Kıbrıs en önemli ve en güzîde İslâmî
beldelerden biridir. Oldukça önemli bir stratejik konuma
sahiptir. Doğu Akdeniz’in köşe taşı durumundadır. Bu nedenle
büyük devletler orada egemen olabilmek için sürekli olarak ciddi
çaba göstermişlerdir.
O zamanki eş-Şâm Vâlisi Mu’âviye’den
Kıbrıs’ı fethetmesini talep eden Râşid Halîfe ‘Usmân
[RadiyAllahu ‘Anh] zamanında Mîlâdî 649 yılında
fethedilmiş ve İslam orada yayılmıştır. Müslümanların oradaki
otoriteleri 19. asrın sonlarına kadar süregelmiştir. Her ne
kadar kimi zamanlarda Bizanslıların ve Haçlıların birçok
saldırılarına ve hegemonyalarına mâruz kalmışsa da Müslümanlar
onu yeniden ele geçirebilmiş, onları oradan kovabilmiş ve
İslam’ın Sultasını tekrar egemen kılabilmişlerdir.
Dolayısıyla Kıbrıs İslâmî bir belde
ve İslâmî bir adadır. Rumlar ve diğerleri gibi orada kalan
Kâfirlerin hükmü, orada hiçbir otoriteleri olmayan zımmîler
olmalarıdır. Müslümanların diğer beldelerinde olduğu gibi,
onların da bu beldedeki konumları ancak budur!
19. yüzyılda Rusya kuvvetlenip
Osmanlı Devleti’ni ve o zamanın birinci devleti İngiltere’yi
tehdit eden bir tehlike hale geldiğinde İngiltere; Süveyş Kanalı
yoluyla Cebel-i Tarık Boğazı’ndan, özellikle 1756–1763 yılları
arasında Hindistan için Fransa ile yapılan Yedi Yıl Savaşları
sonrasında Fransa’nın nüfuzunu nihâî olarak Hind Yarımadası’ndan
çıkarıp İngiltere’nin kendi özel mülkiyeti haline getirdiği
Hindistan’a ulaşan hayati yol güzergahı [İmparatorluk Yolu]
hakkında korkuya kapıldı. Çünkü Rusya’nın Doğu Akdeniz
havzasındaki Kıbrıs’a ulaşması durumunda Süveyş Kanalı’nın Rus
tehdidi ile karşı karşıya kalacağını anladı.
İngiliz adalarından Cebel-i Târık
Boğazı ve Süveyş Kanalı üzerinden Hindistan’a giden deniz
yolunun güvenliğini sağlamak İngiltere için ihmâl edilemez
hayati bir iş idi. Bunun için İngiltere, oraya sızabilmek için
Kıbrıs Adası üzerinde hâkimiyet sahibi olan Osmanlı Devleti’ne
karşı siyâsî kurnazlığını işletti. Bir taraftan böyleydi. Diğer
taraftan, Osmanlı Devleti o zaman Rusya’nın giderek güçlendiğini
fark ediyor ve Kıbrıs’a ulaşmasından kaygılanıyordu. İngiltere
güç merkezinden bakarak Kıbrıs’ta ayak basabileceği bir yer
edinmeyi düşünürken, Osmanlı Devleti ise zayıflık konumundan
bakarak Kıbrıs’taki otoritesini korumayı düşünüyordu. Nihâyet
İngiltere Halîfe ‘AbdulHamîd Hân’ı, geçici olarak Rus işgâline
karşı Kıbrıs’ta askerî varlık bulundurması ve daha sonra çıkması
koşuluyla Kıbrıs’ı korumaya yönelik bir anlaşma imzalamada ikna
etmeyi veya [belki aldatmayı] başardı. Bunlar Halîfe’nin
hesabına göre idi. İngiltere’nin hesabı ise adayı sürekli
İngiliz işgâli altında tutmanın hazırlığını yapmaktı. İşte bu
çerçevede 1876 yılında Osmanlı Devleti ile İngiltere arasında
aşağıda şartlarla bir anlaşma [Üs Anlaşması] yapıldı:
1.
Askerî ve
siyâsî egemenlik Osmanlı Hilâfeti’nde kalacak,
2.
İngilizler
yıllık 92 bin altın lira kira bedeli ödeyecekler,
3.
İngilizler
adada bulundukları sürece Osmanlı askerî komutanlarından birinin
komutasında olacaklar,
4.
İngilizler,
-İngilizlerin ellerinde, Rusya’nın Çanakkale’ye saldırıp
Akdeniz’e, sonra da Kıbrıs’a ineceğine dâir güvenilir bilgiler
bulunduğunu iddia ettikleri- Rus tehlikesinin geçmesinden sonra
çıkacaklar.
Siyâsî dehâsıyla meşhur Sultan
‘AbdulHamîd Hân [Rahimehullah] İngiltere’yi Rusya ile
çekişmeye “sürükleyerek” Osmanlı Devleti’nin Rusya karşısındaki
zayıflığını halletmek ve böylece Rus tehlikesini Kıbrıs’tan
bertaraf ederek adayı korumak istiyor, nihâyetinde İngilizlerin
çıkacağını düşünüyordu. Hâtırâtında geçtiği gibi, İngiliz
pisliklerine ve şeytanlıklarına karşı uyanık olduğu görüldüğü
halde bu kez İngilizlerin hilelerini ve tuzaklarını tam
kestirememişti. Ancak görünüşe bakılırsa Sultan ‘AbdulHamîd,
anlaşma olsa da olmasa da İngilizlerin adada yerleşme hususunda
gözlerinin karardığını anlamıştı. Bu nedenle devletlerarası
vakıadaki değişiklikleri ve İngilizlerin nihâyetinde çıkacak
olmalarını dikkate alarak onlarla ağır şartlarla anlaşma yapmayı
tercih etti. Fakat işler Sultan’ın arzuladığı gibi yürümedi.
Allah ve Rasülü’nün düşmanları, kendisine karşı komplo kurarak
1908’de onu yönetimden uzaklaştırdılar.
Onun ardından İttihâd ve Terakki
Fırkası geldi. Ama onlar devletin ağırlığını koruyamadılar.
Halîfe Sultan ‘AbdulHamîd Hân
[Rahimehullah]’ın
plânladığı gibi konuyu önemsemediler. Bundan sonra 1914 yılında
Birinci Dünya Savaşı
patlak verdiği sırada İngiltere, Osmanlı Devleti’nin Birinci
Dünya Savaşı’nda Almanya ile ittifak yapmasını bahane ederek
anlaşmayı bozduğunu îlan edip Kıbrıs’ı ilhâk etti. Kıbrıs’ın
resmen ilhâkı 05.11.1914’te duyuruldu.
Daha sonra Mustafa Kemâl,
İngilizlerin desteğiyle Halîfe’ye karşı isyân etti. Halîfe’nin
sultasına rağmen Ankara’da alternatif bir sulta (otorite) kurdu
ve barış şartları hakkında İngiltere ile müzâkerelerde bulunmak
üzere hey’etler gönderdi. Mustafa Kemâl’in ve heyetinin
işlerine, kendisi gibi İngiliz ajanı olan İsmet İnönü başkanlık
etti. Onun görevi Temmuz 1923 Lozan Anlaşması’nı
İngilizler ile imzalamaktı. Buna göre Ankara Hükümeti, Kıbrıs
üzerindeki nihâî İngiliz egemenliğini ve İngiltere’ye ilhâkını
resmen tanıyor ve Kıbrıs’ı İngiliz toprağı olarak kabul
ediyordu. Bilindiği gibi bu, Mücrim Mustafa Kemâl’in İngilizlere
sunduğu hizmetlerin bir parçası idi. Bu hizmetlerin başında ise
İngilizlere sadâkatinin ve Allah’a, Rasulü’ne ve mü’minlere
hıyânetinin delili olarak, Hilâfet’i ilga etmesi gelmekteydi.
Mustafa Kemâl’in muvâfakat ettiği bu
anlaşmasının metinlerinde, Kıbrıs’taki Müslümanların ya Türk
yada İngiliz vatandaşlığını kabul etmeleri ve Türk
vatandaşlığını seçenlerin adadan çıkmaları gerektiği ifade
ediliyordu. Anlaşmanın bunu ifade eden 21. maddesi şöyleydi: “Kıbrıs
Türkleri İngiliz vatandaşlığına girmiş olup Türk
vatandaşlıklarını yitirmişlerdir. Bununla beraber, bu anlaşmanın
kabulünden itibaren iki sene içerisinde Türk vatandaşlığını
tercih edebileceklerdir. Bu takdirde bu haklarını kullandıkları
târihten itibaren on iki ay içinde Kıbrıs'ı terk etmeye
mecburdurlar.”
Bundan sonra 1925 yılının Mart ayında
Kıbrıs’a bir İngiliz yönetici atandı ve Kıbrıs’ın İngiliz
Sömürge Tâcı’na [Crown Colony] bağlı bir sömürge
olduğu îlan edildi. Kıbrıs’ın İngiliz Sömürge Tâcı’na ilhâk
durumu resmî olarak 1959 yılına kadar devam etti. Bundan sonra
Kıbrıs resmen “Bağımsız Cumhuriyet” olarak îlan edildi.
Ancak İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra
Kıbrıs’ta durum istikrarlı olarak İngiltere’ye dönmedi. Çünkü
İngilizler, savaşın yol açtığı tahribât nedeniyle savaştan içe
dönük bir zaafiyetle çıktı. Sonra İngiltere’nin devletlerarası
sahnedeki ağırlığı azaldı. Devletlerarası sahnede birinci devlet
olarak Amerika bârizleşti ve Batılı devletlerin özellikle de
İngiltere ve Fransa’nın sömürgeleri üzerinde hegemonya kurmaya
göz dikti. Kıbrıs ise tam gözünün önünde idi. Böylece
Kıbrıs’taki fiilî durum sarsıntıya uğramaya başladı. Amerika
Kıbrıs’ın Ön Asya, Avrupa ve Ortadoğu siyâseti açısından önemini
değerlendirip Batılı devletleri, bilhassa İngiltere ve Fransa’yı
sömürgelerinden çıkarmak üzere Amerika’nın tahrikiyle baş
gösteren sömürgeleri tasfiye operasyonu adı altında
oradaki İngiliz nüfuzunu bitirmeye azmetti. Amerika’nın Kıbrıs’a
yönelik adımları işte böyle başladı. Başlangıçta Amerikan
destekli Kilise, Kıbrıs [Rum] halkı için 15.01.1950’de bir
referandum düzenledi ve sonuçlarda, oyların %96’sının Enosis
[Yunanistan’a ilhâk] lehine çıktığı görüldü. Bu andan itibaren
de Yunanistan Kıbrıs’ı habire isteyip durdu.
Bu türden talepleri daha da
bârizleştiren husus; İkinci Dünya Savaşı’ndan yenik çıkan
İtalya’nın 1911-1912’de işgâl ettiği Ege’deki 12 Ada’yı,
Paris Barış Anlaşması sonucu Yunanistan’a vermesi idi. Bu
durum Yunanistan’ın Amerikan güdümünde Kıbrıs’a yönelmesine yol
açtı. 1952-54 arasında Yunanistan Amerika’nın teşvik ve
tahrikiyle İngiltere’nin Kıbrıs’ı terk etmesi için Birleşmiş
Milletler’e başvurarak resmî girişimlerde bulundu. Sonra 16
Ağustos 1954’te Birleşmiş Milletler’e resmen başvurup
İngiltere’yi şikâyet ederek Kıbrıs halkına self-determinasyon
hakkı [bir halkın
kendi geleceğine karar verebilme hakkı]
verilmesini talep etti. Fakat devletlerarası sahnede halen cirit
atarak varlığını sürdüren İngiltere, kendisine dostluğu bulunan
Türkiye’deki yönetimi Yunanistan’ın “Enosis” talebine karşı
kışkırtmak ve Türk kamuoyunu Kıbrıs’ın Yunanistan’a ilhâk
edileceği korkusuyla hareketlendirmek suretiyle Türk halkının
buna karşı çıkmasını sağlayarak bu çabayı boşa çıkarabildi.
Öte yandan Amerika İngiltere’yi
köşeye sıkıştırması için Yunanistan’a baskısını sürdürdü. Bunun
neticesinde Amerika 1955 yılında [Kıbrıs’ın Hristiyan nüfusundan
olan] Bağnaz Rum Ortodoksları İngiltere’ye karşı kışkırttı.
Kıbrıs’ın Yunanistan ile birleştirilmesi veya tamamen ilhâk
edilmesi anlamına gelen Enosis düşüncesi Rumlarda aslen mevcut
idi. Ancak İngilizler bu düşünceye karşı idi. Amerika da bu
durumu istismar edip adadaki ajanları yoluyla karışıklıklar
çıkarmak suretiyle İngilizleri kovmaya girişti. Üstelik bu
karışıklıkları, 1955 yılı başlarında yüzlerce İngilizin
öldürüldüğü olaylarda olduğu gibi bombalama eylemlerine varacak
kadar ilerletti.
Bunun sonucunda İngiltere,
Kıbrıs’taki durumu incelemek üzere 29 Ağustos 1955’te Londra’da
bir konferans düzenledi ve Kıbrıs meselesine, Yunanistan’ın yanı
sıra Türkiye’yi de sokmayı başardı. Oysa İngiltere, iki devletin
Kıbrıs’a yönelik bakışlarından dolayı bu konferansın başarısız
olacağının bilincindeydi. Zaten konferanstan herhangi bir netîce
de çıkmadı. Ancak Londra’daki bu konferansın târihi önemi, resmî
olarak ilk kez, Türkiye’nin meselenin siyâsî taraflarından biri
olarak kabul edilmiş olmasıydı.
Kıbrıs’taki çalkantılar; Amerika’ya
dostluğu bulunan Yunanistan’a dolaylı veya doğrudan bir şekilde
ilhâk etmek suretiyle, İngiliz nüfuzunu oradan çıkarmak ve
Amerikan nüfuzunu ortaya yerleştirmek için Amerika’nın adadaki
uşakları ve Yunanistan üzerinden etkilemesiyle devam etti.
Çatışma şiddetini artırınca İngiltere ada üzerinde [Güney
Kıbrıs’ın Akrotiri ve Dikelya bölgesinde] yaklaşık 256 km2’lik
bir alan kaplayan iki büyük askerî üs inşâ etmeye
girişti. Bu iki üsten, tümüyle İngiliz egemenliği altında
istifade etti.
Amerika’nın önem verdiği husus ise
İngiltere’ye ait bu iki üssü ve İngiliz nüfuzunu tümüyle söküp
atmaktı. Zîra Amerika Avrupa’yı İkinci Dünya Savaşı’ndan
kurtardığını görüyor, dolayısıyla onun sömürgelerine vâris
olması gerektiğini düşünüyordu. İşte böylece -daha önce de
açıklandığı gibi- sömürgeler üzerinde Amerika ile İngiltere
arasında süregelen şiddetli çatışma; Amerika’nın Kıbrıs’ta
İngiltere’ye karşı, Rumları kışkırtmak ve Adanın Yunanistan’a
ilhâkını talep etmelerini sağlamak, bu suretle Adadan kovmak
için İngilizlere karşı savaştırmak yoluyla bir isyan ateşi
körüklediği 1958 yılında iyice şiddetlendi. Lâkin Adada
dizginleri sıkı bir şekilde elinde bulunduran İngiltere, samimi
ajanı Başpiskopos Makarios’u, İngiliz işgâline yönelik bu
isyana, Yunanistan’a ilhâk değil de bağımsızlık talebiyle
liderlik etmeye yöneltti. Sonra İngilizler, Makarios’u Hind
Okyanusu’ndaki Seyşel Adaları’na sürgüne gönderdiler ki hem
popülaritesi artsın, hem de daha sonra Adanın Yunanistan’a ilhâk
fikrini boşa çıkarmak ve bağımsızlık talep etmek üzere Kıbrıs’ın
lideri olarak geri dönsün!
Diğer taraftan İngiltere, Adanın
Yunanistan’a ilhâkına karşı çıkmak üzere [Taksim
fikriyle] Türkleri de harekete geçirdi. Böylece İngiltere,
Amerika’nın plânını baltalayarak Kıbrıs’taki varlığını
koruyabildi. 5–11 Kasım 1959 târihleri arasında devam eden
Zürih görüşmeleri ve hemen ardından imzalanan ve Kıbrıs’ta
Adanın geleceğine ilişkin önemli konularda hem Türklere hem de
Yunanlılara veto hakkı tanıyan 27 maddelik Bağımsızlık
Anlaşması [Zürih Anlaşması] ile Cumhuriyete
dönüştürerek Kıbrıs Adası’na bağımsızlığını vermek suretiyle de
oyununu tamamladı.
İngiltere, 20 Ocak 1960 târihinde
Kıbrıs’ı CommonWealth’e [İngiliz Milletler
Topluluğu’na] üye yaparak egemenliğini daha da pekiştirdi.
Ancak Amerika, adanın geleceği ile
ilgili hususlarda çekişmenin taraflarına veto hakkı tanıyan
anayasa maddesini istismar ederek yönetim dümenini kırmaya
çalıştı. Bu defa Yunanistan’ın Kıbrıs’ı ilhâk etmek istediği
fikrini Türkler arasında yaymak suretiyle onları kışkırtma
gayreti içerisine girdi. Bu hususta iki faktör Amerika’nın işini
kolaylaştırdı:
Birincisi: Kıbrıs Türklerinin yanında
yer alan ve Yunanistan’ın Kıbrıs üzerinde egemen olmasına
şiddetle karşı çıkan bir Türk kamuoyunun varlığıydı.
İkincisi: 1960 darbesi sonucunda
yönetime gelen Türkiye yöneticilerinin Amerika’ya karşı sağlamca
durmaya cesaret edememeleriydi. Çünkü İngilizlere köklü bir
sadâkati bulunan İsmet İnönü darbenin öncüsü olduğu halde,
onlardan bazıları Amerika sayesinde darbede rol almışlardı.
Bu iki faktör Amerika’ya, Makarios’un
Adada Kıbrıslı Türklerin rızası olmadıkça tasarrufta bulunmasına
îtiraz ederek anayasanın veto maddesine başvursunlar diye Türk
kitleleri hareketlendirmesinde yardımcı oldu. Bu durum
İngiltere’yi rahatsız etti ve ajanı olan Cumhurbaşkanı
Makarios’a anayasayı [1960 Anayasası] ilgâ edip çoğunluk
yönetimine dönmesini öğütleyerek tepki gösterdi. Bunun sonucunda
Türkler Makarios’a karşı tahrik oldular. Amerika ise bu fırsatı
kullanıp İngiliz üslerini Adadan kaldırmak hedefiyle meseleyi
Birleşmiş Milletler’e götürmeye kalkıştı. Lâkin İngiltere,
Birleşmiş Milletler üyesi devletlere baskı yapıp Adaya
gönderilen Birleşmiş Milletler Barış Gücü’nü yalnızca
İngiltere’ye bağlı kuvvetlere, yani kendi kuvvetlerine ve
kendisine dost Kanada kuvvetlerine hasretti. Böylece Adadan
İngiliz askerî üslerini kaldırmak için Birleşmiş Milletler’i
kullanan Amerika’nın plânını yeniden boşa çıkarmayı becerdi. Ada
bu kez de Güvenlik Konseyi adı altında İngiltere’nin elinde
kaldı.
Ada üzerinde İngiltere ve Amerika
arasındaki çatışma iki cepheden tüm hızıyla devam etti. Bir
cephe, İngiliz nüfuzunun kovulması ve İngiliz askerî üslerinin
kaldırılması girişimleri, diğer cephe ise İngiltere’nin nüfuzunu
ve üslerini koruma girişimleri idi.
Daha sonra Amerika bir başka üslup
denedi. Türkiye ve Yunanistan üzerine nüfuzunu doğrudan
sızdırmak istedi. Her iki devlet ile doğrudan temas kurarak
mümkün olan tüm baskıları kullandı ve her biri adadan İngiliz
askerî üslerinin kovulması noktasında odaklaşan üç çözüm sundu.
Bu çözümler şunlardı:
1.
Çoğunluğunu
Yunanlıların oluşturması nedeniyle Adanın Yunanistan’a ilhâk
edilmesi ve Yunanistan’ın Kıbrıs’a karşılık Ege Denizi’ndeki
Yunan adalarından birini Türkiye’ye vermesi.
2.
Kıbrıs
Devleti’nin ilgâ edilmesi ve Adanın fiilî olarak Türkiye ile
Kıbrıs arasında taksim edilmesi.
3.
Adada federal
bir devlet çatısı altında birleşen iki devlet kurulması.
Dikkat çekici olan, bu çözümlerin
üçünün de Adadan İngiliz üslerinin kaldırılmasını içermesiydi.
Fakat hem Yunanistan hem de
Türkiye’deki Amerikan mevzilerinde güçlü nüfuz sahibi olan
İngiltere, bu çözümlerin tümünü de başarısız kıldı. Yine de
Amerika durmadı ve Kıbrıs’ın bağımsızlığı için Amerika, Rusya,
İngiltere ve Fransa gibi büyük devletlerin garantörlüğünü
gerektiren yeni bir çözüm ortaya koydu. Bu çözümün anlamı; Adada
İngiliz üsleri bulunduğu sürece bizzat Rusya’nın Adanın
bağımsızlığına yönelik bir garantörlüğü kabul etmeyeceği,
dolayısıyla da bunun üslerin kaldırılmasını gerektireceği idi.
Yine bu çözüm de, Türkiye ile
Yunanistan’ı büyük devletlerin garantörlüğü fikrini reddetmeye
yönelten İngiltere’nin siyâsî dayanışma çabaları sebebiyle
başarısızlığa uğradı.
Diğer taraftan Kıbrıslı Türkler ile
Rumlar arasındaki sürtüşmeler ve gerginlikler, Makarios
Yönetimi’nin gölgesinde devam etti. İngiltere ise,
istikrarsızlık gölgesinde ve İngiliz çözüm yöntemi gereğince, bu
gerginliklerden askerî varlığını desteklemek için istifâde
ediyordu. O zamanlar, başarılı olsa da olmasa da bir komisyon
oluşturmaya veya bir konferans düzenlemeye gücü ve nüfuzu vardı.
Bununla birlikte oradaki hesaplarına göre geri getirdiği sükûnet
dönemlerinde de tartışmalar ve müzâkereler ile Adayı meşgul
ediyordu. 1955’te önceki Londra Konferansı’na çağrıda
bulunduğunda yaptığı işte buydu. Kezâ 15.01.1964 târihindeki
Londra Konferansı’na çağrıda bulunduğunda da yine aynı şeyi
yaptı ki bu da önceki gibi hiçbir netîceye götürmedi ve Adadaki
gerginlikler devam etti.
Bu esnada Kıbrıs’taki olayların
akışına etki edecek birtakım olaylar meydana geldi. Türkiye’de
1973 yılında Genel Seçimler yapıldı. İngilizlerin samimi ajanı
Bülent Ecevit başkanlığındaki Cumhuriyet Halk Partisi
(CHP) ile Millî Nizam Partisi’nin (MNP) uzantısı olan ve
İngiliz siyâsetinin uşaklığını yapan Necmeddîn Erbakan
başkanlığındaki Millî Selâmet Partisi (MSP) arasında bir
koalisyon hükümeti kuruldu. Erbakan Avrupa’da iken İngiliz
Dışişleri Bakanı Âvâm Kamarası’nda [the House of Commons:
İngiliz Yasama Meclisi] yaptığı konuşmasında, Türkiye’de
İslamcı bir partinin var olması zaruretinden bahsetti. Bir süre
sonra Erbakan bir İngiliz özel uçağı ile (Avrupa’dan) Türkiye’ye
döndü. İşte İngiltere’nin gözetimi altında kurulan bu koalisyon
hükümeti, Kıbrıs meselesinde bir dönüm noktası olan 1974
Kıbrıs Askerî Harekâtı’nı gerçekleştirdi. Cumhuriyet
târihinin ilk askerî harekâtı olma niteliğindeki bu çıkartma
Türkiye için bir mîlattı ve şöyle gelişti:
1973 yılında Rauf Denktaş Kıbrıs Türk
kesiminde Cumhurbaşkanı Yardımcısı oldu. Diğer taraftan Makarios
da Amerika’dan getirilerek tekrar Cumhurbaşkanı seçildi. 1974
yılının Ocak ayında CHP-MSP Koalisyonu hükümeti resmen devraldı.
Aynı yıl 5 Temmuz 1974 günü Amerika
Kıbrıs’ta başarılı bir askerî darbe yaparak Makarios’u kovdu. Bu
darbenin amacı, gerginlikleri sona erdirmek ve istikrar
sağlandıktan sonra İngiliz üslerini kaldırmanın başlangıcı
olacak şekilde adanın tümü üzerinde mevcut yönetim için tam bir
egemenlik dayatmaktı. Lâkin İngiltere bu darbeye, Adaya Türk
askerî çıkartması yaptırarak karşılık verdi. Amerika, o zamanki
Amerikan Yönetimi’nin Nixon döneminde WaterGate Skandalı
ile meşgul olmasından dolayı bunu engelleyemedi ve Türkiye’nin
bu askerî müdâhalesiyle Amerika, İngiliz üslerinin
kaldırılmasını sağlayacak istikrarlı birleşik bir devlet kurarak
iki darbe birden yapma fırsatını kaçırmış oldu.
Nitekim darbecilerin, adada egemenlik
kurmada ve Amerikan destekli darbe aleyhine gelişen genel dünya
kamuoyunun etkisiyle istikrar fırsatını değerlendirmede
başarısız olması da diğer taraftan buna yardımcı oldu.
Dolayısıyla bu skandal darbeye karşı evrensel bir tepki oluştu.
Rusya bu darbeye karşı oldu ve güvenliğine yönelik bir tehdit
olarak değerlendirdi. Kezâ Türkiye’nin Adaya çıkartma yapması da
kınandı. Tüm bunlara bir de darbecilerin liderlerinin, Adanın
tamamı bir yana başkentte [Lefkoşe] bile
egemenliklerini kabul ettirmede acziyete düşmesi eklendi.
Amerika, NATO
[North Atlantic Treaty Organization:
Kuzey Atlantik İttifâkı Örgütü]
üzerindeki hâkimiyeti yoluyla hâkim olabilmek için Adadaki
İngiliz askerî üslerini NATO’ya bağlı üsler haline dönüştürmeyi
fazlasıyla arzularken, İngiltere de kendisi açısından çok hayâti
gördüğü Kıbrıs’taki üslerini korumak için kendi çapında yoğun
çabalar harcıyordu.
İşte böylece Kıbrıs Adası, uzunca bir
süre Amerika ile İngiltere arasında, şiddetli bir devletlerarası
çatışma alanına dönüştü. Çatışmanın konusu da Kıbrıs’taki
İngiliz askerî üsleri idi. Dolayısıyla Kıbrıs meselesi; bir
sömürgenin tasfiyesi meselesi veya iki taraf, Türkler ile Rumlar
arasında bir meseleden daha ziyâde bir askerî üsler meselesi
haline geldi.
Adaya yönelik Türk askerî
çıkartmasından sonra, adanın Kıbrıslı Türkler ile Rumlar
arasında taksimi fiilen gerçekleşti. Zîra Türkler Adanın Kuzey
parçasına egemen oldular. Adadaki Rum çoğunluğu dengelemek üzere
Türklerin sayısını artırmak ve taraflar arasındaki bölünmüşlüğü
sürgit kalıcılaştırmak için Türkiye vatandaşları Adaya getirilip
yerleştirildiler. Bu durumun Adada istikrarsızlık durumunun
sürmesine yardımcı olacağına ve Adadaki İngiliz askerî üslerinin
limitsiz bir süreye kadar sâbitleşmesine katkı sağlayacağına
şüphe yoktu.
Bu durum, Türk çıkartmasından sonra
Kuzey’de resmen bir devlet îlan etmeksizin aynen olduğu gibi
devam etti. Oysa 15.11.1983’e kadar fiilî vakıada bir devlet
vardı. O zaman Kıbrıs Türk Kesimi’nin yöneticisi Rauf Denktaş,
Türkiye’deki askerî otorite üzerinden aldığı açık İngiliz
desteğiyle Kuzey Kıbrıs’ta bir devlet kurulduğunu îlan etti. Bu
ise şöyle oldu:
Ekim 1981 yılında Yunanistan’da
yapılan seçimlerden sonra iktidara Amerikan uşağı Andreas
Papandreu geldi. Şubat 1982’de derhal Kıbrıs’a gitti ve
konuşmasında İngiltere’ye çattı. Garantör devlet olarak
Yunanistan’ın harekete geçeceğini, Türkiye ve Kıbrıs’taki
Türklere karşı Kıbrıs’ta bir “Haçlı Seferi”
başlattıklarını, meselenin devletlerarası bir mesele olmasından
dolayı Birleşmiş Milletler’e götürülmesi gerektiğini söyledi.
Bir başka ifadeyle Amerikan politikasını seslendirdi. Ardından
Birleşmiş Milletler, “işgâlci” olarak tanımladığı Türk
Ordusu’nun Kıbrıs’tan derhal geri çekilmesi yönünde bir tavsiye
kararı aldı. Sonra Kıbrıs Türk Federe Meclisi, 17 Haziran
1982’de Kıbrıs halkının self-determinasyon hakkına ilişkin bir
karar aldı. Böylece Kıbrıs Türkleri, 15 Kasım 1983’te bu karara
binâen Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin [KKTC]
kurulduğunu îlan ettiler. Bununla İngiltere, Kıbrıs’taki
nüfuzunu korumayı başardı. 18 Kasım’da Birleşmiş Milletler
Güvenlik Konseyi bu îlanı kınadı yani Amerika bu îlanı
desteklemedi. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, 13 Mayıs
1984’te de 550 sayılı kararı ile Kuzey’de KKTC’nin îlanını,
devletlerarası düzeyde kabul edilemez bir “ayrılıkçı hareket”
olarak tanımladı.
Diğer taraftan Türkiye’deki
karışıklıklar olanca şiddetiyle devam ediyordu. Bu çalkantılar,
1989’da Cumhurbaşkanı olacak Amerikan uşağı Turgut Özal, 1983
yılında Başbakan oluncaya kadar sürdü. Böylelikle Türkiye’de
artık Özal dönemi başladı.
Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin
kurulmasından sonra, Amerikan uşağı Özal uzun süren [1983–1993
arası] dönemi boyunca, 1980 öncesine nazaran daha hafif düzeyde
olsa da, Kıbrıs konulu toplumlararası görüşmeler ve
devletlerarası toplantılar yeniden başladı. Fakat Birleşmiş
Milletler Genel Sekreteri’nin 17.01.1985 ve 29.03.1986’da
hazırladığı Kıbrıs Anlaşma Taslağı yürümedi.
Sovyetler Birliği’nin parçalanmasıyla
Amerika rahatladı ve bakışını İslâmî beldelere yöneltti. Kıbrıs
meselesini yeniden canlandırdı. Ancak Amerika’nın Kıbrıs
politikası Soğuk Savaş öncesine oranla bir miktar değişiklik
gösterdi. Burada değişen şey siyâsetinden ziyâde üslubu idi.
Çünkü Amerikan siyâseti dâima İngilizlerin Kıbrıs’tan nihâî
olarak kovulması esasına dayanıyordu.
Bu bağlamda 1990 yılında New York
Zirvesi gerçekleştirildi ve Güvenlik Konseyi 649 sayılı
kararını yayınladı. Bu kararla Birleşmiş Milletler taraflara,
Kıbrıs’ta kabul edilebilir bir çözüme varmaları çağrısında
bulundu. Yine böyle bir çözümün, “iki-toplumlu” ve “iki-kesimli”
bir anlayışa sahip olması ve iki tarafın başkanlarının yüz yüze
görüşmeleri yoluyla sağlanması gerektiği vurgulandı. Bu kararda
önemli olan nokta ise sorunu, 1974’e değil de daha öncesine,
60’lı yıllara dayandırmasıydı.
Turgut Özal konuya önem vermeyi
kararlaştırdı ve 1991’de Dörtlü Zirve Konferansı fikrini
ortaya attı. Buna göre Kıbrıs meselesi; Türkiye, Yunanistan,
Kıbrıs Türk Kesimi ve Kıbrıs Rum Kesimi arasında ele
alınmalıydı. 28 Haziran 1991’de Birleşmiş Milletler Genel
Sekreteri Perez de Cuellar, Güvenlik Konseyi’ne sunduğu
raporunda Dörtlü Zirve Konferansı düşüncesini kabul ettiğini
bildirdi. Dörtlü’den maksat İngiltere’yi uzaklaştırmaktı. Lâkin
Özal, kısa bir süre sonra ölmesi [veya öldürülmesi] nedeniyle bu
fikrinde başarılı olamadı.
Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi
11 Ekim 1991 târihinde ise Kıbrıs sorununa ilişkin olarak BM
Genel Sekreteri Perez de Cuellar tarafından hazırlanan raporu
destekleyen 716 sayılı kararı kabul etti. Nitekim 28 Haziran’da
Güvenlik Konseyi’ne sunulan bu rapor içerisinde Özal’ın Dörtlü
Zirve fikri de vardı. 1992’de ise, BM’nin yeni genel sekreteri
tarafından Kıbrıs meselesine tüm yönlerden öneriler gösteren 100
paragraflık BM Fikirler Dizisi taraflara sunuldu. Türk
tarafı tüm maddeleri kabul etmedi. Rum tarafının başındaki
Amerikan ajanı Vasilyu ise hepsini kabul etti. Fakat bu arada
Vasilyu devrildi ve yerine İngiliz ajanı Klerides geldi. O ise
hepsini reddetti.
7 Şubat 1992’de Hollanda’da “siyâsî
birlik” kurulmasına dâir anlaşmanın imzalanması süreci sonunda
siyâsî bir yapı haline gelen Avrupa Birliği de, Güney
Kıbrıs Rum Yönetimi’nin tüm Kıbrıs adına Avrupa Birliği’ne tam
üyelik başvurusunu değerlendirmeyi kabul etmesiyle beraber
meselesinin parametrelerinden biri haline gelerek çatışma
arenasına girmiş, tüm kriz koşullarını üstleneceğini açıklamış
oldu. Aynı yıl Klerides’in Cumhurbaşkanı seçilmesinden sonra
İngiltere, iki ayrı varlık olarak Yunanistan ile Kıbrıs arasında
önceki ikili ittifâkın işletilmesini, böylece ikisini tek varlık
olarak yani Kıbrıs’ı Yunanistan’ın parçası olarak gören Amerikan
fikrini düşürmeyi düşündü. Bu amaçla Yunanistan ile Kıbrıs Rum
Kesimi arasında Ortak Savunma Doktrini kararlaştırıldı.
Buna göre BM Fikirler Dizisi reddedilecek, Avrupa Birliği
üyeliği hızlandırılacak ve silahlanma faaliyetleri
artırılacaktı. Tüm bunlar Kıbrıs’taki mevcut statükoyu korumak
ve Amerikan plânlarını bozmak içindi. Zîra Fikirler Dizisi,
Amerika’nın ileri sürdüğü önerilerdi. İngiltere ise Avrupa
Birliği üyeliğini teşvik ediyordu. Çünkü Kıbrıs, Avrupa
Birliği’nin bir üyesi olduğu zaman Kıbrıs meselesi
devletlerarası bir mesele olmaktan çıkıp Avrupa Birliği’nin bir
meselesi haline gelecekti. Dolayısıyla Amerika artık müdâhale
edemeyecekti.
Silahlanmaya gelince; 1997’de yaşanan
S-300 Füze Krizi bu bakımdan önemli bir olaydı.
İngiltere, Rus yapımı S-300 füzelerini, Yunanistan ile Kıbrıs
Rum Kesimi arasındaki Ortak Savunma Politikası’nın bir parçası
olarak Yunanistan’ın Kıbrıs’a yakın Girit Adası’na Yunan Ordusu
vâsıtasıyla yerleştirdi. Bundan kasıt, füzelerin Kıbrıslı
Rumları güçlendireceği itibariyle Adada Kıbrıslı Türkler ile
Rumlar arasındaki havayı ısındırmaktı. Böylece Kıbrıs’taki ara
bölgede çatışmalar ve gösteriler hüküm sürecekti. Dolayısıyla
S-300 füzelerinin getirilmesi; Amerika’nın Birleşmiş Milletler
aracılığıyla ileri sürdüğü barışa yönelik çözümleri, herhangi
bir müzâkere masasına birlikte oturmayan bu iki taraf arasındaki
gerilimi tırmandırarak baltalamaya yönelikti. Bu yüzden Amerika,
tehlikeli saydığı bu konuya önem verdi. Füzelerin kaynağı olan
Rusya’ya yönelik ciddi girişimlerde bulundu ve füzeler sebebiyle
Yunanistan’a ağır baskı yaptı. Nitekim bunda başarılı oldu ve
böylece füzeler krizi sona erdi.
Eş zamanlı olarak Avrupa Birliği’nin
politikasında oransal bir değişiklik oldu. 1997 yılı Şubat
ayında Avrupa Birliği bir açıklama yaparak Kıbrıs’ın tam
üyeliğinin siyâsî çözüme bağlı olduğunu ve Türk tarafının da
Avrupa Birliği’nin önerilerine ortak edilmesi gerektiğini
belirtti. Yani Kıbrıs Rum Kesimi’nin talebinin, önceden olduğu
gibi tek başına adayı temsil etmediğini söyledi. Yunanistan bu
açıklamaya hemen tepki verdi ve Avrupa Birliği’nin üyesi
sıfatıyla veto hakkını kullanacağını bildirdi. Avrupa
Birliği’nin politikasındaki bu değişimin sebebi, üzerindeki
Amerikan baskısı idi. Çünkü Amerika, Kıbrıs Rum Kesimi’nin
Avrupa Birliği’ne üye olmasının, İngiltere’nin kovulması için
kesinlikle yeterli olamayacağı görüşündeydi. Bu târihte
Amerika’nın önem verdiği husus, İngiltere’nin Kıbrıs’tan
kovulması ve üslerinin oradan çıkartılmasıydı. Ayrıca
İngiltere’nin iki ipte birden oynadığı görüyor, dolayısıyla
orada Amerika’nın taleplerine uygun olarak Birleşmiş Milletler
kaynaklı bir çözümün şart olduğunu düşünüyordu.
1999 yılı Aralık ayında Helsinki
Zirvesi’nde Türkiye, Avrupa Birliği’ne Aday Ülkeler Listesi’ne
kabul edildi. Ne Amerika ne de İngiltere bunu reddetmedi.
Bilakis kendi çıkarları bakımından her ikisi de kabul etti ve
destekledi. Bunun için Clinton, Türkiye’nin Aday Ülkeler
Listesi’ne kabul edilmesini kutlama mesajında şöyle dedi: “...ve
Kıbrıs ile ilgili görüşmelerin başlatılmasına yardım
edilmesindeki liderliğiniz, bu önemli gelişmenin ortaya
çıkmasında belirleyici rol oynamıştır.”
Avrupa Birliği bu zirvede Kıbrıs meselesine siyâsî bir çözüm
bulunması gerektiğini açıkça ortaya koydu. Diğer bir açıdan
Avrupa Birliği, bölünmüş veya problemli bir Kıbrıs’ı bünyesine
katmak istemiyordu. Çünkü bu, başını belaya sokması anlamına
geliyordu. Zîra Kıbrıs üzerindeki Amerikan-İngiliz çekişmesi
devam ettikçe, Kıbrıs’ın Avrupa’ya avantaj getirmesinden çok
problem ve meşguliyet getirmesi söz konusu olacaktı. Helsinki
Zirvesi, bir taraftan Türkiye’ye “Kıbrıs’ı çöz, Avrupa
Birliği’ne gir” derken, diğer taraftan “Gerekirse
Kıbrıs’ı mevcut haliyle de alırız” diyen dengeli bir
politikanın ürünüydü. Nitekim hem üzerindeki devletlerarası
baskı hem de Kıbrıs’ın jeo-stratejik değerini elde etmek
istemesinden ötürü, Avrupa Birliği’nin Kıbrıs’tan vazgeçmesi
uzak bir ihtimâldi.
2000 yılı Kasım ayında Avrupa
Birliği, Türkiye’nin üyeliği hakkında Katılım Ortaklığı
Belgesi’ni yayınladı. Kıbrıs meselesine, bu belgenin “Kısa
Vâdeli Hedefler” bölümünde yer verilmiş olması, Türkiye’nin
Avrupa Birliği’ne üyeliğinin doğrudan Kıbrıs meselesi ile
bağlantılı olduğu anlamına geliyordu. Bunun üzerine Denktaş, BM
Genel Sekreteri nezdinde yürütülen dolaylı görüşmelerden
çekildi. Ardından Avrupa Birliği Komisyonu Başkanı Romano Prodi,
2001 yılında yaptığı açıklamada, mevcut sorun çözülmeden de
Kıbrıs’ın mevcut haliyle üyeliğe katılabileceğini söyledi.
Bunun üzerine Türkiye, Kıbrıs için
her bedeli veya pahayı ödemeye hazır olduğunu belirterek sert
bir karşılık verdi. Daha sonra 2001’in Aralık ayında Denktaş ile
Klerides arasındaki görüşmeler yeniden başladı. BM Genel
Sekreteri Kofi Annan ile birlikte Kıbrıs Özel Temsilcisi Alvaro
de Soto da görüşmelere refâkât etti. 2002 yılında ilk defa BM
Genel Sekreteri bizzat Kıbrıs’a gelip görüşmelere katıldı.
2002’nin sonbaharında ise Avrupa Birliği, gayri-resmî görüşleri
alınmak üzere Denktaş’ı dâvet etti. Bu arada Denktaş ve
Klerides, BM Genel Sekreteri’nin davetlisi olarak New York’a
çağrıldı. Amerika, Denktaş’ın sürekli problemler çıkardığını ve
ayak bağı olduğunu bildiği için New York’a gelişinden sonra
hastalık bahanesiyle bir süre tuttu. Bu sırada BM Genel
Sekreteri Kofi Annan tarafından Annan Plânı hazırlandı.
Türkiye’ye gelince; Türkiye’de
iktidar, İngiliz nüfuzunun ağırlıkta olduğu Üçlü Koalisyon
Hükümeti’nin elindeydi. Ancak az da olsa Amerika’nın da eli
vardı. Bu nedenledir ki Kıbrıs görüşmeleri devam ederken
Denktaş, Birleşmiş Milletler aracılığıyla gelen Amerikan
çözümlerine karşı sürekli olarak problemler çıkartabildi. Bu
koalisyonun üyeleri şunlardı: Demokratik Sol Parti (DSP) lideri
ve İngiliz yanlısı Bülent Ecevit, Milliyetçi Hareket Partisi
(MHP) lideri ve Amerikan yanlısı Devlet Bahçeli ile Anavatan
Partisi (ANAP) lideri ve İngiliz yanlısı Mesut Yılmaz.
Türkiye’deki hükümette İngiliz ağırlığının bulunması nedeniyle
Amerika, Kıbrıs meselesinin çözümünde birtakım zorluklarla
karşılaşacağının farkındaydı. Bunun için Amerika, iktidardaki
koalisyon hükümetini düşürmek ve Recep Tayyip Erdoğan ile
‘Abdullah Gül liderliğindeki “eski İslamcılar” topluluğunu yani
Amerikan uşağı Adalet ve Kalkınma Partisi’ni Türkiye’de iktidara
taşımak için hazırlık yaptı. Bu amaçla birçok adımlar attı ancak
Amerika’nın attığı adımlardan en önemli etkisi olanı, Merkez
Bankası’ndan 5 milyar dolar çekmek suretiyle ekonomik krize yol
açan adımdı. Nitekim bu ekonomik kriz, mevcut hükümetin
popülaritesinin sıfıra inmesine sebep oldu. Bunun üzerine
Amerikan ajanı Devlet Bahçeli şu açıklamayı yaptı: “Ya 3
Kasım’da seçimler yapılır ya da koalisyondan çekiliriz.”
İşte bu şekilde Hükümet, 3 Kasım 2002’de erken seçim kararı
almak zorunda kaldı. İcrâ edilen seçimler sonucunda, Recep
Tayyip Erdoğan liderliğindeki Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP)
ezici bir çoğunlukla seçimleri kazandı.
Bu andan itibaren Türkiye’de tümüyle
Amerika’ya uşaklık eden ajan bir hükümet kuruldu ve bu dönemde
Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Kofi Annan, kendi plânı olan
Annan Plânı’nı, Türkiye’deki Amerikancı Hükümet’in de desteğini
alarak Kıbrıs’taki taraflara sundu. Plân, Erdoğan’ın seçimleri
kazanmasından tam bir hafta sonra, 11 Kasım 2002’de Denktaş ve
Klerides’e sunuldu.
Kıbrıs meselesi, Avrupa Birliği
üyeliği ile Amerika’nın Irak’a saldırısının gölgesinde kalan
Erdoğan Hükümeti, rekor sayıda ziyâretlerde bulunup yabancı
yetkilileri kabul etti. Sonra da Kıbrıs, Avrupa Birliği’ne
üyelik ve AGSP [Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası]
meselelerini eş zamanlı tek paket içerisinde çözeceğini îlan
etti. Akabinde Denktaş’a yönelik baskılarını artırdı. Ancak onu
çiğnemeye güç yetiremiyordu. Çünkü Denktaş’ın hem Kıbrıs
meselesinde köklü bir derinliği, hem de Türk Ordusu içinde güçlü
bir desteği vardı. Denktaş, Türkiye’nin dış politikasındaki
köklü değişimin farkında olduğu gibi Annan Plânı ile Kıbrıs
sorunun çözümünde harcanan çabaların hedeflerinin de
farkındaydı. Bunun için Denktaş Ocak 2003’te sert bir dille
konuşarak şöyle dedi: “Eğer
Türkiye millî dâvâdaki prensiplerden vazgeçmiş ve Annan Plânı’nı
olduğu şekliyle kabul etmeye hazırsa bunu açıkça söylesin. O
zaman bu plânı olduğu gibi kabul edecek birisi bulunur, imzayı
atar ve bu iş biter.”
Annan Plânı; bir ana belge ile toplam
beş ek belge ve bu eklere bağlı çok sayıda ek belgeden
oluşuyordu. Belgelerde; bir Kuruluş Anlaşması, Kıbrıs sorununun
sonuçlandırılması sürecine eşlik edecek ve yardımcı olacak
düzenlemeler, ilgili devletler olarak Kıbrıs, Türkiye,
Yunanistan ve İngiltere arasında yapılacak anlaşmalar, BM
Güvenlik Konseyi’nin kararına bırakılacak hususlar, Kıbrıs’ın
AB’ye katılımı konusunda AB’den talep edilecek hususlar, 1960
Kıbrıs Anayasası ve buna bağlı olarak toprak, vatandaşlık,
mal-mülk, iç güvenlik hizmetleri gibi Kıbrıs Devleti’nin iç ve
dış ilişkilerini düzenleyen hemen her hususa yer verildi. Ne var
ki, belgede İngiltere’nin Güney Kıbrıs’ın Akrotiri ve Dikelya
bölgesindeki iki askerî üssüne ait uzaktan-yakından hiçbir bahis
yoktu. Bu da Amerika ile İngiltere arasında “üslere
dokunulmamak” şartıyla anlaşma yapıldığı anlamına gelmekteydi.
Dolayısıyla bu iki üssün yasal konumunun; Bağımsızlık
Anlaşması’nda geçtiği gibi Türkler ve Rumlar gibi Adada üçüncü
bir varlık olarak yerleşik ve sâbit kalması şeklinde olduğunu
söylemek mümkündür. Bunun yanı sıra İngiltere, ajanı Denktaş
aracılığıyla sorunlar çıkarmayı sürdürdü. Bu da Annan Plânı
üzerinde birçok değişiklik yapılmasına, dolayısıyla uygulama
takviminin birçok kez ertelenmesine yol açtı. Zîra plânda
tarafların aralarındaki müzakereleri 28 Şubat 2003 târihine
kadar tamamlamaları istenmişti. Lakin plânın nihaî akıbeti 2004
yılının Mart ayına kadar sarktı.
14 Aralık 2003 târihinde yapılan
Kıbrıs seçimlerinde Denktaş apaçık bir hezîmete uğradı. Nitekim
Denktaş daha önceki seçimlerde elde ettiği oylara nispetle daha
düşük oranda oy aldı ve Cumhurbaşkanı sıfatıyla Amerika’nın
sâdık adamı Cumhuriyetçi Toplum Partisi (CTP) Başkanı Mehmet Ali
Talat’a Hükümeti kurma görevini vermek mecburiyetinde kaldı. O
da Demokrat Parti (DP) Başkanı ve Denktaş’ın oğlu Serdar Denktaş
ile bir koalisyon hükümeti kurdu.
Erdoğan Hükümeti’nin baskıları ve
Kıbrıs’ta Amerika lehine bir zeminin oluşmasından sonra, Annan
Plânı’nın uygulanmasının kabulüne yönelik eğilimler daha da
arttı. Amerika’nın Annan Plânı ile ulaşmak istediği hedef, hem
Birleşik Kıbrıs’ı oluşturarak Kıbrıs’ın bir bütün olarak Avrupa
Birliği’ne girmesini sağlamak, -üsler haricinde- Kıbrıs’ı
İngiltere’nin tekelinden çıkarmaktı. İngiltere ise Kıbrıs’taki
mevcut statükoyu yani iki kesimli iki ayrı devlet durumunu
muhafaza etmeyi düşünüyordu. Bunun için gizli karşı
propagandalar yoluyla Annan Plânı’nın başarısızlığa uğraması ve
kabul edilmemesi için uğraşıyordu. Çünkü kendi bakış açısına
göre, Annan Plânı’nın uygulanması halinde Amerika da bu Birleşik
Kıbrıs’ta nüfuz sahibi olacaktı.
Nihâyet Annan Plânı, 24 Nisan 2004’te
Kıbrıs halkının oyuna sunuldu. Fakat sonuç beklendiği gibi
çıkmadı. Plân, Kuzeyde kabul edilmesine rağmen Güneyde
reddedildi. Bu ise Annan Plânı’nın sona ermesi demekti. Fakat
her halde sonuç Amerika, İngiltere ve Avrupa Birliği açısından
mecburen dengeli bir sonuçtu. Amerika plânın her iki kesimde de
kabulünü başaramadı, ancak Kuzey’de önemli bir avantaj elde
etti. Kuzey’deki İngiliz nüfuzu ise azalıp düştü. Artık Amerika
için Kıbrıs’ta, gerekirse meseleyi gelecekte bir kez daha
hareketlendirme gücü oluştu. Şimdi de Kuzey’e uygulanan
ambargoyu kaldırmaya -ki şu sıralar bunu isteyen sesler vardır-,
orayı önemli bir ticârî ve turistik merkez haline getirerek ve
şöhret kazandırarak ekonomik ilerlemesini temin etmeye
uğraşacaktır. Ayrıca Asya’ya yönelmiş bir silah namlusu haline
gelsin diye [Adanın kuyruğu olan] Dip Karpaz bölgesinde askerî
bir merkez inşâ etme ihtimâli de vardır. Böylelikle Asya’ya ve
Ortadoğu’ya bakan bu stratejik “kuyruk” üzerinde egemenlik
kurabilecektir. Buna göre Amerika, tam olmasa da bir başarı
gerçekleştirmiş sayılır.
İngiltere de başarıdan yana payını
aldı. Çünkü Kıbrıs’taki nüfuzuna herhangi bir zararın gelmesine
veya oradaki askerî merkezlerine dokunulmasına izin vermedi.
Fakat bu, İngiltere’nin gelişmelerden yana rahat olduğu anlamına
gelmemektedir. Çünkü İngiltere, Amerika’nın asıl hedefinin
kendisini adadan kovmak olduğunu ve Amerika’nın bu hedefi
kolaylıkla bırakmayacağını bilmektedir.
Avrupa Birliği ise Kıbrıs’ı
birleştirmek ve birleşik halde bünyesine katmak istiyordu. Ancak
bu henüz gerçekleşmedi. Bu nedenle Avrupa bu açıdan zarara
uğradı. Fakat diğer taraftan Avrupa Birliği, yalnızca Güney
kesimini üyeliğe kabul ederek Kıbrıs’ta ayak basabileceği önemli
bir alan elde edebildi. Ne var ki Amerika ve İngiltere gibi
büyük devletlerin oradaki çatışması, bölgesel ve devletlerarası
sahada devam ettiği sürece Kıbrıs’tan ciddi bir fayda elde
etmesi zordur. Yine de stratejik ve siyâsî konumundan istifâde
ederek bazı cüz’î faydalar edinebileceğini söylemek mümkündür.
Bundan dolayı Kıbrıs üzerinde çatışan
bu devletler [Amerika, İngiltere ve Avrupa Birliği] seçimlerin
sonucunu, oransal başarılarını geliştirmeye yönelik bir hareket
noktası olarak değerlendireceklerdir ki hedeflerini tamamen
gerçekleştirme başarısına erişebilsinler.
İşte Kıbrıs, sahih bir çözüm ile
çözümlenmediği sürece, askıda kalan dikenli bir mesele olarak
duracaktır. Bu sahih çözüm ise aslî kökeni olan Osmanlı
Hilâfet Devleti’ne veya bugünkü haliyle Türkiye’ye bir bütün
olarak iade edilmesinden başkası değildir. Büyük devletlere
hizmet eden etnik temelli çözümler ise hiç şüphesiz sömürgeci
çözümlerdir. Gerçek çözüm, ancak ve sadece Adanın İslâmî aslına
bir bütün olarak döndürülmesidir ki bundan başka hiçbir çözüm
yoktur.
Muhakkak ki bu çözüm, Müslümanların
Adadaki ve Türkiye’deki kardeşlerine sırt çevirmelerini değil,
bilakis oradaki Müslüman kardeşleriyle sırt sırta vermelerini
gerektirir. Ancak ne gariptir ki İslam Âlemindeki mevcut ajan
devletler, sürekli olarak Müslüman Türk tarafın karşısında ve
Kâfir Yunan tarafın yanında yer almaya devam etmektedirler.
Türkler Kuzey Kıbrıs Cumhuriyeti’ni kurdukları zaman, Müslüman
beldelerdeki devletlerden hiçbir devlet orada değildi ve Adada
Müslümanların egemenliğinden yana değildi. Oysa bu devletler,
Adanın tamamı üzerindeki Rum egemenliğini tanıyorlardı.
Muhakkak ki Müslümanların başındaki
yöneticilerin, Müslümanların önemli meselelerine karşı alçakça
tavırlar takınmaları bu yöneticilerin, kimliklerinde isimlerinin
başına yazdırdıkları İslam’a göre hareket etmedikleri gibi,
halklarının maslahatlarına göre bile hareket etmediklerini
göstermektedir. Bilakis yalnızca onların, büyük Sömürgeci Kâfir
devletlerden olan efendilerinin çıkarlarına göre hareket
ettiklerini göstermektedir.
Bizler farkındayız ki Müslümanların
beldelerindeki bu ajan yöneticiler, Müslümanların meselelerinden
herhangi bir meseleyi dahi benimsemeye cesâret edemezler.
Onların iğrenç durumu, sadece Kıbrıs’tan değil, Ümmetin her
meselesinden meşhurdur. Şüphesiz onların tek derdi, sadece
efendilerini hoşnut etmektir. Müslümanların beldeleri
varmış-yokmuş, kalmış-yıkılmış, hiç mi hiç umurlarında değildir.
Lâkin bizler yine farkındayız ki
Allah’ın izniyle bu Ümmeti hayırlı bir gelecek beklemektedir, bu
yöneticiler eninde-sonunca yok olup gidecektir ve Allah’ın
izniyle Râşidî Hilâfet mutlaka kurulacaktır. Sonra gidip
Kıbrıs’ı Dâr-ul İslâm’a ilhâk edecek ve onu Doğu Akdeniz’in
parlayan yıldızı haline getirecektir ki önceden olduğu gibi
Fâtihlerin ilk hareket noktası olan bir merkez haline gelsin.
وَمَا ذَلِكَ
عَلَى اللَّهِ بِعَزِيزٍ
Şüphesiz bu, Allah’a hiç de zor değildir.
[İbrâhim 20]