7

IRAK


Irak; Âsur, Bâbil, Ninova, Ora ve diğer birçok insanlık medeniyetinin en eski beşiğidir, kaynağıdır. Asâlet, soyluluk ve îtibar bakımından yeryüzünün en muhteşem topraklarından biridir. Kökleri târihin derinliklerindedir.

Müslümanlar Irak’ı, ‘Umer İbn-ul Hattâb zamanında [H. 13–23 / M. 634–644] yıllarında fethetmiş ve böylece İslam’ın en önemli beldelerinden biri olmuştur. Büyük İslâmî fetihler buradan başlamış ve buradan hareket etmiştir. el-Kâdisiyye ve el-Medâin gibi İslam’ın en büyük savaşlarına sahne olmuştur. el-Basra, el-Kûfe, Vâsıt, Bağdâd, Samarra’ ve el-Mûsul gibi İslam’ın en büyük şehirleri orada kurulmuştur.

Irak, eş-Şâm [Bugünkü Suriye, Lübnan, Ürdün ve Filistin] beldesinin ikiz kardeşidir. Arap Yarımadası’nın uzantısı olup Dicle ve Fırat nehirleri ile bölünen toprakları, verimlilik ve cömertlik bakımından dünyanın en geniş ovasıdır.

Körfez’in başında yer alan seçkin coğrâfî konumu itibarıyla, Avrupa ile Hind Okyanusu arasındaki en önemli ulaşım yollarından birisi haline gelmektedir. Modern sömürgelik çağında Irak, İngiliz Tâcı’nın [Crown Colony] yıldızı kabul edilen Hindistan’ın başlıca ticârî yolu sayılması nedeniyle İngiltere açısından çok özel bir önem kazanmıştır. Irak’ın önemi, 20. yüzyılın başlarında petrolün keşfedilmesinden sonra ise gitgide artmıştır.

Bir yanda Osmanlı Devleti ile Almanya öte yanda da İngiltere arasındaki çatışmanın şiddetlendiği Birinci Dünya Savaşı’na kadar Irak, Osmanlı Hilâfet Devleti’nden bir parça olarak kaldı. Birinci Dünya Savaşı esnasında Irak’ı Osmanlı Devleti’nden koparmak için çabalayan İngiltere, savaşın birinci yılında el-Basra’yı işgâl etti. İkinci yıl el-‘Ammâra’yı işgâl etti ama üçüncü yılda el-Kût’ta büyük bir yenilgi tattı. Fakat savaşın dördüncü yılında 11 Mart 1917’de İngilizler, General Maude komutasında Bağdâd’ı işgâl ettiler ve Kuzey’e kadar ilerlediler. 8 Kasım 1918’de ise el-Mûsul’u işgâl ettiler. Böylece Irak tümüyle İngilizlerin eline geçti ve 1920 yılında İngiliz vesâyeti altına girdi.

İngiltere bundan sonra, babasının Âl-i Su’ud’a [Su’ud Âilesi] verilen Hicâz’daki kaybına karşılık Mekke yöneticisi olan ajanı Faysal İbn-u Huseyn İbn-i ‘Ali’yi yönetime getirdi ve Irak’a kral yaptı.

İngiltere Hâşimî Krallığı yönetimindeki Irak’ı üç askerî üs ile korudu. Bunlar: Bağdâd’taki er-Raşîd Üssü, Bağdâd’ın Kuzeyindeki el-Habbâniyye Üssü ve el-Basra’nın Batısındaki eş-Şu’aybe Üssü idi. Askerî danışmanları, siyâsîleri, ekonomistleri ve kültürlüleriyle onlar Irak’ın gerçek egemenleriydiler. Yine de, 1958 yılına kadar devam eden Hâşimî yönetimi boyunca Irak yönetiminde ilk ve son sözü söyleme hakkına sahip olan tek kişi Bağdâd’taki İngiliz Sefîri idi. Böylelikle Irak, gerçek anlamda İngiltere’nin bir çiftliği haline dönüşmüş idi.

İkinci Dünya Savaşı’nda Alman Şansölyesi Hitler, Irak konusunda İngilizler ile çekişmeye girişti. Irak Kralı Kral Ğâzi ile temas kurdu. İngilizlere düşmanlık besleyen Kral da ona olumlu yanıt verdi. Ancak onu yakın takibe alan İngiltere, Almanya ile ilişkisini keşfedince hemen ondan kurtulmak istedi ve trafik kazası süsü vererek onu öldürdü. Veliahdliğe göre küçük oğlu İkinci Faysal Irak’a kral oldu. İngilizler, öldürüldüğü 1958 Devrimi’ne kadar İngiliz Tâcı’nın sadık hizmetkârı olarak kalan dayısı ‘Abdulİlâh’ı tahtın vâsîsi ve velâyet-i ahd’in sahibi (veliahd) kıldılar.

Almanya 1941 yılında Irak’ı İngilizlerden almak için teşebbüslerini tekrarladı ve 2 Mart 1941’de yönetimi ele geçirmeye muvaffak olan Raşîd Âlî el-Keylânî’ye destek verdi. Raşîd Âlî, Almanya’nın yanında yer alıp İngiltere’ye karşı hemen savaş ilan etti. Ancak Hitler onu kurtarmak için kara ordusu gönderemedi. el-Keylânî’yi desteklemek için Alman uçaklarından birkaç hava filosu göndermekle yetindi.

Fakat Irak’taki bu darbeyi bir fâcia olarak değerlendiren ve Almanya’nın Irak petrol kaynaklarına ulaşmasının tehlike teşkil ettiğini gören İngiltere, el-Keylânî Hükümeti’ni mümkün olan en âcil bir şekilde devirmeye karar verdi. Kuvvetlerini hızlı bir şekilde Bağdâd’a sürdü ve işgâl etti. el-Keylânî ise Irak sınırları dışına kaçtı. Ama el-Keylânî ile birlikte darbeye karışan dört subay idam edildi. Bunun üzerine ‘Abdulİlâh’ı yeniden tahta oturttu ve İngiltere ülkeyi yeniden avucunun içine almış oldu.

Bütün sömürgecilik dönemi boyunca, Iraklıların İngiliz sömürgeciliğine karşı direnişleri hiç durmadı. 1920 yılında işgâle karşı patlak veren şiddetli direnişi, zaman içerisinde başka şiddetli direnişler takip etti. Fakat ‘Abdulİlâh ve Nûrî es-Sa’îd -ki orada gerçekten kuvvetli ve otoriter biriydi- liderliğindeki ajan yönetim bu direnişlere karşı koydu ve İngiliz’in Parçala-Yut Politikası’nı izleyerek mezhepler ve fırkalar arasındaki ayrılıkları kışkırttı. İngiltere’nin bu uzun dönem boyunca Irak’ta hâkimiyetini sürdürmesine imkân tanıyan politika da budur zaten!

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, uzletinden çıkan Amerika sahneye dâhil oldu ve İngiltere ile Irak petrolüne hâkimiyet rekâbetine başladı. Zîra Amerika, 1920 San Remo Konferansı’ndan beri İngiltere’den Körfez petrolündeki payını istiyordu. Lâkin bu dönemde dünyadaki birinci devlet konumunda olan İngiltere, Amerika’nın bu isteğini kesin bir ret ile reddetti. Amerikan Başkanı Wilson’ı tahrik eden bu cevap üzerine Wilson, İngiliz Hükümeti’ne bir mektup göndererek şöyle dedi: “Siz geçmişte kalan bir sömürgecilik türünü uygulamanın peşindesiniz. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra İngiltere, Körfez petrolünden daha fazla pay almak isteyen Amerikan baskısına karşı direnmeye devam etti. Ancak sonunda Amerika’yı bundan daha fazla alıkoyamadı. İngiltere Başbakanı Churchill, Birleşik Devletler’in petrol talebiyle ilgili müzekkeresine cevap olarak İngiliz Savaş Bakanlığı Üyesi Lord Baifer Brook’a yazdığı mektupta şöyle diyordu: Seni çok iyi anlıyorum. Ama Birleşik Devletler ile petrol çatışmasına girdiğimizde savaş sonrası dünyanın alıp başını gitmesinden korkuyorum.

İkinci Dünya Savaşı’nın bitmesinden sonra Amerikan Başkanı Franklin Roosevelt; Suudi Arabistan, Irak, İran, Kuveyt, Bahreyn ve Katar’dan oluşan Ortadoğu ülkelerini ziyâret eden bir başkanlık heyeti gönderdi. Heyet döndükten sonra Başkan’a şu ifade ile başlayan bir rapor sundu: “Şüphesiz ki Ortadoğu petrolü târihin tabiata terk ettiği en büyük hazinedir. Bu hazinenin ekonomik ve siyâsî etkisi gelecekte çok müthiş olacaktır.” Nitekim Dışişleri Bakanı James Byrnes, Başkan Roosevelt’e: “Sayın Başkan, hâkim olmamız gereken Ortadoğu petrolünün oranı nedir?” diye sorduğunda, Roosevelt bir miktar duraksadıktan sonra şöyle dedi: “%100’den az değil.

Yine dışarıdaki Amerikan temsilcilerinden birisi olan Harold Ex, Amerikan Başkanı Roosevelt’e yazdığı raporda şöyle diyordu:Ortadoğu muazzam doğal petrol alanlarına sahip devâsâ bir galaksidir. Dünyada onun bir dengini hiç kimse bilmemektedir. Suudi Arabistan bu galaksinin güneşidir. Orası Ortadoğu’daki en büyük petrol kuyusudur. Koşulları da elverişli haldedir. Zîra Su’ud Âilesi’nden Kral ‘Abdul’Azîz iki şey istemektedir: Para ve tahtının muhâfazası. Birleşik Devletler’e düşen bu ikisini yapmaktır.” Böylece Kral ‘Abdul’Azîz’in Amerikan Başkanı Roosevelt ile Suveyş Kanalı’ndaki Quency Kruvazörü’ndeki buluşmasına fiilen hazırlık yapıldı. Amerika, Kral ile ARAMCO Şirketi [Arab-American Company] arasındaki anlaşmaya göre Su’ud petrolünden pay aldı. ARAMCO şu dört petrol şirketinden meydana geliyordu: New Jersey, Texaco, Socal ve Sacony-Vacuum.

Sacony-Vacuum Şirketi’nin Başkanı 1945 yılında oldukça yalın bir ifadeyle şöyle dedi: Petrol işlerinin yönetimi diğer herhangi bir malın yönetiminden farklıdır. Çünkü petrol işlerinin %90’ı siyâset ve sadece %10’u petroldür.” Sonra şöyle ekledi: “Birleşik Devletler’in dünyadaki petrolle ilgili işleri çekip çevirmesi kaçınılmaz olduğuna göre, uzunca bir dönem sınırlarının ötesinde, -bölgesel politikası ve devletlerarası kanunlar dışında- gerektiğinde dilediğini yapmaya muktedir olmak zorunda kalacağını bilmelidir.

Ne var ki Suudi Arabistan’daki petrolden ve İran petrolünün bir kısmından Amerika lehine tâviz veren İngiltere, Irak petrolünden hiç tâviz vermedi. Onu bölgedeki ana üssü gibi değerlendirerek Türkiye, Irak, İran ve Pakistan’ı 1955 yılında egemenliği altındaki Bağdâd Paktı’na katarak Irak’taki varlığını korumaya devam etti.

Amerika Irak üzerindeki İngiliz hegemonyasını parçalamak için, -Mısır’da ‘AbdunNâsır aracılığıyla Kral Fâruk’a karşı yaptığı askerî darbe tarzında- bir darbe için Irak’ta hazırlık yaptı. Mısır’daki Hür Subaylar Hareketi tarzında Irak’ta da ‘AbdulKerîm Kâsım ve ‘AbdusSelâm ‘Ârif liderliğinde bir Hür Subaylar Hareketi [Haraket-ud Dabbât-ul Ahrâr] kurdu. Özellikle ‘AbdunNâsır’ın Kral Fâruk’a karşı yapmış olduğu askerî darbeden, Mısır’a karşı olan üçlü düşmanın başarısızlığından ve İngiltere’yi bölgeden kovmak ve gücünü kırmaya başlamak suretiyle bölgesel durumlardan iyice istifâde edildi. ‘AbdulKerîm Kâsım ve ‘AbdusSelâm ‘Ârif 14 Temmuz 1958’de başarılı bir darbeye liderlik ettiler. Irak’taki krallık sistemini kovdular ve Irak Cumhuriyeti’ni kurdular. ‘AbdunNâsır her iki darbeciyi de hemen bağrına bastı. Bunun üzerine İngiltere, darbeyi engellemek için kuvvetlerini Ürdün’e indirerek müdâhalede bulundu. Amerika ise kuvvetlerini Lübnan’a indirdi. Türkiye de ordusunu Irak sınırına yığdı. Kral Huseyn, Bağdâd Paktı’na üye ülkeleri Krallık sistemini Irak’a geri getirmeye çağırdı. Tansiyon yükseldi ve işler içinden çıkılmaz bir hal aldı. Rusya Devlet Başkanı Nikita Kruşçev, Batılı devletleri, özellikle İngiltere’yi ve Türkiye’yi Irak’a müdâhalede bulunmanın sonuçları hususunda şiddetli bir şekilde uyardı. Sovyet Ordusu’nu Türkiye sınırı boyunca yığdı ve Amerika ile yardımlaştı. Bu tırmanış üzerine İngiltere korkup geri çekildi ve ortam sakinleşti. Irak’taki yeni Cumhuriyet nizâmı istikrar buldu. Böylelikle Irak, Bağdâd Paktı’ndan çıkınca askerî ve siyâsî açıdan, Sterlin Mıntıkası’ndan çıkınca da parasal açıdan İngiltere’nin avucundan çıktı.

1961 yılında, yabancı petrol şirketlerine ait imtiyaz alanlarının çoğunun Irak Devleti’ne iadesini gerektiren yeni bir Irak Anayasası çıkarılması, İngiltere ile diğer Batılı devletlerin ‘AbdulKerîm Kâsım Hükümeti’ne öfkelenmesine yol açtı.

Diğer taraftan Darbeciler, ‘AbdunNâsır hakkında kendi aralarında ikiye ayrılmışlardı. ‘AbdusSelâm ‘Ârif, ‘AbdunNâsır’ın adamıydı. ‘AbdusSelâm ‘Ârif, Mısır ve Suriye ile birlikte Birleşik Arap Cumhuriyeti’nde yer almaktan yanaydı. Ancak ‘AbdulKerîm Kâsım buna rağbet etmedi. ‘AbdusSelâm ‘Ârif, ortağının Nâsırcı politika çizgisinden tamamen farklı olduğunu görünce ondan koptu ve karşı darbe yapmak için fırsat kollamaya başladı. Daha sonra ‘AbdulKerîm Kâsım, hükümette ikinci adam sayılan ‘Ârif’i hükümetten çıkarttı, sonra da tutuklayıp yargılattı.

Fakat son yıllarda ‘AbdulKerîm Kâsım’ın giderek yönetimde Komünistler ile birlikte hareket etmesi, Irak’taki durumu krize soktu. Kâsım, yönetimi esnasında artan bir şekilde Irak’taki Komünistlere yardım etti. Ancak bu durum Amerikan ve İngiliz ajanlarını, aynı seviyede kendisine karşı harekete geçirdi. ‘AbdunNâsır şiddetli bir şekilde ona hücum etmeye başladı. Iraklı Komünist müttefikleri de Moskova’nın ajanı olduğu suçlamasıyla ona saldırdılar. Yine Araplıktan uzaklaşmakla, Arap milliyetçiliğinden soyutlanmakla suçladılar. Bu nedenle ‘AbdunNâsır bazı darbeci hareketleri ‘AbdulKerîm Kâsım’a karşı destekledi. Bunlardan birisi olan Albay ‘AbdulVehhâb eş-Şevvâf hareketi başarısız oldu. Bunun üzerine Ba’as Partisi saflarını yeniden düzenledi ve ona karşı darbe hazırlığına başladı.

İşte böylece Ba’asçılar ve Milliyetçiler ‘AbdulKerîm’i kovmak için birleştiler. 1959 yılında fiilen ona karşı bir suikast girişiminde bulundular. ‘AbdunNâsır onlara destek verdi ve -Ba’as Partisi’nin o dönemdeki Genel Sekreteri ‘Ali Sâlih es-Sa’dî’nin ifadesine göre- suikast girişimini kolaylaştırmak için, Bağdâd’taki Askerî Ataşesi ‘AbdulMecîd Ferîd’e 7000 Mısır Cüneyhi gönderdi. Ne var ki bu girişim de başarısız oldu.

Daha sonra siyâsî güçler ‘AbdulKerîm Kâsım’a karşı toparlanmayı sürdürdü. Amerika, İngiltere ve imtiyazlarının kaldırılmasından rahatsızlık duyan petrol şirketleri, bu siyâsî güçlere destek verdiler. İşler her geçen gün daha da kötüye gitti. Bu halat çekme oyununa Kürtler de katıldılar. Böylece ‘AbdulKerîm Kâsım’ın düşmanları çoğaldı ve ortam yeni bir darbe için tümüyle hazır hale geldi.

Beklenen darbe 8 Şubat 1963 târihinde geldi. O zaman Ba’as Partisi ve milliyetçi güçler, ‘AbdusSelâm ‘Ârif liderliğinde ve ‘AbdunNâsır’ın desteğiyle çok kanlı, ağır bir darbe gerçekleştirdiler. ‘AbdulKerîm Kâsım’ı öldürdüler, Komünistleri ezdiler ve cezalandırdılar. Darbeden sonra Ba’as Partisi Genel Sekreteri ‘Ali Sâlih es-Sa’dî şöyle dedi: “Amerikan treni ile yönetime geldik.” Ürdün Kralı Huseyn ise el-Ehrâm Gazetesi’nin eski editörü Muhammed Hasaneyn Heykel ile yaptığı röportajda şöyle dedi: İzin ver de sana 8 Şubat 1963’de Amerikan İstihbâratı’nın desteğiyle Irak’ta neler olduğunu söyleyeyim.” Darbenin adamları, bir kısmı Amerika ile, diğerleri de İngiltere ile birlikte hareket eden güçler idi. Bu nedenledir ki bir tarafın diğerine baskın çıkmaksızın bu darbenin devam etmesi beklenemezdi.

Darbe; Ba’asçılardan ‘Ali Sâlih es-Sa’dî, Mehdi ‘Ammâş, Ahmed Hasen el-Bekr ve Hardân et-Tikritî ve diğer İngiliz adamlarının liderliğinde, milliyetçilerden de ‘AbdusSelâm ‘Ârif, Tâhir Yahyâ ve arkasında Amerika’nın bulunduğu ‘AbdunNâsır’ın himâyesinde olan diğerlerinin liderliğinde gerçekleştirilmişti.

Daha sonra Ba’asçı ve Milliyetçi ortaklar arasında, nasıl bir siyâset izleyecekleri, devletlerarasında kimi dost kabul edecekleri ve yönetim yetkileri hususunda ihtilaflar baş gösterdi. ‘AbdusSelâm ‘Ârif, Ba’asçıları otoriteden uzaklaştırdı ve Nâsırcıları kendisine yakınlaştırdı. Yönetimin dizginlerini sıkıca eline geçirdi. ‘AbdunNâsır yönetim üslupları hususunda kulağına fısıldamaya başlayıp ona yaklaştı ve onunla izlemesi gereken politikaya ilişkin görüş alışverişlerinde bulundu. Ba’asçılar ise yönetimden uzaklaştırılmalarına cevap olarak ‘AbdusSelâm ‘Ârif’e karşı darbe hazırlığına giriştiler. Bütün güçlerini topladılar ve 1964 yılında onu yönetimden uzaklaştırma girişiminde bulundular. Velâkin işleri açığa çıktı. Bunun üzerine ‘AbdunNâsır, ‘Ârif’e destek vermeleri için hızla Irak’a 600 Mısır askeri gönderdi. Böylelikle Ba’asçıların darbe girişimleri başarısız oldu. ‘AbdusSelâm ‘Ârif liderliğindeki milliyetçiler ile işbirliği yapan Nâsırcılar, Irak Hükümeti’nin yeni kabinesinden pay verilerek ödüllendirildiler.

13 Nisan 1966’da ‘AbdusSelâm ‘Ârif bir uçak kazasında ölünce kardeşi ‘AbdurRahmân Irak Devlet Başkanı olarak atandı. Kardeşinin atanmasında Amerika’nın büyük rolü oldu. Ancak ‘AbdurRahmân ‘Ârif, siyâsete elverişli olmayan zayıf şahsiyetli birisiydi. Böylece ‘AbdusSelâm ‘Ârif’in ölümünden itibaren işler iyice karıştı. Temmuz 1968’de İngiliz taraftarlarının darbe ile iktidarı ele geçirmelerine kadar Irak’taki yönetim, Amerikalılar ile İngilizler arasında el değiştirip durdu. 1968 yılında İngiltere’ye uşaklık eden Ba’asçılar, el-Bekr ve yardımcısı Saddam Huseyn liderliğinde yönetime hâkim oldular.

Bundan on yıl sonra el-Bekr, Ba’as Partisi’nin tüm güçlerini etrafında toplamaya ve emniyet teşkilâtını ele geçirmeye muvaffak olan Saddam Huseyn lehine yönetimden çekilmek zorunda kaldı. Devletteki tüm askerî güç merkezlerini darmadağın ettikten sonra Saddam ile işler istikrar buldu. Daha sonra Saddam Huseyn, Humeynî Devrimi’nden rahatsızlık duyan İngiltere’nin çıkarları uğruna onun nâmına İran ile savaşa girişti. [I. Körfez Savaşı] Savaş sekiz yıl sürdü ve kurunun yanında yaş da yandı!

Saddam, 1990 yılında ise Kuveyt’e karşı bir savaşa girdi ve o yılın yaz mevsiminde Kuveyt’i işgâl etti. İngiltere bu savaşın, iki konuya ilişkin müzâkerelere götüren bir baskı aracı olmasını amaçladı. Birincisi, ajanı olan Saddam’ı bölgenin en güçlü adamı olarak bârizleştirmek ve dolayısıyla İngiltere’nin bölgedeki güç merkezini takviye etmekti. İkincisi de Amerika ile Körfez üzerindeki petrol ve nüfuz ortaklığını garantilemekti.

Fakat Amerika bunu Körfez’e hâkim olmak, orada üsler kurmak, oradaki petrole ve ayrıca ya kendisine yada İngiltere’ye uşaklık yapan yöneticilere egemen olmak için bir dayanak olarak gördü ve Kuveyt’i kurtarmayı bahane edindi. İngiltere ise bir müzâkere ortamı oluşturmak istediyse de başaramadı. Tam tersine Amerika, Körfez’in efendisi olmak için iki yıldan beri gözetleyip durduğu fırsatı yakalamış oldu. İngiltere, Amerika’nın bu konudaki kararlılığını görünce, Irak’taki yönetimi yok etmeksizin yalnızca Kuveyt’ten çıkartmasını şart koşmak için koalisyona girdi. Zîra savaş, ilan edildiği gibi sadece Kuveyt’i kurtarmak içindi ve anlaşma da buna göre yapıldı.

Böylelikle savaş başladı. Amerika liderliğinde otuzdan fazla yabancı ülkenin, uşak ve ajan Arap devletlerinin bir araya getirildiği koalisyon güçleri ile Irak’ı Kuveyt’ten çıkarmak amacıyla 1991 yılında Irak’a karşı savaş başladı. [II. Körfez Savaşı] Eğer Amerika, İngiltere ile anlaşma yapmamış olsaydı, özellikle bahane olarak Kuveyt’in kurtarılması ilan edilmemiş olsaydı, Saddam’ı devirecek, Bağdâd’ı yakıp yıkacaktı. Saddam’ın yönetimde kalması işte böyle oldu. Bundan dolayı yönetim aleyhindeki Şiî ve Kürt hareketlenmelerini yok etmesi için Saddam’a bir alan bırakılmış oldu. İşte bu yüzden Amerikan Başkanı Baba Bush, Irak’a doğru ilerlemekte olan General Schwarzkopf’u telefonla arayarak ilerleyişini durdurmasını ve derhal geri çekilmesini istediği zaman dehşet içinde şu cevabı verdi: “Efendim, önümüzde herhangi bir engel yok. Birkaç saat içerisinde Bağdâd’a ulaşıp Saddam rejmini yok edebiliriz. Ancak Baba Bush: “Senin bilmediğin şeyler var, hemen geri dön” diyerek İngiltere ile yapmış olduğu anlaşmaya atıf yaptı. Bilindiği gibi Amerika, Saddam’ın kalmasını istismâr ederek Körfez ülkeleri nezdinde garantör sayılması için Körfez devletlerini Irak rejimi ile korkutmak istiyordu. Yine Saddam’ın kalmasını, vatandaşlarına ve komşularına hava saldırısında bulunmasını engellemek gerekçesiyle Güney’de ve Kuzey’de uçuşa yasak bölgeler [no-flight zone] oluşturmak için de istismâr etti.

İşte böylece Saddam Yönetimi’nin devrilmemesine karşılık Irak’ın muhâsara edilmesi ile yetindi. Birleşmiş Milletler şemsiyesi altında Irak’a uyguladığı ambargoyu da, Amerikan ve İngiliz kuvvetlerinin ikinci kez Irak’ı istilâ edip saldırdıkları ve Saddam’ı devirip Irak petrolü üzerinde egemenlik kurdukları 2003 yılına kadar devam ettirdi. Böylece Irak ikinci kez Amerika liderliğinde, doğrudan sömürgecilik altına girmiş oldu. Irak târihinde ilk defa Paul Bremer isimli Amerikalı bir adam Irak’ın yöneticisi oldu.

Muhakkak ki Irak’a yapılan bu saldırı; mevcut Amerikan Yönetimi henüz iktidara gelmeden önce, Birleşik Devletler’deki askerî sanayi şirketleri, petrol şirketleri ve sağ kanat güçlerinin işbirliğiyle hazırlanmış devâsâ bir projenin ilk adımından başka bir şey değildir.

Başlangıçta Amerika’nın 21. yüzyıl dış politikasının yeni esaslarının konulması düşünülüyordu. Bu yeni Amerikan dış politikasının hedefi; Amerika’nın dünyada birinci devlet olarak kalmasını sağlamak, tüm dünyayı Amerikan hegemonyasına boyun eğdirmek ve Birleşmiş Milletler onayı olmadan tek tarafı askerî çözümler gerektirse bile herhangi bir devleti veya ümmeti, Amerika’ya meydan okumaktan yada onu dünyanın birinci devlet konumundan düşürmekten alıkoymak idi. Bu politika, Dick Cheney’nin Savunma Bakanlığı sırasında Pentagon [Amerikan Savunma Bakanlığı] tarafından 1992’de yayınlanan bir belgede geçtiği gibi, ilk etapta Kuvvet Yoluyla Barış [Peace Through Strength] olarak adlandırıldı.

1997 yılında nihâî şekli verilinceye kadar bu proje üzerindeki çalışmalar devam etti. Bunun önde gelen mimarları arasında Paul Wolfowitz, Donald Rumsfeld ve Dick Cheney yer alıyordu. Nihâî şekliyle bu proje, Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi [Project for the New American Century] olarak adlandırıldı.

2000 yılı Eylül ayında yayınlanan bir belge ile de, Amerikan Savunmasının Yeniden İnşâsı: Yeni Bir Yüzyıl İçin Stratejiler, Güçler ve Kaynaklar [Rebuilding America’s Defenses: Strategies, Forces and Resources for a New Century] başlığı altında bu proje yayınlanmış oldu. Projenin talepleri ise şunlardı:

“Haydut” rejimleri değiştirmek, Amerikan kuvvetlerini Güney Avrupa’ya, Orta Asya’ya, Güney Asya’ya ve Ortadoğu’ya yaymak, dünya enerji kaynakları üzerinde tahakküm kurmak, saha kampları oluşturmak ve gerekirse Amerikan hedeflerini gerçekleştirmek için nükleer silahlar kullanmaya yönelmek…

Sunday Herald Gazetesi tarafından deşifre edilen bu belge, Bush Yönetimi’nin -Saddam Huseyn yönetimde olsa da olmasa da- onlarca yıl boyunca Körfez üzerinde askerî hâkimiyet kurmayı plânladığına işâret etmekteydi. Belgede şöyle deniliyordu: “Birleşik Devletler on yıllardır, Körfez’in bölgesel güvenliğinde daha kalıcı bir başrol oynamanın peşinde olmuştur. Bu bağlamda Irak ile yaşanan anlaşmazlıklar, Körfez’de büyük çaplı Amerikan kuvvetlerinin varlığına bir haklılık kazandırmaktadır.

Bu nedenledir ki Irak’a saldırı önceden tasarlanmıştı. Gereken yalnızca, bunu uygulamak için şartların oluşmasıydı. 11 Eylül 2001 hâdiseleri meydana gelince, işte gereken bu uygun fırsat da yakalanmış oldu.

Aynı şekilde Amerika, henüz Afganistan’a saldırmadan önce, ortamı hazırlamaya başladı. Bu hazırlık sürecinin aşamaları ise şöyle idi:

En önemli sebep, Irak’ın kitle imha silahlarına sahip olduğu iddiasıdır. Bu nedenle başlangıçta tartışmalar Şer Ekseni kavramı etrafında dönüp dolaştı. Irak, İran ve Kuzey Kore ise bu eksenin oyuncuları olarak zikredildi. Zîra Bush, 2002 yılı Şubat ayında yaptığı konuşmada Irak, İran ve Kuzey Kore’nin her birini açıkça Şer Ekseni olarak nitelendirdi. Bush bununla kalmayıp bu üç ülkenin kitle imha silahlarına sahip oldukları gibi aynı zamanda bunları teröristlere verme niyetinde de olduklarını söyledi. Bush şöyle dedi: “Zaman bizim lehimize değil. Tehlikeler ufukta toplanmaya başlarken yeni olayların olmasını beklemeyeceğim. Dünyanın en tehlikeli rejimlerinin dünyanın en tehlikeli silahlarıyla bizi tehdit etmesine izin vermeyeceğim

Buna rağmen Amerikan Yönetimi’nin İran ve Kuzey Kore’ye askerî müdâhalede bulunma niyetinde olmadığı biliniyordu. Colin Powell, Bush’un şer ekseni konuşmasından iki hafta sonra Kongre’ye verdiği ifadede İran ve Kuzey Kore hakkında şunları söylüyordu: “Bu devletlere karşı savaşmak için bir plân yok! Her iki devlet ile de diyaloga girmek istiyoruz. Kuzey Kore’yi silah yayılmacılığı yapmaktan alıkoyarak çevrelemeyi amaçlıyoruz ve dolayısıyla onlara baskı yapacağız. Fakat bizim ne Kuzey Kore ile savaş ne de İran ile bir çatışma oluşturma plânımız sözkonusu değil.

Oğul W. Bush’un, Irak’ın ötesine gidip İran ile Kuzey Kore’yi de Şer Ekseni’ne katmasının sebebine gelince;

Birincisi, sadece Irak’ı hedefe gösterecek olsaydı, bu durumda siyâsî ve taktik açıdan sıkıntıya düşecekti. Zîra Amerikan Yönetimi’nin Saddam üzerine odaklandığı anlaşılacak, böylece tüm dikkatler Bush’un neler yapacağına yönelecekti. Bu durumda Bush Yönetimi, hem Amerikan kamuoyu hem de devletlerarası kamuoyu karşısında zor bir durumda kalacaktı.

İkincisi, Bush Irak ile birlikte yalnızca İran’dan bahsetmiş olsaydı, bu durumda Müslümanlara karşı yeni bir Haçlı Savaşı olduğunun anlaşılması ihtimâli doğacak ve dolayısıyla henüz Irak’a savaş açılmamış iken İslâmî beldelerde Bush için sıkıntılar baş gösterecekti. Bu nedenle hem Müslüman olmayan hem de Amerikan düşmanı olarak gösterilen Kuzey Kore, Şer Ekseni’nin üçüncü ülkesi olarak seçildi. Bunun yanı sıra Amerika, Kuzey Kore cephesini sıcak tutarak Rusya ve Çin’i de meşgul etmek istedi. İşte böylelikle Bush’un Şer Ekseni konuşması, bu şer eksenini yıkmaya yönelik potansiyel, muhtemel bir savaşı kabul ettirmek üzere Amerikan kamuoyunu hazırlamış oldu.

Ardından Irak’ın kitle imha silahlarına sahip olduğu, geçmişte kendi halkına karşı bile kullanmış olmasından dolayı onları yine kullanmaktan çekinmeyeceği, teröristler ile koordinasyon kurduğu ve bu silahları onlara da verebileceği gibi konular konuşulmaya başlandı. Amerikan yönetiminin önde gelen sîmâlarından bu yönde peşpeşe açıklamalar geldi. Nitekim Condoleeza Rice, Saddam’ın hedef alınmasındaki standart gerekçeyi şöyle açıklıyordu: “Irak, zalim bir rejim... Peki, tamam... Başka zalim rejimler de var bu dünyada. Ama Irak komşularını işgal eden, Amerika’nın hayati çıkarlarının ve müttefiklerinin olduğu bir bölgede yer alan saldırgan ve zâlim bir rejimdir. Bu konularda Irak benzeri başka bir ülke yok: Saddam Ortadoğu’daki dostlarımıza karşı teröristleri destekledi. Mesela Filistinli intihar bombacılarına para verdi, Amerikan başkanına (Kuveyt ziyâreti sırasında Baba Bush’a) suikast yapmaya teşebbüs etti. Bu konularda Saddam’a benzer başka bir ülke lideri yok. Saddam kitle imha silahları üretmekle kalmadı, onları kullandı da. Yine yeryüzünde buna benzer bir ülke bulunmuyor.

Bush Yönetimi, Saddam’ın kitle imha silahlarından yüksek sesle bahsediyor, müttefiklerini ve Amerikan kamuoyunu buna inandırmaya çalışıyordu. Kasım 2001’den Mart 2002’ye kadar geçen süre, Irak’a karşı savaş kararını alma sürecinde en kritik dönem oldu. Bush Yönetimi’nde, Saddam’ın silahlarını söz konusu edenler, tamamen Birleşmiş Milletler, CIA [Amerikan Merkezî Muhâberat Teşkilâtı] ve Batılı istihbârat teşkilatlar tarafından yapılan çeşitli analizlere dayanıyorlardı. Irak’ın kitle imha silahlarına sahip olduğunu kanıtlamayı amaçlamaktan ziyâde, konuyu yüksek sesle gündeme taşıyorlardı ki Amerika’nın atmosferini hazırlamakta olduğu savaşın bir bahanesi haline gelsin.

Üstelik Amerikan Yönetimi’nin dizginlerini ellerinde tutan Yeni-Muhâfazakârlar, sırf bir olasılık dahi olsa, Irak’ta kitle imha silahlarının bulunmasından korkuyorlardı. Zîra onlar bunu, Yahudi varlığı için ve dolayısıyla kendileri için ciddi bir tehdit ve tehlike olarak değerlendiriyorlardı. Zaten onlar “İsrail”i, bölgede kendileri için hayatî bir çıkar olarak görüyorlardı.

Saddam’ın “teröristlere” kitle imha silahları verme ihtimâli de, Amerikan Yönetimi’nde en çok tartışılan konulardan biri oldu. Wolfowitz bunu şu sözleriyle îtiraf etti: “Saddam rejimi ile ilgili üç temel kaygımız vardı. Birincisi kitle imha silahları, ikincisi terörizme verdiği destek ve üçüncüsü de Irak halkına karşı işlediği suçlar... Aslında hepsinin ötesinden bir dördüncü sebep olduğu da söylenebilir, o da ilk ikisi yani kitle imha silahları ile terörizm arasındaki bağlantıdır.

İşte Yeni-Muhafazakârlar, Saddam’ın kitle imha silahlarına sahip olduğu ve bunlarla Amerika’ya saldırsınlar diye teröristlere gizlice verme ihtimâli üzerinde böyle odaklanmaya başladılar. Bu konuda birçok da senaryo üretildi. Örneğin Amerikalı bir yetkili şöyle diyordu: “Saddam’dan gelebilecek en büyük tehdit biyolojik silahların konvansiyonel araçlarla kullanılmasıdır. Örneğin bir bavulla veya bir intihar uçağıyla...

Rumsfeld ise 18.08.2002’de Irak ile terörizm arasındaki ilişkiler hakkında Kongre’deki konuşmasında şöyle diyordu: “Teröre karşı savaşta en başta gelen amacımız, bir başka 11 Eylül olmasını veya 11 Eylül’ü gölgede bırakacak şekilde kitle imha silahlarının Amerika’ya karşı kullanılmasını önlemektir. Bu saldırı tehdidinin bir terörist rejimden veya terörist örgütten gelip gelmediğini tartışmak gereksizdir. Önemli olan kaynağı nereden gelirse gelsin bu tehdidi yok etmektir... Bildiğimiz o ki Irak rejimi şu anda kimyasal ve biyolojik silahlara sahip ve ayrıca nükleer silahların peşinde koşuyor.

Afganistan saldırısının sona ermesinden birkaç hafta sonra yani Aralık ayından sonra Irak, artık tüm ağırlığı ile Amerikan gündeminin merkezine oturdu. Bu amaçla Amerika içerideki atmosferini hazırladı ve Irak’ın kitle imha silahlarına sahip olduğu ve bunları teröristlere gizlice sızdıracağı bahaneleriyle de olası bir devletlerarası atmosfer hazırlamak için bütün gücüyle uğraştı.

Daha sonra Amerika bu hususlara zaman zaman vurgu yaptığı bir başka hedef ilâve etti. Bu hedef, insanların zihinlerinde İslam’ın yerini alsın diye Batılı hadâratı yaymak üzere İslâmî bölgelere karşı bir Hadâratlar Çatışması’na girişmesidir.

Amerikalılar, bölgedeki gelecek nesillerin düşünce yapılarını şekillendirmek üzere seçilen eğitim programları ile sahte değerlerini yayabileceklerini sandılar. Bu amaçla özgürlükler, demokrasi, kadının yeri ve insan hakları gibi konuları çok fazlasıyla konuşur oldular. Böylelikle Irak’ı işgâl etmelerini, bölgeye bu çağdaş (!) değerlerini taşımanın bir yolu olarak göstermek istediler. Buradan da 2004 yılı başlarından itibaren meşgul olmaya başladıkları Büyük Ortadoğu Projesi’ni ileri sürdüler. Ardından Haziran ayı ortasında düzenlenecek G8 [Sanayi Devletleri] Zirvesi ile Haziran ayı sonunda İstanbul’da düzenlenecek NATO Zirvesi’ne bunu sunmaya karar verdiler.

Doğrusu Amerika, Batılı değerlerin bölgede yayılması için Irak’ı bir merkez haline getirmek istiyordu ki böylece Ümmetin, Amerika’nın başını çektiği Batı’nın korkulu rüyası haline geline Râşidî Hilâfet Devleti’ni kurarak İslâmî hayatlarını yeniden başlatmaları ve yüce İslamlarına yönelik teveccühleri önünde bir engel olarak duran hastalıklı bir siyâsî tabaka oluşturabilsin. Zîra henüz fiilî vakıada ortaya bile çıkmadan önce, Râşidî Hilâfet’e ve dolayısıyla üzerine kâim olduğu İslam’a karşı savaşmayı planlıyorlardı.

Amerika Irak’a karşı saldırısı için ortamı işte böyle hazırladı: Kitle imha silahlarından kurtulmak ve demokratik ilkeleri, özgürlükleri ve kokuşmuş Batılı değerleri bölgede yaymak!

Amerika’nın Irak’ı işgâl ettiği savaş, 19 Mart 2003 günü başladı ve 9 Nisan 2003 günü resmî yönetimi yıktı. Yönetim, Ümmetin ‘Akidesi’ni ve zirve sütunu olan Cihâd’ı terk etmekle zaten içerden yıkılmış durumdaydı. Bush, 30 Nisan 2004 günü başlıca muhârebe harekâtının sona erdiğini îlan etti. Amerika yönetimin işini bitirmekle zafer kazandığını ve istikrar bulduğunu zannetti. Velâkin işgâle yönelik Müslümanların Kahramanca Direnişi karşısında şaşkınlık içinde şoka uğradı. Bu öylesi şiddetli bir direniş idi ki başkalarından önce o Amerikan düşman kuvvetleri buna şâhid oluyordu. el-Fellûce, en-Necef ve diğer Irak bölgeleri ise bunun en canlı şâhitleri idi. O kadar ki Amerika Irak Yönetimi’ni şeklen de olsa, Merkezî Muhâberat Teşkilâtı’nın [CIA] Irak’taki ajanlarına devretmede acele etmeye zorlanıyordu ki üzerindeki askerî ve psikolojik baskıyı hafifletebilsin.

Ayrıca bu savaşında kendisini destekleyen diğer devletlerin ordularını Irak’a getirtmek için de elinden geleni ardına koymadı. Hatta Afganistan’a olduğu gibi, Irak’a da NATO’yu [North Atlantic Treaty Organization: Kuzey Atlantik İttifakı Örgütü] sokmaya uğraştı. Otoritenin Irak’taki ajanlarına sembolik devir-teslim töreni için târih olarak [2004] Haziran’ın sonuna karar verdi ve bununla içerisine düştüğü bataklıktan kendisini kurtaracağını zannetti.

Amerikan Dışişleri ve Savunma Bakanlığı üst düzey yetkilileri, 2004 yılının Temmuz ayı başında Irak’taki yönetimin Iraklılara devredilmesi hakkında Amerikan Kongresi önünde yaptıkları açıklamalarda; yeni Irak Geçiş Hükümeti’nin, önümüzdeki Temmuz ayının başında görevlerini üstlenmesini beklediklerini, bu hükümetin ülke üzerinde ancak “sınırlı egemenliğe” sahip olacağını ve orada mevcut Birleşik Devletler ile müttefik devletlere ait askerî kuvvetler üzerinde kesinlikle hiçbir otoritesinin olmayacağını vurguladılar.

Senato’daki Silahlı Kuvvetler Komisyonu önünde ifade veren Savunma Bakan Yardımcısı Paul Wolfowitz ve Dışişleri Bakan Vekîli Marc Grossman şöyle dedi: “Birleşik Devletler, Irak Yönetim Konseyi tarafından onaylanan Geçiş Merhalesi için Devlet İdâresi Kanunu ile Güvenlik Konseyi tarafından geçen Ekim’de çıkarılan karar gereğince hareket etmektedir. Bunların her ikisi de ülkedeki güvenlik idâresini Amerikan askerî komutanlarına vermektedir.” Otoritenin Irak Geçici Hükümeti’ne devir işlemi, “tam egemenlik” verilmesi şeklinde tanımlandığı halde, Grossman bunu “sınırlı egemenlik” verilmesi olarak tanımladı. Çünkü bu, “Geçiş Kanunu ve Birleşmiş Milletler Kararı ile sınırlıdır.” Mevcut plâna göre, Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri’nin temsilcisi el-Ahdar el-İbrâhimî; altı aylık bir dönem için Irak hükümet kurumlarını idâre edecek Geçiş Hükümeti’ni oluştumak ve ikinci bir hükümet seçip kalıcı bir anayasa taslağı hazırlayacak olan Geçici Vatanî Konsey için Ocak 2005’te yapılması öngörülen seçimlerin zeminini hazırlamakla görevlendirilecekti.

Wolfowitz ise Temmuz’da göreve başlayacak birinci hükümeti “tümüyle geçici” ve görevini de “bakanlıkların idâresi ama bundan daha önemlisi seçimlere hazırlık”olarak tanımlayıp Hükümetin bunun da ötesinde polis kuvvetlerini idâre edeceğini “fakat Amerikan Merkez Kuvvetler Komutanlığı [Katar’daki CENTCOM] ile koordinasyon içerisinde idâre edeceğini, çünkü bu noktada mevcut durumun normal olmadığını” da ekledi. Nitekim Cumhuriyetçi Senatör John Warner, Genelkurmay Başkanı General Richard Myers’a “Otoriteyi devredeceğiz ama askerî kararlar mutlak olarak Amerikan generalinin elinde kalacak, öyle değil mi?” diye bir soru yönelttiğinde Myers şöyle yanıt verdi: “Evet, bu doğru.

Irak’ta yeni ve büyük bir askerî kuvvet kurulmasına yönelik çabalara açıklık getiren Wolfowitz ise şöyle dedi: “Egemenlik, mümkün olan veya geri döndürmek istediğimiz bir şey değildir. Irak’ın güvenliği, Amerikan komutasında, Irak kuvvetlerinin de yer aldığı çok-uluslu gücün bir parçası olacaktır.

Kezâ Birleşik Devletler, Temmuz ayının başında Irak’taki otoriteyi üstlenmesi beklenen yeni Irak Hükümeti’nin, işgâlci koalisyon güçleri lehine yetkilerinin bir kısmından vazgeçmek zorunda kalabileceği uyarısında bulundu.

Amerika Dışişleri Bakanı Colin Powell da, işgâlci koalisyon güçlerinin görevlerini Amerikan liderliği altında sürdürmelerinin zorunlu olduğunu söyledi. Powell, Reuters haber ajansına verdiği demeçte şöyle dedi: “Koalisyon güçleri, Amerikan liderliği altında kalmalıdır. Bu, bazılarının tam egemenlik dedikleri şeyi aşabilir… İlgili detayların Birleşmiş Milletler kararında belirleneceğini umuyorum.

Otorite’nin, iddia ettikleri gibi Iraklılara devrinin vakti yaklaştıkça, işgâl ve direniş güçleri arasındaki çarpışmalar da iyice körüklendi. el-Fellûce kuşatmasının gölgesinde es-Sadr yanlısı “el-Mehdî Ordusu” ile sürtüşmeler yaşandı. İşgâlci, bizzat Bremer’ın talebiyle, Irak İslâmî Partisi [el-Hizb-ul İslâmî el-Irâkî] ve Sünnî ‘Ulemâ Heyeti [Hey’et-u ‘Ulemâi’s Sunne] ile Dâvet Partisi [Hizb-ud Da’vâ] gibi Şiî partilerin ve es-Sistânî gibi bazı Şiî mercilerin, bir taraftaki el-Fellûce halkı ve es-Sadr yanlılar ile diğer taraftaki işgâl güçleri arasında bir ateşkese varılmasına aracılık ederek müdâhale etmelerini talep etmesine rağmen, İşgâlci birtakım şartlarda ısrar etti. el-Fellûce’de ateşkesin varlığına rağmen İşgâlci, el-Fellûce’yi kuşatmak üzere kuvvetlerini sevk etmeye devam etti ve es-Sadr’ın ya yakalanması ya öldürülmesi ya da el-Mehdî Ordusu milislerinin dağıtılması üzerindeki ısrarını sürdürdü.

Amerika’nın işgâl etmek için Irak’a gelmesi ve Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi’nin başlatılması ve sürdürülmesi için Irak’ı bir sıçrama tahtası ve harekete geçme noktası haline getirmesi, nev’i şahsına münhasır ajan bir Irak Geçiş Hükümeti oluşturulmasını zorunlu kılmaktadır. Bu Ajan Hükümet Amerika’ya geniş yetkiler ve sınırsız imtiyazlar verecektir ki Irak toprakları, Amerikan İmparatorluğu için bir hareket noktası edinilsin ve Amerikan Yüzyılı Projesi tamamlanabilsin. Nitekim Wolfowitz’in Amerikan Kongresi önünde yaptığı açıklamaları bunu göstermekteydi: “Egemenlik, mümkün olan veya geri döndürmek istediğimiz bir şey değildir. Irak’ın güvenliği, Amerikan komutasında, Irak kuvvetlerinin de yer aldığı çok-uluslu gücün bir parçası olacaktır.

Bu da bazı Amerikan yetkililerin Geçici Yönetim Konseyi’nde yaptıkları açıklamaları açıklığa kavuşturmaktadır ki onlar, Birleşik Devletler’in Irak tarafı ile bir güvenlik anlaşması imzalamak suretiyle gelecek Temmuz’un başında yönetimi Iraklılara devrettikten sonra da Irak’taki operasyonlarını aralıksız sürdürmek istediğini söylüyorlardı. Amerikan Genelkurmay Başkanı General Richard Myers’ın: “Amerikan askerî varlığının Irak’ta ne kadar kalacağı halen belirsiz” şeklindeki açıklaması da bunu vurgulamaktaydı. Yine Irak topraklarındaki en az yedi askerî üste 130 bin dolayında Amerikan askerinin konuşlandırıldığından bahsedilmekteydi.

Diğer taraftan Irak’ta yönetimin şeklî, sembolik olarak ajanlarına teslim edileceği zamana kadar durumun istikrar bulması için Amerika, Irak’taki direnişe karşı vahşi operasyonlarını yoğunlaştırmaya uğraştı. Her türlü katliam araçlarını kullanmasına, insanlara baskı ve sindirme yöntemlerinin tümünü uygulamasına rağmen direnişin gücünü kıramadı. Kendisini güvende hissetmeyi dahi başaramadı. Bilakis askerlerini zırhlı araçlarından çıktıkları andan itibaren şiddetli bir korku ve dehşet kaplar oldu. Hatta tanklarının içinde bile güvene ve güvenliğe sahip olmaz oldular. Cenîn’in ikizi olan el-Fellûce buna şâhittir. Amerika’nın direnişçilere karşı sürdüğü kara ve hava saldırılarının tümü bunu dile getirmektedir.

Daha sonra, -fıtratları gereği hayvanların bile yapmaktan hayâ edecekleri derecede, Ebu Ğurayb Hapishanesi’nde kullandığı iğrenç işkence yöntemlerinin açığa çıkmasıyla Amerika’nın barbar cürümleri de deşifre edilmiş oldu. Amerika bu cürümleri işleyerek, gerçekten de aynen Allah [Subhânehu ve Te’alâ]’nın buyurduğu gibi olduğunu göstermiş oldu: [كَالأَنْعَامِ بَلْ هُمْ أَضَلُّ] Hayvanlar gibi, hatta daha da aşağıdırlar. [el-A’râf 179] Böylece, aşağılık Amerikan hadâratı ile kokuşmuş değerlerinin gerçek yüzü ortaya çıktı. Oysa onlar Irak’ı ve tüm bölgeyi bunlar ile kurtaracaklarını iddia ediyorlardı!

Amerika’nın Irak’a yönelik düşmanca saldırısı, Amerika’nın ideolojik, hadârî, fikrî ve hatta askerî anlamda ne kadar alçak olduğu gözler önüne serdi. Şuna bakınız ki sayıca çok da fazla olmayan bir grup mü’min delikanlı, Amerika’nın burnunu yere sürttü. Yine yaşanan olaylar gösterdi ki Amerika’nın yığınla sahip olduğu o devâsâ silahları; göğüs göğüse çarpışmaktan tırsan ve cesâretten nasibi hiç olmayan yüreksiz adamlar tarafından kullanılmaktadır. Şâyet Amerika’nın bunca muazzam silah yığınakları olmasaydı, -kokuşmuş hadâratı ve değerleri açığa çıktığı gibi- adamlarının korkaklığı da açığa çıkacaktı.

İşte bu yüzden gelecek [2004] Haziran ayının sonuna kararlaştırılan otoritenin sembolik devri, içerisine saplandıkları bataklıktan onları kesinlikle kurtaramayacaktır. Yine 30.06.2004’ten itibaren Irak’a atanan kurnaz sefirleri Negroponte de -siyâset ve cinâyette ileri gelenlerden olduğu için seçilmesine rağmen- onları kesinlikle kurtaramayacaktır.

Bremer’in yerini alması için John Negroponte’nin Amerika’nın Irak Büyükelçisi olarak seçilmesi, şeytânî Amerikan plânlamasına karşı çıkanlar ile Irak halkının bastırılması ve tüm direniş odaklarının yok edilmesi için Amerikan projesi dâhilinde gelmişti. Üstelik Amerikan irâdesinin dışına çıkanlara karşı muamele keyfiyeti hakkında, Honduras’taki büyükelçiliği sırasında yeterli miktarda deneyim kazanan bir kişidir Negroponte. Nitekim Honduras’ta ölüm mangası olarak tanınan “316. Birlik”in eğitilmesi ve donatılması ile doğrudan, birebir uğraştığı bilinmektedir. Negroponte’nin oradaki görev süresi boyunca bu birlik, Nikaragua’daki Sandinitsa Gerillaları’na karşı Kontr-gerillalarıyla [Gerilla karşıtı gerilla] giriştikleri savaş sırasında, Honduras’ın bir “yüzer uçak gemisi” olarak kullanılmasına karşı çıkan yaklaşık 200 muhâlifi öldürmüştü. Negroponte, Honduras’ta yaşanan olaylar ve doğrudan karıştığı IranGate Skandalı’ndan tüm çıplaklığıyla haberdâr olduğu halde, Kongre önünde yalan yemin ile şâhitlik etmede hiç tereddüt etmemişti. Aynı şekilde Amerikan kanunlarına aykırı olmasına rağmen, Honduras’a tahsis edilen Amerikan yardımlarını Kontra’ya [Kontr-Gerilla] transfer ettiğini de îtiraf etmişti. Bu çelişki bile, konumu ne kadar yüksek olursa olsun, normal hallerde görevinden uzaklaştırılması için yeterliydi. Ne var ki işlediği suçların sicilinin, işlediği disiplinsizliklerin çok ötesinde olduğunu gördüler. Bu da onun Irak Büyükelçisi ve mutlak hâkimi olmaya ehil görülmesini sağladı.

Bush Yönetimi, onu Birleşmiş Milletler’deki temsilcisi konumuna aday gösterdikten sonra, Honduras konusunda Negroponte’nin kınanmasına yönelik tüm sesleri susturma girişiminde bulunmak üzere, 316. Birlik komutanlarından bazılarını Birleşik Devletler’den kovmaya yöneldi. Onlardan biri de Birlik’in kurucularından olan Washington’daki Honduras Büyükelçi Vekîli Louise Alonso Disco Alvaro idi. Bu adam daha sonraları, Birlik’e yapılan Amerikan yardımları hakkındaki pek çok gerçeği ifşa etmişti.

Irak Yönetimi’nde Bremer’ın yerini alsın ve ismen Birleşik Devletler Büyükelçisi ama gerçekte Irak’ın asıl yöneticisi olsun diye, otoritenin sembolik devrinden sonra Amerika’nın Irak’a atamaya niyetlendiği elçisi işte o Negroponte’dir! Sözkonusu bu adamın vakıasının ışığı altında bakıldığında, Irak’ın geleceği -Allah göstermesin- plânladıkları gibi kalacak olursa, Irak’ta işleyeceği cürümleri tasavvur etmek hiç de zor değildir!

Amerikan Başkanlık Seçimleri’ne gelince; dünyaya dayatılan ve dayatılagelen siyâsî gerçeklere ve mevcut verilere bakılarak, John Kerry’nin Kasım 2004’te yapılacak Amerikan Başkanlık Seçimleri’nde kazanması halinde Amerikan politikasında değişiklik yaşanması uzak bir ihtimaldir. Çünkü kim gâlip gelirse gelsin, devletlerarası politikalara ilişkin seçenekleri sınırlı kalacaktır. Nitekim muhâfazakâr Heritage Foundation [Amerikan politika-düşünce merkezlerinden biri] analistlerinden John Hulsman şöyle diyordu: “Terörizme karşı savaş konusunda ikisi [Bush ve Kerry] arasındaki fark, çoğu insanın sandığından çok daha azdır. Şiddet düzeyinde bir farklılık olabilir ama asıl özde fark olmaz.” Diğer yabancı analistler ve diplomatlar da benzer şeyler söylemektedirler: “Aralarındaki yöntem (üslup) farklılıklarına rağmen Bush ile Kerry’nin politikalarını belirleyecek olan; Irak’ta tırmanan şiddet, fundamentalistlerin dünya çapında düzenledikleri süregelen saldırılar, kısıtlı enerji kaynakları, Kongre’nin yapısı ve içerideki kamuoyu gibi siyâsî gerçekler olacaktır.

Yine mevcut yönetimin yapmakta oldukları, doğal olarak gelecek yönetimi belirli konulara mecbur edecektir. Brookings Institute’da [Amerikan politika-düşünce merkezlerinden biri] Başkanlık politikaları uzmanı olan Stephen Hess buna işâret ederek şöyle diyordu: “(Amerikan) Yönetimi ve dünya bir asansörün içerisinde. Dolayısıyla kolayca onu durduramazsın ve ‘ben buradan çıkmak istiyorum’ diyemezsin.

Başkan Bush Yönetimi’nin eski bir yetkilisi de Reuters’a şöyle diyordu: “Kerry, terörizme karşı Bush’un yaptığından daha etkin bir şekilde savaşabilir. Çünkü geniş çaplı tehditlere bakarak daha komplike bir yaklaşım izleyebilir. Yine hem ittifaklar kurma hem de akılları ve gönülleri kazanma mücâdelesi biçiminde, askerî güç ile ılımlı gücü meczedebilir.

Irak’a karşı düşmanca saldırı plânları yapan, Irak’taki hedeflerini gerçekleştirmek üzere bu düşmanca saldırısını merhaleler ile sınırlandıran ve Irak’ı, bölgeye yayılım için bir üs ve sıçrama tahtası olarak kullanan Amerika’nın tavrı işte budur!

Tablonun tamamlanması için burada Avrupa’nın, bilhassa Fransa’nın, Rusya’nın ve İngiltere’nin tutumlarını da ortaya koyacağız.

 

Avrupa ve Rusya’nın Tavrı

Fransa Cumhurbaşkanı Jacques Chirac, 29.04.2004 târihinde Elysée Sarayı’nda düzenlediği basın toplantısında egemenliğin Iraklılara sembolik olarak devredilmesini ve Güvenlik Konseyi’nin, yetkileri işgâlci koalisyonun elinde bırakan yeni bir karar çıkartmak için kullanılmasını şiddetle eleştirdi ve böylesi bir durumu “felâket” olarak tanımladı. Chirac şöyle dedi: “Bugün otoritenin Iraklılara devredilmesi âciliyet arzetmektedir. Fakat soru, bunun nasıl olacağını bilmektir… Kanaatim o ki, Irak’ın yeniden inşâ süreci yolunda, Birleşmiş Milletler’in fiilî gözetimi altında gerçek bir otorite devri olmaksızın, Irak’taki mevcut durumdan olası bir çıkış yok!..” Fransa Cumhurbaşkanı konuşmasına şöyle devam etti: “Oysa aslında işlerin değişmediği ve Koalisyon’un gerçek yetkileri elinde tutmayı sürdürdüğü realitesi var olduğu sürece,  ‘Bakınız, Birleşmiş Milletler Irak’ta bulunuyor ve devletlerarası bir kaplam teşkil ediyor’ denilerek çok bilinmeyenli kompleks denkleme benzer bir çözüm önerilmesi, felâket mesâbesinde olacaktır.

Fransa Cumhurbaşkanı, Paris’te görüştüğü el-Ahdar el-İbrâhimî’nin sunduğu önerilere atıfta bulunarak şöyle dedi: “Bu öneriler, Güvenlik Konseyi’ne bir karar tasarısı sunulmasına yol açacaktır” ki Birleşik Devletler zaten bu konu üzerinde çalışmaktadır. Ardından şöyle sorarak devam etti: “Bu öneriler, Güvenlik Konseyi’nde onaylanacak ve Irak’ın siyâsî, ekonomik ve toplumsal açıdan yeniden inşâsına temel olacak açık ve güçlü bir devletlerarası karara mı yol açacak? Bundan emin değilim.

Buna karşılık Chirac, el-İbrâhimî’nin önerilerini güçlü bir şekilde desteklemeleri ve “tek ses” olmaları için Avrupa Birliği’ne çağrıda bulundu. Fakat birlik üyeleri arasındaki mâlum anlaşmazlıkları dikkate alarak, Avrupa’nın bu hedefi gerçekleştirmesi hakkındaki şüphesini de dile getirdi. Aksine Fransa Cumhurbaşkanı’nın açıklamalarına bakıldığında Paris’in, gelecek Haziran ayının 30’unda gerçekleşecek otorite devriyle temsil edilen fırsatın “kaçmasından” ve Washington’un da bundan istifade ederek, bir Fransız kaynağın ifadesiyle “başka politikalar zincirini uygulamak için” bunu terk etmesinden açıkça korktuğu anlaşılıyordu. Doğrusu Paris; Madrid ve Berlin ile birlikte bir “ortak çizgi” şekillendirmeye çalışıyordu. Bu bağlamda Chirac; Alman Şansölyesi Gerhard Schröder ile Irak’taki durum hakkında kapsamlı istişareler yaptıktan sonra Berlin dönüşünde Paris’e uğrayan İspanya Başbakanı José Rodriguez Zapatero’yu karşılıyordu.

Fransa, Güvenlik Konseyi’den, egemenliğin Iraklılara devrini açıkça vurgulayan bir karar çıkartmasını ve “Koalisyon” güçlerinden ülkeyi terk etmelerini talep ederek 2005 seçimlerden çıkacak Irak Hükümeti’nin muktedir olmasını sağlamasını istemekteydi.

Yetkin bir Fransız kaynak, seçimlere yönelik sınırlı bir yöntem öngören Güvenlik Konseyi’nin yeni kararı çerçevesinde ülkesinin tutumunu açıklıyor, Fransa’nın bu karardan, Irak egemenliğinin “gerçek” hale getirilmesine ve gelecek Haziran ayı sonundaki otorite devrinin “hakiki ve tam” olmasını ısrarla vurgulamasını umduğunu söylüyordu.

Aynı kaynak şöyle diyordu: “Fransa bu egemenliğin, bilhassa Iraklıların kendi kaynaklarını kendi başlarına yönetmeleri bağlamında, ‘yere basan fiiller yoluyla’ gerçekleşmesini istemektedir… İkinci husus ise şudur: Paris, 1 Temmuz’dan sonra kurulacak Irak Hükümeti’nin, çok-uluslu güçlerin faaliyetlerini denetleme hakkına sahip olmasını istemekte, Irak askerî kuvvetlerinin Amerikan kuvvetlerine entegre edilmemesinde ısrar etmektedir.” Yine, bir çerçeve simgeleyeceğine işâretle ülkesinin, bunların Güvenlik Konseyi kararının metninde yer almasında ısrarcı olacağını da vurguluyordu.

Ayrıca Fransa’nın, yapılacak seçimlerden sonra, “egemen ve yasal” bir Irak Hükümeti çıkmasını, bu hükümetin herhangi bir zamanda yabancı güçlerin ayrılmalarını yada kalmalarını talep etme hakkına sahip olmasını istediğini belirtiyordu: “Önemli olan arzusunu açıklıkla ifade edebilme seçeneğinin bulunmasıdır.” Fransa’nın bu yeni kararda, belirlenecek “ileri” bir târihte koşulların “yeniden gözden geçirilmesine” ilişkin bir madde bulunmasını istemediğini, zîra Güvenlik Konseyi’nin, Iraklıların ve seçimlerden çıkacak Irak Hükümeti’nin sorumluluğunda olan geri çekilme konusunda bağlayıcı bir takvim belirleme hakkı olmadığını söylüyor ve şöyle ekliyordu: “Bu durumda Fransa, yeni kararın böyle bir çerçevede onaylanmasını sağlayamazsa, veto hakkını kullanmaksızın oylamadan çekilecektir.

Aynı kaynak; Almanya ve İspanya gibi, Rusya’nın kısmen farklılık arzeden tavrını destekleyen Avrupa devletleri bulunduğunu, Moskova’nın iki karar tasavvur ettiğini, birincisinin yeni hükümetin oluşturulmasına yönelik iken ikincisinin bu hükümetin taleplerinin kabul edilmesinin önemine vurgu yaptığını ve daha sonraları Güvenlik Konseyi’ndeki oylamanın, hükümete verilen sorumluluk ile egemenliğin boyutuna yönelik bu talepler için yapılacağını teyid ediyordu. Devamla Fransa’nın, “egemenliğin iadesinin açıkça bağlayıcı olması” ile tek bir karar çıkarılmasını tercih ettiğini dile getiriyordu.

Açıktır ki Fransa ve Rusya, Irak’taki durumları istismâr etmek yoluyla, Amerika’nın devletlerarası politikasında bir değişim meydana getirmek için Avrupa’nın desteğini kazanmaya uğraşmaktadır. Zîra onlar, Irak sonrası döneme ilişkin Amerikan politikaları ile Amerika’nın tüm dünyayı bir Amerikan çiftliğine çevirmek istediğinin farkındadırlar. Bu ise Fransa ve Rusya’nın yanı sıra Avrupa’nın kalanının da on yıllar boyunca Amerika’nın merhametine terk edilmesi demektir. Çünkü Amerika, Fransa ile Avrupa’nın herhangi bir devletlerarası rol almasına, hatta dünyadaki çıkarlarını gerçekleştirmelerine bile fırsat vermeye yanaşmamaktadır. Bu yüzden onlar, gelecek on yıllar boyunca Amerika’nın Irak’taki varlığına meşruiyet kazandıracak bir devletlerarası kararı kullanmak suretiyle, Irak’ta otoritenin sembolik olarak devredilmesinin önüne geçmeye çalışacaklardır. Aksi takdirde bu, Amerika’nın Arap olsun olmasın, diğer ülkelerden Irak’a kuvvetler getirmesine imkân verecektir ki gelip Irak’taki işgâlci koalisyon güçlerine katılsınlar ve böylece Amerika, dünyadaki diğer askerî öncelikleri ile rahatça ilgilenebilir bir hale gelsin. İşte bu bakımdan Avrupa devletleri ve Rusya, Irak’taki Amerikan menfaatleri için Birleşmiş Milletler’in kullanılmasını engellemeye çalışacaklardır.

Şu durumda tek ses olabilmek için Avrupa’nın önünde kat etmesi gereken daha uzun bir yol vardır. Chirac’ın, Avrupa’nın bu hedefi gerçekleştirebileceği hususunda şüpheli olduğunu belirtmesi de buna işâret etmektedir. Lâkin Fransa, Avrupa üzerinden Amerika’nın Irak’taki plânlarını kösteklemek için uğraşacaktır ki Amerikan İmparatorluğu’nu kurmaya ve Amerikan Yüzyılı Projesi’ni sonuçlandırmaya yönelik plânlarında Amerika’nın ilerlemesini engellesin. Bununla da kendi çıkarlarını korumak için uğraşacaktır. Fakat bundan, Fransa, Rusya veya herhangi bir dünya devletinin; Batı’nın tüm nüfuzundan arındırılsın diye Irak’tan geri çekilmesine götürecek biçimde Amerika’yı tam bir hezîmet ile hezîmete uğratmak istediği anlaşılamaz. Yoksa bundan onların, Irak’taki Müslümanların, -bir avuç Batı ajanının tahakkümü, kontrolü altında olmaksızın- otoritelerini geri aldıklarını görmek istedikleri mi anlaşılır?! Hayır! Muhakkak ki bu, onların çıkarları için Amerika’nın plânlarını tamamlamasından çok daha zararlıdır. Dünyadaki tüm şer güçleri gibi Haçlı Avrupa’nın da korktuğu en kötü şey; Amerika’nın Irak’ı, Batılı ajanlar grubunun dizginlerinden sıyrılmış bir halde başıboş bırakmasıdır. Çünkü Amerika’nın aksine Avrupa, İslâmî Âlem’e daha yakındır ve Müslümanlar ile nice keskin savaşların acısını tatmıştır. Dolayısıyla Müslümanların, Kâfirin prangasından kurtulmalarının ne mânâya geldiğinin gâyet farkındadır. Hele ki bu, tüm İslâmî Ümmet’i, Ortadoğu’da Haçlı Kâfir’in prangasından kurtarmanın bir başlangıcı olursa!..

 

İngiltere’nin Tavrı

İngiltere’ye gelince; devletlerarası olaylardaki etkisini ve tek başına gayretiyle ve çizdiği projeleriyle tahakkümünü kaybetmesinden beri o, halen alışılagelen seyrini sürdürmektedir. O zamandan beri, ancak kendisinin eşlik etmesiyle ilerleyebilen Amerikan trenini -ikinci sınıf bir vagona binmek zorunda kalsa da- terk etmemiştir. Bir yandan darmadağın olan imparatorluğunun sömürgelerindeki çıkarlarını korumak için mücâdele ederken, öte yandan eline geçen her fırsatta Amerikan plânlarını engellemeye çalışmaktadır. Irak’ta da aynı şeyi yapmıştır ve yapmaya da devam etmektedir. Onun göz önünde bulundurduğu husus, miktarı ne kadar küçük olursa olsun Amerika ile beraber bir payının bulunması ve ortaklığı Amerikan plânları uyarınca olsa da, birinci devletin ortağı olarak olaylar tablosunun içerisinde yer almasıdır. Kaldı ki aynı zamanda kendisine, Amerika aleyhine “kargaşa çıkarma” imkânı veren hiçbir fırsatı da affetmeksizin kaçırmamaktadır. Nitekim Irak’a karşı açılan savaş başlamadan önce, Irak’a saldırısına izin veren bir karar çıkarttırmak üzere Amerika’yı Güvenlik Konseyi’ne başvurmaya zorladığı zaman böyle olmuştu. Zîra İngiltere, içerisindeki etkin devletlere vâkıf olduğu için Güvenlik Konseyi’nin bunu kabul etmeyeceğini ve dolayısıyla Amerika’nın devletlerarası bir karar olmaksızın saldırısını başlatacağını ve devletlerarası kânunu ihlâl etmiş görüneceğini iyi biliyordu. Her ne kadar Amerika’nın hiç umurunda olmasa da İngiltere bununla bile yetinmekte idi. İşte böylece İngiltere, bir yandan Amerika ile birlikte yürümekte, ama öte yandan Amerika’yı sıkıştırmak ve plânlarını çökertmek için Avrupa ile birlikte yürümektedir. Fakat bunu kendi özel yöntemi ile yani alenen meydan okumadan yapmaktadır. Bunun için o, Avrupa’dan kopmadan Amerika ile birlikte hareket etmekte, daha açıkçası “Bir Ayağı Amerika’da, Diğer Ayağı Avrupa’da” politikası izlemektedir.

Irak meselesindeki diğer “büyük” devletin en bâriz tutumu işte budur. Bunun, şu anki haliyle Amerika’yı plânlarından uzaklaştıracak veya başarısız kılacak derecede bir güce ulaşmadığı da açıktır. Dahası Amerikan Başkanı Bush’un Irak’a yönelik hâlihazırdaki politikası; Körfez’e yönelik Amerikan politikasının stratejist tasarımcıları tarafından ortaya konulmuş uzun vâdeli Amerikan plânı bağlamındadır.

1 Ocak 1968’de İngiliz Başbakanı Harold Wilson Hükümeti’nin, 1971 yılı sonundan itibaren Körfez de dâhil olmak üzere Süveyş Kanalı’nın Doğusundaki sömürgelerinden çekilmeye karar vermesinden sonra eski Amerikan Başkanı Nixon, 1970 yılında bu plânın uygulamasını fiilen başlatmıştı. Nixon ve ondan sonra gelen tüm Amerikan başkanları, şartların elverdiği ölçüde, infâzı birkaç on yıl gerektiren bir proje dâhilinde bu plânı uygulamaya çalışmışlardı.

İşte 11 Eylül 2001 hâdiseleri, Oğul W. Bush için Irak’ın işgâline kalkışmasına ve çoğu Körfez devletlerinin petrolüne hâkimiyet kurduktan sonra Irak petrollerine de hâkim olmasına yönelik münâsip bir koşul teşkil etmiştir. Muhakkak ki Amerika, Irak’ın parçalarıyla bütünleşmiş güçlü bir devlet haline dönüşmesini istememekte, bilakis üzerinde hâkimiyet kurmasını kolaylaştırmak üzere birbirleriyle zayıf bağlantılı parçalar halinde olmasını istemektedir. Aynı zamanda Irak Kürdistanı’na varlık (devlet) benzeri güçlü bir yapı vererek, Saddam’ın yönetim günlerinde muhâlefette yer alan Kürtler’e ettiği vaadlerini de yerine getirmek istemektedir.

Amerika, Birinci Dünya Savaşı’ndan beri Kürtler’e ait bir varlık oluşturmak için çalışmaktadır. Nitekim Birinci Dünya Savaşı’ndaki paylaşımlar ile Osmanlı Devleti’nin parçalanmasının bir sonucu olarak Kürtlerin meselesinin patlak vermesinden sonra, eski Amerikan Başkanı Wilson, Versay Konferansı’nda Kürtler’e self-determinasyon hakkı verilmesine çağrıda bulunmuştu. Fakat o dönemde birinci devlet olan İngiltere, bu Amerikan arzusunu görmezden gelmiş, o zamanki Ajanı Mustafa Kemâl’i hoşnut etmek için Kürtlerin bölgelerini Türkiye, İran, Irak ve Suriye arasında bölüştürmüştü.

Üstelik Amerika, Kuzey Irak’taki ayrılıkçı Kürt hareketleri de -İngiltere’ye bağlılıklarına rağmen- sürekli destekledi. Zîra Amerika, Irak’ta tek bir güçlü devlet bulunmamasından yanaydı. O yüzden, uzletinden çıkmasından beri bu konuyu bir strateji olarak benimsedi. ‘AbdulKerîm Kâsım kendisinin yardımlarıyla iktidara ulaştığı zaman ona, Irak’ı üç parçadan oluşan federal bir devlet haline getirmesini önerdi. İkinci Körfez Savaşı’ndan sonra da Amerika, Irak’a ambargo uygulama fırsatı yakaladı. Böylece Irak’ı parçalara ayırmak ve Kürt Devleti kurmanın fitilini yakmak üzere güvenli bölgeler, uçuşa yasak bölgeler oluşturmanın kapılarını aralayabildi. Bunun için Amerika, birbirlerini boğazlayan Kürt grupları uzlaştırmaya girişti ve onlar için bir Kürt yönetim mekânizması inşâ etmeye çalıştı. Bu uzlaşma, bilhassa önde gelen iki Kürt partisi arasındaydı: Celâl Talabânî liderliğindeki Kürdistan Yurtseverler Birliği [KYB] [el-İttihâd-ul Vatanî el-Kurdistânî] ve Mes’ud el-Barzânî liderliğindeki Kürdistan Demokratik Partisi [KDP] [el-Hizb-ud Dimukrâtî el-Kurdistânî]. Bu yüzden Amerika, Türkiye’yi düşünsel bazda iknâ etmeye çalıştı ve bu amaçla Kongre’den hey’etler gönderdi. Sonra orada başta parlamento olmak üzere, devlet organlarının kuruluşuna yönelik olarak Kürt bölgelerindeki seçim sürecinin peşine düştü.

Amerikan Merkezî Muhâberat Teşkilâtı’nın [CIA] Irak işlerinden sorumlu eski Başkan Yardımcısı Graham Fuller Ağustos 1996’da şöyle dedi: “Irak’ın üç parçaya bölünmesi gerekir… Amerika, Kürt Devleti kurma plânının gerçekleşmesinde kararlıdır.” Amerikan Yönetimi tarafından, Türkiye’yi Amerikan düşüncesine iknâ etmek için Ankara’ya gönderilen eski Amerikan Dışişleri Bakan Yardımcısı Richard Holbrooke ise Türkiye Cumhurbaşkanı Demirel’e 05.09.1995 günü şöyle dedi: “Irak için en iyi çözüm federasyondur.” Demirel ise şöyle cevap verdi: Federasyon bölünme demektir, bu da Türkiye’ye uzanır.

İngiltere ise taksim, bölünme düşüncesine şiddetle karşıdır. Dışişlerinden sorumlu İngiliz Devlet Bakanı Douglas Hugg şöyle diyordu: “Irak’a yönelik açık politikamız, Irak’ın uluslar arası devlet sınırları dâhilinde bağımsız bir Kürt Devleti kurmayı amaçlayan herhangi bir girişimi desteklememeye ve teşvik etmemeye dayalıdır. Biz Irak’ın bütünsel bir devlet olması gerektiğine inanıyor, tüm olanaklarımızla parçalamasına karşı koyuyoruz. Yine Irak’taki Kürtlerin sorununun, onlar için özerk nitelikli bir bölge kurulmasıyla çözülebileceğine inanıyoruz. Bu konuda Türkler ile hemfikiriz. Saddam yönetimi ile (kimi zaman) ihtilaflar yaşıyorsak bu, Irak’ta taksim istediğimiz anlamına gelmez.

Türkiye ve diğer komşu ülkelerin çıkarları ise Irak’ın bölünmesini engellemeye yönelik İngiliz politikasına sarılmalarını gerektirmektedir. Nitekim Türk Dışişleri Bakanlığı şöyle diyordu: “Kuzey Irak’ı Kürt bölgesi olarak tanımlamak yanlış… Çünkü orada üç yüz bin Türkmen var.

Amerika, Bremer ve uşaklığını yapan Irak Yönetim Konseyi yoluyla, Birlik veya Federasyon adı altında Irak’ın zayıf varlıklara parçalanmasının zeminini hazırlayarak Kürtlerin durumunu özel olarak değerlendirmeye çalışmaktadır. Nitekim Amerika, “Saddam döneminde Irak dışında muhâlefette oldukları zaman” Kürtler’e; bağımsız devletin çekirdeği olacak “Kerkük’ü de içeren” milliyetçi temele dayalı geniş çaplı federasyon vaadinde bulunmuştu. Buna binâen Saddam devrilir devrilmez Kürtler, bu vaadin yerine getirilmesini sağlamak ve Kerkük’ü, Saddam döneminde şekillenen otonom, özerk yönetim bölgesine dâhil etmek için fiilî icraatlara kalkıştılar. Velâkin Amerika, Irak’ın işgâlinden sonra Kerkük konusunda Irak’taki diğer ajanlarının itirazlarıyla karşılaştı. Bunun için Amerika, [Kerkük’ü vermeksizin] etkin yetkiler vererek önceki özerk yönetimi takviye etmekle yetindi. Buna da, Yönetim Konseyi’nin Amerika’nın isteklerine göre ortaya koyduğu anayasada yer verildi.

İşte böylece, Bremer tarafından yazılıp kukla Yönetim Konseyi tarafından onaylanan Irak Anayasası’nın 53. maddesinin (a) fıkrasında şöyle denildi: “Kürdistan Hükümeti, 19 Mart 2003 târihinde mezkur hükümet tarafından idâre edilen toprakların resmî hükümeti sıfatı ile tanınır.” Bu kanunda geçen “Kürdistan Hükümeti” terimi; Kürdistan Vatanî Meclisi, Kürdistan Bakanlar Kurulu ve Kürdistan bölgesindeki Bölgesel Yargı Otoritesi demektir. Yani devlet içinde devlet demektir! 54. maddenin (b) fıkrasında da şöyle denildi: “Kürdistan bölgesinde federal kânunların uygulanması ile ilgili olarak, Kürdistan Vatanî Meclisi’ne, Kürdistan bölgesi içerisinde bu (federal) kânunlardan herhangi birinin uygulamasını düzenlemeye izin verilir.Bu bir bölünme değil de başka ne olabilir ki?!

İşgâl mızrakları altında yazılan cürüm anayasası işte budur! Irak’ın ihlaslı evlatları, çok geç olmadan bunun işini bitirmeli, devirip atmalıdırlar. Aynen geçmişte Tatarların koyduğu “el-Bâsık” kanunlarını yırtıp attıkları gibi!.. Onlar da o zaman Bağdâd’ı istilâ etmiş, kurunun yanında yaşı da yakıp yıkmışlardı. İslâmi Kültür’ün milyonlarca el yazması eserini Dicle Nehri’ne atmışlardı. O zaman onları devirmek için hemen harekete geçmemiş olsalardı, belki de Irak, birbirlerini boğazlayan zayıf devletçilere çoktan parçalanmış olacak, tam bir fitne-fesat bataklığına dönüşmüş olacak, her tür sapık fikrin, her tür iğrenç hükmün ve daha nice kokuşmuş küfür fikrinin ve hükmünün sergilendiği bir pazar olacaktı.

Muhakkak ki Irak’taki Müslümanlar hiçbir zaman ümitsizliğe kapılmazlar, hiçbir zaman teslim olmazlar. Zîra onlar, nice asırlar boyunca dünyanın efendisi olmuş, liderliğini üstlenmiş asîl bir ümmetin, İslâmî Ümmet’in güzîde bir parçasıdırlar. Er yada geç, Amerikan-İngiliz işgâlî mutlaka yok olacaktır. Zîra doğusundan batısına yeryüzünün her tarafında bulunan İslâmî Ümmet, yeni Amerikan sömürgeciliğinin boyunduruğundan, zâlimâne Küfür kânunlarından ve mücrimâne saltanatından kurtulmak üzeredir. Bu kânunlar ve bu saltanat ile Ümmetin parçalanmışlığı pekiştirilmiş, kudreti elinden alınmış, şerefi ayaklar altına alınmıştır. Amerika’nın, el-Fellûce’de ve Kerbela’da ve Ba’kubâ’da ve Bağdâd’da ve en-Necef’te doğradığı Müslümanlara karşı işlediği insanlık dışı, korkunç vahşeti artık açığa çıkmıştır. Ebu Ğurayb Zindanı’nda Iraklı Müslüman esirlere yaptığı, insanın tüylerini diken diken eden, akıllarını başlarından çıkaran, kalplerini yerinden fırlatan, bakışlarını donduran, ağızlarını açıkta bırakan, dillerini ifade etmekten men eden, inanılmaz derecede tiksindirici vahşi muamelerinden, bu Zorba Kâfir Sömürgeci’nin hadâratının ne kadar da iğrenç, ne kadar da kokuşmuş olduğu artık açığa çıkmıştır. Oysa bu barbar hadâratın pis kokusu her tarafı sarıp burunların direğini kırarken, Amerikan Kâfiri’nin medyası, ortamı yumuşatmak ve söz verilmiş demokrasi, özgürlük ve diyalog yaygaralarıyla ortalığı velveleye vermek için çırpınıyordu!

Osmanlı İslâmî Devleti’nin yönetimden düşmesinden bu yana Irak’a, kendi Iraklı evlatlarından olan fitneciler, fesatçılar, bozguncular ve Sömürgeci Kâfirler tarafından Irak halkının başına tayin edilmiş ajan yöneticiler musallat olmuştur. Birinci Dünya Savaşı günlerinde İngiliz’in pis ayakları Irak’a bastığı günden beri, Amerikan-İngiliz ajanları olan o hâin, şerîr, köle ruhlu yöneticiler Irak’taki Müslümanları demir pençeleri altında ezdiler, inim inim inlettiler, onlara nice dayanılmaz acılar tattırdılar! Bölgedeki Amerikan çıkarları uğruna, İngiltere’nin çıkarları uğruna Irak’ı mahvu perişan ettiler! Milliyetçi, Vatancı, Komünist, Nâsırcı, Ba’asçı şer gruplarıyla iktidârı kapışmak için giriştikleri ateşli çatışmaları uğruna Irak’ın her tarafına korku ve dehşet saçtılar! Otorite uğruna sürdürdükleri bu azgın çatışmaları sonucunda, ülkeyi târumâr edip fesâda boğduktan, nice kanlar akıttıktan sonra devleti de yakıp yıktılar, harâbeye çevirdiler! Nihâyet uzun süren bunca kanlı mâceradan sonra Irak’ı tekrar doğrudan sömürgecilik altına soktular! Bu ajan yöneticilerin 80 yıllık iktidârının özeti en yalın ifadesiyle; tahribattır, yıkımdır, katliamdır, işkencedir, fitnedir, fesattır ve nihâyet doğrudan sömürgeciliğin ikinci kez geri dönüşüdür!

İşte âkıbet, işte netice, işte semere!

Muhakkak ki Ümmet, Irak târihinde defalarca kez tekrarlanan bu zor ve acı tecrübeyi, tam anlamıyla, net olarak kavramak, tehlikesini anlamak zorundadır. Hiçbir şey olmamış gibi bakıp geçmek kesinlikle câiz değildir. Bundan alınması kaçınılmaz olan en önemli ders; Milliyetçilik, Vatancılık, Ulusalcılık, Ba’asçılık, Sosyalizm, Komünizm, Arapçılık ve Nâsırcılık gibi tüm akımların, hareketlerin tam bir hezîmet ile mutlak olarak hezîmete, bozguna uğradığına dâir tam ve keskin bir kanaatin oluşması ve bütün bunlar ve benzeri düşünceler taşıyan tüm akımların, hareketlerin ve partilerin kesin olarak reddedilmesidir. Üstelik tüm akımların, hareketlerin ve partilerin, yalnızca düşünce olarak değil aynı zamanda politika olarak da yabancıların bağımlısı, yabancıların uşağı, yabancıların ajanı olan hâinler olduklarına gerçek anlamda inanılmasıdır. Ne zaman ki Ümmette bu kanaat eksiksiz ve net olarak oluşursa, işte o zaman Ümmetin önünde kalkınmak için pınarların en temizi, en berrağı ve en ışıltılısı olan İslam’a koşmaktan başka hiçbir yol kalmaz. İslâmî Devlet’in, Hilâfet Devleti’nin kuruluşundan başkasıyla sonuçlanmayacak sahih bir yöneliş ile, yani siyâsî bir yöneliş ile İslam’a yönelmekten başka yol kalmaz. İşte o devlet, yalnızca Irak’ta Müslümanları kurtarmakla kalmaz, bilakis diğer İslâmî beldeleri kurtarmaya da koşar, Sömürgeci Kâfirler’den, ajanlarından, uşaklarından, zâlimlerden, mücrimlerden, münâfıklardan…

 

Ekler

Kitabın baskıya hazırlanması esnasında, kitapta zikredilen bazı konularla ilgili birtakım gelişmeler yaşandı:

1. Sudan Hükümeti ile Güney isyancıları, 27.05.2004 Perşembe gecesi Nifâşâ Anlaşması’nı imzaladılar. Bu anlaşma; Yasama ve Yürütme otoritelerinin Hükümet, isyancılar ve bazı siyâsî güçler arasındaki paylaşım oranı ile alâkalı üç çerçeve anlaşmadan oluşmaktadır ki bunlar Merkez, Güney bölgeleri ve Mavi Nîl’in Güneyi ile Cibâl-un Nûbe hakkındadır. Anlaşmada ayrıca, Ebiyi bölgesine, Kuzey’e veya Güney’e bağlanmasını belirleyecek bir referandum sonrasında özerk yönetim verilmesi de yer almaktadır.

2. Güvenlik Konseyi; Irak’taki Amerikan kuvvetlerinin varlığına ve nüfuzuna “meşruiyet” veren, Güvenlik Konseyi’nin izin kararına dayanılarak işgâl güçlerine katılmak üzere Arap olan ve olmayan diğer devletlere kapıları açan ve Irak’taki kuvvetleri, önceki gerçek isimleri olan “Amerikan işgâl güçleri” yerine “Amerikan komutasındaki çok-uluslu güçler” olarak adlandıran 08.06.2004 târihli, 1546 sayılı kararı çıkardı.

3. G8, Endüstriyel Devletler’in [Birleşik Devletler, İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya, Kanada, Japonya ve Rusya] liderleri, 08.06.2004 günü Amerika’nın Georgia Eyâleti’nin karşısındaki Sea Island’da bir araya geldiler. [8-10.06.2004] târihleri arasında üç gün süren toplantılarında, Amerika tarafından öne sürülen Büyük Ortadoğu Projesi sunuldu ve bazı önemsiz “rötuş”ların yapılmasından sonra kabul edildi.

4. Otorite (!) 28.06.2004 Pazartesi günü Bremer tarafından Geçici Irak Hükümeti’ne sembolik olarak devredildi. Şeyh Ğâzi el-Yâver, Cumhurbaşkanlığına [sembolik konuma] ve Amerikan Merkezî Muhâberat Teşkilâtı [CIA] ajanı ‘İyâd ‘Allâvî de Başbakanlığa [yürütme konumuna] getirildi.

Otorite Devri, kısa bir toplantı sırasında gerçekleş ve önceden öngörüldüğü gibi büyük bir tören yapılmamıştır. Çünkü havadan ve karadan çok sıkı koruma önlemleri aldıkları halde onları direnişin korkusu sarmıştır. Yani “topluluğun büyüğü” Bremer ve yardakçıları ile Geçici Hükümet, kendi güvenliklerini sağlamaktan bile âciz kalmıştır. Öyleyse başkalarının güvenliğini nasıl sağlayabileceklerdir ki?

 

آخِرُ دَعْوَانا أَنِ الْحَمْدُ لِلّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ

Duâmızın Sonu, Âlemlerin Rabbi olan Allah’a Hamd Etmektir.