5

KIBRIS


Kıbrıs en önemli ve en güzîde İslâmî beldelerden biridir. Oldukça önemli bir stratejik konuma sahiptir. Doğu Akdeniz’in köşe taşı durumundadır. Bu nedenle büyük devletler orada egemen olabilmek için sürekli olarak ciddi çaba göstermişlerdir.

O zamanki eş-Şâm Vâlisi Mu’âviye’den Kıbrıs’ı fethetmesini talep eden Râşid Halîfe ‘Usmân [RadiyAllahu ‘Anh] zamanında Mîlâdî 649 yılında fethedilmiş ve İslam orada yayılmıştır. Müslümanların oradaki otoriteleri 19. asrın sonlarına kadar süregelmiştir. Her ne kadar kimi zamanlarda Bizanslıların ve Haçlıların birçok saldırılarına ve hegemonyalarına mâruz kalmışsa da Müslümanlar onu yeniden ele geçirebilmiş, onları oradan kovabilmiş ve İslam’ın Sultasını tekrar egemen kılabilmişlerdir.

Dolayısıyla Kıbrıs İslâmî bir belde ve İslâmî bir adadır. Rumlar ve diğerleri gibi orada kalan Kâfirlerin hükmü, orada hiçbir otoriteleri olmayan zımmîler olmalarıdır. Müslümanların diğer beldelerinde olduğu gibi, onların da bu beldedeki konumları ancak budur!

19. yüzyılda Rusya kuvvetlenip Osmanlı Devleti’ni ve o zamanın birinci devleti İngiltere’yi tehdit eden bir tehlike hale geldiğinde İngiltere; Süveyş Kanalı yoluyla Cebel-i Tarık Boğazı’ndan, özellikle 1756–1763 yılları arasında Hindistan için Fransa ile yapılan Yedi Yıl Savaşları sonrasında Fransa’nın nüfuzunu nihâî olarak Hind Yarımadası’ndan çıkarıp İngiltere’nin kendi özel mülkiyeti haline getirdiği Hindistan’a ulaşan hayati yol güzergahı [İmparatorluk Yolu] hakkında korkuya kapıldı. Çünkü Rusya’nın Doğu Akdeniz havzasındaki Kıbrıs’a ulaşması durumunda Süveyş Kanalı’nın Rus tehdidi ile karşı karşıya kalacağını anladı.

İngiliz adalarından Cebel-i Târık Boğazı ve Süveyş Kanalı üzerinden Hindistan’a giden deniz yolunun güvenliğini sağlamak İngiltere için ihmâl edilemez hayati bir iş idi. Bunun için İngiltere, oraya sızabilmek için Kıbrıs Adası üzerinde hâkimiyet sahibi olan Osmanlı Devleti’ne karşı siyâsî kurnazlığını işletti. Bir taraftan böyleydi. Diğer taraftan, Osmanlı Devleti o zaman Rusya’nın giderek güçlendiğini fark ediyor ve Kıbrıs’a ulaşmasından kaygılanıyordu. İngiltere güç merkezinden bakarak Kıbrıs’ta ayak basabileceği bir yer edinmeyi düşünürken, Osmanlı Devleti ise zayıflık konumundan bakarak Kıbrıs’taki otoritesini korumayı düşünüyordu. Nihâyet İngiltere Halîfe ‘AbdulHamîd Hân’ı, geçici olarak Rus işgâline karşı Kıbrıs’ta askerî varlık bulundurması ve daha sonra çıkması koşuluyla Kıbrıs’ı korumaya yönelik bir anlaşma imzalamada ikna etmeyi veya [belki aldatmayı] başardı. Bunlar Halîfe’nin hesabına göre idi. İngiltere’nin hesabı ise adayı sürekli İngiliz işgâli altında tutmanın hazırlığını yapmaktı. İşte bu çerçevede 1876 yılında Osmanlı Devleti ile İngiltere arasında aşağıda şartlarla bir anlaşma [Üs Anlaşması] yapıldı:

1.    Askerî ve siyâsî egemenlik Osmanlı Hilâfeti’nde kalacak,

2.    İngilizler yıllık 92 bin altın lira kira bedeli ödeyecekler,

3.    İngilizler adada bulundukları sürece Osmanlı askerî komutanlarından birinin komutasında olacaklar,

4.    İngilizler, -İngilizlerin ellerinde, Rusya’nın Çanakkale’ye saldırıp Akdeniz’e, sonra da Kıbrıs’a ineceğine dâir güvenilir bilgiler bulunduğunu iddia ettikleri- Rus tehlikesinin geçmesinden sonra çıkacaklar.

Siyâsî dehâsıyla meşhur Sultan ‘AbdulHamîd Hân [Rahimehullah] İngiltere’yi Rusya ile çekişmeye “sürükleyerek” Osmanlı Devleti’nin Rusya karşısındaki zayıflığını halletmek ve böylece Rus tehlikesini Kıbrıs’tan bertaraf ederek adayı korumak istiyor, nihâyetinde İngilizlerin çıkacağını düşünüyordu. Hâtırâtında geçtiği gibi, İngiliz pisliklerine ve şeytanlıklarına karşı uyanık olduğu görüldüğü halde bu kez İngilizlerin hilelerini ve tuzaklarını tam kestirememişti. Ancak görünüşe bakılırsa Sultan ‘AbdulHamîd, anlaşma olsa da olmasa da İngilizlerin adada yerleşme hususunda gözlerinin karardığını anlamıştı. Bu nedenle devletlerarası vakıadaki değişiklikleri ve İngilizlerin nihâyetinde çıkacak olmalarını dikkate alarak onlarla ağır şartlarla anlaşma yapmayı tercih etti. Fakat işler Sultan’ın arzuladığı gibi yürümedi. Allah ve Rasülü’nün düşmanları, kendisine karşı komplo kurarak 1908’de onu yönetimden uzaklaştırdılar.

Onun ardından İttihâd ve Terakki Fırkası geldi. Ama onlar devletin ağırlığını koruyamadılar. Halîfe Sultan ‘AbdulHamîd Hân [Rahimehullah]’ın plânladığı gibi konuyu önemsemediler. Bundan sonra 1914 yılında Birinci Dünya Savaşı patlak verdiği sırada İngiltere, Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’nda Almanya ile ittifak yapmasını bahane ederek anlaşmayı bozduğunu îlan edip Kıbrıs’ı ilhâk etti. Kıbrıs’ın resmen ilhâkı 05.11.1914’te duyuruldu.

Daha sonra Mustafa Kemâl, İngilizlerin desteğiyle Halîfe’ye karşı isyân etti. Halîfe’nin sultasına rağmen Ankara’da alternatif bir sulta (otorite) kurdu ve barış şartları hakkında İngiltere ile müzâkerelerde bulunmak üzere hey’etler gönderdi. Mustafa Kemâl’in ve heyetinin işlerine, kendisi gibi İngiliz ajanı olan İsmet İnönü başkanlık etti. Onun görevi Temmuz 1923 Lozan Anlaşması’nı İngilizler ile imzalamaktı. Buna göre Ankara Hükümeti, Kıbrıs üzerindeki nihâî İngiliz egemenliğini ve İngiltere’ye ilhâkını resmen tanıyor ve Kıbrıs’ı İngiliz toprağı olarak kabul ediyordu. Bilindiği gibi bu, Mücrim Mustafa Kemâl’in İngilizlere sunduğu hizmetlerin bir parçası idi. Bu hizmetlerin başında ise İngilizlere sadâkatinin ve Allah’a, Rasulü’ne ve mü’minlere hıyânetinin delili olarak, Hilâfet’i ilga etmesi gelmekteydi.

Mustafa Kemâl’in muvâfakat ettiği bu anlaşmasının metinlerinde, Kıbrıs’taki Müslümanların ya Türk yada İngiliz vatandaşlığını kabul etmeleri ve Türk vatandaşlığını seçenlerin adadan çıkmaları gerektiği ifade ediliyordu. Anlaşmanın bunu ifade eden 21. maddesi şöyleydi: “Kıbrıs Türkleri İngiliz vatandaşlığına girmiş olup Türk vatandaşlıklarını yitirmişlerdir. Bununla beraber, bu anlaşmanın kabulünden itibaren iki sene içerisinde Türk vatandaşlığını tercih edebileceklerdir. Bu takdirde bu haklarını kullandıkları târihten itibaren on iki ay içinde Kıbrıs'ı terk etmeye mecburdurlar.

Bundan sonra 1925 yılının Mart ayında Kıbrıs’a bir İngiliz yönetici atandı ve Kıbrıs’ın İngiliz Sömürge Tâcı’na [Crown Colony] bağlı bir sömürge olduğu îlan edildi. Kıbrıs’ın İngiliz Sömürge Tâcı’na ilhâk durumu resmî olarak 1959 yılına kadar devam etti. Bundan sonra Kıbrıs resmen “Bağımsız Cumhuriyet” olarak îlan edildi.

Ancak İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Kıbrıs’ta durum istikrarlı olarak İngiltere’ye dönmedi. Çünkü İngilizler, savaşın yol açtığı tahribât nedeniyle savaştan içe dönük bir zaafiyetle çıktı. Sonra İngiltere’nin devletlerarası sahnedeki ağırlığı azaldı. Devletlerarası sahnede birinci devlet olarak Amerika bârizleşti ve Batılı devletlerin özellikle de İngiltere ve Fransa’nın sömürgeleri üzerinde hegemonya kurmaya göz dikti. Kıbrıs ise tam gözünün önünde idi. Böylece Kıbrıs’taki fiilî durum sarsıntıya uğramaya başladı. Amerika Kıbrıs’ın Ön Asya, Avrupa ve Ortadoğu siyâseti açısından önemini değerlendirip Batılı devletleri, bilhassa İngiltere ve Fransa’yı sömürgelerinden çıkarmak üzere Amerika’nın tahrikiyle baş gösteren sömürgeleri tasfiye operasyonu adı altında oradaki İngiliz nüfuzunu bitirmeye azmetti. Amerika’nın Kıbrıs’a yönelik adımları işte böyle başladı. Başlangıçta Amerikan destekli Kilise, Kıbrıs [Rum] halkı için 15.01.1950’de bir referandum düzenledi ve sonuçlarda, oyların %96’sının Enosis [Yunanistan’a ilhâk] lehine çıktığı görüldü. Bu andan itibaren de Yunanistan Kıbrıs’ı habire isteyip durdu.

Bu türden talepleri daha da bârizleştiren husus; İkinci Dünya Savaşı’ndan yenik çıkan İtalya’nın 1911-1912’de işgâl ettiği Ege’deki 12 Ada’yı, Paris Barış Anlaşması sonucu Yunanistan’a vermesi idi. Bu durum Yunanistan’ın Amerikan güdümünde Kıbrıs’a yönelmesine yol açtı. 1952-54 arasında Yunanistan Amerika’nın teşvik ve tahrikiyle İngiltere’nin Kıbrıs’ı terk etmesi için Birleşmiş Milletler’e başvurarak resmî girişimlerde bulundu. Sonra 16 Ağustos 1954’te Birleşmiş Milletler’e resmen başvurup İngiltere’yi şikâyet ederek Kıbrıs halkına self-determinasyon hakkı [bir halkın kendi geleceğine karar verebilme hakkı] verilmesini talep etti. Fakat devletlerarası sahnede halen cirit atarak varlığını sürdüren İngiltere, kendisine dostluğu bulunan Türkiye’deki yönetimi Yunanistan’ın “Enosis” talebine karşı kışkırtmak ve Türk kamuoyunu Kıbrıs’ın Yunanistan’a ilhâk edileceği korkusuyla hareketlendirmek suretiyle Türk halkının buna karşı çıkmasını sağlayarak bu çabayı boşa çıkarabildi.

Öte yandan Amerika İngiltere’yi köşeye sıkıştırması için Yunanistan’a baskısını sürdürdü. Bunun neticesinde Amerika 1955 yılında [Kıbrıs’ın Hristiyan nüfusundan olan] Bağnaz Rum Ortodoksları İngiltere’ye karşı kışkırttı. Kıbrıs’ın Yunanistan ile birleştirilmesi veya tamamen ilhâk edilmesi anlamına gelen Enosis düşüncesi Rumlarda aslen mevcut idi. Ancak İngilizler bu düşünceye karşı idi. Amerika da bu durumu istismar edip adadaki ajanları yoluyla karışıklıklar çıkarmak suretiyle İngilizleri kovmaya girişti. Üstelik bu karışıklıkları, 1955 yılı başlarında yüzlerce İngilizin öldürüldüğü olaylarda olduğu gibi bombalama eylemlerine varacak kadar ilerletti.

Bunun sonucunda İngiltere, Kıbrıs’taki durumu incelemek üzere 29 Ağustos 1955’te Londra’da bir konferans düzenledi ve Kıbrıs meselesine, Yunanistan’ın yanı sıra Türkiye’yi de sokmayı başardı. Oysa İngiltere, iki devletin Kıbrıs’a yönelik bakışlarından dolayı bu konferansın başarısız olacağının bilincindeydi. Zaten konferanstan herhangi bir netîce de çıkmadı. Ancak Londra’daki bu konferansın târihi önemi, resmî olarak ilk kez, Türkiye’nin meselenin siyâsî taraflarından biri olarak kabul edilmiş olmasıydı.

Kıbrıs’taki çalkantılar; Amerika’ya dostluğu bulunan Yunanistan’a dolaylı veya doğrudan bir şekilde ilhâk etmek suretiyle, İngiliz nüfuzunu oradan çıkarmak ve Amerikan nüfuzunu ortaya yerleştirmek için Amerika’nın adadaki uşakları ve Yunanistan üzerinden etkilemesiyle devam etti. Çatışma şiddetini artırınca İngiltere ada üzerinde [Güney Kıbrıs’ın Akrotiri ve Dikelya bölgesinde] yaklaşık 256 km2’lik bir alan kaplayan iki büyük askerî üs inşâ etmeye girişti. Bu iki üsten, tümüyle İngiliz egemenliği altında istifade etti.

Amerika’nın önem verdiği husus ise İngiltere’ye ait bu iki üssü ve İngiliz nüfuzunu tümüyle söküp atmaktı. Zîra Amerika Avrupa’yı İkinci Dünya Savaşı’ndan kurtardığını görüyor, dolayısıyla onun sömürgelerine vâris olması gerektiğini düşünüyordu. İşte böylece -daha önce de açıklandığı gibi- sömürgeler üzerinde Amerika ile İngiltere arasında süregelen şiddetli çatışma; Amerika’nın Kıbrıs’ta İngiltere’ye karşı, Rumları kışkırtmak ve Adanın Yunanistan’a ilhâkını talep etmelerini sağlamak, bu suretle Adadan kovmak için İngilizlere karşı savaştırmak yoluyla bir isyan ateşi körüklediği 1958 yılında iyice şiddetlendi. Lâkin Adada dizginleri sıkı bir şekilde elinde bulunduran İngiltere, samimi ajanı Başpiskopos Makarios’u, İngiliz işgâline yönelik bu isyana, Yunanistan’a ilhâk değil de bağımsızlık talebiyle liderlik etmeye yöneltti. Sonra İngilizler, Makarios’u Hind Okyanusu’ndaki Seyşel Adaları’na sürgüne gönderdiler ki hem popülaritesi artsın, hem de daha sonra Adanın Yunanistan’a ilhâk fikrini boşa çıkarmak ve bağımsızlık talep etmek üzere Kıbrıs’ın lideri olarak geri dönsün!

Diğer taraftan İngiltere, Adanın Yunanistan’a ilhâkına karşı çıkmak üzere [Taksim fikriyle] Türkleri de harekete geçirdi. Böylece İngiltere, Amerika’nın plânını baltalayarak Kıbrıs’taki varlığını koruyabildi. 5–11 Kasım 1959 târihleri arasında devam eden Zürih görüşmeleri ve hemen ardından imzalanan ve Kıbrıs’ta Adanın geleceğine ilişkin önemli konularda hem Türklere hem de Yunanlılara veto hakkı tanıyan 27 maddelik Bağımsızlık Anlaşması [Zürih Anlaşması] ile Cumhuriyete dönüştürerek Kıbrıs Adası’na bağımsızlığını vermek suretiyle de oyununu tamamladı.

İngiltere, 20 Ocak 1960 târihinde Kıbrıs’ı CommonWealth’e [İngiliz Milletler Topluluğu’na] üye yaparak egemenliğini daha da pekiştirdi.

Ancak Amerika, adanın geleceği ile ilgili hususlarda çekişmenin taraflarına veto hakkı tanıyan anayasa maddesini istismar ederek yönetim dümenini kırmaya çalıştı. Bu defa Yunanistan’ın Kıbrıs’ı ilhâk etmek istediği fikrini Türkler arasında yaymak suretiyle onları kışkırtma gayreti içerisine girdi. Bu hususta iki faktör Amerika’nın işini kolaylaştırdı:

Birincisi: Kıbrıs Türklerinin yanında yer alan ve Yunanistan’ın Kıbrıs üzerinde egemen olmasına şiddetle karşı çıkan bir Türk kamuoyunun varlığıydı.

İkincisi: 1960 darbesi sonucunda yönetime gelen Türkiye yöneticilerinin Amerika’ya karşı sağlamca durmaya cesaret edememeleriydi. Çünkü İngilizlere köklü bir sadâkati bulunan İsmet İnönü darbenin öncüsü olduğu halde, onlardan bazıları Amerika sayesinde darbede rol almışlardı.

Bu iki faktör Amerika’ya, Makarios’un Adada Kıbrıslı Türklerin rızası olmadıkça tasarrufta bulunmasına îtiraz ederek anayasanın veto maddesine başvursunlar diye Türk kitleleri hareketlendirmesinde yardımcı oldu. Bu durum İngiltere’yi rahatsız etti ve ajanı olan Cumhurbaşkanı Makarios’a anayasayı [1960 Anayasası] ilgâ edip çoğunluk yönetimine dönmesini öğütleyerek tepki gösterdi. Bunun sonucunda Türkler Makarios’a karşı tahrik oldular. Amerika ise bu fırsatı kullanıp İngiliz üslerini Adadan kaldırmak hedefiyle meseleyi Birleşmiş Milletler’e götürmeye kalkıştı. Lâkin İngiltere, Birleşmiş Milletler üyesi devletlere baskı yapıp Adaya gönderilen Birleşmiş Milletler Barış Gücü’nü yalnızca İngiltere’ye bağlı kuvvetlere, yani kendi kuvvetlerine ve kendisine dost Kanada kuvvetlerine hasretti. Böylece Adadan İngiliz askerî üslerini kaldırmak için Birleşmiş Milletler’i kullanan Amerika’nın plânını yeniden boşa çıkarmayı becerdi. Ada bu kez de Güvenlik Konseyi adı altında İngiltere’nin elinde kaldı.

Ada üzerinde İngiltere ve Amerika arasındaki çatışma iki cepheden tüm hızıyla devam etti. Bir cephe, İngiliz nüfuzunun kovulması ve İngiliz askerî üslerinin kaldırılması girişimleri, diğer cephe ise İngiltere’nin nüfuzunu ve üslerini koruma girişimleri idi.

Daha sonra Amerika bir başka üslup denedi. Türkiye ve Yunanistan üzerine nüfuzunu doğrudan sızdırmak istedi. Her iki devlet ile doğrudan temas kurarak mümkün olan tüm baskıları kullandı ve her biri adadan İngiliz askerî üslerinin kovulması noktasında odaklaşan üç çözüm sundu. Bu çözümler şunlardı:

1.    Çoğunluğunu Yunanlıların oluşturması nedeniyle Adanın Yunanistan’a ilhâk edilmesi ve Yunanistan’ın Kıbrıs’a karşılık Ege Denizi’ndeki Yunan adalarından birini Türkiye’ye vermesi.

2.    Kıbrıs Devleti’nin ilgâ edilmesi ve Adanın fiilî olarak Türkiye ile Kıbrıs arasında taksim edilmesi.

3.    Adada federal bir devlet çatısı altında birleşen iki devlet kurulması.

Dikkat çekici olan, bu çözümlerin üçünün de Adadan İngiliz üslerinin kaldırılmasını içermesiydi.

Fakat hem Yunanistan hem de Türkiye’deki Amerikan mevzilerinde güçlü nüfuz sahibi olan İngiltere, bu çözümlerin tümünü de başarısız kıldı. Yine de Amerika durmadı ve Kıbrıs’ın bağımsızlığı için Amerika, Rusya, İngiltere ve Fransa gibi büyük devletlerin garantörlüğünü gerektiren yeni bir çözüm ortaya koydu. Bu çözümün anlamı; Adada İngiliz üsleri bulunduğu sürece bizzat Rusya’nın Adanın bağımsızlığına yönelik bir garantörlüğü kabul etmeyeceği, dolayısıyla da bunun üslerin kaldırılmasını gerektireceği idi.

Yine bu çözüm de, Türkiye ile Yunanistan’ı büyük devletlerin garantörlüğü fikrini reddetmeye yönelten İngiltere’nin siyâsî dayanışma çabaları sebebiyle başarısızlığa uğradı.

Diğer taraftan Kıbrıslı Türkler ile Rumlar arasındaki sürtüşmeler ve gerginlikler, Makarios Yönetimi’nin gölgesinde devam etti. İngiltere ise, istikrarsızlık gölgesinde ve İngiliz çözüm yöntemi gereğince, bu gerginliklerden askerî varlığını desteklemek için istifâde ediyordu. O zamanlar, başarılı olsa da olmasa da bir komisyon oluşturmaya veya bir konferans düzenlemeye gücü ve nüfuzu vardı. Bununla birlikte oradaki hesaplarına göre geri getirdiği sükûnet dönemlerinde de tartışmalar ve müzâkereler ile Adayı meşgul ediyordu. 1955’te önceki Londra Konferansı’na çağrıda bulunduğunda yaptığı işte buydu. Kezâ 15.01.1964 târihindeki Londra Konferansı’na çağrıda bulunduğunda da yine aynı şeyi yaptı ki bu da önceki gibi hiçbir netîceye götürmedi ve Adadaki gerginlikler devam etti.

Bu esnada Kıbrıs’taki olayların akışına etki edecek birtakım olaylar meydana geldi. Türkiye’de 1973 yılında Genel Seçimler yapıldı. İngilizlerin samimi ajanı Bülent Ecevit başkanlığındaki Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) ile Millî Nizam Partisi’nin (MNP) uzantısı olan ve İngiliz siyâsetinin uşaklığını yapan Necmeddîn Erbakan başkanlığındaki Millî Selâmet Partisi (MSP) arasında bir koalisyon hükümeti kuruldu. Erbakan Avrupa’da iken İngiliz Dışişleri Bakanı Âvâm Kamarası’nda [the House of Commons: İngiliz Yasama Meclisi] yaptığı konuşmasında, Türkiye’de İslamcı bir partinin var olması zaruretinden bahsetti. Bir süre sonra Erbakan bir İngiliz özel uçağı ile (Avrupa’dan) Türkiye’ye döndü. İşte İngiltere’nin gözetimi altında kurulan bu koalisyon hükümeti, Kıbrıs meselesinde bir dönüm noktası olan 1974 Kıbrıs Askerî Harekâtı’nı gerçekleştirdi. Cumhuriyet târihinin ilk askerî harekâtı olma niteliğindeki bu çıkartma Türkiye için bir mîlattı ve şöyle gelişti:

1973 yılında Rauf Denktaş Kıbrıs Türk kesiminde Cumhurbaşkanı Yardımcısı oldu. Diğer taraftan Makarios da Amerika’dan getirilerek tekrar Cumhurbaşkanı seçildi. 1974 yılının Ocak ayında CHP-MSP Koalisyonu hükümeti resmen devraldı.

Aynı yıl 5 Temmuz 1974 günü Amerika Kıbrıs’ta başarılı bir askerî darbe yaparak Makarios’u kovdu. Bu darbenin amacı, gerginlikleri sona erdirmek ve istikrar sağlandıktan sonra İngiliz üslerini kaldırmanın başlangıcı olacak şekilde adanın tümü üzerinde mevcut yönetim için tam bir egemenlik dayatmaktı. Lâkin İngiltere bu darbeye, Adaya Türk askerî çıkartması yaptırarak karşılık verdi. Amerika, o zamanki Amerikan Yönetimi’nin Nixon döneminde WaterGate Skandalı ile meşgul olmasından dolayı bunu engelleyemedi ve Türkiye’nin bu askerî müdâhalesiyle Amerika, İngiliz üslerinin kaldırılmasını sağlayacak istikrarlı birleşik bir devlet kurarak iki darbe birden yapma fırsatını kaçırmış oldu.

Nitekim darbecilerin, adada egemenlik kurmada ve Amerikan destekli darbe aleyhine gelişen genel dünya kamuoyunun etkisiyle istikrar fırsatını değerlendirmede başarısız olması da diğer taraftan buna yardımcı oldu. Dolayısıyla bu skandal darbeye karşı evrensel bir tepki oluştu. Rusya bu darbeye karşı oldu ve güvenliğine yönelik bir tehdit olarak değerlendirdi. Kezâ Türkiye’nin Adaya çıkartma yapması da kınandı. Tüm bunlara bir de darbecilerin liderlerinin, Adanın tamamı bir yana başkentte [Lefkoşe] bile egemenliklerini kabul ettirmede acziyete düşmesi eklendi.

Amerika, NATO [North Atlantic Treaty Organization: Kuzey Atlantik İttifâkı Örgütü] üzerindeki hâkimiyeti yoluyla hâkim olabilmek için Adadaki İngiliz askerî üslerini NATO’ya bağlı üsler haline dönüştürmeyi fazlasıyla arzularken, İngiltere de kendisi açısından çok hayâti gördüğü Kıbrıs’taki üslerini korumak için kendi çapında yoğun çabalar harcıyordu.

İşte böylece Kıbrıs Adası, uzunca bir süre Amerika ile İngiltere arasında, şiddetli bir devletlerarası çatışma alanına dönüştü. Çatışmanın konusu da Kıbrıs’taki İngiliz askerî üsleri idi. Dolayısıyla Kıbrıs meselesi; bir sömürgenin tasfiyesi meselesi veya iki taraf, Türkler ile Rumlar arasında bir meseleden daha ziyâde bir askerî üsler meselesi haline geldi.

Adaya yönelik Türk askerî çıkartmasından sonra, adanın Kıbrıslı Türkler ile Rumlar arasında taksimi fiilen gerçekleşti. Zîra Türkler Adanın Kuzey parçasına egemen oldular. Adadaki Rum çoğunluğu dengelemek üzere Türklerin sayısını artırmak ve taraflar arasındaki bölünmüşlüğü sürgit kalıcılaştırmak için Türkiye vatandaşları Adaya getirilip yerleştirildiler. Bu durumun Adada istikrarsızlık durumunun sürmesine yardımcı olacağına ve Adadaki İngiliz askerî üslerinin limitsiz bir süreye kadar sâbitleşmesine katkı sağlayacağına şüphe yoktu.

Bu durum, Türk çıkartmasından sonra Kuzey’de resmen bir devlet îlan etmeksizin aynen olduğu gibi devam etti. Oysa 15.11.1983’e kadar fiilî vakıada bir devlet vardı. O zaman Kıbrıs Türk Kesimi’nin yöneticisi Rauf Denktaş, Türkiye’deki askerî otorite üzerinden aldığı açık İngiliz desteğiyle Kuzey Kıbrıs’ta bir devlet kurulduğunu îlan etti. Bu ise şöyle oldu:

Ekim 1981 yılında Yunanistan’da yapılan seçimlerden sonra iktidara Amerikan uşağı Andreas Papandreu geldi. Şubat 1982’de derhal Kıbrıs’a gitti ve konuşmasında İngiltere’ye çattı. Garantör devlet olarak Yunanistan’ın harekete geçeceğini, Türkiye ve Kıbrıs’taki Türklere karşı Kıbrıs’ta bir “Haçlı Seferi” başlattıklarını, meselenin devletlerarası bir mesele olmasından dolayı Birleşmiş Milletler’e götürülmesi gerektiğini söyledi. Bir başka ifadeyle Amerikan politikasını seslendirdi. Ardından Birleşmiş Milletler, “işgâlci” olarak tanımladığı Türk Ordusu’nun Kıbrıs’tan derhal geri çekilmesi yönünde bir tavsiye kararı aldı. Sonra Kıbrıs Türk Federe Meclisi, 17 Haziran 1982’de Kıbrıs halkının self-determinasyon hakkına ilişkin bir karar aldı. Böylece Kıbrıs Türkleri, 15 Kasım 1983’te bu karara binâen Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin [KKTC] kurulduğunu îlan ettiler. Bununla İngiltere, Kıbrıs’taki nüfuzunu korumayı başardı. 18 Kasım’da Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi bu îlanı kınadı yani Amerika bu îlanı desteklemedi. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, 13 Mayıs 1984’te de 550 sayılı kararı ile Kuzey’de KKTC’nin îlanını, devletlerarası düzeyde kabul edilemez bir “ayrılıkçı hareket” olarak tanımladı.

Diğer taraftan Türkiye’deki karışıklıklar olanca şiddetiyle devam ediyordu. Bu çalkantılar, 1989’da Cumhurbaşkanı olacak Amerikan uşağı Turgut Özal, 1983 yılında Başbakan oluncaya kadar sürdü. Böylelikle Türkiye’de artık Özal dönemi başladı.

Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin kurulmasından sonra, Amerikan uşağı Özal uzun süren [1983–1993 arası] dönemi boyunca, 1980 öncesine nazaran daha hafif düzeyde olsa da, Kıbrıs konulu toplumlararası görüşmeler ve devletlerarası toplantılar yeniden başladı. Fakat Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri’nin 17.01.1985 ve 29.03.1986’da hazırladığı Kıbrıs Anlaşma Taslağı yürümedi.

Sovyetler Birliği’nin parçalanmasıyla Amerika rahatladı ve bakışını İslâmî beldelere yöneltti. Kıbrıs meselesini yeniden canlandırdı. Ancak Amerika’nın Kıbrıs politikası Soğuk Savaş öncesine oranla bir miktar değişiklik gösterdi. Burada değişen şey siyâsetinden ziyâde üslubu idi. Çünkü Amerikan siyâseti dâima İngilizlerin Kıbrıs’tan nihâî olarak kovulması esasına dayanıyordu.

Bu bağlamda 1990 yılında New York Zirvesi gerçekleştirildi ve Güvenlik Konseyi 649 sayılı kararını yayınladı. Bu kararla Birleşmiş Milletler taraflara, Kıbrıs’ta kabul edilebilir bir çözüme varmaları çağrısında bulundu. Yine böyle bir çözümün, “iki-toplumlu” ve “iki-kesimli” bir anlayışa sahip olması ve iki tarafın başkanlarının yüz yüze görüşmeleri yoluyla sağlanması gerektiği vurgulandı. Bu kararda önemli olan nokta ise sorunu, 1974’e değil de daha öncesine, 60’lı yıllara dayandırmasıydı.

Turgut Özal konuya önem vermeyi kararlaştırdı ve 1991’de Dörtlü Zirve Konferansı fikrini ortaya attı. Buna göre Kıbrıs meselesi; Türkiye, Yunanistan, Kıbrıs Türk Kesimi ve Kıbrıs Rum Kesimi arasında ele alınmalıydı. 28 Haziran 1991’de Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Perez de Cuellar, Güvenlik Konseyi’ne sunduğu raporunda Dörtlü Zirve Konferansı düşüncesini kabul ettiğini bildirdi. Dörtlü’den maksat İngiltere’yi uzaklaştırmaktı. Lâkin Özal, kısa bir süre sonra ölmesi [veya öldürülmesi] nedeniyle bu fikrinde başarılı olamadı.

Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi 11 Ekim 1991 târihinde ise Kıbrıs sorununa ilişkin olarak BM Genel Sekreteri Perez de Cuellar tarafından hazırlanan raporu destekleyen 716 sayılı kararı kabul etti. Nitekim 28 Haziran’da Güvenlik Konseyi’ne sunulan bu rapor içerisinde Özal’ın Dörtlü Zirve fikri de vardı. 1992’de ise, BM’nin yeni genel sekreteri tarafından Kıbrıs meselesine tüm yönlerden öneriler gösteren 100 paragraflık BM Fikirler Dizisi taraflara sunuldu. Türk tarafı tüm maddeleri kabul etmedi. Rum tarafının başındaki Amerikan ajanı Vasilyu ise hepsini kabul etti. Fakat bu arada Vasilyu devrildi ve yerine İngiliz ajanı Klerides geldi. O ise hepsini reddetti.

7 Şubat 1992’de Hollanda’da “siyâsî birlik” kurulmasına dâir anlaşmanın imzalanması süreci sonunda siyâsî bir yapı haline gelen Avrupa Birliği de, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin tüm Kıbrıs adına Avrupa Birliği’ne tam üyelik başvurusunu değerlendirmeyi kabul etmesiyle beraber meselesinin parametrelerinden biri haline gelerek çatışma arenasına girmiş, tüm kriz koşullarını üstleneceğini açıklamış oldu. Aynı yıl Klerides’in Cumhurbaşkanı seçilmesinden sonra İngiltere, iki ayrı varlık olarak Yunanistan ile Kıbrıs arasında önceki ikili ittifâkın işletilmesini, böylece ikisini tek varlık olarak yani Kıbrıs’ı Yunanistan’ın parçası olarak gören Amerikan fikrini düşürmeyi düşündü. Bu amaçla Yunanistan ile Kıbrıs Rum Kesimi arasında Ortak Savunma Doktrini kararlaştırıldı. Buna göre BM Fikirler Dizisi reddedilecek, Avrupa Birliği üyeliği hızlandırılacak ve silahlanma faaliyetleri artırılacaktı. Tüm bunlar Kıbrıs’taki mevcut statükoyu korumak ve Amerikan plânlarını bozmak içindi. Zîra Fikirler Dizisi, Amerika’nın ileri sürdüğü önerilerdi. İngiltere ise Avrupa Birliği üyeliğini teşvik ediyordu. Çünkü Kıbrıs, Avrupa Birliği’nin bir üyesi olduğu zaman Kıbrıs meselesi devletlerarası bir mesele olmaktan çıkıp Avrupa Birliği’nin bir meselesi haline gelecekti. Dolayısıyla Amerika artık müdâhale edemeyecekti.

Silahlanmaya gelince; 1997’de yaşanan S-300 Füze Krizi bu bakımdan önemli bir olaydı. İngiltere, Rus yapımı S-300 füzelerini, Yunanistan ile Kıbrıs Rum Kesimi arasındaki Ortak Savunma Politikası’nın bir parçası olarak Yunanistan’ın Kıbrıs’a yakın Girit Adası’na Yunan Ordusu vâsıtasıyla yerleştirdi. Bundan kasıt, füzelerin Kıbrıslı Rumları güçlendireceği itibariyle Adada Kıbrıslı Türkler ile Rumlar arasındaki havayı ısındırmaktı. Böylece Kıbrıs’taki ara bölgede çatışmalar ve gösteriler hüküm sürecekti. Dolayısıyla S-300 füzelerinin getirilmesi; Amerika’nın Birleşmiş Milletler aracılığıyla ileri sürdüğü barışa yönelik çözümleri, herhangi bir müzâkere masasına birlikte oturmayan bu iki taraf arasındaki gerilimi tırmandırarak baltalamaya yönelikti. Bu yüzden Amerika, tehlikeli saydığı bu konuya önem verdi. Füzelerin kaynağı olan Rusya’ya yönelik ciddi girişimlerde bulundu ve füzeler sebebiyle Yunanistan’a ağır baskı yaptı. Nitekim bunda başarılı oldu ve böylece füzeler krizi sona erdi.

Eş zamanlı olarak Avrupa Birliği’nin politikasında oransal bir değişiklik oldu. 1997 yılı Şubat ayında Avrupa Birliği bir açıklama yaparak Kıbrıs’ın tam üyeliğinin siyâsî çözüme bağlı olduğunu ve Türk tarafının da Avrupa Birliği’nin önerilerine ortak edilmesi gerektiğini belirtti. Yani Kıbrıs Rum Kesimi’nin talebinin, önceden olduğu gibi tek başına adayı temsil etmediğini söyledi. Yunanistan bu açıklamaya hemen tepki verdi ve Avrupa Birliği’nin üyesi sıfatıyla veto hakkını kullanacağını bildirdi. Avrupa Birliği’nin politikasındaki bu değişimin sebebi, üzerindeki Amerikan baskısı idi. Çünkü Amerika, Kıbrıs Rum Kesimi’nin Avrupa Birliği’ne üye olmasının, İngiltere’nin kovulması için kesinlikle yeterli olamayacağı görüşündeydi. Bu târihte Amerika’nın önem verdiği husus, İngiltere’nin Kıbrıs’tan kovulması ve üslerinin oradan çıkartılmasıydı. Ayrıca İngiltere’nin iki ipte birden oynadığı görüyor, dolayısıyla orada Amerika’nın taleplerine uygun olarak Birleşmiş Milletler kaynaklı bir çözümün şart olduğunu düşünüyordu.

1999 yılı Aralık ayında Helsinki Zirvesi’nde Türkiye, Avrupa Birliği’ne Aday Ülkeler Listesi’ne kabul edildi. Ne Amerika ne de İngiltere bunu reddetmedi. Bilakis kendi çıkarları bakımından her ikisi de kabul etti ve destekledi. Bunun için Clinton, Türkiye’nin Aday Ülkeler Listesi’ne kabul edilmesini kutlama mesajında şöyle dedi: “...ve Kıbrıs ile ilgili görüşmelerin başlatılmasına yardım edilmesindeki liderliğiniz, bu önemli gelişmenin ortaya çıkmasında belirleyici rol oynamıştır.” Avrupa Birliği bu zirvede Kıbrıs meselesine siyâsî bir çözüm bulunması gerektiğini açıkça ortaya koydu. Diğer bir açıdan Avrupa Birliği, bölünmüş veya problemli bir Kıbrıs’ı bünyesine katmak istemiyordu. Çünkü bu, başını belaya sokması anlamına geliyordu. Zîra Kıbrıs üzerindeki Amerikan-İngiliz çekişmesi devam ettikçe, Kıbrıs’ın Avrupa’ya avantaj getirmesinden çok problem ve meşguliyet getirmesi söz konusu olacaktı. Helsinki Zirvesi, bir taraftan Türkiye’ye “Kıbrıs’ı çöz, Avrupa Birliği’ne gir” derken, diğer taraftan “Gerekirse Kıbrıs’ı mevcut haliyle de alırız” diyen dengeli bir politikanın ürünüydü. Nitekim hem üzerindeki devletlerarası baskı hem de Kıbrıs’ın jeo-stratejik değerini elde etmek istemesinden ötürü, Avrupa Birliği’nin Kıbrıs’tan vazgeçmesi uzak bir ihtimâldi.

2000 yılı Kasım ayında Avrupa Birliği, Türkiye’nin üyeliği hakkında Katılım Ortaklığı Belgesi’ni yayınladı. Kıbrıs meselesine, bu belgenin “Kısa Vâdeli Hedefler” bölümünde yer verilmiş olması, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üyeliğinin doğrudan Kıbrıs meselesi ile bağlantılı olduğu anlamına geliyordu. Bunun üzerine Denktaş, BM Genel Sekreteri nezdinde yürütülen dolaylı görüşmelerden çekildi. Ardından Avrupa Birliği Komisyonu Başkanı Romano Prodi, 2001 yılında yaptığı açıklamada, mevcut sorun çözülmeden de Kıbrıs’ın mevcut haliyle üyeliğe katılabileceğini söyledi.

Bunun üzerine Türkiye, Kıbrıs için her bedeli veya pahayı ödemeye hazır olduğunu belirterek sert bir karşılık verdi. Daha sonra 2001’in Aralık ayında Denktaş ile Klerides arasındaki görüşmeler yeniden başladı. BM Genel Sekreteri Kofi Annan ile birlikte Kıbrıs Özel Temsilcisi Alvaro de Soto da görüşmelere refâkât etti. 2002 yılında ilk defa BM Genel Sekreteri bizzat Kıbrıs’a gelip görüşmelere katıldı. 2002’nin sonbaharında ise Avrupa Birliği, gayri-resmî görüşleri alınmak üzere Denktaş’ı dâvet etti. Bu arada Denktaş ve Klerides, BM Genel Sekreteri’nin davetlisi olarak New York’a çağrıldı. Amerika, Denktaş’ın sürekli problemler çıkardığını ve ayak bağı olduğunu bildiği için New York’a gelişinden sonra hastalık bahanesiyle bir süre tuttu. Bu sırada BM Genel Sekreteri Kofi Annan tarafından Annan Plânı hazırlandı.

Türkiye’ye gelince; Türkiye’de iktidar, İngiliz nüfuzunun ağırlıkta olduğu Üçlü Koalisyon Hükümeti’nin elindeydi. Ancak az da olsa Amerika’nın da eli vardı. Bu nedenledir ki Kıbrıs görüşmeleri devam ederken Denktaş, Birleşmiş Milletler aracılığıyla gelen Amerikan çözümlerine karşı sürekli olarak problemler çıkartabildi. Bu koalisyonun üyeleri şunlardı: Demokratik Sol Parti (DSP) lideri ve İngiliz yanlısı Bülent Ecevit, Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) lideri ve Amerikan yanlısı Devlet Bahçeli ile Anavatan Partisi (ANAP) lideri ve İngiliz yanlısı Mesut Yılmaz. Türkiye’deki hükümette İngiliz ağırlığının bulunması nedeniyle Amerika, Kıbrıs meselesinin çözümünde birtakım zorluklarla karşılaşacağının farkındaydı. Bunun için Amerika, iktidardaki koalisyon hükümetini düşürmek ve Recep Tayyip Erdoğan ile ‘Abdullah Gül liderliğindeki “eski İslamcılar” topluluğunu yani Amerikan uşağı Adalet ve Kalkınma Partisi’ni Türkiye’de iktidara taşımak için hazırlık yaptı. Bu amaçla birçok adımlar attı ancak Amerika’nın attığı adımlardan en önemli etkisi olanı, Merkez Bankası’ndan 5 milyar dolar çekmek suretiyle ekonomik krize yol açan adımdı. Nitekim bu ekonomik kriz, mevcut hükümetin popülaritesinin sıfıra inmesine sebep oldu. Bunun üzerine Amerikan ajanı Devlet Bahçeli şu açıklamayı yaptı: “Ya 3 Kasım’da seçimler yapılır ya da koalisyondan çekiliriz.” İşte bu şekilde Hükümet, 3 Kasım 2002’de erken seçim kararı almak zorunda kaldı. İcrâ edilen seçimler sonucunda, Recep Tayyip Erdoğan liderliğindeki Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) ezici bir çoğunlukla seçimleri kazandı.

Bu andan itibaren Türkiye’de tümüyle Amerika’ya uşaklık eden ajan bir hükümet kuruldu ve bu dönemde Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Kofi Annan, kendi plânı olan Annan Plânı’nı, Türkiye’deki Amerikancı Hükümet’in de desteğini alarak Kıbrıs’taki taraflara sundu. Plân, Erdoğan’ın seçimleri kazanmasından tam bir hafta sonra, 11 Kasım 2002’de Denktaş ve Klerides’e sunuldu.

Kıbrıs meselesi, Avrupa Birliği üyeliği ile Amerika’nın Irak’a saldırısının gölgesinde kalan Erdoğan Hükümeti, rekor sayıda ziyâretlerde bulunup yabancı yetkilileri kabul etti. Sonra da Kıbrıs, Avrupa Birliği’ne üyelik ve AGSP [Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası] meselelerini eş zamanlı tek paket içerisinde çözeceğini îlan etti. Akabinde Denktaş’a yönelik baskılarını artırdı. Ancak onu çiğnemeye güç yetiremiyordu. Çünkü Denktaş’ın hem Kıbrıs meselesinde köklü bir derinliği, hem de Türk Ordusu içinde güçlü bir desteği vardı. Denktaş, Türkiye’nin dış politikasındaki köklü değişimin farkında olduğu gibi Annan Plânı ile Kıbrıs sorunun çözümünde harcanan çabaların hedeflerinin de farkındaydı. Bunun için Denktaş Ocak 2003’te sert bir dille konuşarak şöyle dedi: “Eğer Türkiye millî dâvâdaki prensiplerden vazgeçmiş ve Annan Plânı’nı olduğu şekliyle kabul etmeye hazırsa bunu açıkça söylesin. O zaman bu plânı olduğu gibi kabul edecek birisi bulunur, imzayı atar ve bu iş biter.

Annan Plânı; bir ana belge ile toplam beş ek belge ve bu eklere bağlı çok sayıda ek belgeden oluşuyordu. Belgelerde; bir Kuruluş Anlaşması, Kıbrıs sorununun sonuçlandırılması sürecine eşlik edecek ve yardımcı olacak düzenlemeler, ilgili devletler olarak Kıbrıs, Türkiye, Yunanistan ve İngiltere arasında yapılacak anlaşmalar, BM Güvenlik Konseyi’nin kararına bırakılacak hususlar, Kıbrıs’ın AB’ye katılımı konusunda AB’den talep edilecek hususlar, 1960 Kıbrıs Anayasası ve buna bağlı olarak toprak, vatandaşlık, mal-mülk, iç güvenlik hizmetleri gibi Kıbrıs Devleti’nin iç ve dış ilişkilerini düzenleyen hemen her hususa yer verildi. Ne var ki, belgede İngiltere’nin Güney Kıbrıs’ın Akrotiri ve Dikelya bölgesindeki iki askerî üssüne ait uzaktan-yakından hiçbir bahis yoktu. Bu da Amerika ile İngiltere arasında “üslere dokunulmamak” şartıyla anlaşma yapıldığı anlamına gelmekteydi. Dolayısıyla bu iki üssün yasal konumunun; Bağımsızlık Anlaşması’nda geçtiği gibi Türkler ve Rumlar gibi Adada üçüncü bir varlık olarak yerleşik ve sâbit kalması şeklinde olduğunu söylemek mümkündür. Bunun yanı sıra İngiltere, ajanı Denktaş aracılığıyla sorunlar çıkarmayı sürdürdü. Bu da Annan Plânı üzerinde birçok değişiklik yapılmasına, dolayısıyla uygulama takviminin birçok kez ertelenmesine yol açtı. Zîra plânda tarafların aralarındaki müzakereleri 28 Şubat 2003 târihine kadar tamamlamaları istenmişti. Lakin plânın nihaî akıbeti 2004 yılının Mart ayına kadar sarktı.

14 Aralık 2003 târihinde yapılan Kıbrıs seçimlerinde Denktaş apaçık bir hezîmete uğradı. Nitekim Denktaş daha önceki seçimlerde elde ettiği oylara nispetle daha düşük oranda oy aldı ve Cumhurbaşkanı sıfatıyla Amerika’nın sâdık adamı Cumhuriyetçi Toplum Partisi (CTP) Başkanı Mehmet Ali Talat’a Hükümeti kurma görevini vermek mecburiyetinde kaldı. O da Demokrat Parti (DP) Başkanı ve Denktaş’ın oğlu Serdar Denktaş ile bir koalisyon hükümeti kurdu.

Erdoğan Hükümeti’nin baskıları ve Kıbrıs’ta Amerika lehine bir zeminin oluşmasından sonra, Annan Plânı’nın uygulanmasının kabulüne yönelik eğilimler daha da arttı. Amerika’nın Annan Plânı ile ulaşmak istediği hedef, hem Birleşik Kıbrıs’ı oluşturarak Kıbrıs’ın bir bütün olarak Avrupa Birliği’ne girmesini sağlamak, -üsler haricinde- Kıbrıs’ı İngiltere’nin tekelinden çıkarmaktı. İngiltere ise Kıbrıs’taki mevcut statükoyu yani iki kesimli iki ayrı devlet durumunu muhafaza etmeyi düşünüyordu. Bunun için gizli karşı propagandalar yoluyla Annan Plânı’nın başarısızlığa uğraması ve kabul edilmemesi için uğraşıyordu. Çünkü kendi bakış açısına göre, Annan Plânı’nın uygulanması halinde Amerika da bu Birleşik Kıbrıs’ta nüfuz sahibi olacaktı.

Nihâyet Annan Plânı, 24 Nisan 2004’te Kıbrıs halkının oyuna sunuldu. Fakat sonuç beklendiği gibi çıkmadı. Plân, Kuzeyde kabul edilmesine rağmen Güneyde reddedildi. Bu ise Annan Plânı’nın sona ermesi demekti. Fakat her halde sonuç Amerika, İngiltere ve Avrupa Birliği açısından mecburen dengeli bir sonuçtu. Amerika plânın her iki kesimde de kabulünü başaramadı, ancak Kuzey’de önemli bir avantaj elde etti. Kuzey’deki İngiliz nüfuzu ise azalıp düştü. Artık Amerika için Kıbrıs’ta, gerekirse meseleyi gelecekte bir kez daha hareketlendirme gücü oluştu. Şimdi de Kuzey’e uygulanan ambargoyu kaldırmaya -ki şu sıralar bunu isteyen sesler vardır-, orayı önemli bir ticârî ve turistik merkez haline getirerek ve şöhret kazandırarak ekonomik ilerlemesini temin etmeye uğraşacaktır. Ayrıca Asya’ya yönelmiş bir silah namlusu haline gelsin diye [Adanın kuyruğu olan] Dip Karpaz bölgesinde askerî bir merkez inşâ etme ihtimâli de vardır. Böylelikle Asya’ya ve Ortadoğu’ya bakan bu stratejik “kuyruk” üzerinde egemenlik kurabilecektir. Buna göre Amerika, tam olmasa da bir başarı gerçekleştirmiş sayılır.

İngiltere de başarıdan yana payını aldı. Çünkü Kıbrıs’taki nüfuzuna herhangi bir zararın gelmesine veya oradaki askerî merkezlerine dokunulmasına izin vermedi. Fakat bu, İngiltere’nin gelişmelerden yana rahat olduğu anlamına gelmemektedir. Çünkü İngiltere, Amerika’nın asıl hedefinin kendisini adadan kovmak olduğunu ve Amerika’nın bu hedefi kolaylıkla bırakmayacağını bilmektedir.

Avrupa Birliği ise Kıbrıs’ı birleştirmek ve birleşik halde bünyesine katmak istiyordu. Ancak bu henüz gerçekleşmedi. Bu nedenle Avrupa bu açıdan zarara uğradı. Fakat diğer taraftan Avrupa Birliği, yalnızca Güney kesimini üyeliğe kabul ederek Kıbrıs’ta ayak basabileceği önemli bir alan elde edebildi. Ne var ki Amerika ve İngiltere gibi büyük devletlerin oradaki çatışması, bölgesel ve devletlerarası sahada devam ettiği sürece Kıbrıs’tan ciddi bir fayda elde etmesi zordur. Yine de stratejik ve siyâsî konumundan istifâde ederek bazı cüz’î faydalar edinebileceğini söylemek mümkündür.

Bundan dolayı Kıbrıs üzerinde çatışan bu devletler [Amerika, İngiltere ve Avrupa Birliği] seçimlerin sonucunu, oransal başarılarını geliştirmeye yönelik bir hareket noktası olarak değerlendireceklerdir ki hedeflerini tamamen gerçekleştirme başarısına erişebilsinler.

İşte Kıbrıs, sahih bir çözüm ile çözümlenmediği sürece, askıda kalan dikenli bir mesele olarak duracaktır. Bu sahih çözüm ise aslî kökeni olan Osmanlı Hilâfet Devleti’ne veya bugünkü haliyle Türkiye’ye bir bütün olarak iade edilmesinden başkası değildir. Büyük devletlere hizmet eden etnik temelli çözümler ise hiç şüphesiz sömürgeci çözümlerdir. Gerçek çözüm, ancak ve sadece Adanın İslâmî aslına bir bütün olarak döndürülmesidir ki bundan başka hiçbir çözüm yoktur.

Muhakkak ki bu çözüm, Müslümanların Adadaki ve Türkiye’deki kardeşlerine sırt çevirmelerini değil, bilakis oradaki Müslüman kardeşleriyle sırt sırta vermelerini gerektirir. Ancak ne gariptir ki İslam Âlemindeki mevcut ajan devletler, sürekli olarak Müslüman Türk tarafın karşısında ve Kâfir Yunan tarafın yanında yer almaya devam etmektedirler. Türkler Kuzey Kıbrıs Cumhuriyeti’ni kurdukları zaman, Müslüman beldelerdeki devletlerden hiçbir devlet orada değildi ve Adada Müslümanların egemenliğinden yana değildi. Oysa bu devletler, Adanın tamamı üzerindeki Rum egemenliğini tanıyorlardı.

Muhakkak ki Müslümanların başındaki yöneticilerin, Müslümanların önemli meselelerine karşı alçakça tavırlar takınmaları bu yöneticilerin, kimliklerinde isimlerinin başına yazdırdıkları İslam’a göre hareket etmedikleri gibi, halklarının maslahatlarına göre bile hareket etmediklerini göstermektedir. Bilakis yalnızca onların, büyük Sömürgeci Kâfir devletlerden olan efendilerinin çıkarlarına göre hareket ettiklerini göstermektedir.

Bizler farkındayız ki Müslümanların beldelerindeki bu ajan yöneticiler, Müslümanların meselelerinden herhangi bir meseleyi dahi benimsemeye cesâret edemezler. Onların iğrenç durumu, sadece Kıbrıs’tan değil, Ümmetin her meselesinden meşhurdur. Şüphesiz onların tek derdi, sadece efendilerini hoşnut etmektir. Müslümanların beldeleri varmış-yokmuş, kalmış-yıkılmış, hiç mi hiç umurlarında değildir.

Lâkin bizler yine farkındayız ki Allah’ın izniyle bu Ümmeti hayırlı bir gelecek beklemektedir, bu yöneticiler eninde-sonunca yok olup gidecektir ve Allah’ın izniyle Râşidî Hilâfet mutlaka kurulacaktır. Sonra gidip Kıbrıs’ı Dâr-ul İslâm’a ilhâk edecek ve onu Doğu Akdeniz’in parlayan yıldızı haline getirecektir ki önceden olduğu gibi Fâtihlerin ilk hareket noktası olan bir merkez haline gelsin.

وَمَا ذَلِكَ عَلَى اللَّهِ بِعَزِيزٍ  Şüphesiz bu, Allah’a hiç de zor değildir. [İbrâhim 20]