2

KEŞMİR


Hindistan, bir yandan bir terör ve terörizm temposu tutturmuş iken öte yandan Keşmir’e karşı azgın bir savaş kampanya sürdürmekte, insanlardan bir kısmının Keşmir’in Hinduların mülkü olduğunu ve öncelikle kendilerinin yönetimleri altında kalması gerektiğini düşünmelerini istemektedir. Hindistan’ın kendilerine yönelik bu saldırganlığına Keşmir’deki Müslümanların yanıtı ise, kendilerini yok etme hakkına sahip Hindu devletine karşı “isyan” olarak değerlendirilmektedir. Böylece meseleye yanlış bir görünüm kazandırmaktadırlar. Oysa gerçekte Keşmir İslâmî bir beldedir. Hatta Hindistan’ın tamamı, Müslümanlar tarafından fethedilmiş, geçirdiği karanlıklardan sonra aydınlatılmış İslâmî bir beldedir. Oradaki İslâmî Otorite, İngiltere’nin Hindistan’a saldırıp katliamlara giriştiği, insanları, ağaçları ve meskenleri mahveden cürümler işlediği 19. yüzyıla kadar devam etti.

Vakıası itibarıyla Keşmir, Müslümanların fethettiği ve Hicrî 1. asrın sonralarında İslam’ın girdiği İslâmî bir beldedir. Bu da Hicrî 94 / Mîlâdî 712 yılında başlatılıp İslam komutanı Muhammed İbn-ul Kâsım’ın elleriyle gerçekleştirilen Sind ve Hind fetihleri dâhilinde oldu. Daha sonra Hicrî 218–225 / Mîlâdî 833–839 yıllarında ‘Abbâsî Halîfesi el-Mu’tasım zamanında, Hind Yarımadası’nın diğer parçalarında İslam yayılmaya devam etmiş, ardından da İslâmî Otorite yarımadanın tümünde, bugün bilinen haliyle Hindistan, Pakistan, Keşmir ve Bangladeş’e kadar uzanmıştır.

İngiltere 1819 yılında yarımadayı istila ettiğinde Müslümanların çok sert direnişi ile karşılaştı. Saldırgan İngilizlere yardım eden Hindu, Sih, Budist ve diğer bazı Küfür güçleri ile yarımadadaki İslâmî Otorite arasındaki savaş, tarafların bir lehine bir aleyhine gelişme gösterdi. İngilizler ancak Müslümanlar ile 27 yıl boyunca süregelen şiddetli savaşlardan sonra 1846 yılında bölgede egemenlik ve istikrâra sahip olabildi.

Bu târihten sonra İngiltere egemenliğini bölgeye kolaylıkla yayabildi ve orayı üç parçaya böldü:

1.    Yarımadanın yaklaşık %55’ine doğrudan kendisi hükmetti. Bu kısımda çoğunluğu Müslümanlar oluşturmaktaydı.

2.    Özerk yönetime sahip 565 vilâyette ise Hindu ve Müslüman vâliler aracılığıyla hükmetti.

3.    Üçüncü kısım ise Keşmir idi. Amritsar’da yapılan kira sözleşmesi gereğince –ki bu Amritsar Anlaşması olarak bilinir- burasını yüz yıllığına Hindu feodalizmine kiraladı. Bu anlaşma 1846–1946 yılları arasında geçerli idi.

İşte böylece İslâmî bir belde olan Keşmir, anılan kira sözleşmesi gereğince Hinduların tahakkümü altına girdi.

Pakistan, Hindistan, Çin ve Afganistan tarafından çevrelenen Keşmir’in yüzölçümü 217.935 km2’dir. 12 milyonluk nüfusunun %85’i Müslümandır. Geri kalan %15’i ise Hindu, Sih ve Budistlerden oluşmaktadır. Havasının güzelliği, ormanlarının çokluğu, servetlerinin bolluğu ve dünyadaki dağların zirvesi olan Himalaya’nın varlığı nedeniyle, Müslüman Fâtihler Keşmir’i “dünyanın çatısı” veya “Allah’ın yeryüzündeki cenneti” olarak isimlendirmişlerdir. Keşmir zengin sulara ve nehirlere sahip bir topraktır. Cilhum, Çinab ve İndus gibi büyük nehirleri vardır. Keşmir toprakları deniz seviyesinden yaklaşık 1200 metre yüksektedir. Pakistan ile Çin arasındaki tek bağ olan ünlü İpek Yolu buradan geçer. Orada yâkutun keşfiyle 1983 yılında olaylar yeniden tırmanmış ve Hindistan, Keşmir’i işgâl edip egemenliğini kalıcılaştırma isteğini daha da artırmıştır.

Mücrim ve saldırgan İngiltere’nin işgâl ederek Müslüman halkından gasbettiği, topraklarını Keşmir halkının düşmanı olan azgın Hindulara kiraladığı, şimdi de gelip Hindu devletinin mülkü olduğunu ve oradaki Müslümanların kendilerine karşı direnişlerinin terör ve saldırganlık olduğunu söyledikleri Keşmir işte budur!

İngilizler ile yaptığı kira sözleşmesi gereğince Keşmir’de hükmeden Hindu Maharaca’nın [Hind Prensi] Müslümanlara karşı kullandığı işkence, baskı, şiddet ve iğrençlikler karşısında, bakanlarından biri bile Maharaca Hükümeti’nin Keşmir’deki insanlara karşı işlediği cürümler nedeniyle istifâsını sunmuş ve bağırarak şunları söylemişti: “Keşmir halkı hayvanlar gibi sürülmekte, baskı ve şiddete maruz kalmakta, hiçbir sorumlu da bu zulme kulak vermemektedir. Keşmir’deki yönetim insanlardan tamamen soyutlanmıştır.” Müslümanların düşmanı olan bir kimsenin söyledikleri bunlar ise gerçek nasıldır acaba?

Keşmir’deki Hindu Yönetimi, Kur’an-il Kerîm ve mescidler gibi Müslümanların kutsal değerlerini çiğnemeye alışmışlardı. Nitekim 1931 yılında Hindu emniyet subaylarından birinin Kur’an-il Kerîm’e hakâret etmesiyle oradaki Müslümanların devrim ateşi tutuşmuştu. Keşmirli Müslümanlar Hak üzerinde sebatları ve azimleri ile meşhurdur. Keşmir Müslümanlarının Mu’te Mu’arakesi’ne benzetilmesine yol açan 13.07.1931 olayları kararlılıklarının müthiş bir örneğidir. O gün Keşmirli Müslümanlar, Müslümanların azgın düşmanı Hindu Kralı’nın kararlarına karşı Cumâ Namazı’nda hutbe veren ve bir Hindu emniyet subayı tarafından hutbe vermesi engellenip hapse atılan ‘AbdulKâdir Hân isimli bir şahıs ile dayanışma içerisinde olduklarını ilan etmek üzere biraraya toplandılar. Dayanışma gösterisini hapishane kapısının önünde düzenlediler. Öğle vakti girince, içlerinden biri ezan okumaya başladı. Hindu güvenlik güçleri, ona hemen ateş edip katlettiler. Bu kez bir diğer kardeşi ayağa kalkıp ezan okumayı sürdürdü ve katledildi. Ardından bir kardeşi daha ayağa kalktı ve o da katledildi. Bu olayda ezan tamamlanıncaya tam 22 kişi canlarını fedâ etti.

Hindu yönetimine karşı Müslümanların direnişi devam etti. Ancak İngilizler Hindu Maharaca’nın durumunu düzeltmek için güç kullanarak müdâhalede bulundular. Birtakım iğrençlikleri ve hileleri kullanarak kira sözleşmesinin 1946 yılında sona ereceğini ama ardından bir çaresine bakacaklarını söylediler. Bu sırada kira sözleşmesinin bitmesinden sonrasına hazırlık aşamasını oluşturmak amacıyla Keşmir içerisinde ilk defa İslâmî Kongre Partisi adı altında siyâsî bir örgüt kuruldu.

Ne var ki kira sözleşmesi sona erdikten sonra da Keşmir’deki Hindu Yönetimi, bazen açık bazen kapalı İngiliz desteği ile devam etti. Sonra İngilizler 1947’de -Keşmir’i hâriç tutarak- Hind Yarımadası’nı nüfusuna göre iki devlete ayırdılar: Hindistan ve Pakistan olarak… Ancak Keşmir’in Hindu yöneticisi, Müslüman halkın isteğini umursamadan Hindistan’a katıldı. Dikkate değerdir ki İngiltere Hind Yarımadası’nı Hindistan ve Pakistan olarak ayırdığı sırada, İngiliz Sömürge Bakanlığı Misyonu, 565 Hind vilâyetinin yöneticilerine 12.05.1946 târihli bir memorandum göndererek, halklarının isteğine göre kendi vilâyetleri için iki devletten birine, Hindistan’a veya Pakistan’a katılma kararlarını vermeleri gerektiğini bildirdi.

Velâkin üç vilâyetin Pakistan’a katılmaları engellendi: Hayderâbâd, Srinagar ve Keşmir. Bu engellemenin sebebi, Hayderâbâd ve Srinagar vilâyetlerinde nüfusun çoğunun Hindu olmasına karşın yöneticilerinin Müslüman olması idi. Bu yüzden de Hindistan’a katıldı. Oysa Keşmir’in yöneticisi Hindu ama nüfusunun çoğu Müslüman olduğu halde o da Hindistan’a katıldı. Bu üç vilâyetin, özellikle Keşmir’in Hindistan’a ilhâkını mümkün kılan faktör, İngilizlerin Hinduların tarafını tutması, onlara öncelik tanımasıdır. Ardından bir cephede Hindistan ve Hindu yönetici, diğer cephede de Pakistan ve Keşmir’deki Müslümanlar olmak üzere aralarında birçok savaşlar patlak verdi. Hindistan Keşmir’in %65’ini işgâl etti. Pakistan tarafında ise %30 kaldı. Çin de kalan %5’lik kısmı işgâl etti. Keşmir’in şimdiki durumu işte budur!

13.08.1948’de savaş başladığında, savaşın durdurulup ateşkes sağlanması ile Devletlerarası Gözlem Gücü oluşturulmasını kararlaştıran Güvenlik Konseyi’nin Keşmir’e ilişkin ilk kararı yayınlandı. Bunu, Keşmir halkının nihâî geleceğine karar vereceği bir referandum yapılmasına hazırlık olması için Keşmir’den Hindu ve Pakistan güçlerinin çekilmelerine dair bir başka karar takip etti. 05.01.1949’da hem Pakistan hem de Hindistan bu kararı kabul ettiler. Fakat Hindistan çekilmeyi reddetti. Ardından Cevâhir Lâl Nehru 1956 senesinde Keşmir’in Hindistan Ordusu’nun elinde olan parçasını Hindistan’a katarak hükümet binalarına Hindu bayrağı çektirdi ve orayı Hindistan’ın ayrılmaz bir parçası olarak saymaya başladı.

14.02.1957 târihinde ise Hindistan güçlerinin vilâyetlerden çekilmesi gerektiğini tekrar vurgulayan bir başka karar çıktı. Fakat Hindistan İngiltere’ye dayanmaya alıştığı için bu kararı da umursamadı. Sonra da Keşmir’de Müslümanları dinleri hakkında fitneye düşürmek, İslam’ı ve Müslümanları vurmak için azgın üsluplar ve vesîleler kullanmanın yollarını aramaya başladı. Bunun üzerine Granada’nın düşmesinden sonra Endülüs’te Müslümanları nasıl yok ettiklerini incelemeleri için uzmanlardan bir heyeti 1965 yılında İspanya’ya gönderdi. Aynı şekilde Hindistan, Moskova Sefîri’ni de eski Sovyetler Birliği tarafından İslâmî varlığa karşı uygulanan İslâmî şahsiyeti yok etme üsluplarını incelemekle görevlendirdi. Sonra Hindu yetkililer, Filistin topraklarını işgâl eden Yahudi varlığını tanıdıktan sonra Yahudiler ile işbirliğini yoğunlaştırarak da Müslümanlara yönelik Yahudi katliam plânlarını incelemeye başladılar. Nitekim Yahudilerin açıklamaları bu işbirliğini ifşâ etmişti. Eski Şamir Hükümeti’nin bakanlarından biri olan Benyamin Şan şöyle demişti: “Hindistan ve İsrail devleti ortak bir tehlike ile karşı karşıyadır. Bu da Filistin ve Keşmir’deki İslâmî köktenciliktir. Araplara ve Müslümanlara karşı ne yapacağımızı kavradık. Bu rolümüz ile Hindistan’ı da, bu alandaki tecrübelerimizden faydalandıracağız.

Nitekim Hindistan Keşmir’de, dinlerinden uzak veya İslamları hakkında sahih bir bilince sahip olmayan nesiller yetiştirmek için çeşitli üslupları kullanmakta ısrar etti. Çünkü aradan yıllar geçtikten sonra Keşmir’den İslam’ı kökünden söküp atabileceğini zannetti. Ancak sonuçlar Hindistan’ın beklentilerinden oldukça uzaktı. Hindu yetkililerin baskı, işkence veya caydırma, saptırma gibi diğer sinsi üsluplar ile giriştiği her tür kötülüğe ve Müslümanlara karşı açtığı her tür saldırıya karşın onların dinlerine bağlılıkları daha da arttı, İslam’a sadâkatleri iyice pekişti.

Bu kez Hindistan 1989 yılında Keşmir’de, 25 bin şehîdin hayatlarına mâl olan büyük bir katliama girişti. Sonraki yıllarda bunu başka katliamlar takip etti. Keşmirli Müslümanlara Yardım Komitesi Radyosu’nun; Birleşmiş Milletler kaynaklarına, Hindistan medyasına, uluslararası haber ajanslarına ve kendilerine ulaşan Keşmirli kaynaklara dayanarak yaptığı istatistiklere göre, Hindistan Yönetimi’nin Ocak 1990’dan Aralık 1998’e kadar işlediği cürümler şunlardır:

63.275 şehîd kurşunlanarak öldürüldü

775 siyâsetçi, âlim ve camî’ imâmı tasfiye edildi,

3.370 şehîd ölüme varan işkencelere mâruz kaldı,

81.161 kişi yargılanmadan hapsedildi.

Ve bütün bunların yanında namusları çiğnenen, hurumâtına el uzatılan, yaralanan ve kaybolan yüz binlercesi!.. Devletlerarası Af Örgütü’nün [Amnesty International] 06.02.1999’da yayınlanan raporu gibi birçok devletlerarası örgütün raporları, Keşmir‘de Hindistan tarafından işlenen gaddar zulümler ile doludur.

Tüm bunlar, Hindu yönetiminin Keşmir’deki işkence, baskı ve vahşetinin sadece bir parçasıdır. Çarpıtma ve aldatma gibi diğer üsluplara gelince; devlet okullarında Kur’an-il Kerîm okunmasını ve Arapça’nın öğretilmesini yasakladı. Hindu dilini okullara zorunlu dil olarak dayattı. Sonra Keşmir’de içkinin yaygın hale getirilmesinin yanı sıra İslam’daki aile yapısı ve kadının [hicâb ve cilbâb] örtüsü gibi İslâmî değerlere saldırmak ve vurmak için medyayı da yoğun bir propaganda aracı haline getirdi. Müslümanlar ile Hindular arasında evliliğin yapılabileceğine dâir kanunlar çıkarttı. Sonra da Müslüman çoğunluğu ile bilinen Keşmir vilâyetinin, en üstün nesli sınırlandırma/doğum-kontrol madalyası kazanabileceği derecede, cerrâhî operasyon yoluyla doğum-kontrol programını zorunlu olarak uyguladı.

İşte Hindistan ordusu ve polisi tarafından Müslümanlara karşı uygulanan vahşiliklere ve zorbalıklara sahne olan ve olmaya da devam edegelen Keşmir işte budur! Keşmir meselesi, Filistin meselesine ne kadar da benzemektedir! Hinduların Keşmir’i işgâli, Yahudilerin Filistin’i işgâl edip devlet kurdukları zamana denk gelmektedir. Filistin’i koruma ve bulunduğu durumdan kurtarmakta Arap yöneticilerin gevşeklik gösterip yerlerine çakılıp kaldıkları gibi Pakistan yöneticileri de Keşmir’e karşı aynı tutumu sergilemiştir.

Hind Yarımadası’nın parçalanıp Pakistan’ın bağımsızlığını kazandığı 1947 yılından bu yana, 2003 yılına kadar Pakistan uzunca bir dönem devletlerarası kararların uygulanması ve Keşmir halkına self-determinasyon hakkının [bir halkın kendi geleceğine karar verebilme hakkı] verilmesini isteyip durdu. Ancak -tıpkı “İsrail”in yaptığı gibi- Hindistan da bu kararları sürekli reddetmeye devam etti. Bu arada Pakistan’ın bu yılın, 2004’ün başına kadar sürdüregeldiği tutumunda bir değişiklik yaşandı ve Pakistan, devletlerarası kararlar ve self-determinasyon hakkı esâsına göre müzâkere etmekten vazgeçti. Böylelikle meseleyi devletlerarasılaştırmadan Hindistan ile ikili müzâkereler yapmayı kabul etti ki bu durumda Pakistan’ın Keşmir halkına self-determinasyon hakkı verilmesine ilişkin şartlarından vazgeçmesi de kabul edilmiş oldu.

Keşmir’in heder edilmesi ve Müslüman halkının savunulmasında gevşeklik gösterilmesi Pakistan Müslümanlarının zayıflığından kaynaklanmamaktadır. Zîra onlar Keşmir’i Hindistan’dan kolayca geri alabilecek imkâna sahiptirler. Lâkin Amerika’ya uşaklık yapan Pakistan yöneticileri yüzünden Keşmir konusunda Hindistan’a tâviz üstüne tâviz verilmiştir. Eyyûb Hân 1965 yılında Keşmir sebebiyle bir savaşa girişti ve Pakistan’ın nasibi olan üç nehri Hindistan’a verdi. Yahyâ Hân ve Zulfikâr ‘Ali Butto ise 1971 yılında Pakistan’ın Doğusunu kaybettiler ve orası Bangladeş’e dönüştü. Ziyâ-ul Hak zamanında da Hindular Siyanşin Tepeleri’ni işgâl ettiler. Nevvâz Şerîf zamanında ise mücâhidler ve Pakistan Ordusu, neredeyse zafer elde edecek bir durumda iken 1999 yılında Kargil Tepeleri’ni korumaktan mahrum bırakıldılar. O gün Müslümanların kanlarına karşılık, Hindistan’da rakibi Kongre Partisi karşısında dönemin Hindistan Başbakanı Atal Bihârî Vajpayi’nin desteklenmesi ve halkı nezdinde kahramanlaşması için Amerika’dan gelen emirlere icâbet eden Nevvâz Şerîf orduya ve savaşçılara geri çekilmeleri emrini verdi!

Nihâyet Pervez Müşerref zamanında da Keşmir halkına self-determinasyon ve Hinduların otoritesinden kurtulma hakkının verilmesinden ilk defa tümüyle vazgeçildi.

24.06.2003 târihinde Müşerref’in Amerika’yı ziyâreti ve Bush tarafından Camp David’de kabulüne dek Keşmir meselesi ciddi tartışma konularından biriydi. Fakat bu ziyâret, Keşmir’e yönelik siyâsî ve askerî eylemler açısından bir dönüm noktası oldu. Zîra bundan önce geçmişte Pakistan’ın hiçbir yöneticisi, Keşmir’i parçalamak üzere Hindistan ile müzâkereler yoluyla bir çözümden bahsetmeye cesâret etmemişti. Aksine geçmişte ortaya konan tüm siyâsî öneriler, hem Pakistan’a bağlı “Âzad Keşmir”i hem de Hindistan’a bağlı “Cammu ve Keşmir”i içerecek şekilde tüm Keşmir’in Hindistan’dan bağımsızlaştırılmasını açık seçik esas alıyordu. Hindistan ise bunu reddediyor, 1956 Nehru Bildirgesi’nde geçtiği gibi “Cammu ve Keşmir”i kendisine ait kabul ediyordu.

Oysa Müşerref bu ziyâretinde, Keşmir meselesinin, Ortadoğu modeline benzer bir şekilde çözülmesine yönelik bir Yol Haritası benimsediğini açıkça ilan etti. Ayrıca Keşmir meselesinde kalıcı bir çözüme ulaşmak için önemli tâvizler vermeye hazır olduğunu da ifade etti. Bu “tâvizler” önerisi, o ziyâret sırasında 26.06.2003 târihinde Washington’da, Amerikalı temsilciler ile yapılan tartışmalar sırasında ortaya konuldu. Bunun yanı sıra Müşerref “radikal” Müslümanların yani Keşmir’deki Cihâdî grupların tümünün karşısında duracağını da îlan etti.

Böylece Pervez Müşerref, 11.08.2003 târihinde Hindistan ile yaşanan anlaşmazlıkların çözümüne yönelik müzâkereler için çağrıda bulundu. Müşerref’in Yeni Delhi ile müzâkerelere kararlı olduğunu vurguladığı bu açıklamaları, Hindistan Başbakanı Atal Bihârî Vajpayi’nin iki ülke arasında akan kanın durdurulması gereğine çağrıda bulunduğu açıklamasından bir gün sonra geldi.

Müşerref ile bir röportaj yapan Reuters Haber Ajansı 17.12.2003 târihinde şu haberi verdi: “Müşerref iki nükleer komşu arasındaki barış çabalarına ilişkin olarak esneklik ve cesâret göstermeye hazırdır. Müşerref bu röportajında Keşmir konusundaki esnekliğini açıkça gösterdi. Bu sorunu çözmeye hazır oldukları takdirde, her iki tarafın da yek diğerine karşı esneklik ile, îlan edilmiş tutumları göz ardı ederek ve orta yolda buluşarak konuşmaları gerektiğini söyledi.

Ardından Müşerref, Hindistan’ın Keşmir’i işgâline karşı Müslümanların herhangi bir direnişte bulunmalarını engellemek ve üzerlerinde baskı kurmak için kanun üstüne kanun çıkarmaya girişti. Vajpayi ile 05.01.2004’de yaptığı görüşmenin sonunda, Hindistan ile müzâkereler için gereken pratik esaslar ortaya konuldu.

Daha sonra iki ülke arasındaki müzâkerelerdeki yakın tutumlar açığa çıkmaya başladı. 12.03.2004’te Hindistan Başbakan Yardımcısı Lâl Krişna Edvânî ülkesinin; “tartışmalı Keşmir bölgesi hakkında Pakistan ile barış sağlanması girişiminde pazarlık yapmaya hazır olduğunu” söyledi.

Ardından 18.04.2004 Cuma günü Vajpayi Pakistan’a ender rastlanabilecek bir öneride bulunarak, Keşmir’e barış getirmenin tek yolunun diyalog olduğunu söyledi. Bunun üzerine Pakistan Başbakanı Zaferullah Cemâlî bunun “olumlu bir gelişme” arzettiğini söyleyerek sür’atle bu çağrıyı sahiplenmeye koştu. Cemâlî, Hindistan Başbakanı Atal Bihârî Vajpayi tarafından ortaya atılan, Keşmir’e ilişkin görüşmelerin yapılması önerisini kabul etti. Cemâlî bunu, İslamâbâd’daki medya temsilcilerine şöyle diyerek bildirdi: “Pakistan’ın tutumu aynen sürmektedir. Ancak müzâkereler başlar başlamaz… her iki taraf için de esneklik söz konusudur.

Hindistan ve Pakistan arasındaki diyalog, iki buçuk yıl önce zirve noktasına ulaşan gerginlik nedeniyle kesilmesinden sonra, 16.02.2004’te yeniden başladı. Her iki ülkenin heyetleri, aralarındaki ihtilafların belkemiğini oluşturan Keşmir üzerindeki çatışmanın son bulmasına yol açacağı ümidiyle, müzâkereler için bir çalışma takvimi belirleyip gündem çerçevesi çizmek maksadıyla İslamâbâd’da görüşmeler yaptılar.

Gerçek şu ki Amerika Birleşik Devletleri, Sovyetler Birliği’nin dağıldığı 1990’lı yıllardan bu yana Hindistan ile ilişkilerini iyileştirme dönemine girdi. Çünkü bu dönem, “Çin’i kuşatma merhalesi”nin sona erip “Çin’i sınırlandırma merhalesi”ne başlandığı bir dönemdi. Zîra Hindistan, birçok devletin sahip olmak istediği muazzam bir beşerî servete ve askerî güce sahip olmasının yanında Çin ile geleneksel bir düşmanlığa da sahipti. Amerika ise Hindistan’ın bu rolünü oynatmanın en güçlü adayı idi. Bu nedenle Hindistan’ın “bağımsızlığına” kavuştuğu 1947 yılından bu yana Hindistan üzerinde nüfuz kurabilmek için fiilî olarak uğraşıyordu. Ancak İngiltere ve Kongre Partisi bunu engelledi. Dikkat çekici bir gelişme olarak Amerika, CIA [Central Intelligence Agency: Merkezî Haber Alma Teşkilâtı] yetkililerinden Robert Gates’i 1990 yılında Hindistan’a göndermek suretiyle bu konudaki çabalarında yürüttüğü seviyeyi yükseltti. Ancak ajanı Vajpayi 1998 yılında iktidara gelinceye kadar umduğu başarıyı elde edemedi. O sıralarda Amerikan çevrelerinde, bulundukları bölgelere liderlik etmek üzere, Amerika Birleşik Devletleri’nin kendileriyle ilişkilerini geliştireceği dünyanın muhtelif bölgelerindeki merkezî veya lider devletler hakkında yapılan bir tartışma vardı. İşte orada Güney Asya bölgesine liderlik etmek üzere Hindistan öneriliyordu.

Keşmir meselesi ise Hindistan için sırtındaki kambur, başının belası konumundaydı. Hindistan’ın bütün gücüyle çalışıp bölgede Çin’e rakip olabilmesi, aynı zamanda da Keşmir meselesinin sıcaklığının Amerika’nın Afganistan’da yürüttüğü savaşa etki etmemesi için Amerika Hindistan’ı bu sıkıntıdan kurtarmak istedi.

O nedenle bölgedeki iki devleti, Hindistan ve Pakistan’ı nüfuzu altına alır almaz Amerika, Keşmir üzerinde anlaşmalarını sağlamak amacıyla her iki devlet arasında karşılık anlayış oluşturmak için ciddi adımlar atmaya başladı. Meselenin çözümüne yönelik aslî bakışını da değiştirdi. Çünkü önceleri meseleyi devletlerarası bir sorun haline getirmek istiyordu. Şimdi ise meseleyi aralarında ikili olarak çözmeleri için tarafları teşvik eder oldu. Amerika’nın bu meseleye ilişkin mevcut kanaati; Keşmir’in kalıcı olarak bölünmesidir. Buna göre Pakistan’a bağlı Âzad Keşmir kesimi Pakistan’a gitmeli, Hindistan Otoritesi altındaki kesimi de Hindistan’a gitmelidir. Çoğunluğu Müslümanlar olup Hindistan tarafından işgâl edilmiş Keşmir’e ise, Hindistan Yönetimi’nin otoritesi altında otonomi [özerklik] benzeri bir şekil verilmelidir. Hem Müşerref hem de [Hindistan’daki son seçimlere kadar] Vajpayi Amerika’nın güdümünde oldukları halde, bu parçalama plânının önünde birtakım engeller bulunuyordu ki bunlar, Pakistan Ordusu’ndaki bazı unsurlar ile fanatik Hinduların bir kısmınca temsil ediliyordu. İşte 11 Eylül 2001 hâdisesi, Amerika’nın bu engeller ile başa çıkmasına bir imkân ve fırsat sağladı. Böylece Amerikan stratejisi; Pakistan’a, Vajpayi’nin fanatikler karşısındaki konumunu güçlendirmeye yarayan birtakım toplu tâvizler ve imtiyazlar verdirerek Pakistan’ı Keşmir üzerinde birtakım uzlaşmalara girmeye zorlamak haline geldi.

Pakistan’ın tâvizleri şu hususları içermekteydi:

-       Cihâdî gruplara verdiği desteği çekmesi,

-       Eğitim kamplarını kapatması,

-       Kontrol Hattı’ndaki [LOC: Line Of Control] Pakistan birliklerinin azaltılması,

-       Keşmir Müslümanlarına yönelik her tür yardımdan vazgeçilmesi.

Sonunda gidişât öyle bir noktaya vardı ki bu bölgedeki Amerika’nın büyük ajanı ve Müslümanların baş düşmanı Pervez Müşerref, daha önce belirtildiği gibi, Amerika ziyâreti sırasında Ortadoğu Yol Haritası’na benzer bir model ile Keşmir meselesini çözmek için bir Yol Haritası’na muvâfakâtini îlan etti. Bu harita ise Amerikan tarzı çözüme göre Hindistan ile doğrudan müzâkerelere götürecekti. Nitekim Müşerref, “aşırı” Müslümanlara yani Keşmir’deki Cihâdî gruplar ile Pakistan’daki İslâmî partiler ve hareketlere karşı duracağını söylüyordu.

Amerika bu tâvizlerin, Vajpayi ile partisinin Hindu seçmenler nezdindeki popülaritesini artıracağını umuyor, bilhassa Vajpayi’yi askerî olarak desteklemek ve Pakistan’ın gelişmiş silahlara sahip olmasını engellemek için istismâr ediyordu. Meselâ Pakistan sözleşmesini tamamlayıp bedelini ödediği halde, F16 savaş uçaklarının teslimâtını geciktiriyordu. Yine Amerika, Hindistan ile bir Stratejik Ortaklık Anlaşması yapıyordu ki Vajpayi, Hindistan kamuoyu önünde, rakipleri Pakistan karşısında askerî üstünlüklerinin sebebi olarak görünsün. Amerika Vajpayi’yi, ekonomik bir canlılık gerçekleştirmek üzere ekonomik olarak da destekledi. Amerika tüm bunları yaptı. Çünkü Kongre Partisi’nin potansiyel destek gücünü ve Cenata’nın [BJP: Vajpayi’nin Baharatiya Cenata Partisi] ise destek verilmediği takdirde Kongre Partisi karşısında duramayacak bir koalisyon olduğunu görüyordu.

Lâkin Cenata’nın ölümcül darbesi, işte bu destekten, bilhassa ekonomik destekten geldi. Çünkü Amerika Birleşik Devletleri aşırı bir ekonomik destekte bulundu, Cenata Hükümeti’ni mâlî yardımlara boğdu ve onu “Özelleştirme” politikasını benimsemeye sevk etti. Bu politika ise kapitalist modele yani sermayeye daha fazla yoğunlaşılmasına uygun olarak dev şirketler ve ekonomik canlılık oluşturdu. Ancak bu politika, fakirliğin yaygın olduğu bir ülkeye hiç de uygun değildi. Bu nedenle şehirlerde zengin kesimler, finans şirketleri ve fabrikalar artarken, özellikle kırsal alanlarda ve köylerde fakirler daha da fakirleşti.

Bu ekonomik vakıaya [iki kesim -aşırı zenginlik ve aşırı fakirlik- arasındaki uçuruma] ikinci bir unsur daha eklendi ki bu, Hinduların dinci-milliyetçi fanatikliğidir. O kadar ki bunlar, Müslümanlara karşı katliamlara giriştiler, mescidlere saldırdılar, bazılarını yakıp yıktılar hatta başka “dînî” (İslâmî olmayan) gruplara bile hayatı dar ettiler. Sonra buna üçüncü bir unsur daha eklendi ki bu da Kongre Partisi’nin İngiliz-tarzı siyâsî kurnazlığa ve derin köklere sahip olmasıdır. Nitekim Kongre Partisi, bir yandan dinci Cenata’nın fanatik pozisyonuna, herhangi bir özel dînin tarafında yer almayan Kongre Partisi’nin laikliğini açığa vurarak meydan okurken, diğer yandan devletin işçilere ve fakirlere iş olanakları sağlamak ve üzerlerindeki yükü hafifletmek üzere projeler üretilmesine çağırarak Kongre Partisi’nin solcu yüzünü göstermek suretiyle özelleştirmenin Kapitalist yapısına saldırdı. Kongre Partisi daha sonra, Pakistan karşısındaki zayıflığını göstererek Cenata’nın Keşmir’e ilişkin tutumunu vurmaya yoğunlaştı. Çünkü Kongre Partisi, 1956’da Nehru’nun bir bildirge ile ilhak etmesinden beri, işgâl edilmiş Keşmir’in müzâkere konusu olmasını kabul etmemekte ve onu Hindistan’ın ayrılmaz bir parçası olarak görmektedir.

İşte böylece 10.05.2004 târihinde yapılan Hindistan genel seçimleri sonucunda iktidardaki Cenata Partisi [BJP] seçimleri kaybetti ve İngiltere destekli Kongre Partisi seçim zaferini îlan etti. Bu da iki ülke arasında yakınlaşma sağlanması yoluyla Keşmir anlaşmazlığının çözülmesine yönelik Amerikan plânının darmadağın olmasına yol açtı. BJP’nin hezîmeti, Amerika’nın gelişen Çin gücü karşısına Hindistan’ı koymayı öngören geniş çaplı plânına ciddi bir darbe vurdu.

Kongre Partisi’nin seçim zaferi ise Keşmir’i elinde tutma konusunda BJP’den daha sert tutum alacağı anlamına geliyordu ki bu, Kongre Partisi’nin kazanmasının hemen ardından meydanlarda açıkça görüldü. 09.05.2004 târihinde Hindistan’ın şimdiki Ulusal Güvenlik Danışmanı NJ Dixit şöyle dedi: “Doğrusu Keşmir’e yönelik daha sağlam bir politika izleyeceğiz… Hindistan’ın Cammu ve Keşmir vilâyetinde herhangi bir bölgenin teslimi ve tâvizi söz konusu olamaz. Ama Keşmir’deki Kontrol Hattı üzerinde cüz’i bir düzenleme olabilir.” 23.05.2004’te Hindistan Dışişleri Bakanı Netvar Singh ise “Hindistan’ın Pakistan ile ilişkilerinin esâsının, 1972 Simla Anlaşması ile sonrasında iki üke arasında yapılmış anlaşmalar ve açıklamalar olduğunu” söyledi. Müşerref, Netvar’ın değerlendirmelerine şöyle diyerek karşılık verdi: “Eğer o, hiçbir hareket veya statüko olmayacağını kastediyorsa, bıraksın da ben kendisinden farklı düşüneyim. Nitekim bu çözüm değildir. Eğer Kontrol Hattı kalıcılaşacaksa, hepsi buysa, bu da çözüm değildir. Yok, eğer Simla Anlaşması ile yetineceğini kastediyorsa, yine onunla aynı fikirde değilim.

Buna rağmen Kongre Partisi, Amerika ile dostane ilişki kurmak istediğini ifade etti. Nitekim Netvar Singh şöyle dedi: “Hindistan ile Amerika Birleşik Devletleri arasındaki ilişkinlerin eğreti değil de kararlı olması gereğinde hem bizim çıkarımız, hem onların çıkarı, hem de dünya toplumunun çıkarı vardır.” Fakat Kongre Partisi’nin 2004 yılında yayınladığı güvenlik, savunma ve politikaya ilişkin bir belgede şöyle denildi: “Hindistan gibi büyük bir ülke, kendisine bağlılığı garantilenmiş olarak itibar eden Amerika Birleşik Devletleri’ne tümüyle bağlanmak üzere pasifize edilmiştir. Bu ise BJP/NDA Hükümeti’nin kendisini, Hindistan’ın dış politika ve ulusal güvenlik çıkarlarını göz ardı eden Amerikan politikalarına ve önceliklerine göre ayarlama arzusunun bir sonucudur… Kongre Partisi, bölgemizde ve diğer yerlerde meydana gelen siyâsî ve ekonomik değişimleri göz önünde bulundurarak bu kötü politikayı yeni bir politikaya çevirecektir.” Kongre Partisi’nin bu manifestosu ayrıca Hindistan dış politikasının, İngiltere’nin güdümündeki bir dış politikaya işâret eden Nehru’nun bakışına göre oluşturulmasına çağırıyordu. Metinde şöyle geçiyordu: “Kongre Partisi’nin en önemli işi; Hindistan’a kendi dış ilişkilerini seçme özgürlüğü kazandırmak olacaktır… Bu, Cevâhir Lâl Nehru’nun üzerinde millî mutâbakat sağladığı Hindistan dış politikasının ruhudur. Bu, BJP-NDA iktidarı sırasında aşınan (millî) mutâbakattır.

Tüm bunlar, Amerika’nın Hindistan’a yönelik tutumundan şu sıralar döneceği anlamına gelmektedir. Nitekim Kongre Partisi ile ortaklarını zayıflatmak ve üzerlerinde baskı kurmak için Pakistan’ı, Keşmir’deki direniş arzusunu ezme politikasından vazgeçmeye sevk etmiştir. Pakistan Müslümanları nezdinde, İslam’ın ve O’nun zirve sütunu olan Cihâdın geri gelmesine yönelik güçlü bir şuur olsaydı, Müşerref’in bu sarsıntılı konumundan dolayı Amerika bu riski alamazdı. Amerika için bundan daha kötüsü; Kongre Partisi’nin, Amerika ile sıcak ilişkileri bulunan Hindistan Silahlı Kuvvetleri’ni yeniden şekillendirmeye başlamasıydı. Nitekim Amerika’ya eğilimi bulunan subayları ordudan tasfiye etmeye fiilen başladı. Şüphesiz bu, Amerika’nın Hindistan Silahlı Kuvvetleri’ni etkileme gücünü zayıflatacak, Amerika’ya beklemekten başka seçenek bırakmayacaktır. En tercih edilen görüş ise Amerika’nın, 2004’ün sonundaki Amerikan Başkanlık seçimlerinden önce Hindistan’a yönelik herhangi bir politika belirmeyeceği şeklindedir. Ancak her ne olursa olsun Amerika, Vajpayi iktidarı boyunca nüfuz ettiği Hindistan’ı kolaylıkla terk etmeyecektir. Sonra Keşmir meselesi de Sömürgeci Kâfirlerin kendi çıkarlarına ve nüfuzlarına göre sürüncemede kalacaktır.

O halde Pakistan yöneticisinin Keşmir’deki Mücâhidlere ve Müslümanlara yönelik bu ihânetlerini durdurmanın yolu nedir?

Bu sorunun cevabı; Pakistan’daki Müslümanların, Müşerref yönetimini devirmek ve Keşmir’i Cihâd ve silah zoruyla kurtaracak, tüm Hind Yarımadası’na -uzun bir müddet boyunca olduğu gibi- İslam’ın gölgesi getirilinceye kadar Hindular ile savaşacak bir İslâmî Devlet’i Pakistan’da kurmak için ciddi bir şekilde çalışmasında saklıdır. Müslümanlarda îman gücü, irâde ve azim bulundukça ve Müslümanlar ülkelerini ineğe tapan Hinduların pisliğinden kurtarma hedeflerini gerçekleştirinceye kadar bu yolda yürümeye devam ettikçe, hele yarım asırdan uzun bir süredir devam eden başarısız diplomasi ile kurtarılamayan Keşmir’i kurtarabilecek vurucu bir askerî güce ve nükleer enerjiye sahip bir Pakistan ile bu, hiç de imkânsız değildir.

 

Ey Müslümanlar!

Muhakkak ki Keşmir, İslâmî bir beldedir. Hatta Hind Yarımadası’nın tamamı İslâmî beldedir. Nitekim İslâmî Hilâfet tarafından Hicrî birinci asırda fethedilmiştir. Hilâfet, İslam Sultasını Keşmir’e ve tüm Hind Yarımadası’na geri getirmeye ve Müslümanların karşısına dikilen Hindular ile uşaklarının zulümlerini, tecâvüzlerini ve vahşi cürümlerini ortadan kaldırmaya hiç şüphesiz muktedirdir. Gerçekten o yarımadadaki Müslümanlar buna güç yetirebilir. Yine Pakistan’ın başında, Allah’ın indirdikleri ile yöneten ve kendisiyle Allah düşmanlarına karşı Cihâd eden ihlaslı bir yönetici, Râşid bir Halîfe olduğu an, buna tek başına güç yetirebilir. Müslümanların izzetini iade edecek ve yalnızca Kâfirlerin elinden değil, aynı zamanda Amerika’nın ve Hindistan’ın çıkarlarını korumak uğruna ülkelerinin her bir tarafında Müslüman kardeşlerinin katledilmesinde ordunun enerjisini heder eden başlarındaki ajan yöneticilerin elinden de gece-gündüz nice kötülüklere mâruz kalmaktan onları kurtaracak olan Râşidî Hilâfet için Pakistan’da hakikaten fazlasıyla yeterli bir potansiyel vardır.

Muhakkak ki sizler buna muktedirsiniz, Ey Pakistan Halkı! Hayrın meş’alesini yeniden yakmaya… ve Hilâfet’in Râyesini, [لا إله إلا الله  محمد رسول الله] Râyesini yeniden dalgalandırmaya…

وَلَيَنصُرَنَّ اللَّهُ مَنْ يَنصُرُهُ إِنَّ اللَّهَ لَقَوِيٌّ عَزِيزٌ  Allah, Kendisine [Dînine] Nusret, Zafer verene mutlaka nusret verecektir. Muhakkak ki Allah Kaviyy’dir, ‘Azîz’dir. [el-Hacc 40]