Hindistan, bir yandan bir terör ve
terörizm temposu tutturmuş iken öte yandan Keşmir’e karşı azgın
bir savaş kampanya sürdürmekte, insanlardan bir kısmının
Keşmir’in Hinduların mülkü olduğunu ve öncelikle kendilerinin
yönetimleri altında kalması gerektiğini düşünmelerini
istemektedir. Hindistan’ın kendilerine yönelik bu
saldırganlığına Keşmir’deki Müslümanların yanıtı ise,
kendilerini yok etme hakkına sahip Hindu devletine karşı “isyan”
olarak değerlendirilmektedir. Böylece meseleye yanlış bir
görünüm kazandırmaktadırlar. Oysa gerçekte Keşmir İslâmî bir
beldedir. Hatta Hindistan’ın tamamı, Müslümanlar tarafından
fethedilmiş, geçirdiği karanlıklardan sonra aydınlatılmış İslâmî
bir beldedir. Oradaki İslâmî Otorite, İngiltere’nin Hindistan’a
saldırıp katliamlara giriştiği, insanları, ağaçları ve
meskenleri mahveden cürümler işlediği 19. yüzyıla kadar devam
etti.
Vakıası itibarıyla Keşmir,
Müslümanların fethettiği ve Hicrî 1. asrın sonralarında İslam’ın
girdiği İslâmî bir beldedir. Bu da Hicrî 94 / Mîlâdî 712 yılında
başlatılıp İslam komutanı Muhammed İbn-ul Kâsım’ın elleriyle
gerçekleştirilen Sind ve Hind fetihleri dâhilinde oldu. Daha
sonra Hicrî 218–225 / Mîlâdî 833–839 yıllarında ‘Abbâsî Halîfesi
el-Mu’tasım zamanında, Hind Yarımadası’nın diğer parçalarında
İslam yayılmaya devam etmiş, ardından da İslâmî Otorite
yarımadanın tümünde, bugün bilinen haliyle Hindistan, Pakistan,
Keşmir ve Bangladeş’e kadar uzanmıştır.
İngiltere 1819 yılında yarımadayı
istila ettiğinde Müslümanların çok sert direnişi ile karşılaştı.
Saldırgan İngilizlere yardım eden Hindu, Sih, Budist ve diğer
bazı Küfür güçleri ile yarımadadaki İslâmî Otorite arasındaki
savaş, tarafların bir lehine bir aleyhine gelişme gösterdi.
İngilizler ancak Müslümanlar ile 27 yıl boyunca süregelen
şiddetli savaşlardan sonra 1846 yılında bölgede egemenlik ve
istikrâra sahip olabildi.
Bu târihten sonra İngiltere
egemenliğini bölgeye kolaylıkla yayabildi ve orayı üç parçaya
böldü:
1.
Yarımadanın
yaklaşık %55’ine doğrudan kendisi hükmetti. Bu kısımda çoğunluğu
Müslümanlar oluşturmaktaydı.
2.
Özerk
yönetime sahip 565 vilâyette ise Hindu ve Müslüman vâliler
aracılığıyla hükmetti.
3.
Üçüncü kısım
ise Keşmir idi. Amritsar’da yapılan kira sözleşmesi gereğince
–ki bu Amritsar Anlaşması olarak bilinir- burasını yüz
yıllığına Hindu feodalizmine kiraladı. Bu anlaşma 1846–1946
yılları arasında geçerli idi.
İşte böylece İslâmî bir belde olan
Keşmir, anılan kira sözleşmesi gereğince Hinduların tahakkümü
altına girdi.
Pakistan, Hindistan, Çin ve
Afganistan tarafından çevrelenen Keşmir’in yüzölçümü 217.935 km2’dir.
12 milyonluk nüfusunun %85’i Müslümandır. Geri kalan %15’i ise
Hindu, Sih ve Budistlerden oluşmaktadır. Havasının güzelliği,
ormanlarının çokluğu, servetlerinin bolluğu ve dünyadaki
dağların zirvesi olan Himalaya’nın varlığı nedeniyle, Müslüman
Fâtihler Keşmir’i “dünyanın çatısı” veya “Allah’ın yeryüzündeki
cenneti” olarak isimlendirmişlerdir. Keşmir zengin sulara ve
nehirlere sahip bir topraktır. Cilhum, Çinab ve İndus gibi büyük
nehirleri vardır. Keşmir toprakları deniz seviyesinden yaklaşık
1200 metre yüksektedir. Pakistan ile Çin arasındaki tek bağ olan
ünlü İpek Yolu buradan geçer. Orada yâkutun keşfiyle 1983
yılında olaylar yeniden tırmanmış ve Hindistan, Keşmir’i işgâl
edip egemenliğini kalıcılaştırma isteğini daha da artırmıştır.
Mücrim ve saldırgan İngiltere’nin
işgâl ederek Müslüman halkından gasbettiği, topraklarını Keşmir
halkının düşmanı olan azgın Hindulara kiraladığı, şimdi de gelip
Hindu devletinin mülkü olduğunu ve oradaki Müslümanların
kendilerine karşı direnişlerinin terör ve saldırganlık olduğunu
söyledikleri Keşmir işte budur!
İngilizler ile yaptığı kira
sözleşmesi gereğince Keşmir’de hükmeden Hindu Maharaca’nın
[Hind Prensi] Müslümanlara karşı kullandığı işkence,
baskı, şiddet ve iğrençlikler karşısında, bakanlarından biri
bile Maharaca Hükümeti’nin Keşmir’deki insanlara karşı işlediği
cürümler nedeniyle istifâsını sunmuş ve bağırarak şunları
söylemişti: “Keşmir halkı hayvanlar gibi sürülmekte, baskı
ve şiddete maruz kalmakta, hiçbir sorumlu da bu zulme kulak
vermemektedir. Keşmir’deki yönetim insanlardan tamamen
soyutlanmıştır.” Müslümanların düşmanı olan bir kimsenin
söyledikleri bunlar ise gerçek nasıldır acaba?
Keşmir’deki Hindu Yönetimi, Kur’an-il
Kerîm ve mescidler gibi Müslümanların kutsal değerlerini
çiğnemeye alışmışlardı. Nitekim 1931 yılında Hindu emniyet
subaylarından birinin Kur’an-il Kerîm’e hakâret etmesiyle
oradaki Müslümanların devrim ateşi tutuşmuştu. Keşmirli
Müslümanlar Hak üzerinde sebatları ve azimleri ile meşhurdur.
Keşmir Müslümanlarının Mu’te Mu’arakesi’ne benzetilmesine yol
açan 13.07.1931 olayları kararlılıklarının müthiş bir örneğidir.
O gün Keşmirli Müslümanlar, Müslümanların azgın düşmanı Hindu
Kralı’nın kararlarına karşı Cumâ Namazı’nda hutbe veren ve bir
Hindu emniyet subayı tarafından hutbe vermesi engellenip hapse
atılan ‘AbdulKâdir Hân isimli bir şahıs ile dayanışma içerisinde
olduklarını ilan etmek üzere biraraya toplandılar. Dayanışma
gösterisini hapishane kapısının önünde düzenlediler. Öğle vakti
girince, içlerinden biri ezan okumaya başladı. Hindu güvenlik
güçleri, ona hemen ateş edip katlettiler. Bu kez bir diğer
kardeşi ayağa kalkıp ezan okumayı sürdürdü ve katledildi.
Ardından bir kardeşi daha ayağa kalktı ve o da katledildi. Bu
olayda ezan tamamlanıncaya tam 22 kişi canlarını fedâ etti.
Hindu yönetimine karşı Müslümanların
direnişi devam etti. Ancak İngilizler Hindu Maharaca’nın
durumunu düzeltmek için güç kullanarak müdâhalede bulundular.
Birtakım iğrençlikleri ve hileleri kullanarak kira sözleşmesinin
1946 yılında sona ereceğini ama ardından bir çaresine
bakacaklarını söylediler. Bu sırada kira sözleşmesinin
bitmesinden sonrasına hazırlık aşamasını oluşturmak amacıyla
Keşmir içerisinde ilk defa İslâmî Kongre Partisi adı
altında siyâsî bir örgüt kuruldu.
Ne var ki kira sözleşmesi sona
erdikten sonra da Keşmir’deki Hindu Yönetimi, bazen açık bazen
kapalı İngiliz desteği ile devam etti. Sonra İngilizler 1947’de
-Keşmir’i hâriç tutarak- Hind Yarımadası’nı nüfusuna göre iki
devlete ayırdılar: Hindistan ve Pakistan olarak… Ancak Keşmir’in
Hindu yöneticisi, Müslüman halkın isteğini umursamadan
Hindistan’a katıldı. Dikkate değerdir ki İngiltere Hind
Yarımadası’nı Hindistan ve Pakistan olarak ayırdığı sırada,
İngiliz Sömürge Bakanlığı Misyonu, 565 Hind vilâyetinin
yöneticilerine 12.05.1946 târihli bir memorandum göndererek,
halklarının isteğine göre kendi vilâyetleri için iki devletten
birine, Hindistan’a veya Pakistan’a katılma kararlarını
vermeleri gerektiğini bildirdi.
Velâkin üç vilâyetin Pakistan’a
katılmaları engellendi: Hayderâbâd, Srinagar ve
Keşmir. Bu engellemenin sebebi, Hayderâbâd ve Srinagar
vilâyetlerinde nüfusun çoğunun Hindu olmasına karşın
yöneticilerinin Müslüman olması idi. Bu yüzden de Hindistan’a
katıldı. Oysa Keşmir’in yöneticisi Hindu ama nüfusunun çoğu
Müslüman olduğu halde o da Hindistan’a katıldı. Bu üç vilâyetin,
özellikle Keşmir’in Hindistan’a ilhâkını mümkün kılan faktör,
İngilizlerin Hinduların tarafını tutması, onlara öncelik
tanımasıdır. Ardından bir cephede Hindistan ve Hindu yönetici,
diğer cephede de Pakistan ve Keşmir’deki Müslümanlar olmak üzere
aralarında birçok savaşlar patlak verdi. Hindistan Keşmir’in
%65’ini işgâl etti. Pakistan tarafında ise %30 kaldı. Çin de
kalan %5’lik kısmı işgâl etti. Keşmir’in şimdiki durumu işte
budur!
13.08.1948’de savaş başladığında,
savaşın durdurulup ateşkes sağlanması ile Devletlerarası Gözlem
Gücü oluşturulmasını kararlaştıran Güvenlik Konseyi’nin Keşmir’e
ilişkin ilk kararı yayınlandı. Bunu, Keşmir halkının nihâî
geleceğine karar vereceği bir referandum yapılmasına hazırlık
olması için Keşmir’den Hindu ve Pakistan güçlerinin
çekilmelerine dair bir başka karar takip etti. 05.01.1949’da hem
Pakistan hem de Hindistan bu kararı kabul ettiler. Fakat
Hindistan çekilmeyi reddetti. Ardından Cevâhir Lâl Nehru 1956
senesinde Keşmir’in Hindistan Ordusu’nun elinde olan parçasını
Hindistan’a katarak hükümet binalarına Hindu bayrağı çektirdi ve
orayı Hindistan’ın ayrılmaz bir parçası olarak saymaya başladı.
14.02.1957 târihinde ise Hindistan
güçlerinin vilâyetlerden çekilmesi gerektiğini tekrar vurgulayan
bir başka karar çıktı. Fakat Hindistan İngiltere’ye dayanmaya
alıştığı için bu kararı da umursamadı. Sonra da Keşmir’de
Müslümanları dinleri hakkında fitneye düşürmek, İslam’ı ve
Müslümanları vurmak için azgın üsluplar ve vesîleler kullanmanın
yollarını aramaya başladı. Bunun üzerine Granada’nın düşmesinden
sonra Endülüs’te Müslümanları nasıl yok ettiklerini incelemeleri
için uzmanlardan bir heyeti 1965 yılında İspanya’ya gönderdi.
Aynı şekilde Hindistan, Moskova Sefîri’ni de eski Sovyetler
Birliği tarafından İslâmî varlığa karşı uygulanan İslâmî
şahsiyeti yok etme üsluplarını incelemekle görevlendirdi. Sonra
Hindu yetkililer, Filistin topraklarını işgâl eden Yahudi
varlığını tanıdıktan sonra Yahudiler ile işbirliğini
yoğunlaştırarak da Müslümanlara yönelik Yahudi katliam
plânlarını incelemeye başladılar. Nitekim Yahudilerin
açıklamaları bu işbirliğini ifşâ etmişti. Eski Şamir
Hükümeti’nin bakanlarından biri olan Benyamin Şan şöyle demişti:
“Hindistan ve “İsrail” devleti ortak bir
tehlike ile karşı karşıyadır. Bu da Filistin ve Keşmir’deki
İslâmî köktenciliktir. Araplara ve Müslümanlara karşı ne
yapacağımızı kavradık. Bu rolümüz ile Hindistan’ı da, bu
alandaki tecrübelerimizden faydalandıracağız.”
Nitekim Hindistan Keşmir’de,
dinlerinden uzak veya İslamları hakkında sahih bir bilince sahip
olmayan nesiller yetiştirmek için çeşitli üslupları kullanmakta
ısrar etti. Çünkü aradan yıllar geçtikten sonra Keşmir’den
İslam’ı kökünden söküp atabileceğini zannetti. Ancak sonuçlar
Hindistan’ın beklentilerinden oldukça uzaktı. Hindu yetkililerin
baskı, işkence veya caydırma, saptırma gibi diğer sinsi üsluplar
ile giriştiği her tür kötülüğe ve Müslümanlara karşı açtığı her
tür saldırıya karşın onların dinlerine bağlılıkları daha da
arttı, İslam’a sadâkatleri iyice pekişti.
Bu kez Hindistan 1989 yılında
Keşmir’de, 25 bin şehîdin hayatlarına mâl olan büyük bir
katliama girişti. Sonraki yıllarda bunu başka katliamlar takip
etti. Keşmirli Müslümanlara Yardım Komitesi Radyosu’nun;
Birleşmiş Milletler kaynaklarına, Hindistan medyasına,
uluslararası haber ajanslarına ve kendilerine ulaşan Keşmirli
kaynaklara dayanarak yaptığı istatistiklere göre, Hindistan
Yönetimi’nin Ocak 1990’dan Aralık 1998’e kadar işlediği cürümler
şunlardır:
63.275 şehîd kurşunlanarak öldürüldü
775 siyâsetçi, âlim ve camî’ imâmı
tasfiye edildi,
3.370 şehîd ölüme varan işkencelere
mâruz kaldı,
81.161 kişi yargılanmadan hapsedildi.
Ve bütün bunların yanında namusları
çiğnenen, hurumâtına el uzatılan, yaralanan ve kaybolan yüz
binlercesi!.. Devletlerarası Af Örgütü’nün [Amnesty
International] 06.02.1999’da yayınlanan raporu gibi birçok
devletlerarası örgütün raporları, Keşmir‘de Hindistan tarafından
işlenen gaddar zulümler ile doludur.
Tüm bunlar, Hindu yönetiminin
Keşmir’deki işkence, baskı ve vahşetinin sadece bir parçasıdır.
Çarpıtma ve aldatma gibi diğer üsluplara gelince; devlet
okullarında Kur’an-il Kerîm okunmasını ve Arapça’nın
öğretilmesini yasakladı. Hindu dilini okullara zorunlu dil
olarak dayattı. Sonra Keşmir’de içkinin yaygın hale
getirilmesinin yanı sıra İslam’daki aile yapısı ve kadının
[hicâb ve cilbâb] örtüsü gibi İslâmî değerlere saldırmak
ve vurmak için medyayı da yoğun bir propaganda aracı haline
getirdi. Müslümanlar ile Hindular arasında evliliğin
yapılabileceğine dâir kanunlar çıkarttı. Sonra da Müslüman
çoğunluğu ile bilinen Keşmir vilâyetinin, en üstün nesli
sınırlandırma/doğum-kontrol madalyası kazanabileceği derecede,
cerrâhî operasyon yoluyla doğum-kontrol programını zorunlu
olarak uyguladı.
İşte Hindistan ordusu ve polisi
tarafından Müslümanlara karşı uygulanan vahşiliklere ve
zorbalıklara sahne olan ve olmaya da devam edegelen Keşmir işte
budur! Keşmir meselesi, Filistin meselesine ne kadar da
benzemektedir! Hinduların Keşmir’i işgâli, Yahudilerin
Filistin’i işgâl edip devlet kurdukları zamana denk gelmektedir.
Filistin’i koruma ve bulunduğu durumdan kurtarmakta Arap
yöneticilerin gevşeklik gösterip yerlerine çakılıp kaldıkları
gibi Pakistan yöneticileri de Keşmir’e karşı aynı tutumu
sergilemiştir.
Hind Yarımadası’nın parçalanıp
Pakistan’ın bağımsızlığını kazandığı 1947 yılından bu yana, 2003
yılına kadar Pakistan uzunca bir dönem devletlerarası kararların
uygulanması ve Keşmir halkına self-determinasyon hakkının
[bir halkın kendi geleceğine karar verebilme hakkı]
verilmesini isteyip durdu. Ancak -tıpkı “İsrail”in yaptığı gibi-
Hindistan da bu kararları sürekli reddetmeye devam etti. Bu
arada Pakistan’ın bu yılın, 2004’ün başına kadar sürdüregeldiği
tutumunda bir değişiklik yaşandı ve Pakistan, devletlerarası
kararlar ve self-determinasyon hakkı esâsına göre müzâkere
etmekten vazgeçti. Böylelikle meseleyi devletlerarasılaştırmadan
Hindistan ile ikili müzâkereler yapmayı kabul etti ki bu durumda
Pakistan’ın Keşmir halkına self-determinasyon hakkı verilmesine
ilişkin şartlarından vazgeçmesi de kabul edilmiş oldu.
Keşmir’in heder edilmesi ve Müslüman
halkının savunulmasında gevşeklik gösterilmesi Pakistan
Müslümanlarının zayıflığından kaynaklanmamaktadır. Zîra onlar
Keşmir’i Hindistan’dan kolayca geri alabilecek imkâna
sahiptirler. Lâkin Amerika’ya uşaklık yapan Pakistan
yöneticileri yüzünden Keşmir konusunda Hindistan’a tâviz üstüne
tâviz verilmiştir. Eyyûb Hân 1965 yılında Keşmir sebebiyle bir
savaşa girişti ve Pakistan’ın nasibi olan üç nehri Hindistan’a
verdi. Yahyâ Hân ve Zulfikâr ‘Ali Butto ise 1971 yılında
Pakistan’ın Doğusunu kaybettiler ve orası Bangladeş’e dönüştü.
Ziyâ-ul Hak zamanında da Hindular Siyanşin Tepeleri’ni işgâl
ettiler. Nevvâz Şerîf zamanında ise mücâhidler ve Pakistan
Ordusu, neredeyse zafer elde edecek bir durumda iken 1999
yılında Kargil Tepeleri’ni korumaktan mahrum bırakıldılar. O gün
Müslümanların kanlarına karşılık, Hindistan’da rakibi Kongre
Partisi karşısında dönemin Hindistan Başbakanı Atal Bihârî
Vajpayi’nin desteklenmesi ve halkı nezdinde kahramanlaşması için
Amerika’dan gelen emirlere icâbet eden Nevvâz Şerîf orduya ve
savaşçılara geri çekilmeleri emrini verdi!
Nihâyet Pervez Müşerref zamanında da
Keşmir halkına self-determinasyon ve Hinduların otoritesinden
kurtulma hakkının verilmesinden ilk defa tümüyle vazgeçildi.
24.06.2003 târihinde Müşerref’in
Amerika’yı ziyâreti ve Bush tarafından Camp David’de kabulüne
dek Keşmir meselesi ciddi tartışma konularından biriydi. Fakat
bu ziyâret, Keşmir’e yönelik siyâsî ve askerî eylemler açısından
bir dönüm noktası oldu. Zîra bundan önce geçmişte Pakistan’ın
hiçbir yöneticisi, Keşmir’i parçalamak üzere Hindistan ile
müzâkereler yoluyla bir çözümden bahsetmeye cesâret etmemişti.
Aksine geçmişte ortaya konan tüm siyâsî öneriler, hem Pakistan’a
bağlı “Âzad Keşmir”i hem de Hindistan’a bağlı “Cammu
ve Keşmir”i içerecek şekilde tüm Keşmir’in Hindistan’dan
bağımsızlaştırılmasını açık seçik esas alıyordu. Hindistan ise
bunu reddediyor, 1956 Nehru Bildirgesi’nde geçtiği gibi
“Cammu ve Keşmir”i kendisine ait kabul ediyordu.
Oysa Müşerref bu ziyâretinde, Keşmir
meselesinin, Ortadoğu modeline benzer bir şekilde çözülmesine
yönelik bir Yol Haritası benimsediğini açıkça ilan etti. Ayrıca
Keşmir meselesinde kalıcı bir çözüme ulaşmak için önemli
tâvizler vermeye hazır olduğunu da ifade etti. Bu “tâvizler”
önerisi, o ziyâret sırasında 26.06.2003 târihinde Washington’da,
Amerikalı temsilciler ile yapılan tartışmalar sırasında ortaya
konuldu. Bunun yanı sıra Müşerref “radikal” Müslümanların yani
Keşmir’deki Cihâdî grupların tümünün karşısında duracağını da
îlan etti.
Böylece Pervez Müşerref, 11.08.2003
târihinde Hindistan ile yaşanan anlaşmazlıkların çözümüne
yönelik müzâkereler için çağrıda bulundu. Müşerref’in Yeni Delhi
ile müzâkerelere kararlı olduğunu vurguladığı bu açıklamaları,
Hindistan Başbakanı Atal Bihârî Vajpayi’nin iki ülke arasında
akan kanın durdurulması gereğine çağrıda bulunduğu
açıklamasından bir gün sonra geldi.
Müşerref ile bir röportaj yapan
Reuters Haber Ajansı 17.12.2003 târihinde şu haberi verdi: “Müşerref
iki nükleer komşu arasındaki barış çabalarına ilişkin olarak
esneklik ve cesâret göstermeye hazırdır. Müşerref bu
röportajında Keşmir konusundaki esnekliğini açıkça gösterdi. Bu
sorunu çözmeye hazır oldukları takdirde, her iki tarafın da yek
diğerine karşı esneklik ile, îlan edilmiş tutumları göz ardı
ederek ve orta yolda buluşarak konuşmaları gerektiğini söyledi.”
Ardından Müşerref, Hindistan’ın
Keşmir’i işgâline karşı Müslümanların herhangi bir direnişte
bulunmalarını engellemek ve üzerlerinde baskı kurmak için kanun
üstüne kanun çıkarmaya girişti. Vajpayi ile 05.01.2004’de
yaptığı görüşmenin sonunda, Hindistan ile müzâkereler için
gereken pratik esaslar ortaya konuldu.
Daha sonra iki ülke arasındaki
müzâkerelerdeki yakın tutumlar açığa çıkmaya başladı.
12.03.2004’te Hindistan Başbakan Yardımcısı Lâl Krişna Edvânî
ülkesinin; “tartışmalı Keşmir bölgesi hakkında Pakistan ile
barış sağlanması girişiminde pazarlık yapmaya hazır olduğunu”
söyledi.
Ardından 18.04.2004 Cuma günü Vajpayi
Pakistan’a ender rastlanabilecek bir öneride bulunarak, Keşmir’e
barış getirmenin tek yolunun diyalog olduğunu söyledi. Bunun
üzerine Pakistan Başbakanı Zaferullah Cemâlî bunun “olumlu
bir gelişme” arzettiğini söyleyerek sür’atle bu çağrıyı
sahiplenmeye koştu. Cemâlî, Hindistan Başbakanı Atal Bihârî
Vajpayi tarafından ortaya atılan, Keşmir’e ilişkin görüşmelerin
yapılması önerisini kabul etti. Cemâlî bunu, İslamâbâd’daki
medya temsilcilerine şöyle diyerek bildirdi: “Pakistan’ın
tutumu aynen sürmektedir. Ancak müzâkereler başlar başlamaz… her
iki taraf için de esneklik söz konusudur.”
Hindistan ve Pakistan arasındaki
diyalog, iki buçuk yıl önce zirve noktasına ulaşan gerginlik
nedeniyle kesilmesinden sonra, 16.02.2004’te yeniden başladı.
Her iki ülkenin heyetleri, aralarındaki ihtilafların belkemiğini
oluşturan Keşmir üzerindeki çatışmanın son bulmasına yol açacağı
ümidiyle, müzâkereler için bir çalışma takvimi belirleyip gündem
çerçevesi çizmek maksadıyla İslamâbâd’da görüşmeler yaptılar.
Gerçek şu ki Amerika Birleşik
Devletleri, Sovyetler Birliği’nin dağıldığı 1990’lı yıllardan bu
yana Hindistan ile ilişkilerini iyileştirme dönemine girdi.
Çünkü bu dönem, “Çin’i kuşatma merhalesi”nin sona erip “Çin’i
sınırlandırma merhalesi”ne başlandığı bir dönemdi. Zîra
Hindistan, birçok devletin sahip olmak istediği muazzam bir
beşerî servete ve askerî güce sahip olmasının yanında Çin ile
geleneksel bir düşmanlığa da sahipti. Amerika ise Hindistan’ın
bu rolünü oynatmanın en güçlü adayı idi. Bu nedenle Hindistan’ın
“bağımsızlığına” kavuştuğu 1947 yılından bu yana Hindistan
üzerinde nüfuz kurabilmek için fiilî olarak uğraşıyordu. Ancak
İngiltere ve Kongre Partisi bunu engelledi. Dikkat çekici bir
gelişme olarak Amerika, CIA [Central Intelligence Agency:
Merkezî Haber Alma Teşkilâtı] yetkililerinden Robert
Gates’i 1990 yılında Hindistan’a göndermek suretiyle bu konudaki
çabalarında yürüttüğü seviyeyi yükseltti. Ancak ajanı Vajpayi
1998 yılında iktidara gelinceye kadar umduğu başarıyı elde
edemedi. O sıralarda Amerikan çevrelerinde, bulundukları
bölgelere liderlik etmek üzere, Amerika Birleşik Devletleri’nin
kendileriyle ilişkilerini geliştireceği dünyanın muhtelif
bölgelerindeki merkezî veya lider devletler hakkında yapılan bir
tartışma vardı. İşte orada Güney Asya bölgesine liderlik etmek
üzere Hindistan öneriliyordu.
Keşmir meselesi ise Hindistan için
sırtındaki kambur, başının belası konumundaydı. Hindistan’ın
bütün gücüyle çalışıp bölgede Çin’e rakip olabilmesi, aynı
zamanda da Keşmir meselesinin sıcaklığının Amerika’nın
Afganistan’da yürüttüğü savaşa etki etmemesi için Amerika
Hindistan’ı bu sıkıntıdan kurtarmak istedi.
O nedenle bölgedeki iki devleti,
Hindistan ve Pakistan’ı nüfuzu altına alır almaz Amerika, Keşmir
üzerinde anlaşmalarını sağlamak amacıyla her iki devlet arasında
karşılık anlayış oluşturmak için ciddi adımlar atmaya başladı.
Meselenin çözümüne yönelik aslî bakışını da değiştirdi. Çünkü
önceleri meseleyi devletlerarası bir sorun haline getirmek
istiyordu. Şimdi ise meseleyi aralarında ikili olarak çözmeleri
için tarafları teşvik eder oldu. Amerika’nın bu meseleye ilişkin
mevcut kanaati; Keşmir’in kalıcı olarak bölünmesidir. Buna göre
Pakistan’a bağlı Âzad Keşmir kesimi Pakistan’a gitmeli,
Hindistan Otoritesi altındaki kesimi de Hindistan’a gitmelidir.
Çoğunluğu Müslümanlar olup Hindistan tarafından işgâl edilmiş
Keşmir’e ise, Hindistan Yönetimi’nin otoritesi altında otonomi
[özerklik] benzeri bir şekil verilmelidir. Hem Müşerref hem de
[Hindistan’daki son seçimlere kadar] Vajpayi Amerika’nın
güdümünde oldukları halde, bu parçalama plânının önünde birtakım
engeller bulunuyordu ki bunlar, Pakistan Ordusu’ndaki bazı
unsurlar ile fanatik Hinduların bir kısmınca temsil ediliyordu.
İşte 11 Eylül 2001 hâdisesi, Amerika’nın bu engeller ile başa
çıkmasına bir imkân ve fırsat sağladı. Böylece Amerikan
stratejisi; Pakistan’a, Vajpayi’nin fanatikler karşısındaki
konumunu güçlendirmeye yarayan birtakım toplu tâvizler ve
imtiyazlar verdirerek Pakistan’ı Keşmir üzerinde birtakım
uzlaşmalara girmeye zorlamak haline geldi.
Pakistan’ın tâvizleri şu hususları
içermekteydi:
-
Cihâdî
gruplara verdiği desteği çekmesi,
-
Eğitim
kamplarını kapatması,
-
Kontrol
Hattı’ndaki [LOC: Line Of Control] Pakistan
birliklerinin azaltılması,
-
Keşmir
Müslümanlarına yönelik her tür yardımdan vazgeçilmesi.
Sonunda gidişât öyle bir noktaya
vardı ki bu bölgedeki Amerika’nın büyük ajanı ve Müslümanların
baş düşmanı Pervez Müşerref, daha önce belirtildiği gibi,
Amerika ziyâreti sırasında Ortadoğu Yol Haritası’na benzer bir
model ile Keşmir meselesini çözmek için bir Yol Haritası’na
muvâfakâtini îlan etti. Bu harita ise Amerikan tarzı çözüme göre
Hindistan ile doğrudan müzâkerelere götürecekti. Nitekim
Müşerref, “aşırı” Müslümanlara yani Keşmir’deki Cihâdî gruplar
ile Pakistan’daki İslâmî partiler ve hareketlere karşı
duracağını söylüyordu.
Amerika bu tâvizlerin, Vajpayi ile
partisinin Hindu seçmenler nezdindeki popülaritesini
artıracağını umuyor, bilhassa Vajpayi’yi askerî olarak
desteklemek ve Pakistan’ın gelişmiş silahlara sahip olmasını
engellemek için istismâr ediyordu. Meselâ Pakistan sözleşmesini
tamamlayıp bedelini ödediği halde, F16 savaş uçaklarının
teslimâtını geciktiriyordu. Yine Amerika, Hindistan ile bir
Stratejik Ortaklık Anlaşması yapıyordu ki Vajpayi, Hindistan
kamuoyu önünde, rakipleri Pakistan karşısında askerî
üstünlüklerinin sebebi olarak görünsün. Amerika Vajpayi’yi,
ekonomik bir canlılık gerçekleştirmek üzere ekonomik olarak da
destekledi. Amerika tüm bunları yaptı. Çünkü Kongre Partisi’nin
potansiyel destek gücünü ve Cenata’nın [BJP: Vajpayi’nin
Baharatiya Cenata Partisi] ise destek verilmediği takdirde
Kongre Partisi karşısında duramayacak bir koalisyon olduğunu
görüyordu.
Lâkin Cenata’nın ölümcül darbesi,
işte bu destekten, bilhassa ekonomik destekten geldi. Çünkü
Amerika Birleşik Devletleri aşırı bir ekonomik destekte bulundu,
Cenata Hükümeti’ni mâlî yardımlara boğdu ve onu “Özelleştirme”
politikasını benimsemeye sevk etti. Bu politika ise kapitalist
modele yani sermayeye daha fazla yoğunlaşılmasına uygun olarak
dev şirketler ve ekonomik canlılık oluşturdu. Ancak bu politika,
fakirliğin yaygın olduğu bir ülkeye hiç de uygun değildi. Bu
nedenle şehirlerde zengin kesimler, finans şirketleri ve
fabrikalar artarken, özellikle kırsal alanlarda ve köylerde
fakirler daha da fakirleşti.
Bu ekonomik vakıaya [iki kesim
-aşırı zenginlik ve aşırı fakirlik- arasındaki uçuruma]
ikinci bir unsur daha eklendi ki bu, Hinduların dinci-milliyetçi
fanatikliğidir. O kadar ki bunlar, Müslümanlara karşı
katliamlara giriştiler, mescidlere saldırdılar, bazılarını yakıp
yıktılar hatta başka “dînî” (İslâmî olmayan) gruplara bile
hayatı dar ettiler. Sonra buna üçüncü bir unsur daha eklendi ki
bu da Kongre Partisi’nin İngiliz-tarzı siyâsî kurnazlığa ve
derin köklere sahip olmasıdır. Nitekim Kongre Partisi, bir
yandan dinci Cenata’nın fanatik pozisyonuna, herhangi bir özel
dînin tarafında yer almayan Kongre Partisi’nin laikliğini açığa
vurarak meydan okurken, diğer yandan devletin işçilere ve
fakirlere iş olanakları sağlamak ve üzerlerindeki yükü
hafifletmek üzere projeler üretilmesine çağırarak Kongre
Partisi’nin solcu yüzünü göstermek suretiyle özelleştirmenin
Kapitalist yapısına saldırdı. Kongre Partisi daha sonra,
Pakistan karşısındaki zayıflığını göstererek Cenata’nın Keşmir’e
ilişkin tutumunu vurmaya yoğunlaştı. Çünkü Kongre Partisi,
1956’da Nehru’nun bir bildirge ile ilhak etmesinden beri, işgâl
edilmiş Keşmir’in müzâkere konusu olmasını kabul etmemekte ve
onu Hindistan’ın ayrılmaz bir parçası olarak görmektedir.
İşte böylece 10.05.2004 târihinde
yapılan Hindistan genel seçimleri sonucunda iktidardaki Cenata
Partisi [BJP] seçimleri kaybetti ve İngiltere destekli Kongre
Partisi seçim zaferini îlan etti. Bu da iki ülke arasında
yakınlaşma sağlanması yoluyla Keşmir anlaşmazlığının çözülmesine
yönelik Amerikan plânının darmadağın olmasına yol açtı. BJP’nin
hezîmeti, Amerika’nın gelişen Çin gücü karşısına Hindistan’ı
koymayı öngören geniş çaplı plânına ciddi bir darbe vurdu.
Kongre Partisi’nin seçim zaferi ise
Keşmir’i elinde tutma konusunda BJP’den daha sert tutum alacağı
anlamına geliyordu ki bu, Kongre Partisi’nin kazanmasının hemen
ardından meydanlarda açıkça görüldü. 09.05.2004 târihinde
Hindistan’ın şimdiki Ulusal Güvenlik Danışmanı NJ Dixit şöyle
dedi: “Doğrusu Keşmir’e yönelik daha sağlam bir politika
izleyeceğiz… Hindistan’ın Cammu ve Keşmir vilâyetinde herhangi
bir bölgenin teslimi ve tâvizi söz konusu olamaz. Ama
Keşmir’deki Kontrol Hattı üzerinde cüz’i bir düzenleme olabilir.”
23.05.2004’te Hindistan Dışişleri Bakanı Netvar Singh ise “Hindistan’ın
Pakistan ile ilişkilerinin esâsının, 1972 Simla Anlaşması ile
sonrasında iki üke arasında yapılmış anlaşmalar ve açıklamalar
olduğunu” söyledi. Müşerref, Netvar’ın değerlendirmelerine
şöyle diyerek karşılık verdi: “Eğer o, hiçbir hareket veya
statüko olmayacağını kastediyorsa, bıraksın da ben kendisinden
farklı düşüneyim. Nitekim bu çözüm değildir. Eğer Kontrol Hattı
kalıcılaşacaksa, hepsi buysa, bu da çözüm değildir. Yok, eğer
Simla Anlaşması ile yetineceğini kastediyorsa, yine onunla aynı
fikirde değilim.”
Buna rağmen Kongre Partisi, Amerika
ile dostane ilişki kurmak istediğini ifade etti. Nitekim Netvar
Singh şöyle dedi: “Hindistan ile Amerika Birleşik Devletleri
arasındaki ilişkinlerin eğreti değil de kararlı olması gereğinde
hem bizim çıkarımız, hem onların çıkarı, hem de dünya toplumunun
çıkarı vardır.” Fakat Kongre Partisi’nin 2004 yılında
yayınladığı güvenlik, savunma ve politikaya ilişkin bir belgede
şöyle denildi: “Hindistan gibi büyük bir ülke, kendisine
bağlılığı garantilenmiş olarak itibar eden Amerika Birleşik
Devletleri’ne tümüyle bağlanmak üzere pasifize edilmiştir. Bu
ise BJP/NDA Hükümeti’nin kendisini, Hindistan’ın dış politika ve
ulusal güvenlik çıkarlarını göz ardı eden Amerikan
politikalarına ve önceliklerine göre ayarlama arzusunun bir
sonucudur… Kongre Partisi, bölgemizde ve diğer yerlerde meydana
gelen siyâsî ve ekonomik değişimleri göz önünde bulundurarak bu
kötü politikayı yeni bir politikaya çevirecektir.” Kongre
Partisi’nin bu manifestosu ayrıca Hindistan dış politikasının,
İngiltere’nin güdümündeki bir dış politikaya işâret eden
Nehru’nun bakışına göre oluşturulmasına çağırıyordu. Metinde
şöyle geçiyordu: “Kongre Partisi’nin en önemli işi;
Hindistan’a kendi dış ilişkilerini seçme özgürlüğü kazandırmak
olacaktır… Bu, Cevâhir Lâl Nehru’nun üzerinde millî mutâbakat
sağladığı Hindistan dış politikasının ruhudur. Bu, BJP-NDA
iktidarı sırasında aşınan (millî) mutâbakattır.”
Tüm bunlar, Amerika’nın Hindistan’a
yönelik tutumundan şu sıralar döneceği anlamına gelmektedir.
Nitekim Kongre Partisi ile ortaklarını zayıflatmak ve
üzerlerinde baskı kurmak için Pakistan’ı, Keşmir’deki direniş
arzusunu ezme politikasından vazgeçmeye sevk etmiştir. Pakistan
Müslümanları nezdinde, İslam’ın ve O’nun zirve sütunu olan
Cihâdın geri gelmesine yönelik güçlü bir şuur olsaydı,
Müşerref’in bu sarsıntılı konumundan dolayı Amerika bu riski
alamazdı. Amerika için bundan daha kötüsü; Kongre Partisi’nin,
Amerika ile sıcak ilişkileri bulunan Hindistan Silahlı
Kuvvetleri’ni yeniden şekillendirmeye başlamasıydı. Nitekim
Amerika’ya eğilimi bulunan subayları ordudan tasfiye etmeye
fiilen başladı. Şüphesiz bu, Amerika’nın Hindistan Silahlı
Kuvvetleri’ni etkileme gücünü zayıflatacak, Amerika’ya
beklemekten başka seçenek bırakmayacaktır. En tercih edilen
görüş ise Amerika’nın, 2004’ün sonundaki Amerikan Başkanlık
seçimlerinden önce Hindistan’a yönelik herhangi bir politika
belirmeyeceği şeklindedir. Ancak her ne olursa olsun Amerika,
Vajpayi iktidarı boyunca nüfuz ettiği Hindistan’ı kolaylıkla
terk etmeyecektir. Sonra Keşmir meselesi de Sömürgeci Kâfirlerin
kendi çıkarlarına ve nüfuzlarına göre sürüncemede kalacaktır.
O halde Pakistan yöneticisinin
Keşmir’deki Mücâhidlere ve Müslümanlara yönelik bu ihânetlerini
durdurmanın yolu nedir?
Bu sorunun cevabı; Pakistan’daki
Müslümanların, Müşerref yönetimini devirmek ve Keşmir’i Cihâd ve
silah zoruyla kurtaracak, tüm Hind Yarımadası’na -uzun bir
müddet boyunca olduğu gibi- İslam’ın gölgesi getirilinceye kadar
Hindular ile savaşacak bir İslâmî Devlet’i Pakistan’da kurmak
için ciddi bir şekilde çalışmasında saklıdır. Müslümanlarda îman
gücü, irâde ve azim bulundukça ve Müslümanlar ülkelerini ineğe
tapan Hinduların pisliğinden kurtarma hedeflerini
gerçekleştirinceye kadar bu yolda yürümeye devam ettikçe, hele
yarım asırdan uzun bir süredir devam eden başarısız diplomasi
ile kurtarılamayan Keşmir’i kurtarabilecek vurucu bir askerî
güce ve nükleer enerjiye sahip bir Pakistan ile bu, hiç de
imkânsız değildir.
Ey Müslümanlar!
Muhakkak ki Keşmir, İslâmî bir
beldedir. Hatta Hind Yarımadası’nın tamamı İslâmî beldedir.
Nitekim İslâmî Hilâfet tarafından Hicrî birinci asırda
fethedilmiştir. Hilâfet, İslam Sultasını Keşmir’e ve tüm
Hind Yarımadası’na geri getirmeye ve Müslümanların karşısına
dikilen Hindular ile uşaklarının zulümlerini, tecâvüzlerini ve
vahşi cürümlerini ortadan kaldırmaya hiç şüphesiz muktedirdir.
Gerçekten o yarımadadaki Müslümanlar buna güç yetirebilir. Yine
Pakistan’ın başında, Allah’ın indirdikleri ile yöneten ve
kendisiyle Allah düşmanlarına karşı Cihâd eden ihlaslı bir
yönetici, Râşid bir Halîfe olduğu an, buna tek başına güç
yetirebilir. Müslümanların izzetini iade edecek ve yalnızca
Kâfirlerin elinden değil, aynı zamanda Amerika’nın ve
Hindistan’ın çıkarlarını korumak uğruna ülkelerinin her bir
tarafında Müslüman kardeşlerinin katledilmesinde ordunun
enerjisini heder eden başlarındaki ajan yöneticilerin elinden de
gece-gündüz nice kötülüklere mâruz kalmaktan onları kurtaracak
olan Râşidî Hilâfet için Pakistan’da hakikaten fazlasıyla
yeterli bir potansiyel vardır.
Muhakkak ki sizler buna
muktedirsiniz, Ey Pakistan Halkı! Hayrın meş’alesini yeniden
yakmaya… ve Hilâfet’in Râyesini, [لا
إله إلا الله محمد رسول الله]
Râyesini yeniden dalgalandırmaya…
وَلَيَنصُرَنَّ اللَّهُ
مَنْ يَنصُرُهُ إِنَّ اللَّهَ لَقَوِيٌّ عَزِيزٌ
Allah,
Kendisine [Dînine] Nusret, Zafer verene mutlaka nusret
verecektir. Muhakkak ki Allah Kaviyy’dir, ‘Azîz’dir.
[el-Hacc 40]