Irak; Âsur, Bâbil, Ninova, Ora ve
diğer birçok insanlık medeniyetinin en eski beşiğidir,
kaynağıdır. Asâlet, soyluluk ve îtibar bakımından yeryüzünün en
muhteşem topraklarından biridir. Kökleri târihin
derinliklerindedir.
Müslümanlar Irak’ı, ‘Umer İbn-ul
Hattâb zamanında [H. 13–23 / M. 634–644] yıllarında fethetmiş ve
böylece İslam’ın en önemli beldelerinden biri olmuştur. Büyük
İslâmî fetihler buradan başlamış ve buradan hareket etmiştir.
el-Kâdisiyye ve el-Medâin gibi İslam’ın en büyük savaşlarına
sahne olmuştur. el-Basra, el-Kûfe, Vâsıt, Bağdâd, Samarra’ ve
el-Mûsul gibi İslam’ın en büyük şehirleri orada kurulmuştur.
Irak, eş-Şâm [Bugünkü Suriye,
Lübnan, Ürdün ve Filistin] beldesinin ikiz kardeşidir.
Arap Yarımadası’nın uzantısı olup Dicle ve Fırat nehirleri ile
bölünen toprakları, verimlilik ve cömertlik bakımından dünyanın
en geniş ovasıdır.
Körfez’in başında yer alan seçkin
coğrâfî konumu itibarıyla, Avrupa ile Hind Okyanusu arasındaki
en önemli ulaşım yollarından birisi haline gelmektedir. Modern
sömürgelik çağında Irak, İngiliz Tâcı’nın [Crown
Colony] yıldızı kabul edilen Hindistan’ın başlıca ticârî
yolu sayılması nedeniyle İngiltere açısından çok özel bir önem
kazanmıştır. Irak’ın önemi, 20. yüzyılın başlarında petrolün
keşfedilmesinden sonra ise gitgide artmıştır.
Bir yanda Osmanlı Devleti ile Almanya
öte yanda da İngiltere arasındaki çatışmanın şiddetlendiği
Birinci Dünya Savaşı’na kadar Irak, Osmanlı Hilâfet Devleti’nden
bir parça olarak kaldı. Birinci Dünya Savaşı esnasında Irak’ı
Osmanlı Devleti’nden koparmak için çabalayan İngiltere, savaşın
birinci yılında el-Basra’yı işgâl etti. İkinci yıl el-‘Ammâra’yı
işgâl etti ama üçüncü yılda el-Kût’ta büyük bir yenilgi tattı.
Fakat savaşın dördüncü yılında 11 Mart 1917’de İngilizler,
General Maude komutasında Bağdâd’ı işgâl ettiler ve Kuzey’e
kadar ilerlediler. 8 Kasım 1918’de ise el-Mûsul’u işgâl ettiler.
Böylece Irak tümüyle İngilizlerin eline geçti ve 1920 yılında
İngiliz vesâyeti altına girdi.
İngiltere bundan sonra, babasının
Âl-i Su’ud’a [Su’ud Âilesi] verilen Hicâz’daki
kaybına karşılık Mekke yöneticisi olan ajanı Faysal İbn-u Huseyn
İbn-i ‘Ali’yi yönetime getirdi ve Irak’a kral yaptı.
İngiltere Hâşimî Krallığı
yönetimindeki Irak’ı üç askerî üs ile korudu. Bunlar:
Bağdâd’taki er-Raşîd Üssü, Bağdâd’ın Kuzeyindeki
el-Habbâniyye Üssü ve el-Basra’nın Batısındaki eş-Şu’aybe
Üssü idi. Askerî danışmanları, siyâsîleri, ekonomistleri ve
kültürlüleriyle onlar Irak’ın gerçek egemenleriydiler. Yine de,
1958 yılına kadar devam eden Hâşimî yönetimi boyunca Irak
yönetiminde ilk ve son sözü söyleme hakkına sahip olan tek kişi
Bağdâd’taki İngiliz Sefîri idi. Böylelikle Irak, gerçek anlamda
İngiltere’nin bir çiftliği haline dönüşmüş idi.
İkinci Dünya Savaşı’nda Alman
Şansölyesi Hitler, Irak konusunda İngilizler ile çekişmeye
girişti. Irak Kralı Kral Ğâzi ile temas kurdu. İngilizlere
düşmanlık besleyen Kral da ona olumlu yanıt verdi. Ancak onu
yakın takibe alan İngiltere, Almanya ile ilişkisini keşfedince
hemen ondan kurtulmak istedi ve trafik kazası süsü vererek onu
öldürdü. Veliahdliğe göre küçük oğlu İkinci Faysal Irak’a kral
oldu. İngilizler, öldürüldüğü 1958 Devrimi’ne kadar İngiliz
Tâcı’nın sadık hizmetkârı olarak kalan dayısı ‘Abdulİlâh’ı
tahtın vâsîsi ve velâyet-i ahd’in sahibi (veliahd) kıldılar.
Almanya 1941 yılında Irak’ı
İngilizlerden almak için teşebbüslerini tekrarladı ve 2 Mart
1941’de yönetimi ele geçirmeye muvaffak olan Raşîd Âlî
el-Keylânî’ye destek verdi. Raşîd Âlî, Almanya’nın yanında yer
alıp İngiltere’ye karşı hemen savaş ilan etti. Ancak Hitler onu
kurtarmak için kara ordusu gönderemedi. el-Keylânî’yi
desteklemek için Alman uçaklarından birkaç hava filosu
göndermekle yetindi.
Fakat Irak’taki bu darbeyi bir fâcia
olarak değerlendiren ve Almanya’nın Irak petrol kaynaklarına
ulaşmasının tehlike teşkil ettiğini gören İngiltere, el-Keylânî
Hükümeti’ni mümkün olan en âcil bir şekilde devirmeye karar
verdi. Kuvvetlerini hızlı bir şekilde Bağdâd’a sürdü ve işgâl
etti. el-Keylânî ise Irak sınırları dışına kaçtı. Ama el-Keylânî
ile birlikte darbeye karışan dört subay idam edildi. Bunun
üzerine ‘Abdulİlâh’ı yeniden tahta oturttu ve İngiltere ülkeyi
yeniden avucunun içine almış oldu.
Bütün sömürgecilik dönemi boyunca,
Iraklıların İngiliz sömürgeciliğine karşı direnişleri hiç
durmadı. 1920 yılında işgâle karşı patlak veren şiddetli
direnişi, zaman içerisinde başka şiddetli direnişler takip etti.
Fakat ‘Abdulİlâh ve Nûrî es-Sa’îd -ki orada gerçekten kuvvetli
ve otoriter biriydi- liderliğindeki ajan yönetim bu direnişlere
karşı koydu ve İngiliz’in Parçala-Yut Politikası’nı
izleyerek mezhepler ve fırkalar arasındaki ayrılıkları
kışkırttı. İngiltere’nin bu uzun dönem boyunca Irak’ta
hâkimiyetini sürdürmesine imkân tanıyan politika da budur zaten!
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra,
uzletinden çıkan Amerika sahneye dâhil oldu ve İngiltere ile
Irak petrolüne hâkimiyet rekâbetine başladı. Zîra Amerika,
1920 San Remo Konferansı’ndan beri İngiltere’den Körfez
petrolündeki payını istiyordu. Lâkin bu dönemde dünyadaki
birinci devlet konumunda olan İngiltere, Amerika’nın bu isteğini
kesin bir ret ile reddetti. Amerikan Başkanı Wilson’ı tahrik
eden bu cevap üzerine Wilson, İngiliz Hükümeti’ne bir mektup
göndererek şöyle dedi: “Siz geçmişte kalan bir sömürgecilik
türünü uygulamanın peşindesiniz.” İkinci Dünya
Savaşı’ndan sonra İngiltere, Körfez petrolünden daha fazla pay
almak isteyen Amerikan baskısına karşı direnmeye devam etti.
Ancak sonunda Amerika’yı bundan daha fazla alıkoyamadı.
İngiltere Başbakanı Churchill, Birleşik Devletler’in petrol
talebiyle ilgili müzekkeresine cevap olarak İngiliz Savaş
Bakanlığı Üyesi Lord Baifer Brook’a yazdığı mektupta şöyle
diyordu: “Seni çok iyi anlıyorum. Ama Birleşik
Devletler ile petrol çatışmasına girdiğimizde savaş sonrası
dünyanın alıp başını gitmesinden korkuyorum.”
İkinci Dünya Savaşı’nın bitmesinden
sonra Amerikan Başkanı Franklin Roosevelt; Suudi Arabistan,
Irak, İran, Kuveyt, Bahreyn ve Katar’dan oluşan Ortadoğu
ülkelerini ziyâret eden bir başkanlık heyeti gönderdi. Heyet
döndükten sonra Başkan’a şu ifade ile başlayan bir rapor sundu:
“Şüphesiz ki Ortadoğu petrolü târihin tabiata terk ettiği en
büyük hazinedir. Bu hazinenin ekonomik ve siyâsî etkisi
gelecekte çok müthiş olacaktır.” Nitekim Dışişleri Bakanı
James Byrnes, Başkan Roosevelt’e: “Sayın Başkan, hâkim
olmamız gereken Ortadoğu petrolünün oranı nedir?” diye
sorduğunda, Roosevelt bir miktar duraksadıktan sonra şöyle dedi:
“%100’den az değil.”
Yine dışarıdaki Amerikan
temsilcilerinden birisi olan Harold Ex, Amerikan Başkanı
Roosevelt’e yazdığı raporda şöyle diyordu: “Ortadoğu
muazzam doğal petrol alanlarına sahip devâsâ bir galaksidir.
Dünyada onun bir dengini hiç kimse bilmemektedir. Suudi
Arabistan bu galaksinin güneşidir. Orası Ortadoğu’daki en büyük
petrol kuyusudur. Koşulları da elverişli haldedir. Zîra Su’ud
Âilesi’nden Kral ‘Abdul’Azîz iki şey istemektedir: Para ve
tahtının muhâfazası. Birleşik Devletler’e düşen bu ikisini
yapmaktır.” Böylece Kral ‘Abdul’Azîz’in Amerikan Başkanı
Roosevelt ile Suveyş Kanalı’ndaki Quency Kruvazörü’ndeki
buluşmasına fiilen hazırlık yapıldı. Amerika, Kral ile ARAMCO
Şirketi [Arab-American Company] arasındaki anlaşmaya
göre Su’ud petrolünden pay aldı. ARAMCO şu dört petrol
şirketinden meydana geliyordu: New Jersey, Texaco, Socal ve
Sacony-Vacuum.
Sacony-Vacuum Şirketi’nin Başkanı
1945 yılında oldukça yalın bir ifadeyle şöyle dedi: “Petrol
işlerinin yönetimi diğer herhangi bir malın yönetiminden
farklıdır. Çünkü petrol işlerinin %90’ı siyâset ve sadece %10’u
petroldür.” Sonra şöyle ekledi: “Birleşik Devletler’in
dünyadaki petrolle ilgili işleri çekip çevirmesi kaçınılmaz
olduğuna göre, uzunca bir dönem sınırlarının ötesinde, -bölgesel
politikası ve devletlerarası kanunlar dışında- gerektiğinde
dilediğini yapmaya muktedir olmak zorunda kalacağını bilmelidir.”
Ne var ki Suudi Arabistan’daki
petrolden ve İran petrolünün bir kısmından Amerika lehine tâviz
veren İngiltere, Irak petrolünden hiç tâviz vermedi. Onu
bölgedeki ana üssü gibi değerlendirerek Türkiye, Irak, İran ve
Pakistan’ı 1955 yılında egemenliği altındaki Bağdâd Paktı’na
katarak Irak’taki varlığını korumaya devam etti.
Amerika Irak üzerindeki İngiliz
hegemonyasını parçalamak için, -Mısır’da ‘AbdunNâsır
aracılığıyla Kral Fâruk’a karşı yaptığı askerî darbe tarzında-
bir darbe için Irak’ta hazırlık yaptı. Mısır’daki Hür Subaylar
Hareketi tarzında Irak’ta da ‘AbdulKerîm Kâsım ve ‘AbdusSelâm
‘Ârif liderliğinde bir Hür Subaylar Hareketi
[Haraket-ud Dabbât-ul Ahrâr] kurdu. Özellikle
‘AbdunNâsır’ın Kral Fâruk’a karşı yapmış olduğu askerî darbeden,
Mısır’a karşı olan üçlü düşmanın başarısızlığından ve
İngiltere’yi bölgeden kovmak ve gücünü kırmaya başlamak
suretiyle bölgesel durumlardan iyice istifâde edildi.
‘AbdulKerîm Kâsım ve ‘AbdusSelâm ‘Ârif 14 Temmuz 1958’de
başarılı bir darbeye liderlik ettiler. Irak’taki krallık
sistemini kovdular ve Irak Cumhuriyeti’ni kurdular.
‘AbdunNâsır her iki darbeciyi de hemen bağrına bastı. Bunun
üzerine İngiltere, darbeyi engellemek için kuvvetlerini Ürdün’e
indirerek müdâhalede bulundu. Amerika ise kuvvetlerini Lübnan’a
indirdi. Türkiye de ordusunu Irak sınırına yığdı. Kral Huseyn,
Bağdâd Paktı’na üye ülkeleri Krallık sistemini Irak’a geri
getirmeye çağırdı. Tansiyon yükseldi ve işler içinden çıkılmaz
bir hal aldı. Rusya Devlet Başkanı Nikita Kruşçev, Batılı
devletleri, özellikle İngiltere’yi ve Türkiye’yi Irak’a
müdâhalede bulunmanın sonuçları hususunda şiddetli bir şekilde
uyardı. Sovyet Ordusu’nu Türkiye sınırı boyunca yığdı ve Amerika
ile yardımlaştı. Bu tırmanış üzerine İngiltere korkup geri
çekildi ve ortam sakinleşti. Irak’taki yeni Cumhuriyet nizâmı
istikrar buldu. Böylelikle Irak, Bağdâd Paktı’ndan çıkınca
askerî ve siyâsî açıdan, Sterlin Mıntıkası’ndan çıkınca
da parasal açıdan İngiltere’nin avucundan çıktı.
1961 yılında, yabancı petrol
şirketlerine ait imtiyaz alanlarının çoğunun Irak Devleti’ne
iadesini gerektiren yeni bir Irak Anayasası çıkarılması,
İngiltere ile diğer Batılı devletlerin ‘AbdulKerîm Kâsım
Hükümeti’ne öfkelenmesine yol açtı.
Diğer taraftan Darbeciler,
‘AbdunNâsır hakkında kendi aralarında ikiye ayrılmışlardı.
‘AbdusSelâm ‘Ârif, ‘AbdunNâsır’ın adamıydı. ‘AbdusSelâm ‘Ârif,
Mısır ve Suriye ile birlikte Birleşik Arap Cumhuriyeti’nde
yer almaktan yanaydı. Ancak ‘AbdulKerîm Kâsım buna rağbet
etmedi. ‘AbdusSelâm ‘Ârif, ortağının Nâsırcı politika
çizgisinden tamamen farklı olduğunu görünce ondan koptu ve karşı
darbe yapmak için fırsat kollamaya başladı. Daha sonra
‘AbdulKerîm Kâsım, hükümette ikinci adam sayılan ‘Ârif’i
hükümetten çıkarttı, sonra da tutuklayıp yargılattı.
Fakat son yıllarda ‘AbdulKerîm
Kâsım’ın giderek yönetimde Komünistler ile birlikte hareket
etmesi, Irak’taki durumu krize soktu. Kâsım, yönetimi esnasında
artan bir şekilde Irak’taki Komünistlere yardım etti. Ancak bu
durum Amerikan ve İngiliz ajanlarını, aynı seviyede kendisine
karşı harekete geçirdi. ‘AbdunNâsır şiddetli bir şekilde ona
hücum etmeye başladı. Iraklı Komünist müttefikleri de
Moskova’nın ajanı olduğu suçlamasıyla ona saldırdılar. Yine
Araplıktan uzaklaşmakla, Arap milliyetçiliğinden soyutlanmakla
suçladılar. Bu nedenle ‘AbdunNâsır bazı darbeci hareketleri
‘AbdulKerîm Kâsım’a karşı destekledi. Bunlardan birisi olan
Albay ‘AbdulVehhâb eş-Şevvâf hareketi başarısız oldu. Bunun
üzerine Ba’as Partisi saflarını yeniden düzenledi ve ona karşı
darbe hazırlığına başladı.
İşte böylece Ba’asçılar ve
Milliyetçiler ‘AbdulKerîm’i kovmak için birleştiler. 1959
yılında fiilen ona karşı bir suikast girişiminde bulundular.
‘AbdunNâsır onlara destek verdi ve -Ba’as Partisi’nin o
dönemdeki Genel Sekreteri ‘Ali Sâlih es-Sa’dî’nin ifadesine
göre- suikast girişimini kolaylaştırmak için, Bağdâd’taki Askerî
Ataşesi ‘AbdulMecîd Ferîd’e 7000 Mısır Cüneyhi gönderdi. Ne var
ki bu girişim de başarısız oldu.
Daha sonra siyâsî güçler ‘AbdulKerîm
Kâsım’a karşı toparlanmayı sürdürdü. Amerika, İngiltere ve
imtiyazlarının kaldırılmasından rahatsızlık duyan petrol
şirketleri, bu siyâsî güçlere destek verdiler. İşler her geçen
gün daha da kötüye gitti. Bu halat çekme oyununa Kürtler de
katıldılar. Böylece ‘AbdulKerîm Kâsım’ın düşmanları çoğaldı ve
ortam yeni bir darbe için tümüyle hazır hale geldi.
Beklenen darbe 8 Şubat 1963 târihinde
geldi. O zaman Ba’as Partisi ve milliyetçi güçler, ‘AbdusSelâm
‘Ârif liderliğinde ve ‘AbdunNâsır’ın desteğiyle çok kanlı, ağır
bir darbe gerçekleştirdiler. ‘AbdulKerîm Kâsım’ı öldürdüler,
Komünistleri ezdiler ve cezalandırdılar. Darbeden sonra Ba’as
Partisi Genel Sekreteri ‘Ali Sâlih es-Sa’dî şöyle dedi: “Amerikan
treni ile yönetime geldik.” Ürdün Kralı Huseyn ise
el-Ehrâm Gazetesi’nin eski editörü Muhammed Hasaneyn Heykel ile
yaptığı röportajda şöyle dedi: “İzin ver de sana 8
Şubat 1963’de Amerikan İstihbâratı’nın desteğiyle Irak’ta neler
olduğunu söyleyeyim.” Darbenin adamları, bir kısmı Amerika
ile, diğerleri de İngiltere ile birlikte hareket eden güçler
idi. Bu nedenledir ki bir tarafın diğerine baskın çıkmaksızın bu
darbenin devam etmesi beklenemezdi.
Darbe; Ba’asçılardan ‘Ali Sâlih
es-Sa’dî, Mehdi ‘Ammâş, Ahmed Hasen el-Bekr ve Hardân et-Tikritî
ve diğer İngiliz adamlarının liderliğinde, milliyetçilerden de
‘AbdusSelâm ‘Ârif, Tâhir Yahyâ ve arkasında Amerika’nın
bulunduğu ‘AbdunNâsır’ın himâyesinde olan diğerlerinin
liderliğinde gerçekleştirilmişti.
Daha sonra Ba’asçı ve Milliyetçi
ortaklar arasında, nasıl bir siyâset izleyecekleri,
devletlerarasında kimi dost kabul edecekleri ve yönetim
yetkileri hususunda ihtilaflar baş gösterdi. ‘AbdusSelâm ‘Ârif,
Ba’asçıları otoriteden uzaklaştırdı ve Nâsırcıları kendisine
yakınlaştırdı. Yönetimin dizginlerini sıkıca eline geçirdi.
‘AbdunNâsır yönetim üslupları hususunda kulağına fısıldamaya
başlayıp ona yaklaştı ve onunla izlemesi gereken politikaya
ilişkin görüş alışverişlerinde bulundu. Ba’asçılar ise
yönetimden uzaklaştırılmalarına cevap olarak ‘AbdusSelâm ‘Ârif’e
karşı darbe hazırlığına giriştiler. Bütün güçlerini topladılar
ve 1964 yılında onu yönetimden uzaklaştırma girişiminde
bulundular. Velâkin işleri açığa çıktı. Bunun üzerine
‘AbdunNâsır, ‘Ârif’e destek vermeleri için hızla Irak’a 600
Mısır askeri gönderdi. Böylelikle Ba’asçıların darbe girişimleri
başarısız oldu. ‘AbdusSelâm ‘Ârif liderliğindeki milliyetçiler
ile işbirliği yapan Nâsırcılar, Irak Hükümeti’nin yeni
kabinesinden pay verilerek ödüllendirildiler.
13 Nisan 1966’da ‘AbdusSelâm ‘Ârif
bir uçak kazasında ölünce kardeşi ‘AbdurRahmân Irak Devlet
Başkanı olarak atandı. Kardeşinin atanmasında Amerika’nın büyük
rolü oldu. Ancak ‘AbdurRahmân ‘Ârif, siyâsete elverişli olmayan
zayıf şahsiyetli birisiydi. Böylece ‘AbdusSelâm ‘Ârif’in
ölümünden itibaren işler iyice karıştı. Temmuz 1968’de İngiliz
taraftarlarının darbe ile iktidarı ele geçirmelerine kadar
Irak’taki yönetim, Amerikalılar ile İngilizler arasında el
değiştirip durdu. 1968 yılında İngiltere’ye uşaklık eden
Ba’asçılar, el-Bekr ve yardımcısı Saddam Huseyn liderliğinde
yönetime hâkim oldular.
Bundan on yıl sonra el-Bekr, Ba’as
Partisi’nin tüm güçlerini etrafında toplamaya ve emniyet
teşkilâtını ele geçirmeye muvaffak olan Saddam Huseyn lehine
yönetimden çekilmek zorunda kaldı. Devletteki tüm askerî güç
merkezlerini darmadağın ettikten sonra Saddam ile işler istikrar
buldu. Daha sonra Saddam Huseyn, Humeynî Devrimi’nden
rahatsızlık duyan İngiltere’nin çıkarları uğruna onun nâmına
İran ile savaşa girişti. [I. Körfez Savaşı] Savaş sekiz
yıl sürdü ve kurunun yanında yaş da yandı!
Saddam, 1990 yılında ise Kuveyt’e
karşı bir savaşa girdi ve o yılın yaz mevsiminde Kuveyt’i işgâl
etti. İngiltere bu savaşın, iki konuya ilişkin müzâkerelere
götüren bir baskı aracı olmasını amaçladı. Birincisi,
ajanı olan Saddam’ı bölgenin en güçlü adamı olarak
bârizleştirmek ve dolayısıyla İngiltere’nin bölgedeki güç
merkezini takviye etmekti. İkincisi de Amerika ile Körfez
üzerindeki petrol ve nüfuz ortaklığını garantilemekti.
Fakat Amerika bunu Körfez’e hâkim
olmak, orada üsler kurmak, oradaki petrole ve ayrıca ya
kendisine yada İngiltere’ye uşaklık yapan yöneticilere egemen
olmak için bir dayanak olarak gördü ve Kuveyt’i kurtarmayı
bahane edindi. İngiltere ise bir müzâkere ortamı oluşturmak
istediyse de başaramadı. Tam tersine Amerika, Körfez’in efendisi
olmak için iki yıldan beri gözetleyip durduğu fırsatı yakalamış
oldu. İngiltere, Amerika’nın bu konudaki kararlılığını görünce,
Irak’taki yönetimi yok etmeksizin yalnızca Kuveyt’ten
çıkartmasını şart koşmak için koalisyona girdi. Zîra savaş, ilan
edildiği gibi sadece Kuveyt’i kurtarmak içindi ve anlaşma da
buna göre yapıldı.
Böylelikle savaş başladı. Amerika
liderliğinde otuzdan fazla yabancı ülkenin, uşak ve ajan Arap
devletlerinin bir araya getirildiği koalisyon güçleri ile Irak’ı
Kuveyt’ten çıkarmak amacıyla 1991 yılında Irak’a karşı savaş
başladı. [II. Körfez Savaşı] Eğer Amerika, İngiltere ile
anlaşma yapmamış olsaydı, özellikle bahane olarak Kuveyt’in
kurtarılması ilan edilmemiş olsaydı, Saddam’ı devirecek,
Bağdâd’ı yakıp yıkacaktı. Saddam’ın yönetimde kalması işte böyle
oldu. Bundan dolayı yönetim aleyhindeki Şiî ve Kürt
hareketlenmelerini yok etmesi için Saddam’a bir alan bırakılmış
oldu. İşte bu yüzden Amerikan Başkanı Baba Bush, Irak’a doğru
ilerlemekte olan General Schwarzkopf’u telefonla arayarak
ilerleyişini durdurmasını ve derhal geri çekilmesini istediği
zaman dehşet içinde şu cevabı verdi: “Efendim, önümüzde
herhangi bir engel yok. Birkaç saat içerisinde Bağdâd’a ulaşıp
Saddam rejmini yok edebiliriz.” Ancak Baba Bush: “Senin
bilmediğin şeyler var, hemen geri dön” diyerek İngiltere ile
yapmış olduğu anlaşmaya atıf yaptı. Bilindiği gibi Amerika,
Saddam’ın kalmasını istismâr ederek Körfez ülkeleri nezdinde
garantör sayılması için Körfez devletlerini Irak rejimi ile
korkutmak istiyordu. Yine Saddam’ın kalmasını, vatandaşlarına ve
komşularına hava saldırısında bulunmasını engellemek
gerekçesiyle Güney’de ve Kuzey’de uçuşa yasak bölgeler
[no-flight zone] oluşturmak için de istismâr etti.
İşte böylece Saddam Yönetimi’nin
devrilmemesine karşılık Irak’ın muhâsara edilmesi ile yetindi.
Birleşmiş Milletler şemsiyesi altında Irak’a uyguladığı
ambargoyu da, Amerikan ve İngiliz kuvvetlerinin ikinci kez
Irak’ı istilâ edip saldırdıkları ve Saddam’ı devirip Irak
petrolü üzerinde egemenlik kurdukları 2003 yılına kadar devam
ettirdi. Böylece Irak ikinci kez Amerika liderliğinde, doğrudan
sömürgecilik altına girmiş oldu. Irak târihinde ilk defa Paul
Bremer isimli Amerikalı bir adam Irak’ın yöneticisi oldu.
Muhakkak ki Irak’a yapılan bu
saldırı; mevcut Amerikan Yönetimi henüz iktidara gelmeden önce,
Birleşik Devletler’deki askerî sanayi şirketleri, petrol
şirketleri ve sağ kanat güçlerinin işbirliğiyle hazırlanmış
devâsâ bir projenin ilk adımından başka bir şey değildir.
Başlangıçta Amerika’nın 21. yüzyıl
dış politikasının yeni esaslarının konulması düşünülüyordu. Bu
yeni Amerikan dış politikasının hedefi; Amerika’nın dünyada
birinci devlet olarak kalmasını sağlamak, tüm dünyayı Amerikan
hegemonyasına boyun eğdirmek ve Birleşmiş Milletler onayı
olmadan tek tarafı askerî çözümler gerektirse bile herhangi bir
devleti veya ümmeti, Amerika’ya meydan okumaktan yada onu
dünyanın birinci devlet konumundan düşürmekten alıkoymak idi. Bu
politika, Dick Cheney’nin Savunma Bakanlığı sırasında Pentagon
[Amerikan Savunma Bakanlığı] tarafından 1992’de
yayınlanan bir belgede geçtiği gibi, ilk etapta Kuvvet
Yoluyla Barış [Peace Through Strength] olarak
adlandırıldı.
1997 yılında nihâî şekli verilinceye
kadar bu proje üzerindeki çalışmalar devam etti. Bunun önde
gelen mimarları arasında Paul Wolfowitz, Donald Rumsfeld ve Dick
Cheney yer alıyordu. Nihâî şekliyle bu proje, Yeni Amerikan
Yüzyılı Projesi [Project for the New American Century]
olarak adlandırıldı.
2000 yılı Eylül ayında yayınlanan bir
belge ile de, Amerikan Savunmasının Yeniden İnşâsı: Yeni Bir
Yüzyıl İçin Stratejiler, Güçler ve Kaynaklar
[Rebuilding America’s Defenses: Strategies, Forces and Resources
for a New Century] başlığı altında bu proje yayınlanmış
oldu. Projenin talepleri ise şunlardı:
“Haydut” rejimleri değiştirmek,
Amerikan kuvvetlerini Güney Avrupa’ya, Orta Asya’ya, Güney
Asya’ya ve Ortadoğu’ya yaymak, dünya enerji kaynakları üzerinde
tahakküm kurmak, saha kampları oluşturmak ve gerekirse Amerikan
hedeflerini gerçekleştirmek için nükleer silahlar kullanmaya
yönelmek…
Sunday Herald Gazetesi tarafından
deşifre edilen bu belge, Bush Yönetimi’nin -Saddam Huseyn
yönetimde olsa da olmasa da- onlarca yıl boyunca Körfez üzerinde
askerî hâkimiyet kurmayı plânladığına işâret etmekteydi. Belgede
şöyle deniliyordu: “Birleşik Devletler on yıllardır,
Körfez’in bölgesel güvenliğinde daha kalıcı bir başrol oynamanın
peşinde olmuştur. Bu bağlamda Irak ile yaşanan anlaşmazlıklar,
Körfez’de büyük çaplı Amerikan kuvvetlerinin varlığına bir
haklılık kazandırmaktadır.”
Bu nedenledir ki Irak’a saldırı
önceden tasarlanmıştı. Gereken yalnızca, bunu uygulamak için
şartların oluşmasıydı. 11 Eylül 2001 hâdiseleri meydana gelince,
işte gereken bu uygun fırsat da yakalanmış oldu.
Aynı şekilde Amerika, henüz
Afganistan’a saldırmadan önce, ortamı hazırlamaya başladı. Bu
hazırlık sürecinin aşamaları ise şöyle idi:
En önemli sebep, Irak’ın kitle imha
silahlarına sahip olduğu iddiasıdır. Bu nedenle başlangıçta
tartışmalar Şer Ekseni kavramı etrafında dönüp dolaştı.
Irak, İran ve Kuzey Kore ise bu eksenin oyuncuları olarak
zikredildi. Zîra Bush, 2002 yılı Şubat ayında yaptığı konuşmada
Irak, İran ve Kuzey Kore’nin her birini açıkça Şer Ekseni olarak
nitelendirdi. Bush bununla kalmayıp bu üç ülkenin kitle imha
silahlarına sahip oldukları gibi aynı zamanda bunları
teröristlere verme niyetinde de olduklarını söyledi. Bush şöyle
dedi: “Zaman bizim lehimize
değil. Tehlikeler ufukta toplanmaya başlarken yeni olayların
olmasını beklemeyeceğim. Dünyanın en tehlikeli rejimlerinin
dünyanın en tehlikeli silahlarıyla bizi tehdit etmesine izin
vermeyeceğim”
Buna rağmen Amerikan Yönetimi’nin
İran ve Kuzey Kore’ye askerî müdâhalede bulunma niyetinde
olmadığı biliniyordu. Colin Powell, Bush’un şer ekseni
konuşmasından iki hafta sonra Kongre’ye verdiği ifadede İran ve
Kuzey Kore hakkında şunları söylüyordu: “Bu devletlere karşı
savaşmak için bir plân yok! Her iki devlet ile de diyaloga
girmek istiyoruz. Kuzey Kore’yi silah yayılmacılığı yapmaktan
alıkoyarak çevrelemeyi amaçlıyoruz ve dolayısıyla onlara baskı
yapacağız. Fakat bizim ne Kuzey Kore ile savaş ne de İran ile
bir çatışma oluşturma plânımız sözkonusu değil.”
Oğul W. Bush’un, Irak’ın ötesine
gidip İran ile Kuzey Kore’yi de Şer Ekseni’ne katmasının
sebebine gelince;
Birincisi,
sadece Irak’ı hedefe gösterecek olsaydı, bu durumda siyâsî ve
taktik açıdan sıkıntıya düşecekti. Zîra Amerikan Yönetimi’nin
Saddam üzerine odaklandığı anlaşılacak, böylece tüm dikkatler
Bush’un neler yapacağına yönelecekti. Bu durumda Bush Yönetimi,
hem Amerikan kamuoyu hem de devletlerarası kamuoyu karşısında
zor bir durumda kalacaktı.
İkincisi,
Bush Irak ile birlikte yalnızca İran’dan bahsetmiş olsaydı, bu
durumda Müslümanlara karşı yeni bir Haçlı Savaşı olduğunun
anlaşılması ihtimâli doğacak ve dolayısıyla henüz Irak’a savaş
açılmamış iken İslâmî beldelerde Bush için sıkıntılar baş
gösterecekti. Bu nedenle hem Müslüman olmayan hem de Amerikan
düşmanı olarak gösterilen Kuzey Kore, Şer Ekseni’nin üçüncü
ülkesi olarak seçildi. Bunun yanı sıra Amerika, Kuzey Kore
cephesini sıcak tutarak Rusya ve Çin’i de meşgul etmek istedi.
İşte böylelikle Bush’un Şer Ekseni konuşması, bu şer eksenini
yıkmaya yönelik potansiyel, muhtemel bir savaşı kabul ettirmek
üzere Amerikan kamuoyunu hazırlamış oldu.
Ardından Irak’ın kitle imha
silahlarına sahip olduğu, geçmişte kendi halkına karşı bile
kullanmış olmasından dolayı onları yine kullanmaktan
çekinmeyeceği, teröristler ile koordinasyon kurduğu ve bu
silahları onlara da verebileceği gibi konular konuşulmaya
başlandı. Amerikan yönetiminin önde gelen sîmâlarından bu yönde
peşpeşe açıklamalar geldi. Nitekim Condoleeza Rice, Saddam’ın
hedef alınmasındaki standart gerekçeyi şöyle açıklıyordu: “Irak,
zalim bir rejim... Peki, tamam... Başka zalim rejimler de var bu
dünyada. Ama Irak komşularını işgal eden, Amerika’nın hayati
çıkarlarının ve müttefiklerinin olduğu bir bölgede yer alan
saldırgan ve zâlim bir rejimdir. Bu konularda Irak benzeri başka
bir ülke yok: Saddam Ortadoğu’daki dostlarımıza karşı
teröristleri destekledi. Mesela Filistinli intihar bombacılarına
para verdi, Amerikan başkanına (Kuveyt ziyâreti sırasında Baba
Bush’a) suikast yapmaya teşebbüs etti. Bu konularda Saddam’a
benzer başka bir ülke lideri yok. Saddam kitle imha silahları
üretmekle kalmadı, onları kullandı da. Yine yeryüzünde buna
benzer bir ülke bulunmuyor.”
Bush Yönetimi, Saddam’ın kitle imha
silahlarından yüksek sesle bahsediyor, müttefiklerini ve
Amerikan kamuoyunu buna inandırmaya çalışıyordu. Kasım 2001’den
Mart 2002’ye kadar geçen süre, Irak’a karşı savaş kararını alma
sürecinde en kritik dönem oldu. Bush Yönetimi’nde, Saddam’ın
silahlarını söz konusu edenler, tamamen Birleşmiş Milletler, CIA
[Amerikan Merkezî Muhâberat Teşkilâtı] ve Batılı
istihbârat teşkilatlar tarafından yapılan çeşitli analizlere
dayanıyorlardı. Irak’ın kitle imha silahlarına sahip olduğunu
kanıtlamayı amaçlamaktan ziyâde, konuyu yüksek sesle gündeme
taşıyorlardı ki Amerika’nın atmosferini hazırlamakta olduğu
savaşın bir bahanesi haline gelsin.
Üstelik Amerikan Yönetimi’nin
dizginlerini ellerinde tutan Yeni-Muhâfazakârlar, sırf bir
olasılık dahi olsa, Irak’ta kitle imha silahlarının
bulunmasından korkuyorlardı. Zîra onlar bunu, Yahudi varlığı
için ve dolayısıyla kendileri için ciddi bir tehdit ve tehlike
olarak değerlendiriyorlardı. Zaten onlar “İsrail”i, bölgede
kendileri için hayatî bir çıkar olarak görüyorlardı.
Saddam’ın “teröristlere” kitle imha
silahları verme ihtimâli de, Amerikan Yönetimi’nde en çok
tartışılan konulardan biri oldu. Wolfowitz bunu şu sözleriyle
îtiraf etti: “Saddam rejimi
ile ilgili üç temel kaygımız vardı. Birincisi kitle imha
silahları, ikincisi terörizme verdiği destek ve üçüncüsü de Irak
halkına karşı işlediği suçlar... Aslında hepsinin ötesinden bir
dördüncü sebep olduğu da söylenebilir, o da ilk ikisi yani kitle
imha silahları ile terörizm arasındaki bağlantıdır.”
İşte Yeni-Muhafazakârlar, Saddam’ın
kitle imha silahlarına sahip olduğu ve bunlarla Amerika’ya
saldırsınlar diye teröristlere gizlice verme ihtimâli üzerinde
böyle odaklanmaya başladılar. Bu konuda birçok da senaryo
üretildi. Örneğin Amerikalı bir yetkili şöyle diyordu: “Saddam’dan
gelebilecek en büyük tehdit biyolojik silahların konvansiyonel
araçlarla kullanılmasıdır. Örneğin bir bavulla veya bir intihar
uçağıyla...”
Rumsfeld ise 18.08.2002’de Irak ile
terörizm arasındaki ilişkiler hakkında Kongre’deki konuşmasında
şöyle diyordu: “Teröre
karşı savaşta en başta gelen amacımız, bir başka 11 Eylül
olmasını veya 11 Eylül’ü gölgede bırakacak şekilde kitle imha
silahlarının Amerika’ya karşı kullanılmasını önlemektir. Bu
saldırı tehdidinin bir terörist rejimden veya terörist örgütten
gelip gelmediğini tartışmak gereksizdir. Önemli olan kaynağı
nereden gelirse gelsin bu tehdidi yok etmektir... Bildiğimiz o
ki Irak rejimi şu anda kimyasal ve biyolojik silahlara sahip ve
ayrıca nükleer silahların peşinde koşuyor.”
Afganistan saldırısının sona
ermesinden birkaç hafta sonra yani Aralık ayından sonra Irak,
artık tüm ağırlığı ile Amerikan gündeminin merkezine oturdu. Bu
amaçla Amerika içerideki atmosferini hazırladı ve Irak’ın kitle
imha silahlarına sahip olduğu ve bunları teröristlere gizlice
sızdıracağı bahaneleriyle de olası bir devletlerarası atmosfer
hazırlamak için bütün gücüyle uğraştı.
Daha sonra Amerika bu hususlara zaman
zaman vurgu yaptığı bir başka hedef ilâve etti. Bu hedef,
insanların zihinlerinde İslam’ın yerini alsın diye Batılı
hadâratı yaymak üzere İslâmî bölgelere karşı bir Hadâratlar
Çatışması’na girişmesidir.
Amerikalılar, bölgedeki gelecek
nesillerin düşünce yapılarını şekillendirmek üzere seçilen
eğitim programları ile sahte değerlerini yayabileceklerini
sandılar. Bu amaçla özgürlükler, demokrasi, kadının yeri ve
insan hakları gibi konuları çok fazlasıyla konuşur oldular.
Böylelikle Irak’ı işgâl etmelerini, bölgeye bu çağdaş (!)
değerlerini taşımanın bir yolu olarak göstermek istediler.
Buradan da 2004 yılı başlarından itibaren meşgul olmaya
başladıkları Büyük Ortadoğu Projesi’ni ileri sürdüler. Ardından
Haziran ayı ortasında düzenlenecek G8 [Sanayi Devletleri]
Zirvesi ile Haziran ayı sonunda İstanbul’da düzenlenecek NATO
Zirvesi’ne bunu sunmaya karar verdiler.
Doğrusu Amerika, Batılı değerlerin
bölgede yayılması için Irak’ı bir merkez haline getirmek
istiyordu ki böylece Ümmetin, Amerika’nın başını çektiği
Batı’nın korkulu rüyası haline geline Râşidî Hilâfet Devleti’ni
kurarak İslâmî hayatlarını yeniden başlatmaları ve yüce
İslamlarına yönelik teveccühleri önünde bir engel olarak duran
hastalıklı bir siyâsî tabaka oluşturabilsin. Zîra henüz fiilî
vakıada ortaya bile çıkmadan önce, Râşidî Hilâfet’e ve
dolayısıyla üzerine kâim olduğu İslam’a karşı savaşmayı
planlıyorlardı.
Amerika Irak’a karşı saldırısı için
ortamı işte böyle hazırladı: Kitle imha silahlarından kurtulmak
ve demokratik ilkeleri, özgürlükleri ve kokuşmuş Batılı
değerleri bölgede yaymak!
Amerika’nın Irak’ı işgâl ettiği
savaş, 19 Mart 2003 günü başladı ve 9 Nisan 2003 günü resmî
yönetimi yıktı. Yönetim, Ümmetin ‘Akidesi’ni ve zirve sütunu
olan Cihâd’ı terk etmekle zaten içerden yıkılmış durumdaydı.
Bush, 30 Nisan 2004 günü başlıca muhârebe harekâtının sona
erdiğini îlan etti. Amerika yönetimin işini bitirmekle zafer
kazandığını ve istikrar bulduğunu zannetti. Velâkin işgâle
yönelik Müslümanların Kahramanca Direnişi karşısında
şaşkınlık içinde şoka uğradı. Bu öylesi şiddetli bir direniş idi
ki başkalarından önce o Amerikan düşman kuvvetleri buna şâhid
oluyordu. el-Fellûce, en-Necef ve diğer Irak bölgeleri ise bunun
en canlı şâhitleri idi. O kadar ki Amerika Irak Yönetimi’ni
şeklen de olsa, Merkezî Muhâberat Teşkilâtı’nın [CIA] Irak’taki
ajanlarına devretmede acele etmeye zorlanıyordu ki üzerindeki
askerî ve psikolojik baskıyı hafifletebilsin.
Ayrıca bu savaşında kendisini
destekleyen diğer devletlerin ordularını Irak’a getirtmek için
de elinden geleni ardına koymadı. Hatta Afganistan’a olduğu
gibi, Irak’a da NATO’yu [North Atlantic Treaty
Organization: Kuzey Atlantik İttifakı Örgütü] sokmaya
uğraştı. Otoritenin Irak’taki ajanlarına sembolik devir-teslim
töreni için târih olarak [2004] Haziran’ın sonuna karar verdi ve
bununla içerisine düştüğü bataklıktan kendisini kurtaracağını
zannetti.
Amerikan Dışişleri ve Savunma
Bakanlığı üst düzey yetkilileri, 2004 yılının Temmuz ayı başında
Irak’taki yönetimin Iraklılara devredilmesi hakkında Amerikan
Kongresi önünde yaptıkları açıklamalarda; yeni Irak Geçiş
Hükümeti’nin, önümüzdeki Temmuz ayının başında görevlerini
üstlenmesini beklediklerini, bu hükümetin ülke üzerinde ancak
“sınırlı egemenliğe” sahip olacağını ve orada mevcut Birleşik
Devletler ile müttefik devletlere ait askerî kuvvetler üzerinde
kesinlikle hiçbir otoritesinin olmayacağını vurguladılar.
Senato’daki Silahlı Kuvvetler
Komisyonu önünde ifade veren Savunma Bakan Yardımcısı Paul
Wolfowitz ve Dışişleri Bakan Vekîli Marc Grossman şöyle dedi: “Birleşik
Devletler, Irak Yönetim Konseyi tarafından onaylanan Geçiş
Merhalesi için Devlet İdâresi Kanunu ile Güvenlik Konseyi
tarafından geçen Ekim’de çıkarılan karar gereğince hareket
etmektedir. Bunların her ikisi de ülkedeki güvenlik idâresini
Amerikan askerî komutanlarına vermektedir.” Otoritenin Irak
Geçici Hükümeti’ne devir işlemi, “tam egemenlik” verilmesi
şeklinde tanımlandığı halde, Grossman bunu “sınırlı egemenlik”
verilmesi olarak tanımladı. Çünkü bu, “Geçiş Kanunu ve
Birleşmiş Milletler Kararı ile sınırlıdır.” Mevcut plâna
göre, Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri’nin temsilcisi
el-Ahdar el-İbrâhimî; altı aylık bir dönem için Irak hükümet
kurumlarını idâre edecek Geçiş Hükümeti’ni oluştumak ve ikinci
bir hükümet seçip kalıcı bir anayasa taslağı hazırlayacak olan
Geçici Vatanî Konsey için Ocak 2005’te yapılması öngörülen
seçimlerin zeminini hazırlamakla görevlendirilecekti.
Wolfowitz ise Temmuz’da göreve
başlayacak birinci hükümeti “tümüyle geçici” ve görevini de “bakanlıkların
idâresi ama bundan daha önemlisi seçimlere hazırlık”olarak
tanımlayıp Hükümetin bunun da ötesinde polis kuvvetlerini idâre
edeceğini “fakat Amerikan Merkez Kuvvetler Komutanlığı
[Katar’daki CENTCOM] ile koordinasyon içerisinde
idâre edeceğini, çünkü bu noktada mevcut durumun normal
olmadığını” da ekledi. Nitekim Cumhuriyetçi Senatör John
Warner, Genelkurmay Başkanı General Richard Myers’a “Otoriteyi
devredeceğiz ama askerî kararlar mutlak olarak Amerikan
generalinin elinde kalacak, öyle değil mi?” diye bir soru
yönelttiğinde Myers şöyle yanıt verdi: “Evet, bu doğru.”
Irak’ta yeni ve büyük bir askerî
kuvvet kurulmasına yönelik çabalara açıklık getiren Wolfowitz
ise şöyle dedi: “Egemenlik, mümkün olan veya geri döndürmek
istediğimiz bir şey değildir. Irak’ın güvenliği, Amerikan
komutasında, Irak kuvvetlerinin de yer aldığı çok-uluslu gücün
bir parçası olacaktır.”
Kezâ Birleşik Devletler, Temmuz
ayının başında Irak’taki otoriteyi üstlenmesi beklenen yeni Irak
Hükümeti’nin, işgâlci koalisyon güçleri lehine yetkilerinin bir
kısmından vazgeçmek zorunda kalabileceği uyarısında bulundu.
Amerika Dışişleri Bakanı Colin Powell
da, işgâlci koalisyon güçlerinin görevlerini Amerikan liderliği
altında sürdürmelerinin zorunlu olduğunu söyledi. Powell,
Reuters haber ajansına verdiği demeçte şöyle dedi: “Koalisyon
güçleri, Amerikan liderliği altında kalmalıdır. Bu, bazılarının
“tam egemenlik” dedikleri şeyi aşabilir… İlgili
detayların Birleşmiş Milletler kararında belirleneceğini
umuyorum.”
Otorite’nin, iddia ettikleri gibi
Iraklılara devrinin vakti yaklaştıkça, işgâl ve direniş güçleri
arasındaki çarpışmalar da iyice körüklendi. el-Fellûce
kuşatmasının gölgesinde es-Sadr yanlısı “el-Mehdî Ordusu” ile
sürtüşmeler yaşandı. İşgâlci, bizzat Bremer’ın talebiyle, Irak
İslâmî Partisi [el-Hizb-ul İslâmî el-Irâkî] ve Sünnî
‘Ulemâ Heyeti [Hey’et-u ‘Ulemâi’s Sunne] ile Dâvet
Partisi [Hizb-ud Da’vâ] gibi Şiî partilerin ve
es-Sistânî gibi bazı Şiî mercilerin, bir taraftaki el-Fellûce
halkı ve es-Sadr yanlılar ile diğer taraftaki işgâl güçleri
arasında bir ateşkese varılmasına aracılık ederek müdâhale
etmelerini talep etmesine rağmen, İşgâlci birtakım şartlarda
ısrar etti. el-Fellûce’de ateşkesin varlığına rağmen İşgâlci,
el-Fellûce’yi kuşatmak üzere kuvvetlerini sevk etmeye devam etti
ve es-Sadr’ın ya yakalanması ya öldürülmesi ya da el-Mehdî
Ordusu milislerinin dağıtılması üzerindeki ısrarını sürdürdü.
Amerika’nın işgâl etmek için Irak’a
gelmesi ve Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi’nin başlatılması ve
sürdürülmesi için Irak’ı bir sıçrama tahtası ve harekete geçme
noktası haline getirmesi, nev’i şahsına münhasır ajan bir Irak
Geçiş Hükümeti oluşturulmasını zorunlu kılmaktadır. Bu Ajan
Hükümet Amerika’ya geniş yetkiler ve sınırsız imtiyazlar
verecektir ki Irak toprakları, Amerikan İmparatorluğu için bir
hareket noktası edinilsin ve Amerikan Yüzyılı Projesi
tamamlanabilsin. Nitekim Wolfowitz’in Amerikan Kongresi önünde
yaptığı açıklamaları bunu göstermekteydi: “Egemenlik, mümkün
olan veya geri döndürmek istediğimiz bir şey değildir. Irak’ın
güvenliği, Amerikan komutasında, Irak kuvvetlerinin de yer
aldığı çok-uluslu gücün bir parçası olacaktır.”
Bu da bazı Amerikan yetkililerin
Geçici Yönetim Konseyi’nde yaptıkları açıklamaları açıklığa
kavuşturmaktadır ki onlar, Birleşik Devletler’in Irak tarafı ile
bir güvenlik anlaşması imzalamak suretiyle gelecek Temmuz’un
başında yönetimi Iraklılara devrettikten sonra da Irak’taki
operasyonlarını aralıksız sürdürmek istediğini söylüyorlardı.
Amerikan Genelkurmay Başkanı General Richard Myers’ın: “Amerikan
askerî varlığının Irak’ta ne kadar kalacağı halen belirsiz”
şeklindeki açıklaması da bunu vurgulamaktaydı. Yine Irak
topraklarındaki en az yedi askerî üste 130 bin dolayında
Amerikan askerinin konuşlandırıldığından bahsedilmekteydi.
Diğer taraftan Irak’ta yönetimin
şeklî, sembolik olarak ajanlarına teslim edileceği zamana kadar
durumun istikrar bulması için Amerika, Irak’taki direnişe karşı
vahşi operasyonlarını yoğunlaştırmaya uğraştı. Her türlü katliam
araçlarını kullanmasına, insanlara baskı ve sindirme
yöntemlerinin tümünü uygulamasına rağmen direnişin gücünü
kıramadı. Kendisini güvende hissetmeyi dahi başaramadı. Bilakis
askerlerini zırhlı araçlarından çıktıkları andan itibaren
şiddetli bir korku ve dehşet kaplar oldu. Hatta tanklarının
içinde bile güvene ve güvenliğe sahip olmaz oldular. Cenîn’in
ikizi olan el-Fellûce buna şâhittir. Amerika’nın direnişçilere
karşı sürdüğü kara ve hava saldırılarının tümü bunu dile
getirmektedir.
Daha sonra, -fıtratları gereği
hayvanların bile yapmaktan hayâ edecekleri derecede, Ebu Ğurayb
Hapishanesi’nde kullandığı iğrenç işkence yöntemlerinin açığa
çıkmasıyla Amerika’nın barbar cürümleri de deşifre edilmiş oldu.
Amerika bu cürümleri işleyerek, gerçekten de aynen Allah
[Subhânehu ve Te’alâ]’nın buyurduğu gibi olduğunu
göstermiş oldu: [كَالأَنْعَامِ
بَلْ هُمْ أَضَلُّ]
Hayvanlar gibi, hatta daha da aşağıdırlar. [el-A’râf
179] Böylece, aşağılık Amerikan hadâratı ile kokuşmuş
değerlerinin gerçek yüzü ortaya çıktı. Oysa onlar Irak’ı ve tüm
bölgeyi bunlar ile kurtaracaklarını iddia ediyorlardı!
Amerika’nın Irak’a yönelik düşmanca
saldırısı, Amerika’nın ideolojik, hadârî, fikrî ve hatta askerî
anlamda ne kadar alçak olduğu gözler önüne serdi. Şuna bakınız
ki sayıca çok da fazla olmayan bir grup mü’min delikanlı,
Amerika’nın burnunu yere sürttü. Yine yaşanan olaylar gösterdi
ki Amerika’nın yığınla sahip olduğu o devâsâ silahları; göğüs
göğüse çarpışmaktan tırsan ve cesâretten nasibi hiç olmayan
yüreksiz adamlar tarafından kullanılmaktadır. Şâyet Amerika’nın
bunca muazzam silah yığınakları olmasaydı, -kokuşmuş hadâratı ve
değerleri açığa çıktığı gibi- adamlarının korkaklığı da açığa
çıkacaktı.
İşte bu yüzden gelecek [2004] Haziran
ayının sonuna kararlaştırılan otoritenin sembolik devri,
içerisine saplandıkları bataklıktan onları kesinlikle
kurtaramayacaktır. Yine 30.06.2004’ten itibaren Irak’a atanan
kurnaz sefirleri Negroponte de -siyâset ve cinâyette ileri
gelenlerden olduğu için seçilmesine rağmen- onları kesinlikle
kurtaramayacaktır.
Bremer’in yerini alması için John
Negroponte’nin Amerika’nın Irak Büyükelçisi olarak seçilmesi,
şeytânî Amerikan plânlamasına karşı çıkanlar ile Irak halkının
bastırılması ve tüm direniş odaklarının yok edilmesi için
Amerikan projesi dâhilinde gelmişti. Üstelik Amerikan irâdesinin
dışına çıkanlara karşı muamele keyfiyeti hakkında, Honduras’taki
büyükelçiliği sırasında yeterli miktarda deneyim kazanan bir
kişidir Negroponte. Nitekim Honduras’ta ölüm mangası olarak
tanınan “316. Birlik”in eğitilmesi ve donatılması ile doğrudan,
birebir uğraştığı bilinmektedir. Negroponte’nin oradaki görev
süresi boyunca bu birlik, Nikaragua’daki Sandinitsa
Gerillaları’na karşı Kontr-gerillalarıyla [Gerilla karşıtı
gerilla] giriştikleri savaş sırasında, Honduras’ın bir
“yüzer uçak gemisi” olarak kullanılmasına karşı çıkan yaklaşık
200 muhâlifi öldürmüştü. Negroponte, Honduras’ta yaşanan olaylar
ve doğrudan karıştığı IranGate Skandalı’ndan tüm
çıplaklığıyla haberdâr olduğu halde, Kongre önünde yalan yemin
ile şâhitlik etmede hiç tereddüt etmemişti. Aynı şekilde
Amerikan kanunlarına aykırı olmasına rağmen, Honduras’a tahsis
edilen Amerikan yardımlarını Kontra’ya [Kontr-Gerilla]
transfer ettiğini de îtiraf etmişti. Bu çelişki bile, konumu ne
kadar yüksek olursa olsun, normal hallerde görevinden
uzaklaştırılması için yeterliydi. Ne var ki işlediği suçların
sicilinin, işlediği disiplinsizliklerin çok ötesinde olduğunu
gördüler. Bu da onun Irak Büyükelçisi ve mutlak hâkimi olmaya
ehil görülmesini sağladı.
Bush Yönetimi, onu Birleşmiş
Milletler’deki temsilcisi konumuna aday gösterdikten sonra,
Honduras konusunda Negroponte’nin kınanmasına yönelik tüm
sesleri susturma girişiminde bulunmak üzere, 316. Birlik
komutanlarından bazılarını Birleşik Devletler’den kovmaya
yöneldi. Onlardan biri de Birlik’in kurucularından olan
Washington’daki Honduras Büyükelçi Vekîli Louise Alonso Disco
Alvaro idi. Bu adam daha sonraları, Birlik’e yapılan Amerikan
yardımları hakkındaki pek çok gerçeği ifşa etmişti.
Irak Yönetimi’nde Bremer’ın yerini
alsın ve ismen Birleşik Devletler Büyükelçisi ama gerçekte
Irak’ın asıl yöneticisi olsun diye, otoritenin sembolik
devrinden sonra Amerika’nın Irak’a atamaya niyetlendiği elçisi
işte o Negroponte’dir! Sözkonusu bu adamın vakıasının ışığı
altında bakıldığında, Irak’ın geleceği -Allah göstermesin-
plânladıkları gibi kalacak olursa, Irak’ta işleyeceği cürümleri
tasavvur etmek hiç de zor değildir!
Amerikan Başkanlık Seçimleri’ne
gelince; dünyaya dayatılan ve dayatılagelen siyâsî gerçeklere ve
mevcut verilere bakılarak, John Kerry’nin Kasım 2004’te
yapılacak Amerikan Başkanlık Seçimleri’nde kazanması halinde
Amerikan politikasında değişiklik yaşanması uzak bir ihtimaldir.
Çünkü kim gâlip gelirse gelsin, devletlerarası politikalara
ilişkin seçenekleri sınırlı kalacaktır. Nitekim muhâfazakâr
Heritage Foundation [Amerikan politika-düşünce
merkezlerinden biri] analistlerinden John Hulsman şöyle
diyordu: “Terörizme karşı savaş konusunda ikisi [Bush ve
Kerry] arasındaki fark, çoğu insanın sandığından çok daha azdır.
Şiddet düzeyinde bir farklılık olabilir ama asıl özde fark
olmaz.” Diğer yabancı analistler ve diplomatlar da benzer
şeyler söylemektedirler: “Aralarındaki yöntem (üslup)
farklılıklarına rağmen Bush ile Kerry’nin politikalarını
belirleyecek olan; Irak’ta tırmanan şiddet, fundamentalistlerin
dünya çapında düzenledikleri süregelen saldırılar, kısıtlı
enerji kaynakları, Kongre’nin yapısı ve içerideki kamuoyu gibi
siyâsî gerçekler olacaktır.”
Yine mevcut yönetimin yapmakta
oldukları, doğal olarak gelecek yönetimi belirli konulara mecbur
edecektir. Brookings Institute’da [Amerikan
politika-düşünce merkezlerinden biri] Başkanlık
politikaları uzmanı olan Stephen Hess buna işâret ederek şöyle
diyordu: “(Amerikan) Yönetimi ve dünya bir asansörün
içerisinde. Dolayısıyla kolayca onu durduramazsın ve ‘ben
buradan çıkmak istiyorum’ diyemezsin.”
Başkan Bush Yönetimi’nin eski bir
yetkilisi de Reuters’a şöyle diyordu: “Kerry, terörizme karşı
Bush’un yaptığından daha etkin bir şekilde savaşabilir. Çünkü
geniş çaplı tehditlere bakarak daha komplike bir yaklaşım
izleyebilir. Yine hem ittifaklar kurma hem de akılları ve
gönülleri kazanma mücâdelesi biçiminde, askerî güç ile ılımlı
gücü meczedebilir.”
Irak’a karşı düşmanca saldırı
plânları yapan, Irak’taki hedeflerini gerçekleştirmek üzere bu
düşmanca saldırısını merhaleler ile sınırlandıran ve Irak’ı,
bölgeye yayılım için bir üs ve sıçrama tahtası olarak kullanan
Amerika’nın tavrı işte budur!
Tablonun tamamlanması için burada
Avrupa’nın, bilhassa Fransa’nın, Rusya’nın ve İngiltere’nin
tutumlarını da ortaya koyacağız.
Avrupa ve Rusya’nın
Tavrı
Fransa Cumhurbaşkanı Jacques Chirac,
29.04.2004 târihinde Elysée Sarayı’nda düzenlediği basın
toplantısında egemenliğin Iraklılara sembolik olarak
devredilmesini ve Güvenlik Konseyi’nin, yetkileri işgâlci
koalisyonun elinde bırakan yeni bir karar çıkartmak için
kullanılmasını şiddetle eleştirdi ve böylesi bir durumu
“felâket” olarak tanımladı. Chirac şöyle dedi: “Bugün
otoritenin Iraklılara devredilmesi âciliyet arzetmektedir. Fakat
soru, bunun nasıl olacağını bilmektir… Kanaatim o ki, Irak’ın
yeniden inşâ süreci yolunda, Birleşmiş Milletler’in fiilî
gözetimi altında gerçek bir otorite devri olmaksızın, Irak’taki
mevcut durumdan olası bir çıkış yok!..” Fransa Cumhurbaşkanı
konuşmasına şöyle devam etti: “Oysa aslında işlerin
değişmediği ve Koalisyon’un gerçek yetkileri elinde tutmayı
sürdürdüğü realitesi var olduğu sürece, ‘Bakınız, Birleşmiş
Milletler Irak’ta bulunuyor ve devletlerarası bir kaplam teşkil
ediyor’ denilerek çok bilinmeyenli kompleks denkleme benzer bir
çözüm önerilmesi, felâket mesâbesinde olacaktır.”
Fransa Cumhurbaşkanı, Paris’te
görüştüğü el-Ahdar el-İbrâhimî’nin sunduğu önerilere atıfta
bulunarak şöyle dedi: “Bu öneriler, Güvenlik Konseyi’ne bir
karar tasarısı sunulmasına yol açacaktır” ki Birleşik
Devletler zaten bu konu üzerinde çalışmaktadır. Ardından şöyle
sorarak devam etti: “Bu öneriler, Güvenlik Konseyi’nde
onaylanacak ve Irak’ın siyâsî, ekonomik ve toplumsal açıdan
yeniden inşâsına temel olacak açık ve güçlü bir devletlerarası
karara mı yol açacak? Bundan emin değilim.”
Buna karşılık Chirac, el-İbrâhimî’nin
önerilerini güçlü bir şekilde desteklemeleri ve “tek ses”
olmaları için Avrupa Birliği’ne çağrıda bulundu. Fakat birlik
üyeleri arasındaki mâlum anlaşmazlıkları dikkate alarak,
Avrupa’nın bu hedefi gerçekleştirmesi hakkındaki şüphesini de
dile getirdi. Aksine Fransa Cumhurbaşkanı’nın açıklamalarına
bakıldığında Paris’in, gelecek Haziran ayının 30’unda
gerçekleşecek otorite devriyle temsil edilen fırsatın
“kaçmasından” ve Washington’un da bundan istifade ederek, bir
Fransız kaynağın ifadesiyle “başka politikalar zincirini
uygulamak için” bunu terk etmesinden açıkça korktuğu
anlaşılıyordu. Doğrusu Paris; Madrid ve Berlin ile birlikte bir
“ortak çizgi” şekillendirmeye çalışıyordu. Bu bağlamda Chirac;
Alman Şansölyesi Gerhard Schröder ile Irak’taki durum hakkında
kapsamlı istişareler yaptıktan sonra Berlin dönüşünde Paris’e
uğrayan İspanya Başbakanı José Rodriguez Zapatero’yu
karşılıyordu.
Fransa, Güvenlik Konseyi’den,
egemenliğin Iraklılara devrini açıkça vurgulayan bir karar
çıkartmasını ve “Koalisyon” güçlerinden ülkeyi terk etmelerini
talep ederek 2005 seçimlerden çıkacak Irak Hükümeti’nin muktedir
olmasını sağlamasını istemekteydi.
Yetkin bir Fransız kaynak, seçimlere
yönelik sınırlı bir yöntem öngören Güvenlik Konseyi’nin yeni
kararı çerçevesinde ülkesinin tutumunu açıklıyor, Fransa’nın bu
karardan, Irak egemenliğinin “gerçek” hale getirilmesine ve
gelecek Haziran ayı sonundaki otorite devrinin “hakiki ve tam”
olmasını ısrarla vurgulamasını umduğunu söylüyordu.
Aynı kaynak şöyle diyordu: “Fransa
bu egemenliğin, bilhassa Iraklıların kendi kaynaklarını kendi
başlarına yönetmeleri bağlamında, ‘yere basan fiiller yoluyla’
gerçekleşmesini istemektedir… İkinci husus ise şudur: Paris, 1
Temmuz’dan sonra kurulacak Irak Hükümeti’nin, çok-uluslu
güçlerin faaliyetlerini denetleme hakkına sahip olmasını
istemekte, Irak askerî kuvvetlerinin Amerikan kuvvetlerine
entegre edilmemesinde ısrar etmektedir.” Yine, bir çerçeve
simgeleyeceğine işâretle ülkesinin, bunların Güvenlik Konseyi
kararının metninde yer almasında ısrarcı olacağını da
vurguluyordu.
Ayrıca Fransa’nın, yapılacak
seçimlerden sonra, “egemen ve yasal” bir Irak Hükümeti
çıkmasını, bu hükümetin herhangi bir zamanda yabancı güçlerin
ayrılmalarını yada kalmalarını talep etme hakkına sahip olmasını
istediğini belirtiyordu: “Önemli olan arzusunu açıklıkla
ifade edebilme seçeneğinin bulunmasıdır.” Fransa’nın bu yeni
kararda, belirlenecek “ileri” bir târihte koşulların “yeniden
gözden geçirilmesine” ilişkin bir madde bulunmasını
istemediğini, zîra Güvenlik Konseyi’nin, Iraklıların ve
seçimlerden çıkacak Irak Hükümeti’nin sorumluluğunda olan geri
çekilme konusunda bağlayıcı bir takvim belirleme hakkı
olmadığını söylüyor ve şöyle ekliyordu: “Bu durumda Fransa,
yeni kararın böyle bir çerçevede onaylanmasını sağlayamazsa,
veto hakkını kullanmaksızın oylamadan çekilecektir.”
Aynı kaynak; Almanya ve İspanya gibi,
Rusya’nın kısmen farklılık arzeden tavrını destekleyen Avrupa
devletleri bulunduğunu, Moskova’nın iki karar tasavvur ettiğini,
birincisinin yeni hükümetin oluşturulmasına yönelik iken
ikincisinin bu hükümetin taleplerinin kabul edilmesinin önemine
vurgu yaptığını ve daha sonraları Güvenlik Konseyi’ndeki
oylamanın, hükümete verilen sorumluluk ile egemenliğin boyutuna
yönelik bu talepler için yapılacağını teyid ediyordu. Devamla
Fransa’nın, “egemenliğin iadesinin açıkça bağlayıcı olması” ile
tek bir karar çıkarılmasını tercih ettiğini dile getiriyordu.
Açıktır ki Fransa ve Rusya, Irak’taki
durumları istismâr etmek yoluyla, Amerika’nın devletlerarası
politikasında bir değişim meydana getirmek için Avrupa’nın
desteğini kazanmaya uğraşmaktadır. Zîra onlar, Irak sonrası
döneme ilişkin Amerikan politikaları ile Amerika’nın tüm dünyayı
bir Amerikan çiftliğine çevirmek istediğinin farkındadırlar. Bu
ise Fransa ve Rusya’nın yanı sıra Avrupa’nın kalanının da on
yıllar boyunca Amerika’nın merhametine terk edilmesi demektir.
Çünkü Amerika, Fransa ile Avrupa’nın herhangi bir devletlerarası
rol almasına, hatta dünyadaki çıkarlarını gerçekleştirmelerine
bile fırsat vermeye yanaşmamaktadır. Bu yüzden onlar, gelecek on
yıllar boyunca Amerika’nın Irak’taki varlığına meşruiyet
kazandıracak bir devletlerarası kararı kullanmak suretiyle,
Irak’ta otoritenin sembolik olarak devredilmesinin önüne geçmeye
çalışacaklardır. Aksi takdirde bu, Amerika’nın Arap olsun
olmasın, diğer ülkelerden Irak’a kuvvetler getirmesine imkân
verecektir ki gelip Irak’taki işgâlci koalisyon güçlerine
katılsınlar ve böylece Amerika, dünyadaki diğer askerî
öncelikleri ile rahatça ilgilenebilir bir hale gelsin. İşte bu
bakımdan Avrupa devletleri ve Rusya, Irak’taki Amerikan
menfaatleri için Birleşmiş Milletler’in kullanılmasını
engellemeye çalışacaklardır.
Şu durumda tek ses olabilmek için
Avrupa’nın önünde kat etmesi gereken daha uzun bir yol vardır.
Chirac’ın, Avrupa’nın bu hedefi gerçekleştirebileceği hususunda
şüpheli olduğunu belirtmesi de buna işâret etmektedir. Lâkin
Fransa, Avrupa üzerinden Amerika’nın Irak’taki plânlarını
kösteklemek için uğraşacaktır ki Amerikan İmparatorluğu’nu
kurmaya ve Amerikan Yüzyılı Projesi’ni sonuçlandırmaya yönelik
plânlarında Amerika’nın ilerlemesini engellesin. Bununla da
kendi çıkarlarını korumak için uğraşacaktır. Fakat bundan,
Fransa, Rusya veya herhangi bir dünya devletinin; Batı’nın tüm
nüfuzundan arındırılsın diye Irak’tan geri çekilmesine götürecek
biçimde Amerika’yı tam bir hezîmet ile hezîmete uğratmak
istediği anlaşılamaz. Yoksa bundan onların, Irak’taki
Müslümanların, -bir avuç Batı ajanının tahakkümü, kontrolü
altında olmaksızın- otoritelerini geri aldıklarını görmek
istedikleri mi anlaşılır?! Hayır! Muhakkak ki bu, onların
çıkarları için Amerika’nın plânlarını tamamlamasından çok daha
zararlıdır. Dünyadaki tüm şer güçleri gibi Haçlı Avrupa’nın da
korktuğu en kötü şey; Amerika’nın Irak’ı, Batılı ajanlar
grubunun dizginlerinden sıyrılmış bir halde başıboş
bırakmasıdır. Çünkü Amerika’nın aksine Avrupa, İslâmî Âlem’e
daha yakındır ve Müslümanlar ile nice keskin savaşların acısını
tatmıştır. Dolayısıyla Müslümanların, Kâfirin prangasından
kurtulmalarının ne mânâya geldiğinin gâyet farkındadır. Hele ki
bu, tüm İslâmî Ümmet’i, Ortadoğu’da Haçlı Kâfir’in prangasından
kurtarmanın bir başlangıcı olursa!..
İngiltere’nin Tavrı
İngiltere’ye gelince; devletlerarası
olaylardaki etkisini ve tek başına gayretiyle ve çizdiği
projeleriyle tahakkümünü kaybetmesinden beri o, halen
alışılagelen seyrini sürdürmektedir. O zamandan beri, ancak
kendisinin eşlik etmesiyle ilerleyebilen Amerikan trenini
-ikinci sınıf bir vagona binmek zorunda kalsa da- terk
etmemiştir. Bir yandan darmadağın olan imparatorluğunun
sömürgelerindeki çıkarlarını korumak için mücâdele ederken, öte
yandan eline geçen her fırsatta Amerikan plânlarını engellemeye
çalışmaktadır. Irak’ta da aynı şeyi yapmıştır ve yapmaya da
devam etmektedir. Onun göz önünde bulundurduğu husus, miktarı ne
kadar küçük olursa olsun Amerika ile beraber bir payının
bulunması ve ortaklığı Amerikan plânları uyarınca olsa da,
birinci devletin ortağı olarak olaylar tablosunun içerisinde yer
almasıdır. Kaldı ki aynı zamanda kendisine, Amerika aleyhine
“kargaşa çıkarma” imkânı veren hiçbir fırsatı da affetmeksizin
kaçırmamaktadır. Nitekim Irak’a karşı açılan savaş başlamadan
önce, Irak’a saldırısına izin veren bir karar çıkarttırmak üzere
Amerika’yı Güvenlik Konseyi’ne başvurmaya zorladığı zaman böyle
olmuştu. Zîra İngiltere, içerisindeki etkin devletlere vâkıf
olduğu için Güvenlik Konseyi’nin bunu kabul etmeyeceğini ve
dolayısıyla Amerika’nın devletlerarası bir karar olmaksızın
saldırısını başlatacağını ve devletlerarası kânunu ihlâl etmiş
görüneceğini iyi biliyordu. Her ne kadar Amerika’nın hiç
umurunda olmasa da İngiltere bununla bile yetinmekte idi. İşte
böylece İngiltere, bir yandan Amerika ile birlikte yürümekte,
ama öte yandan Amerika’yı sıkıştırmak ve plânlarını çökertmek
için Avrupa ile birlikte yürümektedir. Fakat bunu kendi özel
yöntemi ile yani alenen meydan okumadan yapmaktadır. Bunun için
o, Avrupa’dan kopmadan Amerika ile birlikte hareket etmekte,
daha açıkçası “Bir Ayağı Amerika’da, Diğer Ayağı Avrupa’da”
politikası izlemektedir.
Irak meselesindeki diğer “büyük”
devletin en bâriz tutumu işte budur. Bunun, şu anki haliyle
Amerika’yı plânlarından uzaklaştıracak veya başarısız kılacak
derecede bir güce ulaşmadığı da açıktır. Dahası Amerikan Başkanı
Bush’un Irak’a yönelik hâlihazırdaki politikası; Körfez’e
yönelik Amerikan politikasının stratejist tasarımcıları
tarafından ortaya konulmuş uzun vâdeli Amerikan plânı
bağlamındadır.
1 Ocak 1968’de İngiliz Başbakanı
Harold Wilson Hükümeti’nin, 1971 yılı sonundan itibaren Körfez
de dâhil olmak üzere Süveyş Kanalı’nın Doğusundaki
sömürgelerinden çekilmeye karar vermesinden sonra eski Amerikan
Başkanı Nixon, 1970 yılında bu plânın uygulamasını fiilen
başlatmıştı. Nixon ve ondan sonra gelen tüm Amerikan başkanları,
şartların elverdiği ölçüde, infâzı birkaç on yıl gerektiren bir
proje dâhilinde bu plânı uygulamaya çalışmışlardı.
İşte 11 Eylül 2001 hâdiseleri, Oğul
W. Bush için Irak’ın işgâline kalkışmasına ve çoğu Körfez
devletlerinin petrolüne hâkimiyet kurduktan sonra Irak
petrollerine de hâkim olmasına yönelik münâsip bir koşul teşkil
etmiştir. Muhakkak ki Amerika, Irak’ın parçalarıyla bütünleşmiş
güçlü bir devlet haline dönüşmesini istememekte, bilakis
üzerinde hâkimiyet kurmasını kolaylaştırmak üzere birbirleriyle
zayıf bağlantılı parçalar halinde olmasını istemektedir. Aynı
zamanda Irak Kürdistanı’na varlık (devlet) benzeri güçlü bir
yapı vererek, Saddam’ın yönetim günlerinde muhâlefette yer alan
Kürtler’e ettiği vaadlerini de yerine getirmek istemektedir.
Amerika, Birinci Dünya Savaşı’ndan
beri Kürtler’e ait bir varlık oluşturmak için çalışmaktadır.
Nitekim Birinci Dünya Savaşı’ndaki paylaşımlar ile Osmanlı
Devleti’nin parçalanmasının bir sonucu olarak Kürtlerin
meselesinin patlak vermesinden sonra, eski Amerikan Başkanı
Wilson, Versay Konferansı’nda Kürtler’e
self-determinasyon hakkı verilmesine çağrıda bulunmuştu. Fakat o
dönemde birinci devlet olan İngiltere, bu Amerikan arzusunu
görmezden gelmiş, o zamanki Ajanı Mustafa Kemâl’i hoşnut etmek
için Kürtlerin bölgelerini Türkiye, İran, Irak ve Suriye
arasında bölüştürmüştü.
Üstelik Amerika, Kuzey Irak’taki
ayrılıkçı Kürt hareketleri de -İngiltere’ye bağlılıklarına
rağmen- sürekli destekledi. Zîra Amerika, Irak’ta tek bir güçlü
devlet bulunmamasından yanaydı. O yüzden, uzletinden çıkmasından
beri bu konuyu bir strateji olarak benimsedi. ‘AbdulKerîm Kâsım
kendisinin yardımlarıyla iktidara ulaştığı zaman ona, Irak’ı üç
parçadan oluşan federal bir devlet haline getirmesini önerdi.
İkinci Körfez Savaşı’ndan sonra da Amerika, Irak’a ambargo
uygulama fırsatı yakaladı. Böylece Irak’ı parçalara ayırmak ve
Kürt Devleti kurmanın fitilini yakmak üzere güvenli bölgeler,
uçuşa yasak bölgeler oluşturmanın kapılarını aralayabildi. Bunun
için Amerika, birbirlerini boğazlayan Kürt grupları uzlaştırmaya
girişti ve onlar için bir Kürt yönetim mekânizması inşâ etmeye
çalıştı. Bu uzlaşma, bilhassa önde gelen iki Kürt partisi
arasındaydı: Celâl Talabânî liderliğindeki Kürdistan
Yurtseverler Birliği [KYB] [el-İttihâd-ul Vatanî
el-Kurdistânî] ve Mes’ud el-Barzânî liderliğindeki
Kürdistan Demokratik Partisi [KDP] [el-Hizb-ud Dimukrâtî
el-Kurdistânî]. Bu yüzden Amerika, Türkiye’yi düşünsel
bazda iknâ etmeye çalıştı ve bu amaçla Kongre’den hey’etler
gönderdi. Sonra orada başta parlamento olmak üzere, devlet
organlarının kuruluşuna yönelik olarak Kürt bölgelerindeki seçim
sürecinin peşine düştü.
Amerikan Merkezî Muhâberat
Teşkilâtı’nın [CIA] Irak işlerinden sorumlu eski Başkan
Yardımcısı Graham Fuller Ağustos 1996’da şöyle dedi: “Irak’ın
üç parçaya bölünmesi gerekir… Amerika, Kürt Devleti kurma
plânının gerçekleşmesinde kararlıdır.” Amerikan Yönetimi
tarafından, Türkiye’yi Amerikan düşüncesine iknâ etmek için
Ankara’ya gönderilen eski Amerikan Dışişleri Bakan Yardımcısı
Richard Holbrooke ise Türkiye Cumhurbaşkanı Demirel’e 05.09.1995
günü şöyle dedi: “Irak için en iyi çözüm federasyondur.”
Demirel ise şöyle cevap verdi: “Federasyon bölünme
demektir, bu da Türkiye’ye uzanır.”
İngiltere ise taksim, bölünme
düşüncesine şiddetle karşıdır. Dışişlerinden sorumlu İngiliz
Devlet Bakanı Douglas Hugg şöyle diyordu: “Irak’a yönelik
açık politikamız, Irak’ın uluslar arası devlet sınırları
dâhilinde bağımsız bir Kürt Devleti kurmayı amaçlayan herhangi
bir girişimi desteklememeye ve teşvik etmemeye dayalıdır. Biz
Irak’ın bütünsel bir devlet olması gerektiğine inanıyor, tüm
olanaklarımızla parçalamasına karşı koyuyoruz. Yine Irak’taki
Kürtlerin sorununun, onlar için özerk nitelikli bir bölge
kurulmasıyla çözülebileceğine inanıyoruz. Bu konuda Türkler ile
hemfikiriz. Saddam yönetimi ile (kimi zaman) ihtilaflar
yaşıyorsak bu, Irak’ta taksim istediğimiz anlamına gelmez.”
Türkiye ve diğer komşu ülkelerin
çıkarları ise Irak’ın bölünmesini engellemeye yönelik İngiliz
politikasına sarılmalarını gerektirmektedir. Nitekim Türk
Dışişleri Bakanlığı şöyle diyordu: “Kuzey Irak’ı Kürt bölgesi
olarak tanımlamak yanlış… Çünkü orada üç yüz bin Türkmen var.”
Amerika, Bremer ve uşaklığını yapan
Irak Yönetim Konseyi yoluyla, Birlik veya Federasyon adı altında
Irak’ın zayıf varlıklara parçalanmasının zeminini hazırlayarak
Kürtlerin durumunu özel olarak değerlendirmeye çalışmaktadır.
Nitekim Amerika, “Saddam döneminde Irak dışında muhâlefette
oldukları zaman” Kürtler’e; bağımsız devletin çekirdeği olacak
“Kerkük’ü de içeren” milliyetçi temele dayalı geniş çaplı
federasyon vaadinde bulunmuştu. Buna binâen Saddam devrilir
devrilmez Kürtler, bu vaadin yerine getirilmesini sağlamak ve
Kerkük’ü, Saddam döneminde şekillenen otonom, özerk yönetim
bölgesine dâhil etmek için fiilî icraatlara kalkıştılar. Velâkin
Amerika, Irak’ın işgâlinden sonra Kerkük konusunda Irak’taki
diğer ajanlarının itirazlarıyla karşılaştı. Bunun için Amerika,
[Kerkük’ü vermeksizin] etkin yetkiler vererek önceki özerk
yönetimi takviye etmekle yetindi. Buna da, Yönetim Konseyi’nin
Amerika’nın isteklerine göre ortaya koyduğu anayasada yer
verildi.
İşte böylece, Bremer tarafından
yazılıp kukla Yönetim Konseyi tarafından onaylanan Irak
Anayasası’nın 53. maddesinin (a) fıkrasında şöyle denildi: “Kürdistan
Hükümeti, 19 Mart 2003 târihinde mezkur hükümet tarafından idâre
edilen toprakların resmî hükümeti sıfatı ile tanınır.” Bu
kanunda geçen “Kürdistan Hükümeti” terimi; Kürdistan Vatanî
Meclisi, Kürdistan Bakanlar Kurulu ve Kürdistan bölgesindeki
Bölgesel Yargı Otoritesi demektir. Yani devlet içinde devlet
demektir! 54. maddenin (b) fıkrasında da şöyle denildi: “Kürdistan
bölgesinde federal kânunların uygulanması ile ilgili olarak,
Kürdistan Vatanî Meclisi’ne, Kürdistan bölgesi içerisinde bu
(federal) kânunlardan herhangi birinin uygulamasını düzenlemeye
izin verilir.” Bu bir bölünme değil de başka ne olabilir
ki?!
İşgâl mızrakları altında yazılan
cürüm anayasası işte budur! Irak’ın ihlaslı evlatları, çok geç
olmadan bunun işini bitirmeli, devirip atmalıdırlar. Aynen
geçmişte Tatarların koyduğu “el-Bâsık” kanunlarını yırtıp
attıkları gibi!.. Onlar da o zaman Bağdâd’ı istilâ etmiş,
kurunun yanında yaşı da yakıp yıkmışlardı. İslâmi Kültür’ün
milyonlarca el yazması eserini Dicle Nehri’ne atmışlardı. O
zaman onları devirmek için hemen harekete geçmemiş olsalardı,
belki de Irak, birbirlerini boğazlayan zayıf devletçilere çoktan
parçalanmış olacak, tam bir fitne-fesat bataklığına dönüşmüş
olacak, her tür sapık fikrin, her tür iğrenç hükmün ve daha nice
kokuşmuş küfür fikrinin ve hükmünün sergilendiği bir pazar
olacaktı.
Muhakkak ki Irak’taki Müslümanlar
hiçbir zaman ümitsizliğe kapılmazlar, hiçbir zaman teslim
olmazlar. Zîra onlar, nice asırlar boyunca dünyanın efendisi
olmuş, liderliğini üstlenmiş asîl bir ümmetin, İslâmî Ümmet’in
güzîde bir parçasıdırlar. Er yada geç, Amerikan-İngiliz işgâlî
mutlaka yok olacaktır. Zîra doğusundan batısına yeryüzünün her
tarafında bulunan İslâmî Ümmet, yeni Amerikan sömürgeciliğinin
boyunduruğundan, zâlimâne Küfür kânunlarından ve mücrimâne
saltanatından kurtulmak üzeredir. Bu kânunlar ve bu saltanat ile
Ümmetin parçalanmışlığı pekiştirilmiş, kudreti elinden alınmış,
şerefi ayaklar altına alınmıştır. Amerika’nın, el-Fellûce’de ve
Kerbela’da ve Ba’kubâ’da ve Bağdâd’da ve en-Necef’te doğradığı
Müslümanlara karşı işlediği insanlık dışı, korkunç vahşeti artık
açığa çıkmıştır. Ebu Ğurayb Zindanı’nda Iraklı Müslüman esirlere
yaptığı, insanın tüylerini diken diken eden, akıllarını
başlarından çıkaran, kalplerini yerinden fırlatan, bakışlarını
donduran, ağızlarını açıkta bırakan, dillerini ifade etmekten
men eden, inanılmaz derecede tiksindirici vahşi muamelerinden,
bu Zorba Kâfir Sömürgeci’nin hadâratının ne kadar da iğrenç, ne
kadar da kokuşmuş olduğu artık açığa çıkmıştır. Oysa bu barbar
hadâratın pis kokusu her tarafı sarıp burunların direğini
kırarken, Amerikan Kâfiri’nin medyası, ortamı yumuşatmak ve söz
verilmiş demokrasi, özgürlük ve diyalog yaygaralarıyla ortalığı
velveleye vermek için çırpınıyordu!
Osmanlı İslâmî Devleti’nin yönetimden
düşmesinden bu yana Irak’a, kendi Iraklı evlatlarından olan
fitneciler, fesatçılar, bozguncular ve Sömürgeci Kâfirler
tarafından Irak halkının başına tayin edilmiş ajan yöneticiler
musallat olmuştur. Birinci Dünya Savaşı günlerinde İngiliz’in
pis ayakları Irak’a bastığı günden beri, Amerikan-İngiliz
ajanları olan o hâin, şerîr, köle ruhlu yöneticiler Irak’taki
Müslümanları demir pençeleri altında ezdiler, inim inim
inlettiler, onlara nice dayanılmaz acılar tattırdılar! Bölgedeki
Amerikan çıkarları uğruna, İngiltere’nin çıkarları uğruna Irak’ı
mahvu perişan ettiler! Milliyetçi, Vatancı, Komünist, Nâsırcı,
Ba’asçı şer gruplarıyla iktidârı kapışmak için giriştikleri
ateşli çatışmaları uğruna Irak’ın her tarafına korku ve dehşet
saçtılar! Otorite uğruna sürdürdükleri bu azgın çatışmaları
sonucunda, ülkeyi târumâr edip fesâda boğduktan, nice kanlar
akıttıktan sonra devleti de yakıp yıktılar, harâbeye çevirdiler!
Nihâyet uzun süren bunca kanlı mâceradan sonra Irak’ı tekrar
doğrudan sömürgecilik altına soktular! Bu ajan yöneticilerin 80
yıllık iktidârının özeti en yalın ifadesiyle; tahribattır,
yıkımdır, katliamdır, işkencedir, fitnedir, fesattır ve nihâyet
doğrudan sömürgeciliğin ikinci kez geri dönüşüdür!
İşte âkıbet, işte netice, işte
semere!
Muhakkak ki Ümmet, Irak târihinde
defalarca kez tekrarlanan bu zor ve acı tecrübeyi, tam
anlamıyla, net olarak kavramak, tehlikesini anlamak zorundadır.
Hiçbir şey olmamış gibi bakıp geçmek kesinlikle câiz değildir.
Bundan alınması kaçınılmaz olan en önemli ders; Milliyetçilik,
Vatancılık, Ulusalcılık, Ba’asçılık, Sosyalizm, Komünizm,
Arapçılık ve Nâsırcılık gibi tüm akımların, hareketlerin tam bir
hezîmet ile mutlak olarak hezîmete, bozguna uğradığına dâir tam
ve keskin bir kanaatin oluşması ve bütün bunlar ve benzeri
düşünceler taşıyan tüm akımların, hareketlerin ve partilerin
kesin olarak reddedilmesidir. Üstelik tüm akımların,
hareketlerin ve partilerin, yalnızca düşünce olarak değil aynı
zamanda politika olarak da yabancıların bağımlısı, yabancıların
uşağı, yabancıların ajanı olan hâinler olduklarına gerçek
anlamda inanılmasıdır. Ne zaman ki Ümmette bu kanaat eksiksiz ve
net olarak oluşursa, işte o zaman Ümmetin önünde kalkınmak için
pınarların en temizi, en berrağı ve en ışıltılısı olan İslam’a
koşmaktan başka hiçbir yol kalmaz. İslâmî Devlet’in, Hilâfet
Devleti’nin kuruluşundan başkasıyla sonuçlanmayacak sahih
bir yöneliş ile, yani siyâsî bir yöneliş ile İslam’a yönelmekten
başka yol kalmaz. İşte o devlet, yalnızca Irak’ta Müslümanları
kurtarmakla kalmaz, bilakis diğer İslâmî beldeleri kurtarmaya da
koşar, Sömürgeci Kâfirler’den, ajanlarından, uşaklarından,
zâlimlerden, mücrimlerden, münâfıklardan…
Ekler
Kitabın baskıya hazırlanması
esnasında, kitapta zikredilen bazı konularla ilgili birtakım
gelişmeler yaşandı:
1. Sudan Hükümeti ile Güney
isyancıları, 27.05.2004 Perşembe gecesi Nifâşâ Anlaşması’nı
imzaladılar. Bu anlaşma; Yasama ve Yürütme otoritelerinin
Hükümet, isyancılar ve bazı siyâsî güçler arasındaki paylaşım
oranı ile alâkalı üç çerçeve anlaşmadan oluşmaktadır ki bunlar
Merkez, Güney bölgeleri ve Mavi Nîl’in Güneyi ile Cibâl-un Nûbe
hakkındadır. Anlaşmada ayrıca, Ebiyi bölgesine, Kuzey’e veya
Güney’e bağlanmasını belirleyecek bir referandum sonrasında
özerk yönetim verilmesi de yer almaktadır.
2. Güvenlik Konseyi; Irak’taki
Amerikan kuvvetlerinin varlığına ve nüfuzuna “meşruiyet” veren,
Güvenlik Konseyi’nin izin kararına dayanılarak işgâl güçlerine
katılmak üzere Arap olan ve olmayan diğer devletlere kapıları
açan ve Irak’taki kuvvetleri, önceki gerçek isimleri olan
“Amerikan işgâl güçleri” yerine “Amerikan komutasındaki
çok-uluslu güçler” olarak adlandıran 08.06.2004 târihli, 1546
sayılı kararı çıkardı.
3. G8, Endüstriyel Devletler’in
[Birleşik Devletler, İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya, Kanada,
Japonya ve Rusya] liderleri, 08.06.2004 günü Amerika’nın Georgia
Eyâleti’nin karşısındaki Sea Island’da bir araya geldiler.
[8-10.06.2004] târihleri arasında üç gün süren toplantılarında,
Amerika tarafından öne sürülen Büyük Ortadoğu Projesi sunuldu ve
bazı önemsiz “rötuş”ların yapılmasından sonra kabul edildi.
4. Otorite (!) 28.06.2004 Pazartesi
günü Bremer tarafından Geçici Irak Hükümeti’ne sembolik olarak
devredildi. Şeyh Ğâzi el-Yâver, Cumhurbaşkanlığına [sembolik
konuma] ve Amerikan Merkezî Muhâberat Teşkilâtı [CIA] ajanı
‘İyâd ‘Allâvî de Başbakanlığa [yürütme konumuna] getirildi.
Otorite Devri, kısa bir toplantı
sırasında gerçekleş ve önceden öngörüldüğü gibi büyük bir tören
yapılmamıştır. Çünkü havadan ve karadan çok sıkı koruma
önlemleri aldıkları halde onları direnişin korkusu sarmıştır.
Yani “topluluğun büyüğü” Bremer ve yardakçıları ile Geçici
Hükümet, kendi güvenliklerini sağlamaktan bile âciz kalmıştır.
Öyleyse başkalarının güvenliğini nasıl sağlayabileceklerdir ki?
آخِرُ دَعْوَانا أَنِ
الْحَمْدُ لِلّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ
Duâmızın Sonu,
Âlemlerin Rabbi olan Allah’a Hamd Etmektir.