6

SUDAN
[Güney]


Sudan, Afrika’da önemli bir stratejik mevkide konumlanır. Aynı zamanda Doğusunda önemli bir devlet olan Mısır’ın doğal bir uzantısıdır. Yine Kongo, Uganda, Kenya ve Orta Afrika ile birleşerek Afrika’nın derinliklerine kadar iner. Kezâ Kızıldeniz üzerinden Arap Yarımadası’nda Hicâz’a ve Tihâme’ye bakar. Doğusunda Etiyopya/Habeşistan ve Eritre ile komşu iken Batıda da Çad ve Libya’ya komşudur. Sudan’ın bu büyük coğrafyasının yanı sıra geniş ve muazzam kaynaklara, imkânlara ve iklime sahip olması onu, en büyük hayvânî ve zirâî üretici ülke haline getirmektedir. Bilhassa birçok kolları bulunan Nîl Nehri, Sudan topraklarına müthiş bir verimlilik kazandırmaktadır. Öyle ki tüm İslâmî beldelerin temel gıda maddelerini sağlayabilecek bir bolluğa sahiptir. Aynı zamanda askerî veya siyâsî güvenlik kadar, Müslümanlar için azımsanmayacak derecede önemli olan gıda güvenliğini sağlamaya da fazlasıyla ehildir.

Sudan’ın servetleri sadece tarımsal alan ile sınırlı değildir. Bilakis gövdesi, bilhassa sanâyi çarkının döndürülebilmesi için kaçınılmaz olan altın, krom ve mika gibi zaruri ve kıymetli madenler ile doludur. Ayrıca orta kesimlerinde bol miktarda petrol kuyuları vardır. Konumu itibarıyla Sudan, kelimenin tam anlamıyla büyük devlet dinamiklerine sahiptir. Bu nedenle, büyük devletlerin geçmişte ve bugünde, bitmez-tükenmez süper servetlerine hâkim olmak için Sudan üzerinde çatışmaları şaşırtıcı değildir.

Sudan çok eski bir İslâmî beldedir. ‘Usmân (RadiyAllahu ‘Anh)’in Mısır Âmili ‘Abdullah İbn-u Ebî Serah eliyle Hicrî 31 yılında erken dönemde İslam ile tanışmıştır.

Geçen yüzyılda Sudan, İngiliz sömürge otoritesi altındayken, İngiliz Yönetimi 1922 yılında, Güney Sudan’ı kapalı ve izole bir bölge haline getiren bir kanun çıkardı. Bunun amacı, Güney halkının Kuzey’e sızmasını ve Kuzey’deki halkın da Güney’e karışmasını engellemekti. Böylece İngiliz subayların komutasında Güney halkından yerel bir ordu oluşturdu ki henüz erken dönemde Kuzey ile Güney arasında bir ayrılık oluşturulabilsin.

Güney’in bu kapalılığı, halkına yönelik geniş çaplı bir Hıristiyanlaştırma operasyonu için misyonerlik faaliyetlerine her tür özgürlük tanınmasına katkıda bulundu. Bu arada İngiliz sömürgeciler, Kuzey’deki Müslümanların Güney’e İslâmî hey’etler göndermelerini de yasakladılar. Nitekim Mezunlar Konferansı heyeti, 1938’de Hartum’dan Güney’e İslam’ı yaymak için İslâmî bir heyet gönderme girişiminde bulunduğunda böyle oldu.

1947 yılında İngiliz Yönetimi, Kuzey ve Güney halkından bazı kimseleri Cubâ Konferansı’na çağırdı. Bu konferans, Sudan’da iki varlığın mevcudiyetini tanımalarını amaçlayan İngiltere’nin Sudan için tasarladığı ilk resmî tuzaktı.

İngiltere’nin Sudan’a bakışı, temel olarak içerisinde iki varlığın bulunmasına dayalıydı: Biri Kuzey’de Arap-Müslüman, diğeri de Güney’de Hristiyan-Müşrik bir varlık idi. Daha sonraları Amerika da aynı esâsı benimsedi.

İngiliz Sömürgeciliği 1956 yılında Sudan’ı terk etmeden önce, 1955 yılında Güney Sudan’da bir ayaklanma ateşi tutuşturdu ve o zamandan beri Sudan’da kurulan tüm hükümetler günümüze kadar bu isyan ile meşgul oldu.

“Bağımsızlık” sonrasında İngiltere, Güney Sudan’ı özel çözüm gerektiren kalıtsal bir sorun olarak kabul eden kukla yöneticiler tâyin etti. 1965 yılında Kuzey ve Güney partileri bir yuvarlak-masa toplantısında bir araya geldiler ve İngiltere tarafından belirlenen aynı esâs üzerindeki çözüm arayışına girdiler. Ne var ki bir anlaşmaya varamadılar ve böylece sorun daha da çetrefil bir hale geldi.

Sudan’ın en bâriz siyâsîlerinden birisi olan Sâdık el-Mehdî, tâ o erken dönemlerde Kurucu Meclis önünde bu sorunu tanıdı. Sudan’ın birleşik bir cumhuriyetten federal bir cumhuriyete dönüştürülmesini ve özel bir konumu olduğu gerekçesiyle Güney Sudan’a özerklik verilmesini talep etti. 1965 yılı Aralık ayında şöyle dedi: “Şu anda Kuzey ve Güney partileri, özel durumundan dolayı Güney’e bölgesel bir statü ve adem-i merkeziyetçi (merkezî olmayan) bir yönetim veren bir anlaşma taslağına ulaşmış bulunmaktadırlar.

Bununla beraber Sudan’daki politikacılar, Sudan’ın bu özel statüsünün nasıl olacağı konusunda anlaşmazlığa düştüler. 1967 yılında Başbakan İsmâ’il el-Ezherî, el-Mehdî’nin çağrıda bulunduğu bölgesel yönetim düşüncesine karşı çok sert bir saldırıya geçti ve sadece Güney’e özerklik vermekle yetinilmesine çağırdı. Bu târihten itibaren Uganda, Güney isyânı için bir odak noktası haline gelsin diye sürgün hükümetine barınak sağlamakla görevlendirildi.

İngiltere, Sudan’ı bağımsızlık sonrası on yıllar boyunca meşgul tutarak Güney meselesini bir takoz olarak terk edip gitti. Sudan’dan çıkmadan önce, Güney’in Kuzey’den koparılması tohumunu da ekti. Daha sonraları Batılı devletler bu tohum ile ilgilendiler ve peşpeşe Sudan’ın başına bela olan, Amerikan-İngiliz ajanı yöneticilerin bakışları çelişmeyecek şekilde onu suladılar. Böylece tüm kesimlerin bakışı, Güney’in özel bir statüye sahip olduğu konusunda birleşti. Nitekim ister el-Mirğanî liderliğindeki Demokratik Birlik Partisi’nce [el-Hizb-ul İttihâd-ud Dimukratî] temsil edilen el-Hatmiyye tâifesi gibi Amerikan uşağı olsun, isterse el-Mehdî liderliğindeki Ümmet Partisi’nce [Hizb-ul Umme] temsil edilen el-Mehdî - el-Ensârî tâifesi gibi İngiliz uşağı olsun, partilerin çoğunun bakışı böyleydi. Hepsi de her ne şekilde olursa olsun, bir şekilde ayrılığın zaruretini kabul ettiler, lâkin üsluplar üzerindeki anlaşmazlıkları devam etti.

el-Mehdî Hükümeti, temelde özerk veya bölgesel yönetime dayalı bir diyalog yürüttü. en-Numeyrî Hükümeti de bölgesel yönetimi uyguladı ve Güney’deki yönetimin idâresi için bir Yüksek Konsey atadı. ‘Umer Hasen Ahmed el-Beşîr liderliğindeki el-İnkâz Hükümeti ise federal yönetimi uyguladı ve Güney halkına self-determinasyon hakkı [bir halkın kendi geleceğine karar verebilme hakkı] tanınması düşüncesini ortaya attı. Muhâlefet partileri de, -el-Beşîr başkanlığındaki el-İnkâz Hükümeti’ne muhalif partilerin bir araya getirildiği Vatanî Demokratik Birlik denilen yapının, 1995 yılında Eritre’nin başkenti Esmara’da toplanan Hayâtî Meseleler Konferansı’nda, Cibâl-un Nûbe [en-Nûbe Dağları] ve Güney halkına self-determinasyon hakkı önerdiği gerekçesiyle- ‘Umer el-Beşîr’in bu düşüncesine karşı çıkmadılar.

Güney halkına self-determinasyon hakkı ve federasyon gibi ihânet düşünceleri, siyâsî taleplere ve yasal siyâsî vakıalara dönüştü. İşte böylece, 1881 yılında İslam’ı ve Sudan’ı savunmak üzere İngiliz işgâline karşı Sudan’da patlak veren İslâmî Mehdî Devrimi’nin evlatları, İngiliz projesini uygulayan temsilcilere dönüştüler. O muazzam devrim ile, o dönemde İngiliz Ordusu inkâr edilmez müthiş bir hezîmete uğramış, 1885’te Başkent Hartum İngilizin ellerinden geri alınmış ve oradaki İngiliz yüksek komiseri (mendubu) öldürülmüştü.

Diğer sömürgeler gibi Sudan da, eski sömürgeci İngiltere ile yeni sömürgeci Amerika arasında, egemenlik konusunda şiddet bir devletlerarası çatışmanın bir arenası haline gelmiştir. Nitekim 1956 yılında “bağımsızlık” verildiğinde İngiltere’nin elindeydi ve İngiltere, kendisine bağlı el-Mehdî’nin partisi ile diğer İngiliz uşaklarının etkin liderliği sayesinde nüfuzunu sürdürdü. 1969 yılına kadar Amerika ile İngiltere arasındaki çekişme böyle sürüp gitti. O zaman Amerika’nın bölgedeki baş ajanı ‘AbdunNâsır tarafından desteklenen Ca’fer en-Numeyrî, İngiliz yanlısı partilere ve politikacılara karşı başarılı bir askerî darbeye liderlik etti. en-Numeyrî’nin askerî güç sayesinde iktidarı eline geçirmesiyle birlikte Amerika, onun uzun süren iktidârı boyunca ordu içerisine önemli ölçüde nüfuzunu sızdırmayı başardı.

en-Numeyrî iktidarının gölgesinde Güney meselesi daha da kötüleşti ve çözümsüz bir hale geldi. Güney’in ihmâl edilmesi ve iktidara gelen tüm yöneticiler tarafından kalkınmadan, gelişmeden uzak tutulması, bu sorunun daha da çetrefilleşmesine katkıda bulundu. Yine Güney halkına, ileride ayrılmaya yol açacak özel bir statü verilmesi gereğinin onaylanması da buna yardımcı oldu. Böylece güvenliği sağlamak için Güney’e gönderilmiş Sudan Ordusu’nda bir subay olan John Garang’ın yıldızı, en-Numeyrî iktidârının sonlarına doğru parlamaya başladı. Ancak Garang, Güney’de İslam’ın yayılmasını önleyen bir Hristiyan-Müşrik gücü oluşturmak amacıyla, merkezî hükümetten ayrılıp Uganda’nın yardımı ve Amerika’nın koordinasyonu ile özel bir milis gücü oluşturdu. Garang Hareketi aynı zamanda Amerika’nın, Sudan Hükümeti’ne gerektiğinde baskı yapmak ve onu dilediği yöne çevirmek için elinde oynattığı bir kukla idi.

Siyâsi, ekonomik, güvenlik ve toplumsal tüm yönlerden Sudan’daki sorunlar iyice birikince Amerika, Ca’fer en-Numeyrî’den kurtulmanın gerekli olduğunu gördü. Bunun üzerine, ordu generallerinden biri olan Suvâr ez-Zeheb, Sudan dışında olduğu bir sırada Ca’fer-in Numeyrî’ye karşı darbe yaptı. en-Numeyrî, Sudan’a dönüp darbenin başarıya ulaşmasını engellemek isteyince, Mısır Devlet Başkanı Husnî Mubârak, Amerika’nın emriyle onu Kâhira’de kalmaya mecbur etti. Suvâr ez-Zeheb, önceleri en-Numeyrî’ye sadâkati ile bilinen askerlerdendi. Buna rağmen yaptığı bu darbe, Sudan Ordusu’ndaki üst düzey komutanların çoğunun tümüyle Amerikan nüfuzu altında olduklarının bir delîli idi.

Suvâr ez-Zeheb iktidarda ancak bir yıl kaldı. Fakat gerçek iktidar Amerika’ya dost olan ordunun elindeydi. Böylece Suvâr, yönetimi siyâsîlere devretti ve seçimlerin yapılmasına izin verdi. Bu defa yönetime İngiliz ajanları geldi. Sâdık el-Mehdî 1985 yılında hükümeti kurdu. Sudan, üç yıllık el-Mehdî Hükümeti boyunca çalkantıya terk edildi. Bu dönemde, Güney’in ayrılması plânlarıyla ilgili olarak Şubat 1987’de Washington’da bir seminer ve yine aynı konuyu araştırmak üzere Eylül 1987’de de Londra’da bir toplantı düzenlendi. Afrika’da da başka girişimler oldu.

Kültürel mozaiğin tanınması, gelişmenin önemi, servetin ve otoritenin paylaşılması hususlarına odaklaşmakla beraber bu girişimlerin hepsi de Sudan’ın birliğini göstermelik olarak vurgulamaktaydı. Bu süre zarfında askeriye, durumu yakından gözetleyip durdu. Sudan’da işler iyice kötüye gidip halk askerin geri gelmesini temenni etmeye başlayınca 1989 yılı Haziran ayında ‘Umer Hasen Ahmed el-Beşîr başarılı bir askerî darbe yaptı ve el-Mehdî Hükümeti’ni kovdu. en-Numeyrî gibi kendisinden önceki askerlerin hatalarından da ders aldı.

Böylece Sudan’ın önde gelen İslâmî hareketinin lideri ve Halk Kongresi [Mu’temir-uş Şa’bî] Başkanı Hasen et-Turâbî’yi iktidara getirerek ona yakınlaştı ve askerî yönetimini İslâmî motifler ile süsledi ki askerî otoritesine, geçmişte en-Numeyrî’de olmayan yasal bir renk ve bir halk desteği kazandırabilsin.

Böylece Amerika’ya dost olan askerler, Sudan’da yönetim dizginlerini avuçlarına aldılar ve dolayısıyla ordu sayesinde Amerika da Sudan’ın dizginlerini eline geçirmiş oldu. Amerikan ajanı askerler bu sayede, daha önce İngiliz ajanı politikacıların ve partilerin beceremedikleri, Güney’in Kuzey’den kesin bir ayrılış ile ayırılmasına yol açan ciddi siyâsî operasyonlar gerçekleştirebildiler.

el-Beşîr’in Sudan’da iktidarı teslim almasından itibaren, Güney’deki çatışmaların ve çarpışmaların tırmanışına paralel olarak müzâkerelerin, toplantıların ve girişimlerin dozajı arttı. Tâ ki bu hassas ve tehlikeli sorunun yaşamsal gelişimini tamamlanması için bu müzâkerelere güvenilirlik ve meşruiyet kazandırılabilsin.

1989 yılında eski Amerikan Başkanı Jimmy Carter gözetiminde Kenya’nın başkenti Nairobi’de yapılan toplantılar, daha sonraki toplantıların, müzâkerelerin ve girişimlerin başlangıcı oldu. Carter gözetimindeki bu toplantılar, Albay Muhammed el-Emîn Halîfe başkanlığındaki Sudan Hükümet heyeti ile Lam Ekol başkanlığındaki İsyancı Hareket heyeti arasında yapıldı. 1992 yılında Nijerya eski Devlet Başkanı İbrâhim Babangida’nın girişimleriyle, Muhammed el-Emîn Halîfe başkanlığındaki Hükümet heyeti, Garang grubunu temsilen William Non başkanlığındaki İsyancı Hareket heyeti ve en-Nâsır grubunu temsilen Lam Kol başkanlığındaki heyet arasında, Nijerya’nın başkenti Abuca’da başka görüşmeler yapıldı. Bu müzâkerelerde servetin paylaşılması ve Sudan’da ırksal, dilsel ve kültürel çoğulculuk esâsına göre çalışacak siyâsî bir kurum oluşturulması yoluyla sorunun çözülmesinin zaruri olduğu sonucuna varıldı. 1993 yılında Uganda Devlet Başkanı Yuri Mosivini’nin nezâretinde, ‘Ali el-Hâcc Muhammed başkanlığındaki Hükümet heyeti ile Garang başkanlığındaki Halk Ordusu [İsyancı Hareket] heyeti arasında da Uganda’nın Antibi kentinde görüşmeler yapıldı. Aynı yıl, bu görüşmelerden bir ay sonra Nairobi’de ‘Ali ‘Usmân Muhammed Tâhâ başkanlığındaki Hükümet heyeti ile İsyancı Hareket heyeti arasında bir toplantı daha yapıldı.

Kenya ve Nijerya’da süren müzâkereler; 17 Mart 1994’te Nairobi’de IGAD [InterGovernmental Authority on Development: Hükümetlerarası Kalkınma Otoritesi] komisyonunun girişimiyle, Kenya Devlet Başkanı Danyel Erabmoyi liderliğinde ve Uganda, Etiyopya ve Eritre devlet başkanları ile ‘Umer Hasen el-Beşîr ve İsyancı Hareketin komutanı Fâsılî’nin katılımıyla düzenlenen bir toplantıya kadar devam etti.

Müzâkereler, 20.07.2003 târihinde Mişâkus Protokolü denilen felaket imza törenine kadar sürdü. Bu protokol, Güney’in Sudan’dan koparılmasına yönelik olarak atılan adımların en tehlikelisi, bıkmak-usanmak bilmeyen ve onlarca yıl süren gayretlerin bir semesi ve nihâî Barış Anlaşması’nın mukaddimesi idi.  Bu protokol; oldukça dakik ifadeli, son derece tehlikeli ve self-determinasyon hakkı gibi ayrılma için gereken her hususu kuşatan kapsamlı metinler içermekteydi. Bu metinler, hedefe en az külfet ile ulaşılsın diye kurnazca bir özen ve dikkat ile düzenlenmişti. Protokoldeki en tehlikeli husus, devletlerarası rolü ve ayrılmayı gerçekleştirmek üzere anlaşma maddelerinin uygulanmasını sağlayan sınırlı bir mekânizmayı şart koşmasıydı. Nitekim bu protokol, ardından gelen tüm müzâkerelerin temel taşı haline geldi. Daha sonra görüşmeler; servet, otorite ve diğer hususların paylaşımı gibi o zaman muallâkta bırakılmış meselelerin detaylarını ele almak maksadıyla Amerika, İngiltere, Norveç, İtalya ve IGAD üyesi ülkelerin devletlerarası gözetimi altında yeniden başlatıldı. Toplantılara bakıldığında zaman, devletlerarası tarafların özellikle de Amerika ve İngiltere’nin görüşmelerde anlaşmazlığa düşmedikleri görülür.

25 Eylül 2003 târihinde Hükümet ile İsyancı Hareket arasında üç ordunun varlığını öngören bir Askerî Güvenlik Anlaşması imzalandı. Bu üç ordu şunlardı: Hükümet Ordusu, İsyancı Ordu ve Hükümet ile isyancıların ortak ordusu. Böylece ayrılıkçı ve mücrim isyancı çeteler, nizâmî orduya paralel bir ordu niteliğiyle, yasal olarak ona eşit bir halde bırakıldılar. Yine bu anlaşma, Hükümet ordusunun en fazla 2,5 yıl içerisinde Güney’den çekilmesini şart koşmaktaydı.

Bilinmektedir ki anlaşmanın öngördüğü maksat, ülkedeki orduları çoğaltarak güç merkezlerini çoğaltmaktı. Bu ise ülkede güvenlik ve istikrârı tehdit edecek, böylece -hele ki isyancıların; hedef, eğitim ve silahlanma noktasında Kâfir Batı’ya bağımlı olan bir ordusundan bahsediyorsak- ülkeyi savaşlara, çatışmalara ve parçalanmalara sürüklemesi kolaylaşacaktı.

İsyancıların ordusu, Güney Sudan’ın tümünü tek başına kontrol etmesinin yanı sıra, Hartum’da, Mavi Nîl’in Güneyinde ve Cibâl-un Nûbe’de de mevcut iken Sudan halkının güven duyması nasıl mümkün olabilir ki? İki veya üç ordu düşüncesi, müzâkereler çıkmaza girdikten sonra Amerika tarafından Hükümete dayatılmış bir düşünce idi. Nitekim Sudan’ın Ahbâr-ul Yevm Gazetesi, 25.09.2003’te bunu açıkça ortaya koymuştu. Böylece Amerika Hükümet’e bu anlaşmayı dayattı ve reddetmesi halinde çeşitli tehdit şekilleriyle onu uyardı.

07.01.2004 târihinde Sudan Hükümeti ile İsyancı Hareket arasında Servet Paylaşım Anlaşması da imzalandı. Anlaşmaya göre Güney Sudan’da ve çekişmeye sahne olan diğer üç bölgede, petrol ve diğer gelirler Hükümet ile İsyancılar arasında eşit olarak paylaşılıyor ve biri Hükümet’e diğeri ise İsyancılara ait iki ayrı banka sistemi kuruluyordu. Böylelikle ayrılma, askerî açıdan kökleştirildiği gibi ekonomik açıdan da kökleştirilmiş oluyordu.

Müzâkereler, Otoritenin Paylaşımı ile üç çekişmeli bölge olan Ebiyi, Mavi Nîl’in Güneyi ve Cibâl-un Nûbe’nin geleceğinin belirlenmesi üzerinde sürdürülmektedir. el-Beşîr Hükümeti, Bush’un Sudan’a atadığı Amerikan Elçisi Râhip John Danforth tarafından taşınan ve Nifâşâ’daki [bir Etiyopya/Habeşistan kenti] müzâkerecilere teslim edilen Amerikan Belgesi gereğince Ebiyi’den İsyancılar lehine vazgeçmek üzeredir.

Sözkonusu belge, Güney halkına tanındığı gibi Ebiyi halkına da self-determinasyon hakkı tanınmasını öngörmekteydi. Yine, Cibâl-un Nûbe ile Mavi Nîl’in Güneyinde 6.000’er kişilik bir ortak kuvvet oluşturulmasını şart koşan 4. maddenin (c) bendinde geçen bir Güvenlik Önlemleri Anlaşması öngörmekteydi ki bu, aynı Güney tarzında, bu üç bölge için de özel bir statü oluşturulmasına hazırlık anlamına gelmekteydi.

Hartum’da yayınlanan gazeteler 20.03.2004 târihinde, Nifâşâ’daki müzâkereci taraflar olan Hükümet ile İsyancı Hareket’e sunulan, Ebiyi meselesinin çözümüne dâir Amerikan Belgesi’nin detaylarını açıkladılar. Belgenin içeriği, İsyancı Hareket tarafından ileri sürülüp Hükümet tarafından reddedilen önerilerin neredeyse aynısıydı. Bu belgede geçen en tehlikeli madde ise; “Geçiş Dönemi sona ermeden hemen önce Güney’de yapılacak referandum ile eşzamanlı olarak, Kuzey’de mi kalacaklarına, yoksa Bahr-ul Ğezâl’e mi katılacaklarına karar versinler diye Ebiyi halkına da ayrı bir referandum hakkı verilmesi” idi. 20.03.2004 târihli 3378 sayılı Ahbâr-ul Yevm Gazetesi’nde yayınlandığı gibi, John Danforth Nifâşâ’da düzenlediği basın toplantısında şöyle dedi: “Başkan Bush çok rahatsız… Nitekim kendisi bu ayın sonundan önce barış sağlanabileceğine inanıyor. Amerikan Yönetimi de barış sürecine engel olan tarafın, müzâkerelerin dağılmasından sorumlu olacak taraf haline geleceğini düşünüyor.” Tüm bunlar, Amerikan Yönetimi’nin tümüyle ve tam anlamıyla İsyancı Hareket’in yanında yer aldığını te’kid etmektedir. Yine -Amerika’nın özel barış elçisi John Danforth’un basın toplantısında geçtiği gibi- Amerikan Yönetimi’nin, belgeyi reddetmesi halinde Hükümeti açıkça tehdit ettiğini de göstermektedir. Bu da mezkur Amerikan Belgesi’nin, Amerika’nın Ebiyi meselesine ilişkin nihâî tutumu olduğunu açığa çıkarmaktadır.

Bunun üzerine İsyancı Hareket, derhal belgeyi kabule koştu. Bu gâyet normaldi. Çünkü temeli, zaten kendi önerilerinin aynısıydı.

Sudan Hükümeti’nin belgeyi, müzâkerelerin temeli olarak kabul etmesine gelince; 21.03.2004 Pazar târihli, 2882 sayılı Sudan’ın es-Sahâfe Gazetesi’nin haberine göre; Devlet Başkanı el-Beşîr ile yardımcısı, iktidar partisinin liderleri, Silahlı Kuvvetler’in bazı generalleri ile Nifâşâ’dan dönen müzâkere heyetinden de üç kişinin katılımıyla geniş çaplı yapılan bir toplantıda, Amerikan önerisi enine-boyuna tartışıldı ve onun müzâkerelerin temeli olarak kabul edilmeye elverişli olduğu değerlendirildi ki bu, Hükümetin zaafiyetini ve cılız tavrını açıkça ifşâ etti.

Amerikan önerisini uzlaşılabilir olarak nitelendirenlerin bu tavır, Amerikan baskısına boyun eğdiklerini ve onu râzı etmek için çabaladıklarını te’kid etmektedir. Halbuki,

وَاللّهُ وَرَسُولُهُ أَحَقُّ أَن يُرْضُوهُ Allah ve Rasülü râzı edilmeye daha hak sahibidir. [et-Tevbe 62]

13.05.2004 Perşembe günü Hartum’daki Amerikan Büyükelçiliği, hafta içinde Sudan Hükümeti ile Dr. John Garang liderliğindeki Sudan Halk Kurtuluş Hareketi arasında Otorite Paylaşımı ve üç bölgenin geleceği konularında bir anlaşma imzalanacağını, ayrıca gelecek ayın ortasında da Nairobi’de nihâî anlaşmanın imzalanacağını açıkladı. Garang Hareketi’nden bir yetkili ise Barış Anlaşması’nın başlıca maddelerinin hazır olduğunu teyid etti.

Kezâ Hartum’daki Amerikan Büyükelçiliği Maslahatgüzârı Gerald Gallucci de aynı târihte şöyle dedi: “Gelecek Haziran ayının ortasında, Sudan Hükümeti ile Sudan Halk Kurtuluş Hareketi arasında Nairobi’de kapsamlı bir Barış Anlaşması imzalanacaktır.” Çarşambayı Perşembeye bağlayan gece sınırlı sayıda gazeteceye yaptığı açıklamada ise, ülkesinin bir süredir Sudan Hükümeti ile yapıcı bir görüş alışverişinde bulunmaya başladığını belirtip şöyle dedi: “Amerikan Yönetimi, Barış Anlaşması’na ve geniş kapsamlı nihâî ateşkes düzenlemeleri aşamasına ulaşılması halinde, Hartum ile ilişkilerini tamamen normalleştirmeye elbette başlayacaktır.

Yine Gallucci, üç meselenin halledilmesi halinde Sudan Hükümeti üzerindeki Amerikan yaptırımlarının kaldırılacağını, bunların; devletlerarası terörizme karşı mücâdele dosyası, IGAD girişimleri yoluyla Barış Anlaşması imzalanması ve insan hakları dosyasında kapsamlı ilerleme sağlanması olduğunu ifade edip şöyle dedi: “Washington, Barış Anlaşması’ndan sonra olağanüstü halin kaldırılmasını beklemektedir… John Garang liderliğindeki Sudan Halk Kurtuluş Hareketi, -Sudan Devlet Başkanı Birinci Yardımcısı ‘Ali ‘Usmân Muhammed Tâhâ ile Garang’ın halledemedikleri kalan birtakım detaylar üzerinde arabulucu olacak üçüncü bir tarafın yardımının aranmasını- önererek ‘Barış Anlaşması’nın başlıca unsurlarının hazır olduğunu’ teyid etmiştir.

Birleşmiş Milletler kaynakları Sudanlı müzâkerecilerin karşılaştıkları birtakım zorluklara dikkat çekerken, Halk Hareketi’nin resmî sözcüsü Yâsir Arman: “Başlıca sorunlar çözüm yoluna girdi. Dolayısıyla geri kalan detaylar, aşırıya kaçarak vaktin tamamını almamalıdır. Nitekim çözüm için her iki tarafın da kararları gerekmekte ve Hareket bunu çözülebilir görmektedir” diyor ve “Anlaşmanın başlıca unsurlarının hazır olduğunu ve her iki tarafın da anlaşmayı nihâyete erdirip imzalamak üzere ilerlemesi gerektiğini” yineliyordu.

Yine “kalan meselelerin iki tür olduğunu, bunlardan birinin anlaşmanın bazı maddelerinin düzeltilmesine veya yeniden yazılmasına ilişkin iken, diğerinin de Merkezî Otorite ile birlikte Mavi Nîl ve Cibâl-un Nûbe’ye ilişkin olduğunu” ifşa ediyordu. Sonra açıklamasını şöyle sürdürüyordu: “Hartum, Hareket’e Mavi Nîl ile Cibâl-un Nûbe’de otoritenin %40’ını ve Hükümet’in de %60’ını teklif etti. Yine Hareket, %38’ini talep ettiği halde Merkezî Otorite’nin de %28’ini teklif etti.” Arman, diğer siyâsî güçlere katılım konusunda “Diğerlerine katılım çalışması başlamıştır ve halen iki taraf arasında sürmektedir” derken, başkent konusunda da “Başkent meselesi halledildi ve her iki taraf temel noktalarda uzlaştı” diyordu.

Bu müzâkereler esnâsında ve isyancı John Garang liderliğinde Güney’in ayrılmasına yönelik müzâkerelerin sona ermesinin hemen öncesinde, Sudan’ın Batı’sındaki Dârfur bölgesine yoğunlaşıldı. Bu meselenin ortaya çıkışında ve kötüleşmesinde üç faktör bulunmaktadır: [1] Araziler ve mer’alar konusundaki yerel çekişme, [2] soruna yapılan dış müdâhale ve tahrik ile [3] bunun öncesinde ve sonrasında Sudan Hükümeti’nin İslam’ın emrettiği adâlet ve ihsan anlamında vatandaşlarının işlerini gözetmedeki ihmâlkârlığıdır.

Yerel çekişmeye gelince; Dârfur’da Afrikalı el-Fur kabîleleri ve diğer Arap asıllı kabîleler ikâmet etmektedir. Dârfur’daki anlaşmazlık, hayvanların ve işlenmiş arazilerin geniş bolluğuna rağmen doğal kaynakların azalmasıyla birlikte baş gösterdi. Develerini otlatmak isteyen bazı Arap kabîlelerinin arzusu kendi otlak arazilerine sahip olmak iken, dedelerinden kalan bir mîras olarak kendilerinin sahip olduğu düşüncesiyle, Afrikalı el-Fur kabîleleri ise arazileri ve mer’aları Araplar ile paylaşmayı reddediyorlardı.

İsyan ise ez-Zeğave kabîlesine bağlı olarak baş gösterdi. Onlar diğer kabîlelerin kendilerine katılmalarını istediler. Bunun için hücumlarla ve tekliflerle bunu terörize etmeye başladılar. O kadar ki kabîleler kendilerini iki alternatif ile baş başa buldular: Ya isyana katılacaklar yada hücumlardan kendilerini muhafaza etmek için milisler oluşturacaklardı. Böylece bu kabîleler hızla kuvvetlenen milisler oluşturmaya karar verdiler. Buna ilâveten Dârfur’da komşu ülkelerden gelen silahlar yayılmaya başladı. Bu da durumun ağırlaşmasına, daha da kötüleşmesine ve her geçen gün daha da karmaşıklaşmasına yol açtı. Binlerce cana kıyıldı. Yüzlerce köy yakıldı. Yüz binlercesi yer ve gökten başka yatak-yorgan olmaksızın topraklarından sürüldü. Bazıları, Dârfur cehenneminden kurtulmak umuduyla Çad’a kaçtı.

Soruna yapılan dış müdâhale ve tahrike gelince; Dârfur hâdiselerini körükleyen ve krizi icad eden Avrupalılar, bizâtihi Fransa ve İngiltere idi. Bunun delili, Afrikalı el-Fur kabîlelerinden kaynaklanan isyana Çad devleti ve yöneticilerinin destek vermiş olmasıdır ki bunlar erzak, destek ve barınak noktası bakımından Fransa’nın ajanıdırlar. Londra ise isyan hareketinin liderleri için bir medya kürsüsü olarak işlev gördü.

Amerika’ya gelince; o da ajanı olan el-Beşîr’i sadece açıklamalar yapmakla yetinerek sorunu örtbas ettirmeye çalıştı ve muktedir olduğu halde el-Beşîr Hükümeti’ne isyancıları zaptetmesini emretmedi. Fakat krizin kötüleşmesinden ve insanî bir trajediye dönüşmesinden sonra -Avrupa’nın dürtüklediği- İnsancıl Örgütler ve Birleşmiş Milletler Sudan’a baskı uyguladılar ve ondan, Afrikalılara karşı işkence hareketlerinde bulunan Arap milislere [el-Cencevîd de denir] süren desteğini derhal kesmesini talep ettiler.

Medya organlarının, ölenlerin sayısının binlerle ve sığınmacılrın milyonlarla ifade edilen bir boyuta ulaşması hakkında, Dârfur hadiselerini ileri sürmesinden sonra ve yine bu medya organlarının Dârfur’da meydana gelen vakıayı bu yüzyılın en büyük insanlık dramı olarak tanımlayıp devletlerarası topluluğun derhal müdâhale etmesi gerektiğini, aksi takdirde her ay binlerce Afrikalının öleceğini belirtmesinin ardından Amerika kendisini oraya müdâhale etmek, meselenin üzerine gitmek ve liderlik etmek zorunda kaldı. Bunun üzerine Sudan Hükümeti’ne, birtakım taleplerde bulunarak bu trajediye son vermesini emretti. Bunlardan biri, 6000 Sudan askerinin Afrikalı vatandaşların güvenliğini sağlamak ve el-Cencevîd milislerini dağıtmak üzere Dârfur’a gönderilmesiydi.

Lâkin Avrupalılar bu Amerikan icraatlarından tatmin olmadılar. Sudan’a yaptırım uygulanmasını ve Dârfur’a Sudanlı değil yabancı asker gönderilmesini talep ettiler. Avrupa ve bilhassa Fransa, Amerika’nın Sudan üzerine yaptırım uygulanmasındaki rolünden şüphelenmeye başladı.

Sudan Hükümeti’ne yönelik İngiliz tutumu, acayip bir şekilde düşmancaydı. İngiltere, Sudan Hükümeti’ne karşı kışkırtıcı, tehditvâri ve provakatif açıklamalar yaparak Amerika’yı zora sokmanın ardında durmaktaydı.

Amerika, Dârfur Meselesi’nin o sıralarda öne çıkmamasını istiyordu. Güney Meselesi hallolduktan, Garang ile Sudan Hükümeti arasında anlaşma imzalandıktan ve bunu uygulamaya yönelik adımlar atıldıktan sonra Dârfur’a dönecekti.

Avrupa’ya gelince; Fransa ve İngiltere, Amerikan yanlısı el-Beşîr Hükümeti’nin başına belâlar açmak suretiyle hem sorunu tahrik etmek hem de aynı anda durumu ısındırmak istediler ki ya onu devirsinler veya ona nüfuz edebilsinler.

Hartum’daki Amerikan Büyükelçiliği Maslahatgüzârı Gerald Gallucci 2004’ün Mayıs ayının ortalarında, ülkenin batısındaki Dârfur bölgesindeki durumların, Sudan’daki İnsan Hakları dosyasının hayatî bir konusu olduğunu belirtmişti. Ayrıca Dârfur bölgesinde barışın gerçekleşmesi ile Güney’deki barış süreci arasındaki bağlantının ayırt edilmesi gerektiğini ilâve etmişti. Bu da göstermektedir ki Amerika, Güney’in koparılmasına ilişkin düzenlemeleri halletmenin ve ondan sonra da Kuzey bölgeleri meselesi üzerine yoğunlaşmanın peşindedir.

Fakat Avrupa yani Fransa ve İngiltere bu noktayı fark etti ve Amerika’yı sıkıntıya sokmak ve Amerikan yanlısı el-Beşîr’in konumunu sarsmak için Dârfur meselesini silahlı (şiddetli) ve siyâsî açıdan ve medya vasıtasıyla tahrik etmeye ağırlık verdi. Nitekim Amerika’nın, Güney meselesinde aktif bir rol sahibi olup Avrupa’nın oradaki rolünü marjinalleştirebilmesinden sonra, Avrupa yani Fransa ve İngiltere, Güney’deki zayıf rollerini telafi etmek için Dârfur’da etkin bir rol sahibi olmayı arzuladılar.

Hulâsası şu ki Amerika, âniden ve hızla körüklenen Dârfur krizi sebebiyle devletlerarası kamuoyu önünde sıkıntıya sokulmasından sonra Sudan Hükümeti’ne karşı bu tedbirleri almaya zorlandı. Velev bu problem devletlerarasında mâkul bir sınır dahilinde kalsaydı, kontrol altına alınsaydı ve büyütülmeseydi, Amerika müdâhale edecek değildi. Velâkin Fransa ve İngiltere bunu iyice körüklemişti.

Dolayısıyla Dârfur isyanında başrol, yapılan hârici müdâhale ve tahriktir! 

Sudan Hükümeti’nin halkın maslahatlarını gözetmedeki ihmâline ve meseleyi ele alışındaki tökezlemeye gelince; bu tür sorunlar kabîlelerin bölgelerinde yaygın olsa da, daha fazla büyümesi ve şiddetlenmesi için meselenin başı boş bırakıldığı kesindir. Sudan’ın bölgelerinden biri olan Dârfur, Sudan’ın batısında Çad sınırı üzerine düşer. Bu bölgenin yüzölçümü neredeyse Fransa’nınkine denktir. Sâkinleri Arap ve Afrikalı kabîlelerdir ve hepsi de Müslümandır. Oraya Dârfur [Dâr-ul Fur: el-Fur’un ülkesi] denilmesi, Afrikalı el-Fur kabîlelerine ait olmasındandır. Sonra Arap kabîleleri oraya gittiler ve onlarla -dostane şekilde- hayat, millet (dîn) ve kader (gelecek) ortaklığı kurdular.

Kabîleler arasında meydana geleduran sorunlar; tarım arazileri, sulama, mer’alar ve su kaynakları ile ilgili geleneksel ve sıradan sorunlardır. Bunlar da hep kabîle liderleri tarafından sür’atle çözülegelmiştir. Nitekim bu tür sorunlar tüm kabîle arazilerinde normal karşılanan sorunlardır ve kabîlevi toplulukların hareketlerinden kaynaklanan doğal ihtilafın bir çeşididir.

Velâkin devlet; sürü sahiplerine mer’a (çayır) tedârik etmek, köylerde ikâmet eden toprak sahiplerinin sulamaya ve tarıma dair ihtiyaçlarını karşılamak üzere gayret sarf edip hikmetle, uyanıklılıkla ve ihsanla işlerin yürütülmesiyle, tarafları bir araya getirerek ve aralarında fark gözetmeden bu anlaşmazlıkları çözdükten sonra, bölgeyi bir müdâhale sahası olmaktan çıkararak soruna bir son vermek yerine, bunun tersini yaptı ve Müslümanların, Arapların ve Afrikalıların işlerini körüklenmeye, karmaşıklaşmaya ve şiddetlenmeye terk etti. Çad vasıtasıyla Fransa tarafından desteklenen Afrikalı milislerin bölgede yayılmasına, İngiltere’nin geniş medya desteği vermesine ve sonra Güney isyancısı Garang’ın perde arkasından beslemesine göz yumdu. Sonra da devlet Arap milislere (el-Cencevîdlere) bizzat destek verdi. Böylece her şey karmakarışık bir hal aldı, cürümler hızla yayıldı ve insanlar ortalıkta perperişan oldu. Hükümet de milislere bir devlet olarak hadlerini bildirmeyerek ve her iki tarafın da maslahatlarını gözetmek üzere bir sınır koymayarak, çatışmalarıyla onları baş başa bıraktı. Şâyet Amerika, Avrupa tarafından köşeye sıkıştırılmış ve Sudan Hükümeti’ne, bir devlet olarak sorunu çözmek üzere müdâhale etmesini emretmiş olmasaydı, bu milisler devletin ve düzenin bulunmadığı boş bir alanda çarpışır halde kalacaklardı.

İşte böylece el-Beşîr Hükümeti, bu milisleri kuşatmak ve kabîleler arasında bir mutabakat sağlamak yerine, olayları kızıştırmaya ve el-Cencevîd’i desteklemek için kara ve hava kuvvetlerini kullanmaya yöneldi. Bu şekilde Müslümanlar arasında kanlı mücadele kıvılcımını ateşledi. Sonra da meseleyi halletmede tökezlemeye ve diğer devletlerin, hatta Sudan’ın Güneyi’ni koparan Güney isyancılarının başı John Garang’ın göstereceği çözümleri beklemeye başladı. Sudan Dışişleri Bakanı, 14.05.2004’te -Garang’a hitaben- şöyle diyordu: “Sizin Dârfur’daki isyan kuvvetleriyle bir alâkanız bulunmaktadır ve siz, meselenin çözümünde yapıcı bir rol oynamalısınız.” Bundan önce de Hükümetin Dârfur’a ilişkin önerilerini uygulama hususunda resmî Sudan komitelerinde uzmanlaşmış olan bir Hükümet yetkilisi de şöyle diyordu: “Güney meselesinin çözülmesinden sonra Dârfur meselesinin nihaî çözümü John Garang sayesinde olmalıdır. Devlet Başkanı Yardımcısı sıfatıyla görevlerini icra etmek üzere Hartum’a gelmelidir. Çünkü Garang, böylesi çatışmaları halletmeye daha muktedirdir. Nitekim kendisinin bu hususta engin bir tecrübesi bulunmaktadır.

Garang’ın hareketinin, Dârfur’daki isyanı körüklediğinin farkında oldukları halde, bu yetkililer işte bunları söylemektedirler! Sudan Dışişleri Bakanı, 14.05.2004’te yaptığı bir basın toplantısı esnasında muhâbirlerden biri kendisine, “Garang Hareketi’ni Dârfur’daki isyanlardan sorumlu olarak görüyor musunuz?” şeklinde sorması üzerine “Evet!” diyerek cevap verdi. Yine de Sudan’daki yetkililer Garang’dan kendileri için sorunu çözmesini talep ettiler. Hiç kuşkusuz onun arzuladığı çözüm, Dârfur bölgesinin de Güney gibi Sudan’dan ayrılmasıdır.

İşte Sudan Hükümeti, Güney isyanının liderinden Dârfur isyanının bastırılmasını talep edecek kadar korkunç bir zillete düştü!

Sudan Hükümeti hâlen duruma, Dârfur’daki ve Kuzey’in diğer bölgelerindeki şartların kızıştırılmasına kaçınılmaz olarak yol açacak şekilde bakmaktadır. Nitekim yardım kuruluşlarının oradaki isyancılara silah taşıdıklarını bildiği halde, bu kuruluşların oralardaki çalışmalarını sürdürmelerini kabul etmiş ve saflarını birleştirip yeni bir isyana hazırlanabilsinler diye isyancıların üzerini örtecek bir örtü olan Afrikalı denetim gruplarının varlığına onay vermiştir. Az önce geçen söz konusu basın toplantısında Sudan Dışişleri Bakanı kendisine sorulan: “Ugandalı kuvvetlerin Sudan’ın Güneyi’ne girmelerine izin veren bu anlaşmadan memnun musunuz?” sorusuna şöyle cevap vermişti: “Siz kendi yaptıklarınızdan her zaman memnun oluyor musunuz? Bazen bir şeyler yaparsınız, çünkü zaruret bunu gerektirir.” Bu da onun, böylesi kuvvetlerin isyanı tahrik ve teşvik ettiğinden haberdâr olduğunu açığa çıkaran örneklerinden biridir.

Acayip olan şey şu ki Hükümet, Birleşmiş Milletler’in -sözde insanî- kuruluşlarının Dârfur’dan geri çekilmesini, Dârfur halkının işlerini gözetmek üzere kalmasını talep ederek kınamasıydı. Hükümet herkesten önce bilmektedir ki, bu kuruluşlar yalnızca fitneyi yaymak için çalışmakta, yardım kutularıyla kaçak silahlar taşımakta ve isyancıların merkezleriyle irtibat kurmaktadır. Nitekim bu gerçek, Dârfur’daki isyancılara kaçak silahlar ve erzak taşırken yakalanan Birleşmiş Milletler uçağı ile bundan önce yakalanan Kızıl Haç uçağı hadiselerinde ortaya çıkmıştı. Oysa Hükümete düşen, o kuruluşların geri çekilmesini kınamak değil, bilakis kendi halkının işlerini adâlet ve ihsân ile bizzat gözetmesiydi.

Hükümetin gevşekliği, zayıflığı ve böylesi hayâti konulardaki teslimiyetçiliği, bu tür musibetlerin en öncelikli ve esâsî sebebidir. Dolayısıyla sâkinlerinin %100’ü Müslüman olan bir beldenin servetlerinin paylaşımı hakkındaki şer’î hüküm ortaya konularak, isyana çağıran ajanların ayakları altındaki halıyı çekecek şekilde Dârfur’a müdâhale etmek yerine, görüyoruz ki Hükümet; devletlerarası kuruluşlar, IGAD, Amerikan düşmanı ve Avrupa Birliği, bilhassa Fransa, Almanya ve İngiltere karşısında ezilmekte, yabancı güçlerin, Avrupalı diplomatik heyetlerin, Birleşmiş Milletlere bağlı heyetlerin bölgeye girmelerine râzı olmakta ve bölgede belanın başı olan Amerika ile olan diyaloglarını korumaya çalışmaktadır.

İşte böylelikle ülke, devletlerarası müdâhalelere açık bir alan haline geldi. Bununla beraber Hükümet, Sudan’daki iktidarın Amerika’ya karşı esnek davrandığı sürece destekleneceği ve her koşulda sabit kalacağı düşüncesiyle Dârfur meselesi için çözümleri, Garang’dan ve ona arka çıkan Amerika’dan istemektedir. Oysa onların varlıklarının kendi çıkarlarına ters olması veya kendilerine verilen rollerin bitmesi halinde, Amerika hiçbir ajanına veya uşağına hiçbir değer vermeyecektir.

Güney’deki tâvizlerden ve Beyaz Saray’daki efendilerinin emirlerini gerçekleştirmelerinden anlıyoruz ki, Sudan’ın her tarafında siyâsî veya ekonomik birtakım mâzeretler gösterilerek isyan kapıları açılmaktadır. Herkes, zengin ve bereketli doğal kaynaklarına karşın Sudan’ın ızdırabını çektiği ekonomik krizin ölümcül boyutlara vardığının farkındadır. Bunun tek nedeni, Allah’ın Şeriati’ne aykırı davranan Hükümetin beceriksiz politikalarıdır. Zîra onlar Allah’ın indirdikleri ile hükmetmemekte ve Ümmet’in işlerini adâlet ve ihsân ile gözetmemektedirler.

Muhakkak ki Sudan Hükümeti, Nifâşâ’daki teslimiyetiyle Allah’a, Rasulü’ne ve tüm mü’minlere ihânete giden sâbit bir rota üzerinde durmadan ilerlemektedir. Şâyet kapsamlı Barış Anlaşması, önümüzdeki [2004 yılı] Haziran ayının ortasında Nairobi’de bir kez imzanırsa, Hartum’daki Amerikan Büyükelçiliği Maslahatgüzârı Gerald Gallucci’nin dediği gibi, artık Sudan’ın kalan muhtelif bölgeleri için de, Güney’de ortaya çıkan sonuçların aynısını talep etmelerinin kapıları, ardına kadar açılmış olacaktır.

İşte Sudan İçişleri Bakanı AbdurRahîm Huseyn’in Dârfur hadiseleri hakkındaki yorumunda vurguladığı şey tam da bu idi: “Görünen o ki, Dârfur isyancılarının talepleri, Güney’deki müzâkerecilerin self-determinasyon [kendi geleceğini tâyin] hakkı ve bağımsız bir orduya sahip olma gibi taleplerine benzemeye başladı.

Müslümanların topraklarından herhangi bir karışını dâhi, Kâfir düşmanın otoritesi altına terk etmek İslam’da büyük bir cürümdür. Kaldı ki bu, diğer bölgeleri de ayrılmaya iter ve daha fazla tâviz istemede düşmanın cesâretini artırır. Zîra en küçük bile olsa herhangi bir tâviz, daha fazla tâvizin kapılarını ardına kadar açmaya kâfidir:

Bir kez alçalana, artık alçaklık vız gelir,

Ölü olan birine hangi yara zarar verebilir?

[Bir Arap şiirinin mısralarından]

Filistin’de ve Endonezya’da verilen ve Sudan’da verilegelen tâvizler bunu kanıtlamaktadır.

Şaşırtan ve acı veren şey ise, neredeyse her hususta Hükümete çatan Sudan’daki muhalefet partilerinin, Amerika’nın önceden plânlayıp düzenlediği Güney’in isyancı Garang’a terk edilmesi cürmüne ve Dârfur’daki isyancılarla -oranın da Güney’in akıbetine uğramasıyla sonuçlanabilecek- müzakarelerin yapılmasına râzı olmalarıdır. Bu da kendilerini “muhalefet” olarak adlandıran bu partilerin bozuk vakıalarını ve Müslümanların topraklarından vazgeçme hususunda Allah’tan hiç de korkmadıklarını açıkça ortaya çıkarmaktadır.

Muhakkak ki Sudan için çözüm, şu iki şeyden birinin olmasından öteye geçmez:

Birincisi: Bâtılda ifrata kaçmak, tâviz politikasında ısrar etmek, sorunlarının çözümünde Amerika’ya bel bağlamak ve ülkeyi Amerika ile Avrupa arasındaki mücadelenin bir arenası haline getirmektir.

İkincisi: Hakka ve hakkın faziletine dönmek, Allah’ın Şeriatı’na tâbi olmak, Garang ile yapılmış tüm anlaşmaları iptal etmek, Dârfur isyancıları ile yapılan tüm görüşmeleri durdurmak ve ülkenin birliği meselesine, her ne olursa olsun ihmâl edilmemesi gereken bir ölüm-kalım meselesi haline getirerek kesin bir temel olarak îtibar etmektir.

Birincisine gelince; bu teslimiyet ve tâvizcilik, ülkeyi büyük bir musîbete, zillete, zaâfiyete, koparılmaya, parçalanmaya ve yok oluşa sürükleyecek ve Allah’a, Rasulü’ne ve Mü’minlere ihanet edilmiş olacaktır.

İkincisine gelince; işte bu izzettir, kuvvettir, birlikteliktir ve yükseliştir. Allah [Subhanehu ve Te’alâ] ve Rasulü [SallAllahu ‘Aleyhi ve Sellem]’in râzı olduğudur.

Öyleyse Sudan’ın yöneticileri pişman olup tevbe edecek, Allah’ı ve Rasülünü razı etmeyi seçerek dünyada da Âhirette de faydalanacakları tertemiz bir tavır takınacaklar mı?

Öyle ki Sudan’ı birleştirecek, isyancıları ortadan kaldıracak ve Kuzeyiyle, Güneyiyle tüm Sudan’dan Amerikan ve Batılı nüfuzu söküp atacak Hilâfet Devleti kurulsun, sonra İslam, Allah yolunda Cihâd ve Dâvet ile insanlar arasında Hidâyeti yayarak Sudan üzerinden Afrika’nın diğer parçalarına tüm gücüyle intikâl etsin.

وَلَيَنصُرَنَّ اللَّهُ مَنْ يَنصُرُهُ إِنَّ اللَّهَ لَقَوِيٌّ عَزِيزٌ  Allah, Kendisine [Dînine] Nusret, Zafer verene mutlaka nusret verecektir. Muhakkak ki Allah Kaviyy’dir, ‘Azîz’dir. [el-Hacc 40]