4

AFGANİSTAN


Afganistan, Asya’nın ortasında bölgesel güçler ve büyük devletler grubu arasında sınırlandırılmış bir devlet olmasıyla belirginleşir. Rusya ile Hind Yarımadası arasına düşer. Afganistan, Rusya’nın Hind Okyanusu’ndaki ve Arap Denizi’ndeki sıcak sulara inmesini engelleyen tampon bir bölgedir.

İngiltere’nin Hindistan’ı sömürgeleştirdiği günlerde Afganistan, Çarlık Rusyası ile Sömürgeci İngiltere arasında gerçek bir engel halindeydi. Hatta Afgan yöneticilerden biri Afganistan’ı, “Rus Ayısı ile İngiliz Aslanı arasında kalmış bir Kuzu”ya benzetiyordu. Rusya ile Afganistan arasında, Afganistan’ın siyâsî sınırlarının çizilmesi esnasında Pamir Dağları’nın ve Hayber Geçidi’nin ilhakının, bölgede İngiltere, Rusya ve Çin arasında bir çatışmanın çıkmasına neden olmasından korkuluyordu. Afganistan haritasına bakıldığında Kuzeydoğu cihetinden Oze Boğazı’nın Pakistan’ı, Rusya’dan ve Orta Asya cumhuriyetlerinden ayırarak Çin’e kadar uzandığı görülür. Kezâ İngiltere Kralı’nın Hindistan’daki Temsilcisi Lord Curzon, Afganistan toprakları üzerinde yapılan savaşlara bakarak orayı “Asya’nın Güreş Arenası” olarak tanımlıyordu.

Coğrafî konumu itibarıyla Afganistan hassas bir yapıya sahiptir. Denize çıkışı olmayan bir devlet olması, Asya kıtasındaki tüm fâtihler ve savaşçılar için orayı bir kapı, basamak ve geçiş noktası haline getirmekteydi. M.Ö. 329 yılında Büyük İskender, Doğudaki Yunan Savaşı’nda orayı bir basamak edinmişti. Müslümanlar ise onu Mîlâdî 654 yıllarında fethederek İslam topraklarına katmışlardı. Cengiz Hân’ın orduları gibi Türkler, Hindliler ve İranlılar da oraya uğramışlardı. Fakat son asırda Afganistan’ın önemini kavradıktan sonra İngilizler, Çarlık Rusyası, Sovyetler Birliği ve son olarak da Amerika uğramıştı.

Afganistan, Orta Asya üzerinden Çin’i ve Rusya’yı sınırlayan bir kapı konumundadır. Daha da ötesi, Orta Asya petrolünün ve doğalgazının Afganistan üzerinden Pakistan’a oradan da Hind Okyanusu ve Arap Denizi sahilleri boyunca kurulu olan büyük limanlara taşınacağı petrol boru hatlarının geçiş noktası olması Afganistan’ı daha önemli bir hale getirmektedir. Petrol konusu, varlığı itibarıyla Amerika’nın hem petrol hem de geçiş yolları üzerinde egemenlik kurmak için üzerine odaklandığı konulardandır.

Afganistan halkı, Peştun, Tâcik, Özbek, Hazara ve diğer birçok kavim ve ırklardan meydana gelmesine rağmen geneli itibarıyla dînine bağlı Müslüman bir halktır. Günlük hayatında ve yaşam biçiminde İslâmî Nizamdan başkasına inanmaz.

19. yüzyılda Afganistan, İngiliz-Rus çatışmasının safarisi [av partisi] haline geldi. Afganistan üzerinde egemenlik kurmak suretiyle İngiltere, Rusya’yı dizginleyebilmek için Afganistan halkına karşı üç savaş yaptı. İlk savaş; 1839–1842 yılları arasında yapıldı ve İngiliz Ordusu büyük bir yenilgi aldı. Bu savaştan sonra yönetime gelen ‘AbdurRahmân Hân, İngiliz ve Rus imparatorluklarına karşı tarafsızlığa dayalı bir dış politika izledi. İkinci savaş; 1878–1880 yılları arasında yapılmış olup yine bu savaşta da İngilizler yenildiler ve Afganistan üzerinde hegemonya kurma hedeflerini gerçekleştiremediler. Üçüncü savaş ise 1919 yılında yapıldı ve İngiltere’nin Afganistan üzerindeki egemenliğini yerleştiren Afganistan Kralı Emânullah ile 19 Ağustos’ta Ravalpindi’de bir anlaşma imzalanması ile savaş sona erdi.

İslâmî Hadârat’ı Afganistan topraklarından sökmek isteyen bu Kral, hicâbı [başörtüsünü] kaldırarak Batılı kıyâfeti Afganistan’a sokmaya çalışınca, İbnu’s Sakka lâkaplı Habîbullah liderliğinde, Kral’a karşı İslâmî bir halk ayaklanması baş gösterdi. Bu başkaldırı, Emânullah’ın yönetimden uzaklaştırılması ve İslâmî kıyâfetin Afganistan’a geri döndürülmesiyle sonuçlandı. Fakat Emânullah döneminde askerî açıdan Afganistan’da egemenliğini kuran İngiltere, Emânullah’ın önde gelen komutanlarından Nâdir Şah aracılığıyla İbnu’s Sakka’yı öldürmeyi başardı. Böylece Nâdir Şah, İngiltere’nin hizmetindeki Kraliyet sistemini Afganistan’a yeniden getirdi.

Nâdir Şah’ın ardından 19 yaşındaki oğlu Zâhir Şah 1933 yılında yönetime geldi ve yaklaşık kırk yıl boyunca İngiliz uşağı olarak yönetimde kaldı. Bağımsızlık dönemlerinde, özellikle 1950’li ve 60’lı yıllarda Afganistan üzerindeki İngiliz ve Rus çıkar çatışmasını fırsat bilip İngiliz siyâsetini bırakarak her ikisinden uzak bir siyâset izlediyse de daha sonra İngiliz siyâsetine geri döndü. 1973 yılında solculuğa meyilli ve Sovyetler Birliği’ni destekleyen amcasının oğlu Muhammed Dâvud Hân tarafından devrilinceye kadar aynı hal üzere devam etti.

Sovyetler Birliği, Zâhir Şah’ın Afganistan’da uzun süren iktidarı sırasında çıkarları için bazı gedikler açma imkânına sahip oldu. Örneğin 1953 yılında Afganistan Yönetimi’ne modern askerî silahlar sattı. 1956’da Muhammed Nur Teraki liderliğindeki Afganistan Komünist Partisi’nin kurulmasına destek verdi ve Zâhir Şah iktidarının son yıllarında, Komünistlerin geleneksel olarak kullandıkları yöntemlerle, birtakım “sınıf çatışmaları ve çelişkiler” oluşturmak suretiyle Afganistan’da bazı siyâsî çalkantıları ateşledi.

1973 yılında Muhammed Dâvud’un yönetime gelmesiyle Afganistan İngiltere’nin elinden çıktı. Bundan sonraki beş yıl boyunca Komünistler kolaylıkla yönetime ulaştılar. Muhammed Dâvud’u devre dışı bırakarak, Komünizmi ülkesine sokmakta Ruslara yardım eden Muhammed Nur Teraki’yi 1978 yılında yönetime getirdiler. O da aynı yıl Sovyetler Birliği lideri Brejnev ile Sovyetler Birliği ordularının Afganistan’a girmesine izin veren anlaşmayı imzaladı. Uzunca bir zamandan sonra bölgede Rusya’nın çıkarları lehine hassas ve çok tehlikeli bir duruma imkân veren ve ilk defa devletlerarası güçler dengesindeki ince çizgiyi oynatan bu durum, İngiltere ve Amerika’nın kinlerini ve diş bilemelerini dürtükledi.

Sovyetler Birliği’ne karşı Afganistan çatışmasında bu defa Amerika’nın rolü belirginleşti. Amerika, Komünist görünümlü fakat aynı anda Amerikan istihbârat servisi CIA ile açık bir kanalı bulunan Batı yanlısı Hafîzullah Emîn aracılığıyla Muhammed Nur Teraki’ye karşı bir darbe hazırladı ve 1979 yılında Hafîzullah Emîn yönetimi ele geçirerek Teraki’yi öldürdü. Ruslara yanlısı Komünistleri uzaklaştırdı. Rusya ise Amerika’nın bu operasyonuna, 27 Aralık’ta Hafîzullah Emîn’i öldürmek ve beraberinde Rusya’dan getirdiği Babrak Karmal başkanlığında Kabil’de yeni bir Komünist hükümet atamak suretiyle sert bir karşılık verdi. Bunun hemen akabinde sert bir direniş patlak verdi ve ülkenin dört bir yanına yayıldı. Göçler başladı, sayısız gerilla savaşı veren yapılanmalar oluştu. İslâmî Âlemin her yerinde, saldırgan Komünist Kâfir’e karşı güçlü bir Cihâd ruhu yayıldı.

Amerika ise Afganistan’daki bu durumu fırsat bilerek tüm ağırlığıyla olaya müdâhale etti. Afganistan’ın İngiltere ile yapmış olduğu târihî anlaşmaları ve Sovyetler Birliği’nin umursamazca Afganistan topraklarına saldırmasını, olaya müdâhil olmak için bir bahane edindi. İngiltere’nin Afganistan ile yapmış olduğu anlaşma, Âmuderya [Ceyhun] Nehri sınır kabul edilerek Rus kuvvetlerinin bu bölgeye tecâvüzüne izin vermemekteydi.

1980 yılından sonra Afgan Mücâhidlere askerî ve mâlî yardımlar akmaya başladı. Askerî yardımlar dışında Amerika’nın Mücâhidlere yaptığı parasal yardımlar yıllık 700 milyon dolara ulaştı. Özellikle 1986 yılı sonlarında Mücâhidlerin eline ulaşan Stinger füzeleri, Sovyet Diktası’nın hezîmeti ve yüzlerce Sovyet uçağının düşürülmesinin başlıca sebebi olmuştu.

Amerika’nın bu müdâhaleden maksadı daha önce ayağının dahi değmediği bu bölgeye, paha biçilmez târihî fırsattan istifade ederek girmek ve ardından da Rusya ve Çin ile komşu olup yüz yüze karşılaşmaktı. Sovyetler Birliği’nin süratli bir ekonomik yük altına girmesi ve ardından da yıkılması, dünyanın süper gücüne bölgede başrol oynama fırsatını tanıdı. Zîra bölge çok uzak mesafeden çıkarların var olduğunu sesleniyordu. Özellikle petrol, doğal gaz ve çeşitli servetler açısından zenginliklere sahip olan Orta Asya ve Hazar Denizi’ne çok yakındı.

Sovyetler Birliği ancak yedi yıl sonra Afganistan’a saldırmakla büyük bir tuzağa düştüğünü hissetti. Çünkü direniş Sovyetler Birliği ordusuna beklenenden çok daha fazla zâyiat verdirdi. Sovyet ekonomisi eridi ve Afganistan’daki işler Rusya’nın çıkarlarının dışına çıktı. Bu nedenle bu sıkıntıdan kurtulmak için siyâsî bir çıkış bulmaya çalıştı. 1987 yılında Karmal’ı Necîbullah ile değiştirmek için başarısız bir girişimde bulundu ama sonunda Karmal istifasını sundu. İstihbârat Başkanı Necîbullah yönetime geldi. Sovyetler Birliği’nin Afganistan’dan çıkması için direnişçi gruplarla birlikte “ulusal uzlaşma” türküsünü söylemeye başladı. Ancak Rusya bu siyâsetinde de başarılı olamadı. Zîra savaş daha da kızışarak şiddetlendi ve Mücâhidler Ruslara karşı zaferler elde ettiler, yaklaşık 200 Sovyet uçağını düşürdüler.

Artık bundan sonra Sovyetler Birliği, yenileceklerine tam olarak inandı. Zîra 15 binden fazla Rus askeri öldürüldü. Yine Amerika’nın Mücâhidleri desteklemekten kesinlikle geri durmayacağına iyice kanaat getirince 14 Şubat 1989 yılında Afganistan’dan çekilmeye mecbur kaldı.

Sovyetler Birliği’nin desteklediği Necîbullah Hükümeti ile Mücâhidler arasındaki savaş, Kâbil’in 1992’de Mücâhidlerin eline geçmesine ve Afganistan’daki Komünist yönetimin son bulmasına kadar devam etti.

Takip eden dönemde yönetime Ahmed Şah Mes’ûd komutasındaki askerî birlikler tarafından desteklenen Cemiyet-i İslâmî Lideri Burhâneddîn Rabbânî geldi. Ancak bu defa Rabbânî ve grubunun Afganistan’ın çoğunluğunu oluşturmayan Tâciklerden meydana gelmesi yeni bir problemin çıkmasına neden oldu. Bundan daha önemlisi Rabbânî’nin, uzun süren savaş yılları boyunca Sovyetler Birliği’ne karşı Mücâhidlere destek veren Afganistan’ın güçlü komşusu Pakistan tarafından desteklenmemesiydi. Bu nedenle Pakistan destekli Gulbeddin Hikmetyar [Hizb-i İslâmî Başkanı] liderliğindeki Peştun topluluğu, devlet başkanlığının Tâciklere teslim edilmesine karşı çıktılar. Zîra Peştun kabileler, asırlar boyunca hep Peştun liderliğini tercih etmişlerdi. Bu nedenle Tâcik lider Ahmed Şah Mes’ûd ve Rabbânî güçleri ile Peştun Hikmetyar güçleri arasında aralıksız bir iç savaş patlak verdi. Her iki grup arasında devam eden savaşta her iki taraftan toplam 25 bin Afganlı öldürüldü. Bu savaş esnasında İran ve Tacikistan Rabbânî cemaatine silah, para ve devletlerarası mahfillerde siyâsî dayanak desteği verdi. Pakistan ise Hikmetyar cemaatine kucak açtı.

Pakistan Yönetimi, Rabbânî ile mücadelesinde çıkarları doğrultusunda kesin bir şey elde edemeyince Hikmetyar’dan vazgeçti ve 1994 yılında Peştulardan “Taliban” ismiyle anılan yeni bir grup oluşturdu. Pakistan İstihbâratı [ISI] Amerikan İstihbârat Teşkilâtı’nın [CIA] bilgisi dahilinde Hikmetyar cemaatine alternatif olmak üzere bunun hazırlığını yaptı.

Pakistan destekli Taliban, kuvvetli ve hızlı bir şekilde sahnedeki yerini aldı. Afganistan’daki şehirlere ve arazilere saldırıda bulunarak peş peşe buraları eline geçirdi. İki yıl zarfında başkent Kâbil’i kuşatmayı ve 1996 yılında kuvvetlerini Kâbil’e sokmayı başardı. Molla Muhammed ‘Umer başkanlığında Afganistan’da bir İslâmî Emîrlik kurdu. Kuvvetleri Pakistan’ın Kuzeydoğu komşusu Tacikistan bölgelerine kaçan Rabbânî Hükümeti’ni de kovdu.

Pakistan, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin Taliban Yönetimi’ni tanımaları ve Taliban’a doğrudan destek veren Amerika’nın bölgedeki baş uşağı Pakistan aracılığıyla Afganistan’daki işler, Amerikan çıkarlarına uygun bir şekilde noktalandı.

Ancak Afganistan’ın Kuzey kesiminde Taliban güçleri ile Rabbânî güçleri, Şah Mes’ûd güçleri ve ‘AbdurRaşîd Dostum liderliğindeki Özbek milisler arasındaki savaş durmadı. Burada İngiltere, Rusya, İran ve Hindistan, Dostum ile Şah Mes’ûd güçlerine destek sağlarken, Amerikan kaynaklı Pakistan ve Suudi Arabistan ise Taliban güçlerine destek sağlıyordu.

1996–1998 yılları arasında Taliban Hareketi yetkilileri ile Amerikalı yetkililer arasında, Amerika’nın Taliban’ı Afganistan’ın resmî yönetimi olarak tanıması ve Birleşmiş Milletler’deki boş Afganistan koltuğunu Taliban’a teslim etmesi hususunda görüşmeler gerçekleştirildi. Yine Taliban Hareketi ile Amerikan Unical ve Su’udî Delta şirketleri arasında, Afganistan yoluyla Orta Asya’dan Pakistan ve Hind Okyanusu’na doğalgaz nakli anlaşması için görüşmeler gerçekleştirildi. Ancak 1998 yılında Kenya ve Tanzanya’daki Amerikan büyükelçiliklerinde patlamaların meydana gelmesiyle birlikte, Türkmenistan’ın başkenti Aşkâbat’ta 1997 yılında yapılan anlaşma askıya alındı.

Taliban Hareketi’nin Birleşik Devletler ve Suudi Arabistan ile alâkası dostane ve sıcak ilişkilerdi. Ancak elçiliklerin bombalanması bu ilişkileri zedeledi. Bu olaydan sonra Amerika ve Amerika’ya bağlı Suudi Arabistan, ilişkilerin yeniden gözden geçirilmesi gerektiğine karar verdiler. Taliban, elçiliklerin bombalanması olaylarından kaynaklanan problemleri sona erdirmek için Usâme bin Ladin’in teslim edilmesi hususunda Suudi Arabistan ile görüşmelere girişti. Fakat Amerikan uçaklarının 1998 yılında Afganistan’ı bombalaması, Ladin’in teslim edilmesi görüşmelerinin tamamlanmasını engelledi. Suudî İstihbârat Teşkilatı Başkanı Faysal et-Turkî, MBC Televizyonu’na verdiği mülâkatta şöyle dedi: “Taliban Yönetimi, bin Ladin’i teslim etmeye hazırdı. Görüşmeler de bu konuda yapılıyordu ki 1998 olayları çalışmayı durdurdu.

Bundan sonra el-Kâ’ide’ye yöneltilen suçlamalar iyice arttı. Amerika nezdinde terör örgütü sayılan el-Kâ’ide’nin koruyucusu olduğu gerekçesiyle Amerika, Afganistan’da Taliban’dan başka yeni bir alternatif arayışını girdi.

11 Eylül olayları patlak verdiğinde ise işler tümüyle tersine döndü. Amerika bir zamanlar işbirliği yaptığı İslâmî gruplara bakışını kökünden değiştirerek İslamcıların yok edilmesi görüşüne döndü. Bu amaçla Oğul W. Bush yönetimindeki Amerika, yeni dış politikasının esâsı olarak Terörizme Karşı Mücâdele düşüncesini benimsedi.

İşin âciliyeti nedeniyle Amerika; Rabbânî, Şah Mes’ûd ve Afganistan’dan kovulduğu için Türkiye’de siyâsî sığınmacı olan Dostum grupları ile olan ilişkilerine dönüş yaptı. Şah Mes’ûd ve Dostum kuvvetlerine silah ve para desteğinde bulunarak Taliban’dan yüz çevirdi. Amerika tarafından desteklenen bu kuvvetlere Kuzey İttifâkı adı verildi. Pakistan’ın Taliban’a desteğini çekmesinin ve Afganistan’a yapacağı saldırılarda hava sahasının, limanlarının ve üslerinin kullanılması hususunda Amerika’ya izin vermesinin ardından Amerika’nın Afganistan’a vahşi saldırısı başladı. Bununla birlikte Taliban son günlerinde Amerikan ve Pakistan nüfuzundan kurtulduğunu tescil etti. Bu kurtulma, Amerika’nın isteklerini uygulaması için Pakistan tarafından yapılan baskılara karşı gelmesi ve hemen arkasından şiddetli baskılara yol açan Pakistan Hükümet heyetini reddetmesiyle kendini gösterdi. Taliban baskılara boyun eğmedi ancak bu, köşeye sıkıştıktan sonra çok geç kalınmış bir başkaldırı idi.

Amerika’nın kullanmakta olduğu Kuzey İttifakı güçleri, Amerikan Ordusu için piyâde güçleri ve zararlarını azaltacak etten duvar konumundaydı. İşte bu şekilde Küfrün başı Amerika ve işbirlikçisi İngiltere, 7 Ekim 2001 günü Müslümanlara karşı vahşi bir savaş başlattılar. Kâbil, Kandehar, Celâlâbâd ve diğer Afgan şehirlerini Tomahawk füzeleriyle, bombalarla ve çok çeşitli silahlarla yerle bir ettiler. Bütün bunlar hâin yöneticilerin özellikle de Pakistan ve Özbekistan yöneticilerinin Müslümanlara ait hava sahasını, suları ve toprakları Kâfirlerin kullanımına açmalarının sonucunda gerçekleşti. Bu bombardıman aralıksız olarak haftalarca devam etti. Buna rağmen saldırganlara karşı koyan Müslümanlar, düşmanlarına oranla çok basit silahlarla eşsiz bir dayanıklılık, direnç ve büyük bir kahramanlık gösterdiler. Ne var ki yoğun vahşi saldırılar ve Afganistan’a karşı Müslümanların başlarındaki yöneticilerin ihânetleri, 2001 yılında Afganistan’ın Amerika’nın eline geçmesine yol açtı.

Son çeyrek asır içerisinde Afganistan’ın verdiği kurbanların sayısı yaklaşık bir milyondur. Yani Rusya’nın Afganistan’a saldırdığı 1979 yılından Amerikan saldırısının yaşandığı 2001 yılına kadar geçen sürede bu kadar büyük sayıdaki kurban verildi. Ancak ne yazık ki bu kadar büyük korkunç sayıda kurbanın verildiği olaylar, Amerika’nın Afganistan’daki eli kanlı yöneticisi Hamîd Karzâî’nin atanmasıyla sonuçlandı.

26.12.2001 târihinde Afganistan’ın yeni anayasası olarak konulan Bonn Belgesi’ni desteklemek için Amerika, Güvenlik Konseyi’nden 1883 sayılı kararı çıkarttı. Belgede yer aldığı üzere yeni anayasa, Birleşmiş Milletler şemsiyesi altında Afganistan halkı ile ilgili iç ve dış meseleleri belirlemede, Afganistan’daki büyük-küçük her meseleyi gözetlemekte Amerika’ya bâriz bir rol vermektedir. Belge; anayasayı hazırlamada, sivil hizmet birimlerini oluşturmada, hükümet yetkilerinin ve görevlerinin belirlenmesinde, tüm devlet kuruluşlarındaki uygulama mevzuatlarındaki herhangi bir değişiklikte, tüm yönleriyle anlaşmaların gözetlenmesinde Amerika’nın hazır bulunmasını şart koşmaktadır. Yani Amerika, -Allah’ın dilediği zamana kadar- kendisini devletin fiilî yöneticisi olarak atamıştır. Bunların tümü Amerika’nın gizlediklerini açığa çıkarmaktadır. Bu ise Amerika’nın İslâmî beldeler üzerinde egemenlik kurmak istemesinden ibârettir. Amerika’nın iddia ettiği gibi ortada özgür, bağımsız bir yönetici yoktur. Bilakis terörle mücadele bahanesiyle îlan ettiği bu savaş, İslam’a ve Müslümanlara yönelik Haçlı Savaşı’nın mukaddimesi, ilk merhalesidir. Nitekim Müslümanların toprakları üzerinde egemenliğini yerleştirmenin, Afganistan’da ve Irak’ta yaptıklarını ve yapageldiklerini sürdürmenin ve Büyük Ortadoğu Projesi’nde görüldüğü gibi İslam’ı hayatlarından söküp çıkarmanın derdindedir. Bunun bir Haçlı Savaşı olduğu, Amerika’nın çöreklendiği İslâmî beldeler üzerinde yürüttüğü askerî, siyâsî ve eğitim çalışmalarından açığa çıkmıştır. Zaten Oğul W. Bush, 11 Eylül olaylarının daha ilk günlerinde bu maksadı ifşâ etmiştir. Nitekim 16.09.2001 günü yaptığı konuşmada, teröre karşı savaşının bir Haçlı Savaşı olduğunu kendi diliyle söylemiştir. Olayla ilgili tahkikat tamamlanmadan ve kesin bir sonuca varmak için yeterli bir zaman geçmeden, henüz onda birine dahi ulaşmadan olayın üzerinden çok değil dört gün geçtikten sonra böylesine bir açıklamayı yapmış olması, Amerikalı politikacıların ambarlarında İslam’a ve Müslümanlara karşı ne şerir plânların saklı olduğunu gözler önüne sermiştir.

Her ne kadar o, bu “Haçlı Savaşı” [Crusade War] ifadesini İslam düşmanlarını çevresine toplamak için söylemiş olsa da Amerika’ya karşı koymak için Müslümanları bir araya getirmeye de imkân tanımıştır. İşte Afganistan’da yaşananlar bunun canlı örneğidir. Haber ajansları, daha düne kadar birbiriyle çekişen Taliban ve Hizb-i İslâmî Lideri Hikmetyar’ın, âdeta tek yaydan çıkarcasına Amerika’ya karşı savaştıklarını bildirmektedirler.

Bundan dolayı Amerikan kuvvetleri, beraberindeki Birleşmiş Milletler Gücü ISAF [Devletlerarası Güvenlik Yardım Gücü] ve NATO [North Atlantic Treaty Organization: Kuzey Atlantik İttifâkı Örgütü] liderliğindeki işgâl güçleri Afganistan’ın tümüne henüz nüfuzlarını ulaştıramadılar. Tam olmamakla birlikte yalnızca başkent Kâbil ve çevresinde nüfuz kurabildiler. Neticede Kâbil dışında kalan tüm Afgan bölgesi, Amerika’nın Afganistan’ı işgâlinden sonra bir gün dahi durmaksızın silahlı mücâdele alanları olarak kaldı.

Mezkur Bonn Anlaşması, son aşamada 2004 Haziranında Meclis ve Devlet Başkanlığı seçimlerinin yapılmasını ifade ediyordu. Ancak Amerikan işgâline karşı sürdürülen büyük direniş nedeniyle işgâlciler ve ardından da Karzâî Hükümeti, başkanlık seçimlerini Eylül ayına, parlamento seçimlerini de gelecek yılın (2005’in) ilkbaharına ertelemeye mecbur kaldı.

Ancak Amerika, anlaşma gereğince ilk etapta ajanı Karzâî liderliğinde bir Geçiş Hükümeti kurulmasını başardı. Hükümete Zâhir Şah ve adamlarının başkanlık ettiği görüşünde olan Avrupa’nın rolünü bir kenara atmayı da becerdi.

New York Times Gazetesi, Amerikan Temsilciler Meclisi’nin, halka liderlik yapacak kişinin bizzat Loya Cirga [Büyük Kurultay: Geleneksel Afgan Kabile Meclisi] tarafından seçilmek maksadıyla bir süre gözlerden uzak durması hususunda Kral’a baskı yaptığını aktardı. Zâhir Şah konu hakkındaki görüşünü ortaya koymadan önce, Amerikan Başkanı Bush’un (eski) Afganistan Temsilcisi, Büyükelçi Zalmay Halilzad gazetecilere bir açıklama yaparak şöyle dedi: “Eski Kral Geçiş Hükümeti’ne atanacak bir aday değildir. O, Meclis Başkanı Karzâî’ye vekâlet vermiştir.

Sonra 3 Ocak 2004’te Amerika, Birleşmiş Milletler nezâreti altında Afganistan’ın yeni anayasasını kabul etmeleri için Afganistan Temsilciler Meclisi Loya Cirga’yı zorlamada başarılı oldu. Bu Anayasa, Devlet Başkanı’na geniş yetkiler verirken Meclis’in yetkilerini azaltıp Bakanlar Kurulu toplantısında veto hakkı dışında bir yetki vermemekteydi. Ama Afganistan’daki Amerikan Sefîri Zalmay Halilzad bunu, “İslam dünyasındaki en aydın anayasalardan biri…” diyerek tanımlıyordu. Başkan Bush ise Washington’dan yaptığı açıklama ile bu anayasayı “demokratik kurumların oluşumunun temeli” olarak övüyordu. Bu şekilde Amerika, Afganistan halkı için yeni bir laik yol açtı ve Karzâî ile Geçiş Hükümeti’ni de meşrulaştırdı. Bu siyâsî plânın aşamalarına göre yapılması gereken son bir iş de Karzâî’nin devlet başkanlığına getirilmesi ve son aşamadaki seçimler ile yeni bir hükümet oluşturmasıydı. Lâkin güvenlik ile ilgili kritik durum seçimlerin ertelenmesini gerektirdi.

Amerika’nın devletlerarası güçlerden, NATO’dan ve Pakistan kuvvetlerinden müteşekkil büyük bir ordu yığınağı yapmasına rağmen direniş ile ilgili sıcak durum devam etti. Bütün bu yığınaklar, seçimlerin güvenli bir şekilde yapılmasını sağlayamadı. Bunun üzerine Amerikalı politika üreticileri, siyâsî operasyonlar yoluyla seçimler için güvenli bir ortam hazırlamayı uygun buldular.

Bundan dolayı Afganistan, oradaki Amerikalıların ve Karzâî Hükümeti’nin geniş çaplı diplomasi cambazlıklarına sahne oldu. Bunlardan biri de, Haziran ayında yapılması kararlaştırılan ama güvenlik endişesiyle ertelendiği halde, ardından gelecek (2005 yılı) Eylül ayında yapılması kararlaştırılan seçimlere katılması için Taliban’a çağrıda bulunmak oldu.

Bu seçimlerin amacı, Karzâî’nin uşak hükümetine meşruiyet kazandırmak ve Afganistan’da siyâsî istikrar sağlamaktı ki Amerika’nın bölgesel plânları tamamlanabilsin. Fakat Taliban’ın önemli komutanlarından Molla Dâdullah, 25.04.2004 târihinde Karzâî’nin önerisini sert bir dille reddederek Afganistan’daki Meclis ve Devlet Başkanlığı seçimlerini engelleyeceklerine dâir tehditlerini tekrarladı. Oysa bundan önce Karzâî, Hükümetinin [Taliban’ı kastederek] “fanatik hareket ile görüşmeler yapıp kanlı isyânı sona erdireceğini” açıklamıştı.

Bütün bunlar Amerikan işgâline ve ajanı Karzâî Hükümeti’nin zebânilerine karşı Afganistan’daki direniş amellerinin devam ettiği bir süreçte oldu. Zîra gün geçmiyordu ki işgâlci Kâfirlerin ve zebânilerinin yataklarında bir patlama meydana gelmesin. Bu durum işgâlciyi, ordu göndermek suretiyle Afganistan’da kendisine yardım etmesi için ikna edebileceği devletleri araştırmaya sevk etti.

Bu durum, Amerika’nın NATO nezdindeki temsilcisi Nicholas Burns 26.04.2004 günü yaptığı açıklamada, NATO’nun rolünü Afganistan’ın başkenti Kâbil dışına da yayabilmek maksadıyla İspanya, Türkiye, Almanya ve [Irak’ta asker bulundurmayan] diğer yedi ülkenin, Afganistan’daki kuvvetlere katılmaya hazır olduklarını gösterdiklerini söylemesiyle ortaya çıktı. Yine Burns, bu devletlere ait güçlerin, Afganistan Devlet Başkanı Hamîd Karzâî’nin talebi üzerine, Eylül 2004’te yapılacak olan Afganistan Seçimleri sürecinde güvenliğin sağlanmasına katılabileceklerini de duyurdu. Zîra Karzâî, istikrarsız bölgelerdeki seçimlerde özellikle gerilla savaşı yapan örgütlerden yana büyük bir korku içindeydi. Nitekim NATO Kuvvetleri Komutanı James Johns ile NATO üyesi 26 devletin temsilcilerini Kâbil’e taşıyan uçakta gazetecilere açıklama yapan Burns şöyle diyordu: “Irak’a hiç girmemiş veya İspanya gibi ayrılmış olup ek kuvvetleri bulunan birçok ülke var.

BBC, 06.02.2004 târihli haberinde, “NATO Savunma Bakanları’nın Münih’te düzenledikleri toplantılarında, İttifak’a bağlı olarak Afganistan’a gönderilen Barışı Koruma Gücü’nü takviye etmeyi kararlaştırdılarını” bildiriyordu.

Afganistan’daki NATO Kuvvetleri Komutanı Yardımcısı Andrew Leslie ise görev süresini tamamladığı sırada, “Afganistan’da güvenliğin sağlanabilmesi için ISAF Gücü’nün 12 bine takviye edilmesi gerektiğini” söylüyor, “NATO Kuvvetleri’nin on yıllık bir süre boyunca kalabileceğini” ilâve ediyordu.

Amerikan Savunma Bakanı Donald Rumsfeld de, takviye asker gönderilmeden önce mevcut görevin en yüksek performans ile yürütülmesi gerektiğini vurguluyor, Washington’dan gelişinde şöyle diyordu: “Sanırım, NATO’nun en öncelikli görevi, Afganistan’da iyi bir performans sergilemek olmalıdır.

NATO Genel Sekreteri ise Afganistan’da yayılmış ve sayıları 12 bine ulaşan ISAF kuvvetleri ile Amerikan kuvvetleri arasındaki koordinasyonun güçlendirilmesi için bir çalışma yapılmasını öneriyordu.

Ne var ki tüm bu çabalar, askerî ve siyâsî olarak direnişi zayıflatmada hezîmete uğradı. Sonuçta Talibanıyla, el-Kâ’idesiyle ve diğerleriyle Müslümanların direnişi daha da güçlendi, daha da şiddetlendi. Çünkü işgâlci güçlerin Kâfirlerden meydana geldiği, Afganlıların zihninde iyice yerleşti ve bu kanaat günden güne pekişti.

Afganistan işte budur! Bir tarafta Amerika, İngiltere ve müttefiklerinin yürüttüğü savaşın geldiği nokta, diğer tarafta ise önce devlet olarak Taliban sonra ise bir hareket olarak Taliban, Hikmetyar ve Afganistan’da direnen diğer Müslümanların geldiği nokta!.. Burada Taliban Yönetimi’nin, Kuzey İttifakı Güçleri’nin, Karzâî Hükümeti’nin, Amerika’nın ve Pakistan’ın rolü önemle zikredilmesi gereken hususlardı. Bu olaylar, önemine binaen gerekli ve isâbetli tavrın takınılması noktasında Müslümanlar açısından alınması gereken dersler ve ibretlerle doludur. Tâ ki Müslüman yapacağı iş hususunda sağlam delil ile hareket etsin de düşmanın ipine sarılıp sonra da pişman olmasın. Zîra son pişmanlık fayda vermez. Bu olaylardan alınması gereken dersler şunlardır:

Birinci Ders: Hiçbir surette yabancı Kâfir ile yardımlaşmamak ve ona güvenmemektir. Çünkü Kâfirler bu Ümmetin hayrını asla istemezler. Onlar Şeytan’ın yolunda savaşırlar, İslâmî Ümmet’e tuzak hazırlarlar ve başına çorap örmeyi gözetleyip dururlar. Hatta Amerika ile işbirliği yapanlar bile rolleri sona erdiğinde tekmelenirler.

Amerika’ya güvenmek Şeytan’a güvenmek demektir. Amerika’ya dayanmak demek, İslâmî Ümmet’e karşı muhtelif gruplarıyla sürekli olarak düşmanca tavırlar takınan kindar bir düşmana güvenmek demektir. Taliban’a ihânet ederek Amerika’nın Afganistan’a girmesine imkân hazırlayan ve Taliban’ı yok eden Pakistan, bu korkunç ihâneti karşılığında Amerika’dan zırnık bile koklayamayacaktır. Zîra Amerika Pakistan’ın ezelî düşmanı Hindistan ile anlaşmış, Müşerref’i de Keşmir’den vazgeçmeye ve Mücâhidleri ezmeye yollamıştır.

İkinci Ders: Amerika’nın ajanlarına, uşaklarına güvenmemektir. Taliban Hareketi’ni Pakistan’daki mevcut yönetim kurmuştur. Ne zaman ki Amerika’nın çıkarları bunu gerektirmedi, işte o zaman Taliban’ı kaldırıp attı ve boğuncaya kadar da nefesini sıktı.

Üçüncü Ders: Siyâsî uyanıklık sahibi olmaktır. Mü’min, kıvrak zekalı ve aydın akıllı olmalı, tuzaklara düşmekten sakınmalıdır. Taliban, Pakistan yöneticisi ile bağları kuvvetlendirdikçe gitgide Amerika’nın kucağına düştü. Oysa Taliban, iyi bir şey yaptığını zannediyordu.

Son Ders: İslam uzlaşma veya orta çözüm kabul etmez. Taliban Afganistan’da yönetime geldiği zaman Hilâfet’i îlan etmeli ve Pakistan’daki Amerikan ajanlarıyla tüm bağlarını koparıp atmalıydı. Aynı zamanda şer’î hükümleri uygulamak ve hakkında tam bir mâlumat sahibi olmak için güç ve kudret sahibi olanlardan destek ve yardım almalıydı. Ama bunun yerine o, bir yandan İslam’a öbür yandan Amerika’nın güdümündeki Pakistan’a -ki her ikisi de Hilâfet Nizâmı’ndan şiddetle nefret etmektedir- bağlı bir Emirlik îlan etti.

Bununla birlikte köklü çözüm bizden uzak değildir. Hatta çok yakınımızdadır. Bunun yolu da Pakistan’ın Amerikan kemendinden kurtulması ve orada ihlas bir yönetimin, İslâmî yönetimin, Râşidî Hilâfet’in kurulmasıdır. Allah’ın Şeriatını tatbik edecek, Allah yolunda Cihâd edecek, ardından Afganistan’daki Mücâhidler ile Afganistan dışındakileri bir araya getirip Amerikan nüfuzunu Afganistan’dan kökünden kaldırıp atarak onu Hilâfet’e dâhil edecek bir yönetimin kurulmasıdır ki işte böylece İslam’ın Râyesi, [لا إله إلا الله محمد رسول الله] Râyesi yeniden zirvelere yükselsin. İlk bakışta zor görünse de Allah’ın kendileri için kolaylaştıracağı kimseler için zor değildir.

وَمَا ذَلِكَ عَلَى اللَّهِ بِعَزِيزٍ  Şüphesiz bu, Allah’a hiç de zor değildir. [İbrâhim 20]