Sudan, Afrika’da önemli bir stratejik
mevkide konumlanır. Aynı zamanda Doğusunda önemli bir devlet
olan Mısır’ın doğal bir uzantısıdır. Yine Kongo, Uganda, Kenya
ve Orta Afrika ile birleşerek Afrika’nın derinliklerine kadar
iner. Kezâ Kızıldeniz üzerinden Arap Yarımadası’nda Hicâz’a ve
Tihâme’ye bakar. Doğusunda Etiyopya/Habeşistan ve Eritre ile
komşu iken Batıda da Çad ve Libya’ya komşudur. Sudan’ın bu büyük
coğrafyasının yanı sıra geniş ve muazzam kaynaklara, imkânlara
ve iklime sahip olması onu, en büyük hayvânî ve zirâî üretici
ülke haline getirmektedir. Bilhassa birçok kolları bulunan Nîl
Nehri, Sudan topraklarına müthiş bir verimlilik
kazandırmaktadır. Öyle ki tüm İslâmî beldelerin temel gıda
maddelerini sağlayabilecek bir bolluğa sahiptir. Aynı zamanda
askerî veya siyâsî güvenlik kadar, Müslümanlar için
azımsanmayacak derecede önemli olan gıda güvenliğini sağlamaya
da fazlasıyla ehildir.
Sudan’ın servetleri sadece tarımsal
alan ile sınırlı değildir. Bilakis gövdesi, bilhassa sanâyi
çarkının döndürülebilmesi için kaçınılmaz olan altın, krom ve mika
gibi zaruri ve kıymetli madenler ile doludur. Ayrıca orta
kesimlerinde bol miktarda petrol kuyuları vardır. Konumu
itibarıyla Sudan, kelimenin tam anlamıyla büyük devlet
dinamiklerine sahiptir. Bu nedenle, büyük devletlerin geçmişte ve
bugünde, bitmez-tükenmez süper servetlerine hâkim olmak için Sudan
üzerinde çatışmaları şaşırtıcı değildir.
Sudan çok eski bir İslâmî beldedir.
‘Usmân (RadiyAllahu ‘Anh)’in Mısır Âmili ‘Abdullah
İbn-u Ebî Serah eliyle Hicrî 31 yılında erken dönemde İslam ile
tanışmıştır.
Geçen yüzyılda Sudan, İngiliz sömürge
otoritesi altındayken, İngiliz Yönetimi 1922 yılında, Güney
Sudan’ı kapalı ve izole bir bölge haline getiren bir kanun
çıkardı. Bunun amacı, Güney halkının Kuzey’e sızmasını ve
Kuzey’deki halkın da Güney’e karışmasını engellemekti. Böylece
İngiliz subayların komutasında Güney halkından yerel bir ordu
oluşturdu ki henüz erken dönemde Kuzey ile Güney arasında bir
ayrılık oluşturulabilsin.
Güney’in bu kapalılığı, halkına yönelik
geniş çaplı bir Hıristiyanlaştırma operasyonu için misyonerlik
faaliyetlerine her tür özgürlük tanınmasına katkıda bulundu. Bu
arada İngiliz sömürgeciler, Kuzey’deki Müslümanların Güney’e
İslâmî hey’etler göndermelerini de yasakladılar. Nitekim Mezunlar
Konferansı heyeti, 1938’de Hartum’dan Güney’e İslam’ı yaymak için
İslâmî bir heyet gönderme girişiminde bulunduğunda böyle oldu.
1947 yılında İngiliz Yönetimi, Kuzey ve
Güney halkından bazı kimseleri Cubâ Konferansı’na çağırdı.
Bu konferans, Sudan’da iki varlığın mevcudiyetini tanımalarını
amaçlayan İngiltere’nin Sudan için tasarladığı ilk resmî tuzaktı.
İngiltere’nin Sudan’a bakışı, temel
olarak içerisinde iki varlığın bulunmasına dayalıydı: Biri
Kuzey’de Arap-Müslüman, diğeri de Güney’de Hristiyan-Müşrik bir
varlık idi. Daha sonraları Amerika da aynı esâsı benimsedi.
İngiliz Sömürgeciliği 1956 yılında
Sudan’ı terk etmeden önce, 1955 yılında Güney Sudan’da bir
ayaklanma ateşi tutuşturdu ve o zamandan beri Sudan’da kurulan tüm
hükümetler günümüze kadar bu isyan ile meşgul oldu.
“Bağımsızlık” sonrasında İngiltere,
Güney Sudan’ı özel çözüm gerektiren kalıtsal bir sorun olarak
kabul eden kukla yöneticiler tâyin etti. 1965 yılında Kuzey ve
Güney partileri bir yuvarlak-masa toplantısında bir araya geldiler
ve İngiltere tarafından belirlenen aynı esâs üzerindeki çözüm
arayışına girdiler. Ne var ki bir anlaşmaya varamadılar ve böylece
sorun daha da çetrefil bir hale geldi.
Sudan’ın en bâriz siyâsîlerinden birisi
olan Sâdık el-Mehdî, tâ o erken dönemlerde Kurucu Meclis önünde bu
sorunu tanıdı. Sudan’ın birleşik bir cumhuriyetten federal bir
cumhuriyete dönüştürülmesini ve özel bir konumu olduğu
gerekçesiyle Güney Sudan’a özerklik verilmesini talep etti. 1965
yılı Aralık ayında şöyle dedi: “Şu anda Kuzey ve Güney
partileri, özel durumundan dolayı Güney’e bölgesel bir statü ve
adem-i merkeziyetçi (merkezî olmayan) bir yönetim veren bir
anlaşma taslağına ulaşmış bulunmaktadırlar.”
Bununla beraber Sudan’daki
politikacılar, Sudan’ın bu özel statüsünün nasıl olacağı konusunda
anlaşmazlığa düştüler. 1967 yılında Başbakan İsmâ’il el-Ezherî,
el-Mehdî’nin çağrıda bulunduğu bölgesel yönetim düşüncesine karşı
çok sert bir saldırıya geçti ve sadece Güney’e özerklik vermekle
yetinilmesine çağırdı. Bu târihten itibaren Uganda, Güney isyânı
için bir odak noktası haline gelsin diye sürgün hükümetine barınak
sağlamakla görevlendirildi.
İngiltere, Sudan’ı bağımsızlık sonrası
on yıllar boyunca meşgul tutarak Güney meselesini bir takoz olarak
terk edip gitti. Sudan’dan çıkmadan önce, Güney’in Kuzey’den
koparılması tohumunu da ekti. Daha sonraları Batılı devletler bu
tohum ile ilgilendiler ve peşpeşe Sudan’ın başına bela olan,
Amerikan-İngiliz ajanı yöneticilerin bakışları çelişmeyecek
şekilde onu suladılar. Böylece tüm kesimlerin bakışı, Güney’in
özel bir statüye sahip olduğu konusunda birleşti. Nitekim ister
el-Mirğanî liderliğindeki Demokratik Birlik Partisi’nce
[el-Hizb-ul İttihâd-ud Dimukratî] temsil edilen el-Hatmiyye
tâifesi gibi Amerikan uşağı olsun, isterse el-Mehdî liderliğindeki
Ümmet Partisi’nce [Hizb-ul Umme] temsil edilen el-Mehdî
- el-Ensârî tâifesi gibi İngiliz uşağı olsun, partilerin çoğunun
bakışı böyleydi. Hepsi de her ne şekilde olursa olsun, bir şekilde
ayrılığın zaruretini kabul ettiler, lâkin üsluplar üzerindeki
anlaşmazlıkları devam etti.
el-Mehdî Hükümeti, temelde özerk veya
bölgesel yönetime dayalı bir diyalog yürüttü. en-Numeyrî Hükümeti
de bölgesel yönetimi uyguladı ve Güney’deki yönetimin idâresi için
bir Yüksek Konsey atadı. ‘Umer Hasen Ahmed el-Beşîr liderliğindeki
el-İnkâz Hükümeti ise federal yönetimi uyguladı ve Güney halkına
self-determinasyon hakkı [bir halkın kendi geleceğine karar
verebilme hakkı] tanınması düşüncesini ortaya attı.
Muhâlefet partileri de, -el-Beşîr başkanlığındaki el-İnkâz
Hükümeti’ne muhalif partilerin bir araya getirildiği Vatanî
Demokratik Birlik denilen yapının, 1995 yılında Eritre’nin
başkenti Esmara’da toplanan Hayâtî Meseleler Konferansı’nda,
Cibâl-un Nûbe [en-Nûbe Dağları] ve Güney halkına
self-determinasyon hakkı önerdiği gerekçesiyle- ‘Umer el-Beşîr’in
bu düşüncesine karşı çıkmadılar.
Güney halkına self-determinasyon hakkı
ve federasyon gibi ihânet düşünceleri, siyâsî taleplere ve yasal
siyâsî vakıalara dönüştü. İşte böylece, 1881 yılında İslam’ı ve
Sudan’ı savunmak üzere İngiliz işgâline karşı Sudan’da patlak
veren İslâmî Mehdî Devrimi’nin evlatları, İngiliz projesini
uygulayan temsilcilere dönüştüler. O muazzam devrim ile, o dönemde
İngiliz Ordusu inkâr edilmez müthiş bir hezîmete uğramış, 1885’te
Başkent Hartum İngilizin ellerinden geri alınmış ve oradaki
İngiliz yüksek komiseri (mendubu) öldürülmüştü.
Diğer sömürgeler gibi Sudan da, eski
sömürgeci İngiltere ile yeni sömürgeci Amerika arasında, egemenlik
konusunda şiddet bir devletlerarası çatışmanın bir arenası haline
gelmiştir. Nitekim 1956 yılında “bağımsızlık” verildiğinde
İngiltere’nin elindeydi ve İngiltere, kendisine bağlı el-Mehdî’nin
partisi ile diğer İngiliz uşaklarının etkin liderliği sayesinde
nüfuzunu sürdürdü. 1969 yılına kadar Amerika ile İngiltere
arasındaki çekişme böyle sürüp gitti. O zaman Amerika’nın
bölgedeki baş ajanı ‘AbdunNâsır tarafından desteklenen Ca’fer
en-Numeyrî, İngiliz yanlısı partilere ve politikacılara karşı
başarılı bir askerî darbeye liderlik etti. en-Numeyrî’nin askerî
güç sayesinde iktidarı eline geçirmesiyle birlikte Amerika, onun
uzun süren iktidârı boyunca ordu içerisine önemli ölçüde nüfuzunu
sızdırmayı başardı.
en-Numeyrî iktidarının gölgesinde Güney
meselesi daha da kötüleşti ve çözümsüz bir hale geldi. Güney’in
ihmâl edilmesi ve iktidara gelen tüm yöneticiler tarafından
kalkınmadan, gelişmeden uzak tutulması, bu sorunun daha da
çetrefilleşmesine katkıda bulundu. Yine Güney halkına, ileride
ayrılmaya yol açacak özel bir statü verilmesi gereğinin
onaylanması da buna yardımcı oldu. Böylece güvenliği sağlamak için
Güney’e gönderilmiş Sudan Ordusu’nda bir subay olan John Garang’ın
yıldızı, en-Numeyrî iktidârının sonlarına doğru parlamaya başladı.
Ancak Garang, Güney’de İslam’ın yayılmasını önleyen bir
Hristiyan-Müşrik gücü oluşturmak amacıyla, merkezî hükümetten
ayrılıp Uganda’nın yardımı ve Amerika’nın koordinasyonu ile özel
bir milis gücü oluşturdu. Garang Hareketi aynı zamanda
Amerika’nın, Sudan Hükümeti’ne gerektiğinde baskı yapmak ve onu
dilediği yöne çevirmek için elinde oynattığı bir kukla idi.
Siyâsi, ekonomik, güvenlik ve toplumsal
tüm yönlerden Sudan’daki sorunlar iyice birikince Amerika, Ca’fer
en-Numeyrî’den kurtulmanın gerekli olduğunu gördü. Bunun üzerine,
ordu generallerinden biri olan Suvâr ez-Zeheb, Sudan dışında
olduğu bir sırada Ca’fer-in Numeyrî’ye karşı darbe yaptı.
en-Numeyrî, Sudan’a dönüp darbenin başarıya ulaşmasını engellemek
isteyince, Mısır Devlet Başkanı Husnî Mubârak, Amerika’nın emriyle
onu Kâhira’de kalmaya mecbur etti. Suvâr ez-Zeheb, önceleri
en-Numeyrî’ye sadâkati ile bilinen askerlerdendi. Buna rağmen
yaptığı bu darbe, Sudan Ordusu’ndaki üst düzey komutanların
çoğunun tümüyle Amerikan nüfuzu altında olduklarının bir delîli
idi.
Suvâr ez-Zeheb iktidarda ancak bir yıl
kaldı. Fakat gerçek iktidar Amerika’ya dost olan ordunun
elindeydi. Böylece Suvâr, yönetimi siyâsîlere devretti ve
seçimlerin yapılmasına izin verdi. Bu defa yönetime İngiliz
ajanları geldi. Sâdık el-Mehdî 1985 yılında hükümeti kurdu. Sudan,
üç yıllık el-Mehdî Hükümeti boyunca çalkantıya terk edildi.
Bu dönemde, Güney’in ayrılması plânlarıyla ilgili olarak Şubat
1987’de Washington’da bir seminer ve yine aynı konuyu araştırmak
üzere Eylül 1987’de de Londra’da bir toplantı düzenlendi.
Afrika’da da başka girişimler oldu.
Kültürel mozaiğin tanınması, gelişmenin
önemi, servetin ve otoritenin paylaşılması hususlarına
odaklaşmakla beraber bu girişimlerin hepsi de Sudan’ın birliğini
göstermelik olarak vurgulamaktaydı. Bu süre zarfında askeriye,
durumu yakından gözetleyip durdu. Sudan’da işler iyice kötüye
gidip halk askerin geri gelmesini temenni etmeye başlayınca 1989
yılı Haziran ayında ‘Umer Hasen Ahmed el-Beşîr başarılı bir askerî
darbe yaptı ve el-Mehdî Hükümeti’ni kovdu. en-Numeyrî gibi
kendisinden önceki askerlerin hatalarından da ders aldı.
Böylece Sudan’ın önde gelen İslâmî
hareketinin lideri ve Halk Kongresi [Mu’temir-uş
Şa’bî] Başkanı Hasen et-Turâbî’yi iktidara getirerek ona
yakınlaştı ve askerî yönetimini İslâmî motifler ile süsledi ki
askerî otoritesine, geçmişte en-Numeyrî’de olmayan yasal bir renk
ve bir halk desteği kazandırabilsin.
Böylece Amerika’ya dost olan askerler,
Sudan’da yönetim dizginlerini avuçlarına aldılar ve dolayısıyla
ordu sayesinde Amerika da Sudan’ın dizginlerini eline geçirmiş
oldu. Amerikan ajanı askerler bu sayede, daha önce İngiliz ajanı
politikacıların ve partilerin beceremedikleri, Güney’in Kuzey’den
kesin bir ayrılış ile ayırılmasına yol açan ciddi siyâsî
operasyonlar gerçekleştirebildiler.
el-Beşîr’in Sudan’da iktidarı teslim
almasından itibaren, Güney’deki çatışmaların ve çarpışmaların
tırmanışına paralel olarak müzâkerelerin, toplantıların ve
girişimlerin dozajı arttı. Tâ ki bu hassas ve tehlikeli sorunun
yaşamsal gelişimini tamamlanması için bu müzâkerelere güvenilirlik
ve meşruiyet kazandırılabilsin.
1989 yılında eski Amerikan Başkanı
Jimmy Carter gözetiminde Kenya’nın başkenti Nairobi’de yapılan
toplantılar, daha sonraki toplantıların, müzâkerelerin ve
girişimlerin başlangıcı oldu. Carter gözetimindeki bu toplantılar,
Albay Muhammed el-Emîn Halîfe başkanlığındaki Sudan Hükümet heyeti
ile Lam Ekol başkanlığındaki İsyancı Hareket heyeti arasında
yapıldı. 1992 yılında Nijerya eski Devlet Başkanı İbrâhim
Babangida’nın girişimleriyle, Muhammed el-Emîn Halîfe
başkanlığındaki Hükümet heyeti, Garang grubunu temsilen William
Non başkanlığındaki İsyancı Hareket heyeti ve en-Nâsır grubunu
temsilen Lam Kol başkanlığındaki heyet arasında, Nijerya’nın
başkenti Abuca’da başka görüşmeler yapıldı. Bu müzâkerelerde
servetin paylaşılması ve Sudan’da ırksal, dilsel ve kültürel
çoğulculuk esâsına göre çalışacak siyâsî bir kurum oluşturulması
yoluyla sorunun çözülmesinin zaruri olduğu sonucuna varıldı. 1993
yılında Uganda Devlet Başkanı Yuri Mosivini’nin nezâretinde, ‘Ali
el-Hâcc Muhammed başkanlığındaki Hükümet heyeti ile Garang
başkanlığındaki Halk Ordusu [İsyancı Hareket] heyeti arasında da
Uganda’nın Antibi kentinde görüşmeler yapıldı. Aynı yıl, bu
görüşmelerden bir ay sonra Nairobi’de ‘Ali ‘Usmân Muhammed Tâhâ
başkanlığındaki Hükümet heyeti ile İsyancı Hareket heyeti arasında
bir toplantı daha yapıldı.
Kenya ve Nijerya’da süren müzâkereler;
17 Mart 1994’te Nairobi’de IGAD
[InterGovernmental Authority on
Development: Hükümetlerarası Kalkınma Otoritesi]
komisyonunun girişimiyle, Kenya Devlet Başkanı Danyel Erabmoyi
liderliğinde ve Uganda, Etiyopya ve Eritre devlet başkanları ile
‘Umer Hasen el-Beşîr ve İsyancı Hareketin komutanı Fâsılî’nin
katılımıyla düzenlenen bir toplantıya kadar devam etti.
Müzâkereler, 20.07.2003 târihinde
Mişâkus Protokolü denilen felaket imza törenine kadar sürdü.
Bu protokol, Güney’in Sudan’dan koparılmasına yönelik olarak
atılan adımların en tehlikelisi, bıkmak-usanmak bilmeyen ve
onlarca yıl süren gayretlerin bir semesi ve nihâî Barış
Anlaşması’nın mukaddimesi idi. Bu protokol; oldukça dakik
ifadeli, son derece tehlikeli ve self-determinasyon hakkı gibi
ayrılma için gereken her hususu kuşatan kapsamlı metinler
içermekteydi. Bu metinler, hedefe en az külfet ile ulaşılsın diye
kurnazca bir özen ve dikkat ile düzenlenmişti. Protokoldeki en
tehlikeli husus, devletlerarası rolü ve ayrılmayı gerçekleştirmek
üzere anlaşma maddelerinin uygulanmasını sağlayan sınırlı bir
mekânizmayı şart koşmasıydı. Nitekim bu protokol, ardından gelen
tüm müzâkerelerin temel taşı haline geldi. Daha sonra görüşmeler;
servet, otorite ve diğer hususların paylaşımı gibi o zaman
muallâkta bırakılmış meselelerin detaylarını ele almak maksadıyla
Amerika, İngiltere, Norveç, İtalya ve IGAD üyesi ülkelerin
devletlerarası gözetimi altında yeniden başlatıldı. Toplantılara
bakıldığında zaman, devletlerarası tarafların özellikle de Amerika
ve İngiltere’nin görüşmelerde anlaşmazlığa düşmedikleri görülür.
25 Eylül 2003 târihinde Hükümet ile
İsyancı Hareket arasında üç ordunun varlığını öngören bir
Askerî Güvenlik Anlaşması imzalandı. Bu üç ordu şunlardı:
Hükümet Ordusu, İsyancı Ordu ve Hükümet ile isyancıların ortak
ordusu. Böylece ayrılıkçı ve mücrim isyancı çeteler, nizâmî orduya
paralel bir ordu niteliğiyle, yasal olarak ona eşit bir halde
bırakıldılar. Yine bu anlaşma, Hükümet ordusunun en fazla 2,5 yıl
içerisinde Güney’den çekilmesini şart koşmaktaydı.
Bilinmektedir ki anlaşmanın öngördüğü
maksat, ülkedeki orduları çoğaltarak güç merkezlerini çoğaltmaktı.
Bu ise ülkede güvenlik ve istikrârı tehdit edecek, böylece -hele
ki isyancıların; hedef, eğitim ve silahlanma noktasında Kâfir
Batı’ya bağımlı olan bir ordusundan bahsediyorsak- ülkeyi
savaşlara, çatışmalara ve parçalanmalara sürüklemesi
kolaylaşacaktı.
İsyancıların ordusu, Güney Sudan’ın
tümünü tek başına kontrol etmesinin yanı sıra, Hartum’da, Mavi
Nîl’in Güneyinde ve Cibâl-un Nûbe’de de mevcut iken Sudan halkının
güven duyması nasıl mümkün olabilir ki? İki veya üç ordu
düşüncesi, müzâkereler çıkmaza girdikten sonra Amerika tarafından
Hükümete dayatılmış bir düşünce idi. Nitekim Sudan’ın Ahbâr-ul
Yevm Gazetesi, 25.09.2003’te bunu açıkça ortaya koymuştu. Böylece
Amerika Hükümet’e bu anlaşmayı dayattı ve reddetmesi halinde
çeşitli tehdit şekilleriyle onu uyardı.
07.01.2004 târihinde Sudan Hükümeti ile
İsyancı Hareket arasında Servet Paylaşım Anlaşması da
imzalandı. Anlaşmaya göre Güney Sudan’da ve çekişmeye sahne olan
diğer üç bölgede, petrol ve diğer gelirler Hükümet ile İsyancılar
arasında eşit olarak paylaşılıyor ve biri Hükümet’e diğeri ise
İsyancılara ait iki ayrı banka sistemi kuruluyordu. Böylelikle
ayrılma, askerî açıdan kökleştirildiği gibi ekonomik açıdan da
kökleştirilmiş oluyordu.
Müzâkereler, Otoritenin Paylaşımı ile
üç çekişmeli bölge olan Ebiyi, Mavi Nîl’in Güneyi ve
Cibâl-un Nûbe’nin geleceğinin belirlenmesi üzerinde
sürdürülmektedir. el-Beşîr Hükümeti, Bush’un Sudan’a atadığı
Amerikan Elçisi Râhip John Danforth tarafından taşınan ve
Nifâşâ’daki [bir Etiyopya/Habeşistan kenti]
müzâkerecilere teslim edilen Amerikan Belgesi gereğince
Ebiyi’den İsyancılar lehine vazgeçmek üzeredir.
Sözkonusu belge, Güney halkına
tanındığı gibi Ebiyi halkına da self-determinasyon hakkı
tanınmasını öngörmekteydi. Yine, Cibâl-un Nûbe ile Mavi Nîl’in
Güneyinde 6.000’er kişilik bir ortak kuvvet oluşturulmasını şart
koşan 4. maddenin (c) bendinde geçen bir Güvenlik Önlemleri
Anlaşması öngörmekteydi ki bu, aynı Güney tarzında, bu üç
bölge için de özel bir statü oluşturulmasına hazırlık anlamına
gelmekteydi.
Hartum’da yayınlanan gazeteler
20.03.2004 târihinde, Nifâşâ’daki müzâkereci taraflar olan Hükümet
ile İsyancı Hareket’e sunulan, Ebiyi meselesinin çözümüne dâir
Amerikan Belgesi’nin detaylarını açıkladılar. Belgenin içeriği,
İsyancı Hareket tarafından ileri sürülüp Hükümet tarafından
reddedilen önerilerin neredeyse aynısıydı. Bu belgede geçen en
tehlikeli madde ise; “Geçiş Dönemi sona ermeden hemen önce
Güney’de yapılacak referandum ile eşzamanlı olarak, Kuzey’de mi
kalacaklarına, yoksa Bahr-ul Ğezâl’e mi katılacaklarına karar
versinler diye Ebiyi halkına da ayrı bir referandum hakkı
verilmesi” idi. 20.03.2004 târihli 3378 sayılı Ahbâr-ul Yevm
Gazetesi’nde yayınlandığı gibi, John Danforth Nifâşâ’da
düzenlediği basın toplantısında şöyle dedi: “Başkan Bush çok
rahatsız… Nitekim kendisi bu ayın sonundan önce barış
sağlanabileceğine inanıyor. Amerikan Yönetimi de barış sürecine
engel olan tarafın, müzâkerelerin dağılmasından sorumlu olacak
taraf haline geleceğini düşünüyor.” Tüm bunlar, Amerikan
Yönetimi’nin tümüyle ve tam anlamıyla İsyancı Hareket’in yanında
yer aldığını te’kid etmektedir. Yine -Amerika’nın özel barış
elçisi John Danforth’un basın toplantısında geçtiği gibi- Amerikan
Yönetimi’nin, belgeyi reddetmesi halinde Hükümeti açıkça tehdit
ettiğini de göstermektedir. Bu da mezkur Amerikan Belgesi’nin,
Amerika’nın Ebiyi meselesine ilişkin nihâî tutumu olduğunu açığa
çıkarmaktadır.
Bunun üzerine İsyancı Hareket, derhal
belgeyi kabule koştu. Bu gâyet normaldi. Çünkü temeli, zaten kendi
önerilerinin aynısıydı.
Sudan Hükümeti’nin belgeyi,
müzâkerelerin temeli olarak kabul etmesine gelince; 21.03.2004
Pazar târihli, 2882 sayılı Sudan’ın es-Sahâfe Gazetesi’nin
haberine göre; Devlet Başkanı el-Beşîr ile yardımcısı, iktidar
partisinin liderleri, Silahlı Kuvvetler’in bazı generalleri ile
Nifâşâ’dan dönen müzâkere heyetinden de üç kişinin katılımıyla
geniş çaplı yapılan bir toplantıda, Amerikan önerisi enine-boyuna
tartışıldı ve onun müzâkerelerin temeli olarak kabul edilmeye
elverişli olduğu değerlendirildi ki bu, Hükümetin zaafiyetini ve
cılız tavrını açıkça ifşâ etti.
Amerikan önerisini uzlaşılabilir olarak
nitelendirenlerin bu tavır, Amerikan baskısına boyun eğdiklerini
ve onu râzı etmek için çabaladıklarını te’kid etmektedir. Halbuki,
وَاللّهُ
وَرَسُولُهُ أَحَقُّ أَن يُرْضُوهُ
Allah ve Rasülü râzı edilmeye
daha hak sahibidir.
[et-Tevbe 62]
13.05.2004 Perşembe günü Hartum’daki
Amerikan Büyükelçiliği, hafta içinde Sudan Hükümeti ile Dr. John
Garang liderliğindeki Sudan Halk Kurtuluş Hareketi arasında
Otorite Paylaşımı ve üç bölgenin geleceği konularında bir anlaşma
imzalanacağını, ayrıca gelecek ayın ortasında da Nairobi’de nihâî
anlaşmanın imzalanacağını açıkladı. Garang Hareketi’nden bir
yetkili ise Barış Anlaşması’nın başlıca maddelerinin hazır
olduğunu teyid etti.
Kezâ Hartum’daki Amerikan Büyükelçiliği
Maslahatgüzârı Gerald Gallucci de aynı târihte şöyle dedi: “Gelecek
Haziran ayının ortasında, Sudan Hükümeti ile Sudan Halk Kurtuluş
Hareketi arasında Nairobi’de kapsamlı bir Barış Anlaşması
imzalanacaktır.” Çarşambayı Perşembeye bağlayan gece sınırlı
sayıda gazeteceye yaptığı açıklamada ise, ülkesinin bir süredir
Sudan Hükümeti ile yapıcı bir görüş alışverişinde bulunmaya
başladığını belirtip şöyle dedi: “Amerikan Yönetimi, Barış
Anlaşması’na ve geniş kapsamlı nihâî ateşkes düzenlemeleri
aşamasına ulaşılması halinde, Hartum ile ilişkilerini tamamen
normalleştirmeye elbette başlayacaktır.”
Yine Gallucci, üç meselenin
halledilmesi halinde Sudan Hükümeti üzerindeki Amerikan
yaptırımlarının kaldırılacağını, bunların; devletlerarası
terörizme karşı mücâdele dosyası, IGAD girişimleri yoluyla Barış
Anlaşması imzalanması ve insan hakları dosyasında kapsamlı
ilerleme sağlanması olduğunu ifade edip şöyle dedi: “Washington,
Barış Anlaşması’ndan sonra olağanüstü halin kaldırılmasını
beklemektedir… John Garang liderliğindeki Sudan Halk Kurtuluş
Hareketi, -Sudan Devlet Başkanı Birinci Yardımcısı ‘Ali ‘Usmân
Muhammed Tâhâ ile Garang’ın halledemedikleri kalan birtakım
detaylar üzerinde arabulucu olacak üçüncü bir tarafın yardımının
aranmasını- önererek ‘Barış Anlaşması’nın başlıca unsurlarının
hazır olduğunu’ teyid etmiştir.”
Birleşmiş Milletler kaynakları Sudanlı
müzâkerecilerin karşılaştıkları birtakım zorluklara dikkat
çekerken, Halk Hareketi’nin resmî sözcüsü Yâsir Arman: “Başlıca
sorunlar çözüm yoluna girdi. Dolayısıyla geri kalan detaylar,
aşırıya kaçarak vaktin tamamını almamalıdır. Nitekim çözüm için
her iki tarafın da kararları gerekmekte ve Hareket bunu
çözülebilir görmektedir” diyor ve “Anlaşmanın başlıca
unsurlarının hazır olduğunu ve her iki tarafın da anlaşmayı
nihâyete erdirip imzalamak üzere ilerlemesi gerektiğini”
yineliyordu.
Yine “kalan meselelerin iki tür
olduğunu, bunlardan birinin anlaşmanın bazı maddelerinin
düzeltilmesine veya yeniden yazılmasına ilişkin iken, diğerinin de
Merkezî Otorite ile birlikte Mavi Nîl ve Cibâl-un Nûbe’ye ilişkin
olduğunu” ifşa ediyordu. Sonra açıklamasını şöyle
sürdürüyordu: “Hartum, Hareket’e Mavi Nîl ile Cibâl-un Nûbe’de
otoritenin %40’ını ve Hükümet’in de %60’ını teklif etti. Yine
Hareket, %38’ini talep ettiği halde Merkezî Otorite’nin de %28’ini
teklif etti.” Arman, diğer siyâsî güçlere katılım konusunda “Diğerlerine
katılım çalışması başlamıştır ve halen iki taraf arasında
sürmektedir” derken, başkent konusunda da “Başkent meselesi
halledildi ve her iki taraf temel noktalarda uzlaştı” diyordu.
Bu müzâkereler esnâsında ve isyancı John
Garang liderliğinde Güney’in ayrılmasına yönelik müzâkerelerin
sona ermesinin hemen öncesinde, Sudan’ın Batı’sındaki Dârfur
bölgesine yoğunlaşıldı. Bu meselenin ortaya çıkışında ve
kötüleşmesinde üç faktör bulunmaktadır: [1] Araziler ve mer’alar
konusundaki yerel çekişme, [2] soruna yapılan dış müdâhale ve
tahrik ile [3] bunun öncesinde ve sonrasında Sudan Hükümeti’nin
İslam’ın emrettiği adâlet ve ihsan anlamında vatandaşlarının
işlerini gözetmedeki ihmâlkârlığıdır.
Yerel çekişmeye gelince;
Dârfur’da Afrikalı el-Fur kabîleleri ve diğer Arap asıllı
kabîleler ikâmet etmektedir. Dârfur’daki anlaşmazlık, hayvanların
ve işlenmiş arazilerin geniş bolluğuna rağmen doğal kaynakların
azalmasıyla birlikte baş gösterdi. Develerini otlatmak isteyen
bazı Arap kabîlelerinin arzusu kendi otlak arazilerine sahip olmak
iken, dedelerinden kalan bir mîras olarak kendilerinin sahip
olduğu düşüncesiyle, Afrikalı el-Fur kabîleleri ise arazileri ve
mer’aları Araplar ile paylaşmayı reddediyorlardı.
İsyan ise ez-Zeğave kabîlesine bağlı
olarak baş gösterdi. Onlar diğer kabîlelerin kendilerine
katılmalarını istediler. Bunun için hücumlarla ve tekliflerle bunu
terörize etmeye başladılar. O kadar ki kabîleler kendilerini iki
alternatif ile baş başa buldular: Ya isyana katılacaklar yada
hücumlardan kendilerini muhafaza etmek için milisler
oluşturacaklardı. Böylece bu kabîleler hızla kuvvetlenen milisler
oluşturmaya karar verdiler. Buna ilâveten Dârfur’da komşu
ülkelerden gelen silahlar yayılmaya başladı. Bu da durumun
ağırlaşmasına, daha da kötüleşmesine ve her geçen gün daha da
karmaşıklaşmasına yol açtı. Binlerce cana kıyıldı. Yüzlerce köy
yakıldı. Yüz binlercesi yer ve gökten başka yatak-yorgan
olmaksızın topraklarından sürüldü. Bazıları, Dârfur cehenneminden
kurtulmak umuduyla Çad’a kaçtı.
Soruna yapılan dış müdâhale ve tahrike
gelince; Dârfur hâdiselerini
körükleyen ve krizi icad eden Avrupalılar, bizâtihi Fransa ve
İngiltere idi. Bunun delili, Afrikalı el-Fur kabîlelerinden
kaynaklanan isyana Çad devleti ve yöneticilerinin destek vermiş
olmasıdır ki bunlar erzak, destek ve barınak noktası bakımından
Fransa’nın ajanıdırlar. Londra ise isyan hareketinin liderleri
için bir medya kürsüsü olarak işlev gördü.
Amerika’ya gelince;
o da ajanı olan el-Beşîr’i sadece açıklamalar yapmakla yetinerek
sorunu örtbas ettirmeye çalıştı ve muktedir olduğu halde el-Beşîr
Hükümeti’ne isyancıları zaptetmesini emretmedi. Fakat krizin
kötüleşmesinden ve insanî bir trajediye dönüşmesinden sonra
-Avrupa’nın dürtüklediği- İnsancıl Örgütler ve Birleşmiş Milletler
Sudan’a baskı uyguladılar ve ondan, Afrikalılara karşı işkence
hareketlerinde bulunan Arap milislere [el-Cencevîd de
denir] süren desteğini derhal kesmesini talep ettiler.
Medya organlarının, ölenlerin sayısının
binlerle ve sığınmacılrın milyonlarla ifade edilen bir boyuta
ulaşması hakkında, Dârfur hadiselerini ileri sürmesinden sonra ve
yine bu medya organlarının Dârfur’da meydana gelen vakıayı bu
yüzyılın en büyük insanlık dramı olarak tanımlayıp devletlerarası
topluluğun derhal müdâhale etmesi gerektiğini, aksi takdirde her
ay binlerce Afrikalının öleceğini belirtmesinin ardından Amerika
kendisini oraya müdâhale etmek, meselenin üzerine gitmek ve
liderlik etmek zorunda kaldı. Bunun üzerine Sudan Hükümeti’ne,
birtakım taleplerde bulunarak bu trajediye son vermesini emretti.
Bunlardan biri, 6000 Sudan askerinin Afrikalı vatandaşların
güvenliğini sağlamak ve el-Cencevîd milislerini dağıtmak üzere
Dârfur’a gönderilmesiydi.
Lâkin Avrupalılar bu Amerikan icraatlarından
tatmin olmadılar. Sudan’a yaptırım uygulanmasını ve Dârfur’a
Sudanlı değil yabancı asker gönderilmesini talep ettiler. Avrupa
ve bilhassa Fransa, Amerika’nın Sudan üzerine yaptırım
uygulanmasındaki rolünden şüphelenmeye başladı.
Sudan Hükümeti’ne yönelik İngiliz tutumu,
acayip bir şekilde düşmancaydı. İngiltere, Sudan Hükümeti’ne karşı
kışkırtıcı, tehditvâri ve provakatif açıklamalar yaparak
Amerika’yı zora sokmanın ardında durmaktaydı.
Amerika, Dârfur Meselesi’nin o
sıralarda öne çıkmamasını istiyordu. Güney Meselesi
hallolduktan, Garang ile Sudan Hükümeti arasında anlaşma
imzalandıktan ve bunu uygulamaya yönelik adımlar atıldıktan sonra
Dârfur’a dönecekti.
Avrupa’ya gelince; Fransa ve İngiltere,
Amerikan yanlısı el-Beşîr Hükümeti’nin başına belâlar açmak
suretiyle hem sorunu tahrik etmek hem de aynı anda durumu
ısındırmak istediler ki ya onu devirsinler veya ona nüfuz
edebilsinler.
Hartum’daki Amerikan Büyükelçiliği
Maslahatgüzârı Gerald Gallucci 2004’ün Mayıs ayının ortalarında,
ülkenin batısındaki Dârfur bölgesindeki durumların, Sudan’daki
İnsan Hakları dosyasının hayatî bir konusu olduğunu belirtmişti.
Ayrıca Dârfur bölgesinde barışın gerçekleşmesi ile Güney’deki
barış süreci arasındaki bağlantının ayırt edilmesi gerektiğini
ilâve etmişti. Bu da göstermektedir ki Amerika, Güney’in
koparılmasına ilişkin düzenlemeleri halletmenin ve ondan sonra da
Kuzey bölgeleri meselesi üzerine yoğunlaşmanın peşindedir.
Fakat Avrupa yani Fransa ve İngiltere
bu noktayı fark etti ve Amerika’yı sıkıntıya sokmak ve Amerikan
yanlısı el-Beşîr’in konumunu sarsmak için Dârfur meselesini
silahlı (şiddetli) ve siyâsî açıdan ve medya vasıtasıyla tahrik
etmeye ağırlık verdi. Nitekim Amerika’nın, Güney meselesinde aktif
bir rol sahibi olup Avrupa’nın oradaki rolünü
marjinalleştirebilmesinden sonra, Avrupa yani Fransa ve İngiltere,
Güney’deki zayıf rollerini telafi etmek için Dârfur’da etkin bir
rol sahibi olmayı arzuladılar.
Hulâsası şu ki Amerika, âniden ve hızla
körüklenen Dârfur krizi sebebiyle devletlerarası kamuoyu önünde
sıkıntıya sokulmasından sonra Sudan Hükümeti’ne karşı bu
tedbirleri almaya zorlandı. Velev bu problem devletlerarasında
mâkul bir sınır dahilinde kalsaydı, kontrol altına alınsaydı ve
büyütülmeseydi, Amerika müdâhale edecek değildi. Velâkin Fransa ve
İngiltere bunu iyice körüklemişti.
Dolayısıyla Dârfur isyanında başrol, yapılan
hârici müdâhale ve tahriktir!
Sudan Hükümeti’nin halkın maslahatlarını
gözetmedeki ihmâline ve meseleyi ele alışındaki tökezlemeye
gelince; bu tür sorunlar
kabîlelerin bölgelerinde yaygın olsa da, daha fazla büyümesi ve
şiddetlenmesi için meselenin başı boş bırakıldığı kesindir.
Sudan’ın bölgelerinden biri olan Dârfur, Sudan’ın batısında Çad
sınırı üzerine düşer. Bu bölgenin yüzölçümü neredeyse
Fransa’nınkine denktir. Sâkinleri Arap ve Afrikalı kabîlelerdir ve
hepsi de Müslümandır. Oraya Dârfur [Dâr-ul Fur: el-Fur’un ülkesi]
denilmesi, Afrikalı el-Fur kabîlelerine ait olmasındandır. Sonra
Arap kabîleleri oraya gittiler ve onlarla -dostane şekilde- hayat,
millet (dîn) ve kader (gelecek) ortaklığı kurdular.
Kabîleler arasında meydana geleduran sorunlar;
tarım arazileri, sulama, mer’alar ve su kaynakları ile ilgili
geleneksel ve sıradan sorunlardır. Bunlar da hep kabîle liderleri
tarafından sür’atle çözülegelmiştir. Nitekim bu tür sorunlar tüm
kabîle arazilerinde normal karşılanan sorunlardır ve kabîlevi
toplulukların hareketlerinden kaynaklanan doğal ihtilafın bir
çeşididir.
Velâkin devlet; sürü sahiplerine mer’a (çayır)
tedârik etmek, köylerde ikâmet eden toprak sahiplerinin sulamaya
ve tarıma dair ihtiyaçlarını karşılamak üzere gayret sarf edip
hikmetle, uyanıklılıkla ve ihsanla işlerin yürütülmesiyle,
tarafları bir araya getirerek ve aralarında fark gözetmeden bu
anlaşmazlıkları çözdükten sonra, bölgeyi bir müdâhale sahası
olmaktan çıkararak soruna bir son vermek yerine, bunun tersini
yaptı ve Müslümanların, Arapların ve Afrikalıların işlerini
körüklenmeye, karmaşıklaşmaya ve şiddetlenmeye terk etti. Çad
vasıtasıyla Fransa tarafından desteklenen Afrikalı milislerin
bölgede yayılmasına, İngiltere’nin geniş medya desteği vermesine
ve sonra Güney isyancısı Garang’ın perde arkasından beslemesine
göz yumdu. Sonra da devlet Arap milislere (el-Cencevîdlere) bizzat
destek verdi. Böylece her şey karmakarışık bir hal aldı, cürümler
hızla yayıldı ve insanlar ortalıkta perperişan oldu. Hükümet de
milislere bir devlet olarak hadlerini bildirmeyerek ve her iki
tarafın da maslahatlarını gözetmek üzere bir sınır koymayarak,
çatışmalarıyla onları baş başa bıraktı. Şâyet Amerika, Avrupa
tarafından köşeye sıkıştırılmış ve Sudan Hükümeti’ne, bir devlet
olarak sorunu çözmek üzere müdâhale etmesini emretmiş olmasaydı,
bu milisler devletin ve düzenin bulunmadığı boş bir alanda
çarpışır halde kalacaklardı.
İşte böylece el-Beşîr Hükümeti, bu milisleri
kuşatmak ve kabîleler arasında bir mutabakat sağlamak yerine,
olayları kızıştırmaya ve el-Cencevîd’i desteklemek için kara ve
hava kuvvetlerini kullanmaya yöneldi. Bu şekilde Müslümanlar
arasında kanlı mücadele kıvılcımını ateşledi. Sonra da meseleyi
halletmede tökezlemeye ve diğer devletlerin, hatta Sudan’ın
Güneyi’ni koparan Güney isyancılarının başı John Garang’ın
göstereceği çözümleri beklemeye başladı. Sudan Dışişleri Bakanı,
14.05.2004’te -Garang’a hitaben- şöyle diyordu: “Sizin
Dârfur’daki isyan kuvvetleriyle bir alâkanız bulunmaktadır ve siz,
meselenin çözümünde yapıcı bir rol oynamalısınız.” Bundan önce
de Hükümetin Dârfur’a ilişkin önerilerini uygulama hususunda resmî
Sudan komitelerinde uzmanlaşmış olan bir Hükümet yetkilisi de
şöyle diyordu: “Güney meselesinin çözülmesinden sonra Dârfur
meselesinin nihaî çözümü John Garang sayesinde olmalıdır. Devlet
Başkanı Yardımcısı sıfatıyla görevlerini icra etmek üzere Hartum’a
gelmelidir. Çünkü Garang, böylesi çatışmaları halletmeye daha
muktedirdir. Nitekim kendisinin bu hususta engin bir tecrübesi
bulunmaktadır.”
Garang’ın hareketinin, Dârfur’daki isyanı
körüklediğinin farkında oldukları halde, bu yetkililer işte
bunları söylemektedirler! Sudan Dışişleri Bakanı, 14.05.2004’te
yaptığı bir basın toplantısı esnasında muhâbirlerden biri
kendisine, “Garang Hareketi’ni Dârfur’daki isyanlardan sorumlu
olarak görüyor musunuz?” şeklinde sorması üzerine “Evet!”
diyerek cevap verdi. Yine de Sudan’daki yetkililer Garang’dan
kendileri için sorunu çözmesini talep ettiler. Hiç kuşkusuz onun
arzuladığı çözüm, Dârfur bölgesinin de Güney gibi Sudan’dan
ayrılmasıdır.
İşte Sudan Hükümeti, Güney isyanının
liderinden Dârfur isyanının bastırılmasını talep edecek kadar
korkunç bir zillete düştü!
Sudan Hükümeti hâlen duruma, Dârfur’daki ve
Kuzey’in diğer bölgelerindeki şartların kızıştırılmasına
kaçınılmaz olarak yol açacak şekilde bakmaktadır. Nitekim yardım
kuruluşlarının oradaki isyancılara silah taşıdıklarını bildiği
halde, bu kuruluşların oralardaki çalışmalarını sürdürmelerini
kabul etmiş ve saflarını birleştirip yeni bir isyana
hazırlanabilsinler diye isyancıların üzerini örtecek bir örtü olan
Afrikalı denetim gruplarının varlığına onay vermiştir. Az önce
geçen söz konusu basın toplantısında Sudan Dışişleri Bakanı
kendisine sorulan: “Ugandalı kuvvetlerin Sudan’ın Güneyi’ne
girmelerine izin veren bu anlaşmadan memnun musunuz?” sorusuna
şöyle cevap vermişti: “Siz kendi yaptıklarınızdan her zaman
memnun oluyor musunuz? Bazen bir şeyler yaparsınız, çünkü zaruret
bunu gerektirir.” Bu da onun, böylesi kuvvetlerin isyanı
tahrik ve teşvik ettiğinden haberdâr olduğunu açığa çıkaran
örneklerinden biridir.
Acayip olan şey şu ki Hükümet, Birleşmiş
Milletler’in -sözde insanî- kuruluşlarının Dârfur’dan geri
çekilmesini, Dârfur halkının işlerini gözetmek üzere kalmasını
talep ederek kınamasıydı. Hükümet herkesten önce bilmektedir ki,
bu kuruluşlar yalnızca fitneyi yaymak için çalışmakta, yardım
kutularıyla kaçak silahlar taşımakta ve isyancıların merkezleriyle
irtibat kurmaktadır. Nitekim bu gerçek, Dârfur’daki isyancılara
kaçak silahlar ve erzak taşırken yakalanan Birleşmiş Milletler
uçağı ile bundan önce yakalanan Kızıl Haç uçağı hadiselerinde
ortaya çıkmıştı. Oysa Hükümete düşen, o kuruluşların geri
çekilmesini kınamak değil, bilakis kendi halkının işlerini adâlet
ve ihsân ile bizzat gözetmesiydi.
Hükümetin gevşekliği, zayıflığı ve böylesi
hayâti konulardaki teslimiyetçiliği, bu tür musibetlerin en
öncelikli ve esâsî sebebidir. Dolayısıyla sâkinlerinin %100’ü
Müslüman olan bir beldenin servetlerinin paylaşımı hakkındaki
şer’î hüküm ortaya konularak, isyana çağıran ajanların ayakları
altındaki halıyı çekecek şekilde Dârfur’a müdâhale etmek yerine,
görüyoruz ki Hükümet; devletlerarası kuruluşlar, IGAD, Amerikan
düşmanı ve Avrupa Birliği, bilhassa Fransa, Almanya ve İngiltere
karşısında ezilmekte, yabancı güçlerin, Avrupalı diplomatik
heyetlerin, Birleşmiş Milletlere bağlı heyetlerin bölgeye
girmelerine râzı olmakta ve bölgede belanın başı olan Amerika ile
olan diyaloglarını korumaya çalışmaktadır.
İşte böylelikle ülke, devletlerarası
müdâhalelere açık bir alan haline geldi. Bununla beraber Hükümet,
Sudan’daki iktidarın Amerika’ya karşı esnek davrandığı sürece
destekleneceği ve her koşulda sabit kalacağı düşüncesiyle Dârfur
meselesi için çözümleri, Garang’dan ve ona arka çıkan Amerika’dan
istemektedir. Oysa onların varlıklarının kendi çıkarlarına ters
olması veya kendilerine verilen rollerin bitmesi halinde, Amerika
hiçbir ajanına veya uşağına hiçbir değer vermeyecektir.
Güney’deki tâvizlerden ve Beyaz Saray’daki
efendilerinin emirlerini gerçekleştirmelerinden anlıyoruz ki,
Sudan’ın her tarafında siyâsî veya ekonomik birtakım mâzeretler
gösterilerek isyan kapıları açılmaktadır. Herkes, zengin ve
bereketli doğal kaynaklarına karşın Sudan’ın ızdırabını çektiği
ekonomik krizin ölümcül boyutlara vardığının farkındadır. Bunun
tek nedeni, Allah’ın Şeriati’ne aykırı davranan Hükümetin
beceriksiz politikalarıdır. Zîra onlar Allah’ın indirdikleri ile
hükmetmemekte ve Ümmet’in işlerini adâlet ve ihsân ile
gözetmemektedirler.
Muhakkak ki Sudan Hükümeti, Nifâşâ’daki
teslimiyetiyle Allah’a, Rasulü’ne ve tüm mü’minlere ihânete giden
sâbit bir rota üzerinde durmadan ilerlemektedir. Şâyet kapsamlı
Barış Anlaşması, önümüzdeki [2004 yılı] Haziran ayının ortasında
Nairobi’de bir kez imzanırsa, Hartum’daki Amerikan Büyükelçiliği
Maslahatgüzârı Gerald Gallucci’nin dediği gibi, artık Sudan’ın
kalan muhtelif bölgeleri için de, Güney’de ortaya çıkan sonuçların
aynısını talep etmelerinin kapıları, ardına kadar açılmış
olacaktır.
İşte Sudan İçişleri Bakanı AbdurRahîm
Huseyn’in Dârfur hadiseleri hakkındaki yorumunda vurguladığı şey
tam da bu idi: “Görünen o ki, Dârfur isyancılarının talepleri,
Güney’deki müzâkerecilerin self-determinasyon [kendi
geleceğini tâyin] hakkı ve bağımsız bir orduya sahip olma
gibi taleplerine benzemeye başladı.”
Müslümanların topraklarından herhangi bir
karışını dâhi, Kâfir düşmanın otoritesi altına terk etmek İslam’da
büyük bir cürümdür. Kaldı ki bu, diğer bölgeleri de ayrılmaya iter
ve daha fazla tâviz istemede düşmanın cesâretini artırır. Zîra en
küçük bile olsa herhangi bir tâviz, daha fazla tâvizin kapılarını
ardına kadar açmaya kâfidir:
Bir kez
alçalana, artık alçaklık vız gelir,
Ölü olan birine
hangi yara zarar verebilir?
[Bir Arap şiirinin
mısralarından]
Filistin’de ve Endonezya’da verilen ve
Sudan’da verilegelen tâvizler bunu kanıtlamaktadır.
Şaşırtan ve acı veren şey ise, neredeyse her
hususta Hükümete çatan Sudan’daki muhalefet partilerinin,
Amerika’nın önceden plânlayıp düzenlediği Güney’in isyancı
Garang’a terk edilmesi cürmüne ve Dârfur’daki isyancılarla -oranın
da Güney’in akıbetine uğramasıyla sonuçlanabilecek- müzakarelerin
yapılmasına râzı olmalarıdır. Bu da kendilerini “muhalefet” olarak
adlandıran bu partilerin bozuk vakıalarını ve Müslümanların
topraklarından vazgeçme hususunda Allah’tan hiç de korkmadıklarını
açıkça ortaya çıkarmaktadır.
Muhakkak ki Sudan için çözüm, şu iki şeyden
birinin olmasından öteye geçmez:
Birincisi:
Bâtılda ifrata kaçmak, tâviz politikasında ısrar etmek,
sorunlarının çözümünde Amerika’ya bel bağlamak ve ülkeyi Amerika
ile Avrupa arasındaki mücadelenin bir arenası haline getirmektir.
İkincisi:
Hakka ve hakkın faziletine dönmek, Allah’ın Şeriatı’na tâbi olmak,
Garang ile yapılmış tüm anlaşmaları iptal etmek, Dârfur
isyancıları ile yapılan tüm görüşmeleri durdurmak ve ülkenin
birliği meselesine, her ne olursa olsun ihmâl edilmemesi gereken
bir ölüm-kalım meselesi haline getirerek kesin bir temel olarak
îtibar etmektir.
Birincisine gelince; bu teslimiyet ve
tâvizcilik, ülkeyi büyük bir musîbete, zillete, zaâfiyete,
koparılmaya, parçalanmaya ve yok oluşa sürükleyecek ve Allah’a,
Rasulü’ne ve Mü’minlere ihanet edilmiş olacaktır.
İkincisine gelince; işte bu izzettir,
kuvvettir, birlikteliktir ve yükseliştir. Allah [Subhanehu ve
Te’alâ] ve Rasulü [SallAllahu ‘Aleyhi ve Sellem]’in
râzı olduğudur.
Öyleyse Sudan’ın yöneticileri pişman
olup tevbe edecek, Allah’ı ve Rasülünü razı etmeyi seçerek dünyada
da Âhirette de faydalanacakları tertemiz bir tavır takınacaklar
mı?
Öyle ki Sudan’ı birleştirecek,
isyancıları ortadan kaldıracak ve Kuzeyiyle, Güneyiyle tüm
Sudan’dan Amerikan ve Batılı nüfuzu söküp atacak Hilâfet
Devleti kurulsun, sonra İslam, Allah yolunda Cihâd ve Dâvet
ile insanlar arasında Hidâyeti yayarak Sudan üzerinden Afrika’nın
diğer parçalarına tüm gücüyle intikâl etsin.
وَلَيَنصُرَنَّ
اللَّهُ مَنْ يَنصُرُهُ إِنَّ اللَّهَ لَقَوِيٌّ عَزِيزٌ
Allah,
Kendisine [Dînine] Nusret, Zafer verene mutlaka nusret verecektir.
Muhakkak ki Allah Kaviyy’dir, ‘Azîz’dir.
[el-Hacc 40]
|