlar yapmada, suikastler düzenlemede ve hayatı dar etmede “İsrail”in elini serbest bıraktı. Bundan ötürü Bush adamlarını bölgeye daha çok genel ilişkiler çerçevesinde göndermeye başladı. Bu bağlamda Mitchell ve raporunun gelmesi ile peşi sıra George Tenet tarafından sağlanan geçici ateşkesin gelmesi böyleydi. Art arda gelen tüm ziyâretçilerin seyri işte böyleydi. Tâ ki 11 Eylül 2001 olaylarına kadar…

11 Eylül Olayları Filistin Meselesini Arka Raflara Kaldırdı

11 Eylül saldırıları, “İsrail”-Filistin çatışması dışında başka öncelikler oluşturdu. Bu çatışma, Bush Yönetimi tarafından çok daha düşük öncelikli bir hale geldi. Nitekim Amerika, Terörizme Karşı Savaş bahanesiyle İslâmî Âleme karşı yeni bir savaş başlatmaya hazırlandı. “İsrail” de Eriha, Cenîn, Ğazze kenti ve ‘Arâbe gibi yönetimsel yetkileri Filistin Otoritesi’ne verilmiş bölgeleri işgâl etmeye dönmek üzere bu fırsatı yani “terörizme karşı savaş” argümanını kullandı ve Filistinlilere karşı benzeri görülmemiş bir şiddet uyguladı. “İsrail”,  bu kentler üzerinde egemenliğini dayatmak için tankları, helikopterleri ve Yahudi savaş uçaklarını kullandı. Böylece Şaron’un işlediği vahşi cürümlerin boyutu çok açık bir biçimde tamamen ortaya çıktı. Amerika ise bunun Müslümanlara [önce Afganistan’a, ardından Irak’a] yapacağı saldırılarının hazırlıklarını etkileyeceğinden endişelendi. Bu nedenle, sanki bölgeyi önemsediğini gösteriyormuş gibi durumları yatıştırmak istedi ve Ekim 2001’de Yeni Ortadoğu Girişimi denilen şeyi îlan etti. Bundaki hedefi, Amerika’nın teröre karşı savaşında Arapların desteğini kazanmaktı.

“İsrail” Filistin Direnişini Terör Olarak Adlandırıyor

“İsrail”, “İsrail”-Filistin çatışmasını “İsrail” ile terör arasındaki bir çatışma olarak tanımlamaya başladı. Bu konuda Şaron, Knesset önünde şöyle diyordu: “Onlarca yıl önce uçakların kaçırılması emrini ‘Arafat’ın verdiğini hatırlamalıyız.” Müslümanlara acımasızca saldırmak için “terörizme karşı savaş” söylemini kullanmada “İsrail” yalnız kalmadı. Kezâ Hindistan, Rusya ve Çin de bunu kullandı ve bağımsızlıkları için savaşan Müslümanları “teröristler” olarak tanımladı. “İsrail”e gelince; el-Kâide ile Filistinli direniş grupları arasında bir fark olmadığı hususunda medya üzerinde, özellikle Amerikan kamuoyu üzerinde yoğunlaştı. Buradan hareketle Filistinli direniş gruplarına hatta direnişe yardım edegelen Filistin polisine karşı şerîr bir savaş açtı. 13 Şubat 2002’de “İsrail” ordusu Ğazze Şeridi’ne çok şiddetli bir askerî operasyon düzenledi. “İsrail”li bakanlardan Efraim Senih, askerlerin Ğazze’deki Filistin bölgelerinde bir müddet, hatta füze atölyeleri bulununcaya kadar kalacağını ve karşı füze atışları devam ettiği sürece askerî güçlerin daha fazla ve daha uzun süreli saldırılar düzenleyeceğini söyledi.

“İsrail”in şiddet tabiatı ve “Terörizme” karşı ilan edilmiş Amerikan savaşını taklit ederek Filistin “Terörizmi” ile mücâdele adı altında Filistin topraklarını kuşatması 2002 yılında bârizleşen olaylardandı. O yıl, Amerika’nın Filistin Yönetimi’nden bâriz bir şekilde Amerika’ya daha yakın, Avrupa ve İngiltere’ye daha uzak bir alternatif Filistin liderliği bulundurma isteği ile de farklılık gösterdi. Çünkü Filistin liderliğinin özellikle de ‘Arafat’ın, arzuladığı şekilde Amerika ile birlikte hareket etmekten kaçınır ve her defasında Avrupa ile özellikle de İngiltere ile olan asıl bağlantısına geri döner hale geldiği Amerika’nın dikkatini çekti. Amerika bundan rahatsız oldu ve bu durumu düzeltmeye önem verdi ki baştan aşağı tüm Filistin Otoritesi’nin Avrupa ile bağlantısı kopsun ve yalnızca kendisine sıkı sıkıya bağlansın. Nitekim bu, gerek Amerika’nın gerek Avrupa’nın, özellikle İngiltere’nin açıklamalarında net olarak öne çıkıyordu:

18 Haziran 2002 târihinde Birleşik Devletler Ulusal Güvenlik Danışmanı Condoleezza Rise, San Jose Mercury News’e verdiği demeçte şöyle diyordu: “Açıkçası bozulmuş ve şiddetle iç içe olan bir Filistin Yönetimi, ileride Filistin Devleti’ne varılmasına imkân veren bir esas değildir.” Bundan birkaç hafta sonra da Başkan Bush ‘Arafat’ın tasfiyesine çağırdı. Fakat Avrupa’nın, bilhassa İngiltere’nin açıklamaları içerik itibariyle farklı idi. 26.06.2002’deki G8 [Sekiz Sanayi Ülkesi] Zirvesi sırasında İngiltere Başbakanı Tony Blair ısrarla şunu söyledi: Liderlerini seçmek Filistinlilerin işidir.” İngiltere Dışişleri Bakanı Jack Straw ise bu hususu daha açık olarak şöyle dile getirdi: “Biz seçilmiş liderler ile, diktatörlük rejimlerinin olması halinde de seçilmemiş liderler ile çalışırız. Başkan ‘Arafat Filistin Otoritesi tarafından seçilmişse elbette kendisiyle çalışırız.” Yâsir ‘Arafat, Amerikan açıklamalarına, bazı güvenlik yetkililerini görevden alarak ve bazı değişiklikler yaparak cevap verdiyse de bu, ‘Arafat’ı İngilizlere ve Avrupalılara daha yakın gören Amerikalılarca yeterli bulunmadı.

Daha sonra bu çatışma Tony Blair’in 25 Eylül 2002’de barış sürecine yeniden nefes aldırma girişimlerine kadar devam etti. Blair şöyle dedi: “Güvenli İsrail ve aktif Filistin devleti şeklinde ikili yapıya dayalı Ortadoğu barış sürecine yönelik yeni bir konferansa ihtiyacımız var.” Bunun ardından Ekim 2002’de Tony Blair, “İsrail”, Filistin ve Irak’a yönelik olarak Amerika ile karşılıklı politika yürütülmesine işâret etmeye başladı. Blackpool’daki İşçi Partisi Kongresi’nde şöyle dedi: “Şu anda Ortadoğu’da olanlar, korkunç ve yanlıştır. Filistinliler utanç verici, küçük düşürücü ve zor koşullar altında yaşarlarken, İsrailliler de vahşice öldürülüyorlar. Irak’ta olduğu gibi burada da Birleşmiş Milletler kararlarının uygulanması gerektiğine inanıyorum. Ancak bu kararların sadece İsraile değil, tüm taraflara uygulanması gerekir.” Bu durum Amerika’yı, 24.06.2002’deki konuşmasında “İsrail”in yanına belirli koşullara sahip bir Filistin devleti kurulmasına ilişkin olarak geçen Yol Haritası adı altındaki Bush düşünceleri çerçevesinde “sözlü” harekette bulunmaya sürükledi. Bunu da, Amerikan yetkili heyetlerinin bölgeyi ziyâretleri izledi. Genel Temsilci Anthony Zinni ile Başkan Yardımcısı Dick Cheney’nin ziyâretleri bu süreçte geldi. Bununla birlikte “İsrail”, Filistinlilerin direnişlerini terörle eşdeğer sayarak barbar politikalarını haklı çıkartmaya devam etti.

Amerika ise Şaron’un cürümlerine sessiz kaldı. Çünkü Şaron, Bush’un îlan edip kullanmaya alıştığı “teröre karşı savaş” bahanesini kullanıyordu. Nitekim Bush şöyle diyordu: “Ya bizimle birliktesiniz ya da teröristlerle!” Bu nedenle “İsrail” bu bahaneyi kullanarak şehirlere, köylere ve kamplara gidip vahşi, iğrenç saldırılarını sürdürmede bütün gücünü kullandı. Yahudi küstahlığı öylesine azgın bir şekilde dikkat çekiyordu ki kendisini Amerika’nın “teröre karşı savaş”ına katılmış olarak görüyor, dolayısıyla Yahudi varlığı kendisine karşı duracak herhangi bir gücü umursamadan “teröre karşı savaş” adı altında işlediği cürümlerde azdıkça azıyordu. Bu bağlamda etkin olan faktörler şunlardır:

Birincisi: Bush yönetimindeki Yeni-Muhafazakârlardan bu Yahudi varlığına geniş bir destek gelmesidir. Bush’un yönetime geldiği andan itibaren Douglas Feith ve Richard Pearl gibi bazı Yeni-Muhafazakârlar da yönetime katıldılar ve Likud’un kitleleşmesi için siyâsî plânlar çizmeye koyuldular. Nitekim “Net Bir Fırsat: 1996 İtibariyle Sahayı [Sahadan kasıt, Amerika’nın çıkar alanları ve Yahudi varlığıdır] Korumak İçin Yeni Bir Strateji[A Clean Break: A New Strategy for Securing the Realm in 1996] isimli siyâsî bir belge hazırladılar.

Bu belgede dönemin “İsrail” Başbakanı Netanyahu’ya “Barış sürecinde yeni bir başlangıç yapması” öğütlendi. Bununla, 1993 târihli Oslo Anlaşması’nın iptal edilmesini ve “Barış Karşılığı Toprak” prensibini reddederek “İsrail”in bu topraklardaki hakkının geri alınmasını kastediyorlardı. Yine belgede “İsrail”e, Amerika ile özgüven ve karşılıklı çıkara dayalı yeni ve daha güçlü bir ilişki geliştirmenin yanı sıra Filistin topraklarını yeniden işgâl etmesi ve ‘Arafat’ın alternatifini araştırması çağrısında da bulunuluyordu.

Görünen o ki Ehud Barak ve Şaron, “İsrail” için gerçek bir yol haritası olarak bu siyâsî belgeyi kullandılar. Daha sonra Amerikan Ulusal Güvenlik Konseyi, Ortadoğu Dâiresi Başkanı Eliot Abrahams, Yol Haritası’nı hazırlamakla görevlendirildi. Eliot aynı anda, Şaron’un [Ğazze’den] Geri Çekilme Plânı’nın Bush tarafından kabul edilmesinde de büyük bir rol oynadı.  Haftalar süren diplomasi boyunca Şaron’un, yahudi varlığının geleceğinin güçlendirilmesine yönelik bakışını desteklemede Eliot gibi Condoleezza Rice da etkin bir rol üstlendi.

İkincisi: Filistin Kurtuluş Örgütü’nün, dolayısıyla Filistin Otoritesi’nin tâvizci zihniyetidir. Nitekim Yahudiler art arda gelen cürümleriyle yeni tâvizler elde ettiklerini gördüler. Zîra FKÖ önce 1948 Filistini’nden tâviz verip 1967 Filistini’ni talep etti. Daha sonra 1967 Filistini’nin tamamını değil de büyük çoğunluğunu talep eder oldu. Böylece tâviz üstüne tâviz vermeyi sürdürdü. Öyle bir noktaya ulaştı ki bugünün sâbitleri yarının değişkenleri haline geldi. Bunun gibi, “kırmızı çizgiler” sayılan -ki gerçekte hiçbir çizgi yoktur!- Mültecilerin geri dönüşüne yönelik tâvizler de önceleri gizliden gizliye sonraları ise açıktan açığa verilmeye başlandı. Nitekim Filistin Otoritesi 01.12.2003’te perde ardından utanç içinde, hatta perdesiz âşikâr bir şekilde Cenevre Belgesi’ni imzaladı. Ebu ‘Ammâr [Yâsir ‘Arafat] belgeye imzaların atılması için toplanan konferansta, Filistin Otoritesi Başkanı ve Filistin Kurtuluş Örgütü Lideri Ebu ‘Ammâr adına konuşmak ve imzalamak üzere söz sahibi olarak kendi Güvenlik Danışmanı Cibrîl er-Rucûb ile Devlet Bakanı Kaddura Fâris’i birlikte Cenevre’ye gönderdi. Bunun anlamı, FKÖ’nün Cenevre Anlaşması’nı resmen kabul etmesiydi. Böylece Mültecilerin geri-dönüş hakkı, sâbit bir esas ve kırmızı bir çizgi olmaktan çıktı. Bilakis değişken bir sarı veya yeşil çizgiye dönüştü.

Yukarıdaki iki faktöre ek olarak: Hem Amerikan Yönetimi’ndeki Yeni-Muhafazakârlar tarafından Yahudi varlığına sınırsız bir destek sağlandı hem Filistin Kurtuluş Örgütü, dolayısıyla Filistin Otoritesi tarafından peş peşe tâvizler verildi, hem de Arap yöneticiler tarafından zelîl ve utanç verici bir tutum sergilendi! Zîra Mısır ve Ürdün, Yahudiler ile ilân edilmiş resmî anlaşmalar yapmalarının yanı sıra elçiliklerin kapılarını da ardına kadar açık tuttular. Karşılıklı ziyâretlerinin yanı sıra normalden öte üst düzey ilişkiler geliştirdiler. Katar, Fas ve ‘Ummân gibi diğer Arap devletleri de ticâret ofisleri, insânî yardım şubeleri, ekonomik konferanslar veya sportif aktiviteler gibi değişik isimler altında Yahudilerin yoluna “kırmızı halılar” serdiler.

Yahudi varlığı ile ilişkilerini en azından “normalleştirmiş” devletler, resmî olarak îlan etmedikleri halde fiilî olarak onu tanıyan devletler olmuştur ki bunlar da onunla görüşmüşler ve varlığını tanımışlardır. Bu da hiçbir Arap devletinin “İsrail”i, Filistin’i işgâl etmiş olmasından ve insanlara, ağaçlara ve taşlara kadar ulaşan türlü türlü cürümlerinden dolayı yok edilmesi gereken ğayri-meşru bir varlık olarak görmediği ve bu yüzden işgâlci varlığı yok edilinceye ve Filistin Diyâr-ul İslam’a iade edilinceye kadar onunla fiilî harp hâlinde olduğumuzu düşünmediği anlamına gelmektedir. Bundan dolayıdır ki Kâhira’daki ilk zirvelerinden Tunus’taki son zirvelerine kadar bu Arap devletleri, onu bir düşman olarak rahatsız etmek bir yana, ondan bir düşman olarak hiç rahatsız olmamışlardır! Nitekim Beyrut Zirvesi’ndeki Suudi Girişimi [Veliahd Prens ‘Abdullah’ın Girişimi] -aynen Amerika veya Avrupa tarafından Yahudi varlığını desteklemek üzere öne sürülmüş diğer girişimler gibi- Yahudi varlığını tanımış ve Filistin’i heder etmiştir. Dolayısıyla bu Arap devletleri, Yahudi’ye karşı olmadıkları gibi ona karşı tarafsız da değildirler. Bilakis Yahudilerin çıkarları için konulmuş girişimlere aktif bir katılım ile ortak olmaktadırlar. Hatta daha da ötesi Yahudi varlığı herhangi bir zamanda zora düştüğünde, hemen onu kurtarmaya koşmaktadırlar. Nitekim Mısır Muhâberâtı’nın [Mısır İstihbârat Teşkilâtı’nın] elebaşı ‘Umer Suleymân’ın Yahudi varlığına yaptığı mekik ziyâretler bunun şâhididir.

İşte tüm bu faktörlerden dolayı Yahudiler, Filistin’deki cürümlerini sürdürmektedirler. Ancak Amerika Irak’a saldırmayı plânlayınca, saldırısına uygun fırsatlar kollamaya başladı. Çünkü Irak’a karşı “plânlı” saldırısı sırasında işleyeceği cürümlerini örtbas etmek maksadıyla bölgesel ve devletlerarası düzeyde imajını yükseltmek için atmosfer oluşturmanın kaçınılmaz olduğunu gördü. Buna yönelik olarak Ortadoğu Krizi’nin, “İsrail”in yanına belirli şartlar ile sınırlandırılmış bir Filistin Devleti kurarak çözülmesi çerçevesinde fikirler sunan Bush’un 24.06.2002 târihli konuşması geldi. Onun bu fikirleri Yol Haritası olarak isimlendirildi. Medya, özellikle Amerikan medyası, Bush’un haritasındaki fikirlerden ve onun Ortadoğu meselesine önem verdiğinden bahisle konuyu gündemde tutmayı ve bu yönde haberler vermeyi sürdürdü. Tâ ki Bush, esâsî merhalesi 30.04.2003’te sona eren Irak’a karşı saldırısını 19.03.2003’te başlatıncaya kadar!..  Aynı gün haritasını nihâî şekliyle resmen îlan etti ve Filistin Otoritesi Başbakanı Ebu Mâzin [Mahmud ‘Abbâs] ile “İsrail” Başbakanı Şaron’a iletti.

Yol Haritası’nın, beyân edilen sebepler açısından incelendiğinde, aşağıdaki maksatlar için hazırlandığı görülür:

Birincisi: Gerçekte bu, Filistin meselesinin çözüm yoluna götüren bir harita olmaktan ziyâde, Irak’a karşı saldırı yoluna götüren bir harita idi. Zîra Bush’un bu haritayı içeren 24.06.2002 târihli konuşması, Irak’a karşı savaş hazırlıklarının yapılmakta olduğu bir dönemde geldi ve tartışması, 19.03.2003’te Irak’a karşı saldırının başlamasına kadar sürdü. Amerikan Yönetimi’nin bölgeye biri gelip diğeri giden elçiler grubu, Başkan Bush’un Filistin’de birbirine komşu iki devletin varlığına dayalı olarak Filistin meselesinin çözülmesine ilişkin fikirlerinden bahsediyorlardı ki bu da, Amerikan Yönetimi’nin, kendi yanlarında bir Filistin devletinin var olmasını kabul etsinler diye Yahudiler üzerine baskılar yapmayı düşündüğüne dâir genel bir atmosfer oluşturuyordu. Amerikan Yönetimi ise bu girişimler neticesinde oluşan bu atmosferin, Irak’a saldırısının yan etkilerini hafifleteceğini umuyordu.

İkincisi: Bölgedeki Amerikan ajanları, sıkıntılı bir konuma düştüler. Zîra dost edindikleri Amerika göz göre göre vahşice Irak’a saldırıyordu. Dolayısıyla insanların gözünde bunların Amerikan ajanı oldukları ifşâ oldu ve böylece insanlar karşısında kasvetli bir duruma düştüler. Bunun üzerine Amerika, “Amerika’nın bölgedeki adâleti”ni pazarlamak üzere onlara şöyle diyerek bir konuşma malzemesi sağlamak istedi: “Bakın Amerika, Irak’a karşı bir savaş îlan etti ama aynı zamanda Filistin halkının devletini kabul etsinler diye Yahudilere de o baskı uyguluyor.

Üçüncüsü: Avrupa, Ortadoğu [“İsrail”-Filistin] Krizi’nin çözümünü ve bunun Irak’ta yeni bir kriz oluşturmaktansa bu sorunun çözülmesinin daha âcil olduğunu sıklıkla dile getirmeye başladı. Böylece Amerika, Ortadoğu Krizi’ne çözüm bulmaktan bahsetmeyi sürdüren Avrupa’nın ağzını kapatmak istedi. Bunu da Yol Haritası’nın bu krizin çözümü olduğu ve onun da hazır olduğu şeklinde bir karşılık vererek yaptı.

Amerika bunda belli oranda bir başarı da elde etti. Çünkü Filistin Otoritesi ve Arap yöneticiler, tüm şerrine rağmen -sırf bir devlet öngörüyor diye- Yol Haritası’nı bir zafer olarak değerlendirdiler. Oysa bilindiği gibi Yol Haritası’nın merhalelerinde geçenler, bu devleti ismiyle müsemma kılmıyordu.

Avrupa’ya gelince; o da bu plânı tuttu. Böylece dört büyüğün [Amerika, Avrupa, Rusya ve Birleşmiş Milletler’in] devletlerarası haritası haline geldi. Ardından üzerinde çalışmak ve tartışmak üzere peş peşe toplantılar düzenlendi ve heyetler, Filistin Yönetimi, Avrupa, Birleşmiş Milletler ve Amerika arasında mekik dokumaya başladı.

Bütün bunlara rağmen Amerika, Yol Haritası’nın uygulanmasında ciddi değildi. Zîra tamamen Irak’taki resmî yönetime karşı saldırısıyla meşguldü. Zaten daha sonra da Irak’taki işgâle karşı kahramanca direnişin kendisini düşürdüğü bataklıkta debelenip durdu. Artık Amerika, Yol Haritası konusundan çok  daha öncelikli bir sorun ile uğraşmak zorundaydı. Bunun içindir ki bölgede haritaya yönelik bir etki oluşturmak üzere yaptığı lafta kalan konuşmaları bıraktı. Fakat fiilî tasarruflar, Amerikan ordusu ile müttefiklerinin, Irak’ta hiç dinmeyip tekrar tekrar alevlenen sıcak savaşa yığılması yönündeydi.

Yahudilere gelince; onlar Amerika’nın -en azından Bush’un mevcut iktidar evresi boyunca- Yol Haritası’nın uygulanmasındaki ciddiyet eksikliğinin farkına vardılar. Zîra Amerika Irak’ta, hem düştüğü bataklık ile hem de başkanlık seçimleri dönemine girilmesi ile meşguldü. Bu yüzden harita üzerine on beş tane çekince koydular. Öyle ki bu çekinceler onu uygulanmaz hale getiriyordu. Sonra da “terörle mücâdele” adı altında Filistin’deki vahşi cürümlerini sürdürdüler. Bununla birlikte harita üzerindeki tartışmalar, bazen yüksek bazen cılız bir ses ile devam etti, ama nâfile! Çünkü bu haritanın temeli, şu meşhur sözün gerçekleşmesi için tasarlanmış olmasıydı: “(Değirmende) bir gürültü işitiyorum ama bir öğütme göremiyorum![Laf çok, iş yok]

Amerika Irak’ta içerisine düştüğü bataklık ile meşgul iken Irak’ı işgâl etmelerine yönelik direniş karşısında ordusunu nasıl koruyacağını düşünmeyi dert edindi ve Filistin mevzusunu terk etti, gitti: askerî olarak Şaron’a ve siyâsî olarak da Yol Haritası etkileşimlerine… Çünkü haritanın, doğmadan öldüğünün farkındaydı. Bu durum, tek taraflı Şaron Plânı [Ğazze’den Geri Çekilme Plânı] Nisan 2004’te gelinceye kadar sürdü.

Şaron, plânında Ğazze’den tek taraflı çekilmeye odaklanıp bunu en büyük derdi yaptı. Bunu gözlere serpilen bir toz zerresi olarak, Batı Şeria’da adından neredeyse hiç söz edilmeyen önemsiz bir husus -fiilî olarak Batı Şeria’da Yahudi varlığına katılan toplu yerleşim bölgeleri ile birlikte dört küçük yerleşim birimi- takip etti. Böylece plânda geçen çekilme, sadece Ğazze Şeridi’nden çekilme idi! Yani Şaron bu plânında, -önce bütünden parçaya, sonra parçadan daha küçük bir parçaya aşama aşama döndüren- Yahudi yöntemi ile meseleyi aslî halinden çıkarıp sadece Ğazze meselesi haline dönüştürebildi. Zîra mesele, önceleri “Ğaspedilmiş 1948 Filistini” idi. Sonra “1967 Batı Şeria ve Ğazzesi” haline dönüştü. Bundan sonra da “1967 Batı Şeria ve Ğazzesi’nden Parçalar” haline dönüştü. Şimdi ise mesele, “Sadece Ğazze” meselesi haline dönüştü.  Batı Şeria’daki dört küçük yerleşim biriminin taşınması ise, hiçbir şekilde Batı Şeria’nın bir bütün olarak Şaron’un plânına dâhil edilmesi anlamına gelmiyordu.

Sonra Şaron, Nisan 2004’te Washington’u ziyâret ederek “Ğazze Şeridi’nden Tek Taraflı Geri Çekilme” plânının zemini hazırladı. Bu son Washington ziyâreti sırasında Oğul Bush’tan her ne istediyse aldı. Nitekim Amerikan Başkanı George Bush, Ariel Şaron’un Ğazze Şeridi’nden ve Batı Şeria’daki dört kıytırık yerleşimden tek taraflı geri çekilmeye dayalı olarak öne sürdüğü planı onaylayıp desteklediğini ifade etti, hem de Şaron’un arzettiği bu plânı, “târihî ve cesur” bir çalışma olarak tanımlayarak ifade etti!

Kezâ Bush, 13.04.2004’te Washington’da Şaron ile birlikte düzenlediği ortak basın toplantısında, Filistinli Mültecilerin “İsrail”e değil, Filistin devletine yerleştirilmeleri gerektiğini, -“İsrail”in tutumuna hizmetle büyük bir tâviz vererek- toprak üzerindeki koşulların da, “İsrail”in Batı Şeria’daki yerleşim birimlerini boşaltmasına bağlı olarak değiştiğini söyledi.

Bush, Beyaz Saray’da Şaron ile yaptığı görüşmeden sonra da şöyle dedi: “Taraflar [Şaron’a ait] bu plâna uymaya karar verirlerse, bir ilerleme kaydedilmesi için bir kapı aralanmış ve dünyadaki en karmaşık anlaşmazlıklardan birine son verilmiş olacaktır.

Amerikan Başkanı devamla şöyle dedi: “Bu, yaşayabilir, uyumlu ve demokratik bir Filistin devletinin kurulmasına da yol açabilir.

Böylelikle Bush, “nihâî çözüm konuları” dedikleri hususlarda Şaron’un istediği şekilde karar kılmış oldu.

Şaron ise kendi cephesinden plânının “’İsrail’ devleti açısından daha olumlu bir durum oluşturacağını” söylüyor, bunu Filistinliler ile müzâkerelerin temeli haline getiriyordu. “İsrail” Başbakanı 22 Nisan’da Yahudi Parlamentosu Knesset’te ise: “Amerika’nın, Ğazze’den geri çekilme plânına verdiği destek, emsâlsiz bir başarı teşkil etmektedir. Devletimizin îlanından bu yana, Başkan George Bush’un ifade ettiği böylesi bir desteği hiç almamıştık” diyor ve şöyle devam ediyordu: “Filistinliler, [Bush’un bu] yazılı taahhütlerinin 1948’de bağımsızlığımızın îlanından bu yana suratlarına çarpan en sert tokat olduğunun farkındadırlar.

Yine “İsrail” Başbakanı, Batı Şeria’daki “Güvenlik Duvarı”nın inşâsının hızlandırılmasını istediğini ilâve edip Beyaz Saray’a yaptığı son ziyârette Amerikalılardan aldığı yazı taahhütleri tekrar hatırlatıyordu.

Bush’un Şaron Plânı’na muvâfakât ettiğini ilan etmesi, Amerika’nın Bush iktidarının mevcut döneminde Yol Haritası’nın uygulanmasında ciddi olmadığını teyid etmektedir. Çünkü lafızlarıyla oynanmış olmasına rağmen Şaron Plânı, birçok maddelerinden dolayı Yol Haritası’nı târumâr etmektedir. Eğer Bush kendi haritasında ciddi olsaydı, Şaron Plânı’na muvâfakât etmez ve Beyaz Saray’da Şaron ile yaptığı görüşmeden sonra şöyle demezdi: “Taraflar [Şaron’a ait] bu plâna uymaya karar verirlerse, bir ilerleme kaydedilmesi için bir kapı aralanmış ve dünyadaki en karmaşık anlaşmazlıklardan birine son verilmiş olacaktır.” Bu da onun, sorunun çözümüne yönelik haritasından vazgeçtiği ve çözüm olarak “Şaron Girişimi”ni gördüğü anlamına gelmektedir.

Fakat bu, Yol Haritası’nın Şaron Plânı’ndan daha iyi olduğu anlamına gelmemektedir. Bilakis her ikisi de şer olarak birbiriyle yarışmaktadır. Bilakis bu, Bush’un Yol Haritası önerisinin, duygularını okşadığı Filistin Yönetimi ile Arap yöneticilerin suratlarına patlattığı koca bir kahkaha anlamına gelmektedir. Nitekim Bush onların her ne olursa olsun onu kabul edeceklerini biliyordu. Zîra Bush, 24.06.2002’deki konuşmasında Yol Haritası hakkındaki fikirlerini îlan edip sonra da resmen duyurarak Filistin Yönetimi’ne ve “İsrail”e iletirken tek derdi, Amerika’nın çıkarları ve Irak’a karşı saldırısı idi. Bunun yanı sıra Filistin Yönetimi ile Arap yöneticilerin duygularını da ballı sözler ile okşuyordu. Dahası, bahsedip durdukları Ortadoğu Krizi’ne çözüm bulmayı başardığını söyleyerek Avrupa’yı da saptırmak istiyordu.

Yine bu ciddiyet eksikliğini, -Bush ile dostu Şaron arasındaki tezgâhın bir emâresi olarak- Amerikan Yönetimi’nin Güvenlik Duvarı meselesine ilişkin zikzaklı tavrı da vurgulamaktadır. Bu nedenle “İsrail”de hiç kimse Yol Haritası’na ciddi olarak iltifat etmemiştir. Çünkü Yahudiler Bush’un onun uygulanması için yeterli ciddiyete sahip olmadığını biliyorlardı.

Görünen o ki Avrupa devletleri, Şaron’un plânını benimsemesi ile Amerikan Yönetimi tarafından aldatıldıklarını ve atlatıldıklarını anladılar. Zîra Avrupa, Ortadoğu’da barışın sağlanması için Ortadoğu Dörtlüsü’nün [Quartet] şemsiyesi altında ilgili taraflarca sonuçlandırılmış bir çözüm üzerinde dâima ısrarcı oldu. Ancak hâlen Avrupa Birliği adı altında Ortadoğu’da faal bir siyâsî rol alma rüyasında olan Avrupa, bölgeye yönelik herhangi bir çözümün ekonomik yükü altına girmiş olmasına rağmen kendisini umursanmaz ve dışlanmış bir halde buldu. Bu yüzden Avrupalı Dışişleri Bakanları, haritaya destek veren dört taraf -ki bunlar Birleşik Devletler, Birleşmiş Milletler, Rusya ve Avrupa Birliği’dir- ile toplantılar düzenleyerek Yol Haritası’nı canlandırmaya çabalayacaklarını duyurdular. O sırada Avrupa Birliği Dönem Başkanlığı’nı üstlenen İrlanda’nın Dışişleri Bakanı Brian Kevin, Birliğin Dışişleri Bakanları Toplantısı’ndan sonra şöyle diyerek bunu vurguladı: “Yol Haritası, bölgede kalıcı barışı gerçekleştirme gücüne sahip tek siyâsî mekânizmadır.

Lâkin Avrupa, kurtarabildiğini kurtarmak istercesine, son Quartet [ABD, Rusya, BM ve AB] toplantısı sırasında, “İsrail” Başbakanı’nın Filistinlileri koparmaya yönelik plânına göz kırparak geri dönüş yaptı ve “Ortadoğu’da barışçıl çözüme doğru ilerlemede ender bir fırsat sunan böyle bir adımı hoş karşılayıp teşvik ettiğini” söyledi ki bu açıklama, treni hepten kaçırıp tümüyle Amerika’ya bırakmamak için bir nezbe Amerikan politikasına teslimiyete işâret ediyordu. Bundan ötürü Avrupa, müzâkere olmaksızın Filistinlilerin koparılmasını öngören Şaron Plânı’na muvâfakât etmek suretiyle önceden duyurulmuş Avrupa politikasıyla çelişen hususlara muvâfakât etti ve bu ortaya konulanlar Yol Haritası’na esastan ters düştüğü halde bile Şaron Plânı’nı övdü.

Ancak bu tutum, bazı menfaatler elde etmeye çalışan veya menfaatlerini korumak isteyen, dilediği gibi Amerikan siyâsetine göre yürüyen ve aynı anda Avrupa Birliği ile de iyi ilişkilerini koruyan İngiltere’nin tutumuna terstir. Nitekim bu tutum Bush’un 14.04.2004 târihinde yaptığı açıklamanın ardından Blair’in yaptığı şu açıklamada açıkça görülüyordu: “İngiliz Hükümeti, tek taraflı olarak Filistinlilerden bağı koparmayı öngören Şaron Plânı’nı desteklediğini ifade eder.” Blair, 17.04.2004 târihinde Washington’da Bush ile yaptığı görüşmenin ardından yaptığı şu konuşma ile de bunu şöyle ortaya koyuyordu: “Yol Haritası barış görüşmeleri için esas olarak kalacaktır. Şaron Plânı ise Yol Haritası’na engel sayılmaz.” İşte bu, lafı dönüp dolaştıran, kıvıran, gerçeği gizleyen İngiliz kurnazlığının bir örneğidir. Çünkü bu iki plân yani Yol Haritası ve Şaron Plânı, şerde ortak olmasına rağmen Şaron Plânı, Yol Haritası’nın önünü mutlak olarak kesmektedir.

Şaron Plânı; Mısır-“İsrail” sınırı boyunca uzanan “Philadelphia (Filedelfiya) Hattı” hariç, Batı Şeria’da dört, Ğazze’de de yirmi bir yerleşim birimini boşaltarak “İsrail”in bu bölgeden çekilmesini ifade etmektedir. Çekileceği bölgelerde ortaya çıkabilecek tehditlere karşı kuvvet kullanması çerçevesinde caydırıcı ve karşılık verici operasyonlar yapması dâhil olmak üzere, “İsrail”in kendisini savunma ve koruma hakkını saklı tutmasını esas almaktadır. Yani yönetime geldiğinden bu yana sadece Şaron’un sunduğu şeyler dışında, Batı Şeria’nın %40’ına tekâbül eden dışında Filistinlilere asla bir şey verilmeyecektir. Bununla beraber kara, deniz ve hava geçiş yolları üzerindeki herhangi bir egemenliği reddetmekte ve bu Filistin imparatorluğunun (!) tümüyle silahsızlandırılmasını istemektedir.

Bunların tamamı tek taraflı olarak yapılmakta ve Yol Haritası’nda olduğu gibi, tarafların karşılıklı görüşmeleri ile hiçbir alâkası bulunmamaktadır. Aynı zamanda Şaron Plânı; ne silahtan arındırılmış bir şekilde, ne cılız bir devlet idaresinden ne de Yol Haritası’nda olduğu gibi bu türden bir devlet ifadesinden de bahsetmemektedir.

Burada Şaron’un Ğazze’den geri çekilme plânının yeni bir şey olmadığını hatırlatmak kaçınılmazdır. Çünkü nicedir solcu Yahudiler özellikle de Şimon Peres bunu istiyordu. Ğazze’deki demografik yapının Batı Şeria’dan farklı olarak işi daha da zora sokması nedeniyle Ğazze’den çekilmek onun hedeflerinden birisiydi. Öte taraftan Ğazze’den çekilmek Yahudi varlığının güvenliğine dramatik bir etki de etmeyecektir. Batı Şeria ise bazı bölgelerde deniz sahilinden uzak olmaması nedeniyle Ğazze gibi değildir. Örneğin Tulkarim ve Kalkiliyye ile deniz arası birkaç kilometredir. Bunun stratejik bir derinlik içermemesi bir yana, cephenin uzun genişliğin ise dar olması nedeniyle doğu cephesinden kara saldırılarının vukuu bulması halinde, Yahudi’ye kendini savunma imkânını sağlayan stratejik derinliğe sahip Batı Şeria’yı işgâle kadar Yahudi varlığı buna sahip bile değildi. Bunun içindir ki Ğazze’den geri çekilme işi kesinlikle onlar için can yakıcı olmayacağı gibi yan etkisi de olmayacaktır. Bilakis Yahudi varlığı için sayısız faydalar sağlayacaktır. Resmî istatistiklere göre yaklaşık 1,3 milyon nüfusun yaşadığı Ğazze’deki nüfustan kurtulacaktır. Aynı anda demografik bir sıkıntıdan, endişeden uzak kalacak, Yeşil Hat içerisinde Batı Şeria’ya ve Ğazze’ye giren Araplardan kurtulacaktır. Çekilme plânı ile Ğazze’deki politikalarına saldıran arı kovanlarından da kurtulacaktır. Philadelphia’daki geçiş yollarını korumakla da Ğazze’yi, Yahudi gardiyanların izni olmadan yerlerinden çıkma hakkına sahip olmayan Filistinliler için büyük bir hapishaneye çevirecektir.

Ğazze’nin muhtaç olduğu ve önemsediği su sorunu ise apayrı bir sorundur. Zîra “İsrail” Yönetimi 1980’lerin ortalarından beri Ğazze’nin Doğu sınırı boyunca, yüzey sularının biriktiği alanlarda ve yer altı su mecralarında geniş delikler, çukurlar açtıktan sonra sondaj ile artezyen kuyuları açmaktadır. O târihten bu yana her taraftan delikler fışkırmakla birlikte Ğazze’de büyük miktarlardaki yüzey suları aniden yok olmaktadır. Hatta, yer altındaki tatlı suların yerlerini deniz suyunun alması sonucunda Ğazze’deki artezyen kuyularının birçoğundan tuzlu su fışkırmıştır. Bu aşamadan sonra bunun tersi de mümkün değildir. Yani “İsrail” gelecekte tuzlu suların pompalanmasını durdurması halinde bile bu bölgeler yine tuzlu olarak kalacaktır. Çünkü işlem, iyonlar ve kimyasal reaksiyonlar ile ilgilidir. Yine Ğazze Belediyesi’nin 1980’li yılların sonundan bu yana, Ğazze belediye sınırları dışında kendine tâbi bölgelerde bulunan kuyulardaki tuzluluk oranını dengelemek için, Cibalya ve Beyt Lahya Belediyesi’ne bağlı Kuzey bölgelerini sınırlayarak yeni kuyular kazmaya başladığı bilinmektedir. Ğazze’deki su sorunu hakkında bu bilgileri vermekten maksat, “Barış Kanalı” yoluyla “İsrail”in Nîl Nehri suları ile sulanmasını ifade eden ve Mısır ile yapılan Camp David Anlaşması’nın gizli ekleriyle ilişkilendirmektir. Beklentilere göre 2020 yılında Ğazze’de bir damla dahi tatlı su kalmayacağı dikkate alındığında bu, Nîl sularıyla Sîna’nın sulanması, Ğazze’nin ve Filistinlilerin su ihtiyaçlarının karşılanması gerekçesiyle Ğazze’ye kadar “Barış(!) Kanalı”nın uzatılması ve inşası için uygun bir bahane olacaktır.

İşte burada dikkate değer bir hususu zikretmek gerekmektedir. Bush, Filistinli liderlerin değiştirilmesi gerektiğini tekrarlayıp dururken, bunların barışı gerçekleştirmeye muktedir olmadıklarını iddia etmekte ve Ortadoğu’da barışa yol açabilecek güçte cesur kararlar alabilecek alternatif liderler çıkarılmasını talep etmekteydi. Bu nedenle Amerikan Yönetimi, Başbakanlık makâmını oluşturmaları için Filistin Yönetimine baskı yaptı. Bu makama Mahmud ‘Abbâs geldiğinde ise ‘Arafat, ‘Abbâs’ın kendisini yetkilerinden soyutlayarak yönetimde kendisine üstün gelmek için çabaladığını çok çabuk anlayarak hemen ondan kurtuldu. Özellikle güvenlik dosyaları ve Filistin polisi ile ilgili konularda yetkileri ‘Arafat’tan alıp ‘Abbâs Hükümeti’nde İçişleri Bakanlığı’na aday olan Muhammed Dahlan’a vermek istediğinde ‘Arafat, kendisine bağlılığını garanti altına almak için Ahmed Kuray’ı getirdi.

Ortadoğu ile ilgili meselede ‘Arafat Amerikan plânına sadık bir şekilde hareket etmedi ve Amerika’nın samimi adamlarından olmadı. Bilakis Filistin Kurtuluş Örgütü’nün kuruluşundan itibaren İngilizler ile birlikte yürüdü. Ortadoğu’da İngiliz nüfuzuna ait defterin dürülmesine bakıldığında, İngilizlerin ona Amerikan çizgisinde yürümesini işaret ettikleri görülür. Bu nedenle Müslüman, Hıristiyan ve Yahudi tüm dîn mensupları için Filistin’de laik bir devlet isteminden sonra, bu defa Batı Şeria ve Ğazze’de bir devleti kabul etti. Zîra İngilizler, bölgede Yahudileri ve hegemonyasını kolayca kabul ettirmek gerektiğini düşünmekteydiler. Ancak onun Avrupa ile özellikle de İngiltere ile iç içeliği, göbekten bağlılığı hiç kesilmedi. Amerika ise onun kendisi ile birlikte yürümesinin neticelerinden hiç emin olamadı. Bu nedenle Amerika, Filistinlilerin lideri olarak ondan kurtulmanın ve sadece Amerika’nın gönlünü okşayan bir lider değil, tümüyle Amerika’ya bağlı olan Filistinli bir liderliğin getirilmesinin bir zaruret olduğunu îlan etti. Bu hususta Yahudiler de Amerika’ya uydular. Böylelikle ‘Arafat’ın yerine yetki sahibi olması için bir başbakan bulma düşüncesi ortaya atıldı. Ancak görüldüğü gibi devletlerarası durumlar ve özellikle de Avrupalıların tavrı nedeniyle Amerika, ‘Arafat’ı değiştirmek için tam bir şekilde, fiilî olarak adım atamadı. Bunun yerine aşamalı olarak yetkilerinin elinden alınmasını uygun gördü. Eğer Amerika ‘Arafat’ı değiştirme düşüncesinde o zaman ciddi olsaydı bunu yapabilirdi. Zîra adam ulaşabileceği bir yerde Yahudilerin elindeydi. Uygun bir operasyonla onu oradan çıkartıp uzaklaştırması zor değildi.

Yine Avrupa halen daha ‘Arafat’ı desteklemekte, Avrupa’nın bilhassa İngiltere’nin onunla bağlantısı varlığını sürdürmekte, Avrupa ile temasları devam etmektedir. Şimdi şöyle bir soru gündeme gelmektedir: Avrupa’nın ‘Arafat’a desteğini sürdürmesi mümkün müdür? Amerika ‘Arafat hakkında ciddi bir karar aldığında Amerika’nın isteğine karşı zıtlaşabilirler mi? Zîra Amerika yukarıda anlatılan hususu gerçekleştirmeye karar verdiği zaman Avrupa’nın başladığı turu tamamlayamayacağı görülmektedir. Çünkü birçok konuda Avrupa Amerika’ya karşı çıkıyordu. Amerika’dan kesin karar çıkması halinde ise Avrupa geri adım atıyordu. Özellikle de Amerika’nın gönlünü okşamak suretiyle, birlikte hareket ederek bazı ortak maslahatları gerçekleştirme imkânını elde ettiği zaman… Bunun içindir ki geride kalmış bir at haline gelip kumarı kaybettiğinde Avrupa’nın ‘Arafat’a desteğinin azalması beklenebilir. Amerika’nın elinde rehin olarak kaldığında da kaybetmiş sayılacağından Avrupa, ‘Arafat ile beraber olmasının, çıkarlarını yeterince gerçekleştirmeyeceğini düşünmektedir.

Bu problemde bir başka husus daha dikkati çekmektedir: Liderlik değişimi hususunda çekişmeler yaşanırken, kuşatılmış sembolik lider için değişik (Filistinli) örgütler arasında dayanışma yarışması yaşanmaktadır. Aynı esnada “İsrail” oraya buraya pervâsızca saldırarak her şeyi yiyip yutmakta, insanlara, ağaçlara hatta taşlara bile kastetmektedir. Bu sırada ellerinde bulunan kuşatılmış “Başkan”a hiçbir kötülük dokunmamakta ve kendisine Haziran [1967] hezîmeti hatırlatıldığında şöyle demektedir: “Lider ve komutan selâmette olduğu sürece, birçok bölgesi işgâl edilmiş olsa bile vatan da selamettedir.

 

Ey Müslümanlar!

Düşmanlarının kucaklarında yatan, beslenen, değersiz bir tahtı ve alçak bir tâcı koruma uğruna gece-gündüz düşmanları için Ümmetin mukaddesâtından tâviz veren yöneticiler ile Filistin meselesi Yahudi pisliğinden asla temizlenemez. Aynı şekilde eti-budu olmayan Filistin yönetimi ile de temizlenemez. Filistin’i ‘Umer [RadiyAllahu ‘Anh] fethetti, Salâhuddîn [Rahmetullahi ‘Aleyh] de Haçlılardan temizledi. Dolayısıyla onu Yahudi pisliğinden temizleyecek ‘Umer’in ve Salâhuddîn’in torunlarına ihtiyaç vardır.

Filistin meselesi sadece Filistin halkının ve Arapların meselesi değildir. Bilakis vakıası itibariyle İslâmî bir meseledir. En yalın haliyle Kâfir süper güçlerin, Amerika ile İngiltere’nin desteği ve Müslümanların başındaki ajan yöneticilerin yardımları ile Kâfir Yahudiler tarafından gasbedilmiş İslâmî bir toprak ve İslâmî bir mukaddesât meselesidir. Filistin, İslâmî bir beldedir ve eş-Şâm bölgesinin Güney parçasıdır. O Filistin toprağı Müslümanların kanlarıyla fethedilmiştir. Orada, bir şehidin kanının akmadığı veya bir süvarinin tozunu kaldırmadığı veya bir mücâhidin ayak basmadığı tek karış toprak yoktur. O toprak Müslümanların, tüm Müslümanların toprağıdır.  Onu geri kazanmak için canlarını ve hayatlarını fedâ etmek boyunlarının borcudur. İster küçük ister büyük olsun, onun herhangi bir parçasından vazgeçmek, Allah’a, Rasulü’ne ve mü’minlere hıyânettir! Muhakkak ki Allah [Subhânehu ve Te’ala] Filistin’i Yahudi varlığından kurtarmak, Filistin’den Yahudi varlığını söküp atmak, Amerika’nın ve diğer tüm Kâfir devletlerin hegemonyasını oradan kaldırmak üzere Cihâd etmeyi mü’minlere farz kılmıştır.

İşte mesele budur ve vakıası da böyledir. Osmanlı Devleti yıkıldıktan ve Batılı Kâfir devletler kendi isteklerine göre bölgeyi yeniden şekillendirdikten sonra geçen on yıllar boyunca, Amerika ile İngiltere arasındaki çatışmanın arenasına ve devletlerarası ilişkilere ait meselelerden bir mesele haline dönüşmüştür.

Geçen onlarca yıl boyunca bu mücadelede Filistin halkı hep öldürüldü ve hedeflerini gerçekleştirmek için -ki çoğunlukla bu çabaları Sömürgeci Kâfirlere hizmet etmeye yaramıştır- halen daha bedel ödemektedirler.

Filistin mücadelesinin son on yıllık târihinde Amerika, sadece ajanları, uşakları üzerinde değil bölge üzerinde daha etkili olmaya başlamıştır. Üstelik İngiltere’nin uşakları da Amerika’ya karşı duramamakta, durmaya çalıştıklarında ise sür’atle gerisin geriye oldukları yere çökmektedirler. Ortadoğu Krizi için ortaya konulan çözümlere artık Amerikan kalıbı, mührü galip gelmiştir. Gelişmeleri takip edenler, Amerika’nın birtakım plânlar ve projeler ürettiğini diğerlerinin de bu plânları ve projeleri hemen kaparak kendi çıkarlarına veya çatışmadaki pozisyonlarına uygun bir biçimde bunlara göre yürümeye çalıştıklarını müşâhede eder. Arap yöneticilerin ise ortaya konulanları uygulamaktan başka rolleri yoktur. Rusya, İngiltere ve Fransa, Amerikan projelerinin seyrinde Amerika’nın yanında bu ortaklıkta rollerinin bulunması için çalışırlar. Plân ve projeleri önce Amerika ortaya koyar, sonra da bu devletler ister istemez bunları sahiplenerek gereğince hareket ederler. Yol Haritası’nda bu husus açıkça görülmüştür. Amerika Yol Haritası’nı îlan ettiği zaman Yol Haritası’nın benimsenmesinde ve seyrinde bu devletler Amerika’ya tâbi olmuşlardır. Nitekim burada bu devletlerin rolleri, Amerika’ya alternatif olmak değil, Amerika’nın rolünü kolaylaştırmak ve tamamlamaktan ibârettir.

İşte burada şunu vurgulamak kaçınılmaz olmuştur:

-       Devletlerarası alanda Amerika üstündür. Bölgedeki etkisi en güçlü olan odur. Diğer güçlü devletler ise birinci devlet konumundan Amerika’yı uzaklaştıramamaktadırlar.

-       Doğrusu Yahudiler; Amerika’nın silahla, teçhizatla, parayla hatta adamla ve çifte standart ile desteklediği şımarık çocuğudurlar.

-       Filistin yönetimindekiler ve Arap yöneticiler ise Avrupalı ve Amerikalı Sömürgeci Kâfirlerin dostudurlar.

Tüm bu gerçekler; Amerika’ya boyun bükülmesi gerektiği, Müslümanların beldeleri üzerindeki servetlerin ve kaynakların ona teslim edilmesi gerektiği ve mübârek, tertemiz Filistin toprakları meselesinin onun merhametine terk edilmesi gerektiği anlamına gelemez!

Yine bütün bunlar Amerika’nın yenilmez ve kurşun işlemez olduğu anlamına da gelemez. Bilakis adamları silah ve teçhizat bakımından çok çok üstün olmalarına rağmen, başa baş, dişe diş çarpışma cesâretine ve yiğitçe meydan okuma irâdesine sahip değildirler. Irak ve Afganistan’da düştükleri bataklıktan çıkamamaları bunun en açık delilidir. İşte gördünüz, destansı el-Fellûce direnişinde tüm heybetlerini bir anda kaybettiler, alçaldılar, rezil oldular, zelîl oldular. Eğer Amerika’nın gerçeği böyle ise, peki İngiltere gibi Amerika’nın kuyruğu olanların veya Yahudiler gibi Amerika’ya bel bağlayanların gerçeği nasıl olur?

 

Ey Müslümanlar!

Muhakkak ki sizler, düşmanlarınızı yok etmeye ve işgâl edilmiş İslâmî beldelerin her karışını yeniden geri kazanmaya muktedirsiniz. Hatta onların topraklarını fethetmeye, tüm dünyaya Hayrı yaymaya, dünyanın aydınlık minâresi olmaya ve “İnsanlar için çıkarılmış en hayırlı Ümmet” niteliğine kavuşmaya da muktedirsiniz.

Tüm bunlara elbette muktedirsiniz. Ancak bunun anahtarı, Râşidî Hilâfet’in kurulmasıdır. Kaldı ki Müslümanların toprakları muazzam servetler ve adam gibi adamlar ile doludur. Üstelik bu topraklar, tüm insanlığa hayat getirecek ve onları şu 21. yüzyılda zulümden, tuğyandan ve Amerikan eşkiyâsından kurtaracak olan yüce İslam İdeolojisi’nin topraklarıdır.

Şüphesiz ki bu dünyanın ekseni sizlersiniz. Stratejik konumları ve Allah’ın ikram ettiği muazzam servetler nedeniyle beldeleriniz, Sömürgeci Kâfirler arasında çekiştirilen rekâbet ve câzibe merkezleridir. Kâfirler servetlerinizin ve stratejik konumunuzun muazzamlığını fark edip sizin üzerinizde birbirleriyle yarışıyorlar da siz mi Allah [Subhânehu ve Te’alâ]’nın lütfu olan bu nîmete, bu güce ve bu potansiyele gözlerinizi yumuyorsunuz?

Nice milletlere Bâtıl dinlerini ve kokuşmuş kavimlerini terk ettirerek İslam sayesinde tek bir Ümmet haline getiren, derleyen, toplayan, birleştiren ve hareket ettiren sizler değil misiniz?

Güçlerinin zirvesine ulaştıkları bir sırada Tatarları kahreden, hatta onlardan bir kısmını İslam potasında eriterek, ataları eliyle bugüne kadar İslâmî toprakların Kuzey kesimlerini İslam’ın şemsiyesi altına sokanlar sizler değil misiniz?

Topraklarınızda devletler ve krallıklar kurduktan sonra Haçlıları bozguna uğratan, yerden ve gökten onları söküp atan, rezil, zelîl ve yenik bir halde silip süpüren sizler değil misiniz?

Bugünün tâğutları olan Amerika ve İngiltere ile onların tâbileri, geçmiştekiler gibi hep aynı cinstendirler. Tek bir savaştan fazlasına bile dayanamazlar. Alçalmış, yenilmiş, bozguna uğramış bir halde tökezleyip giderler. Nitekim Hıttîn Savaşı Haçlıların tökezlemelerinin başlangıcıdır. ‘Ayn Câlût Savaşı ise Tatarların çöküş sürecini başlatan bir savaştır. İşte şimdi bugünkülere de aynısı lâzımdır! Bünyelerini ve varlıklarını darmadağın edecek şey tek bir savaş hamlesinden ibârettir.

O halde bu savaşı Hilâfet’ten başka kim başlatabilir? Büyük ordulara ve gelişmiş donanımlara sahip olanları gördük: Dînlerini ve dünyalarını harâb ettikleri için savaşmadılar! Böylece dünyanın geçici, aldatıcı menfaati uğruna Âhiretlerini de satmış oldular!

Dolayısıyla Amerika’yı ve İngiltere’yi devletlerarası arenadan silmenin, Amerika’nın devletlerarası konuma hükmetmesine son vermenin, dünyayı kötülüğünden kurtarmanın, Hayrı dünyanın dört bir yanına yaymanın, işgâl edilen Filistin topraklarından, el-İsrâ’ ve’l Mi’râc topraklarından Yahudi varlığını söküp atarak orayı tümüyle Diyar-ul İslam’a döndürmenin tek garantisi ancak ve sadece Hilâfet’tir.

İşte bunların tümü sizin ellerinizdedir, Ey Müslümanlar!

وَأَنْتُمْ الأَعْلَوْنَ وَاللَّهُ مَعَكُمْ وَلَنْ يَتِرَكُمْ أَعْمَالَكُمْ  Üstün olan mutlaka sizlersiniz. Şüphesiz ki Allah sizinle beraberdir ve O, amellerinizi asla heder etmeyecektir. [Muhammed 35]