İslam yeryüzünün en bozuk toplumlarından birisi olan Arap toplumu içerisinde doğdu. Bu toplum, bedevi yaşam tarzının hâkim olduğu, bilgisizlik ve gaflet içerisinde, yarı göçebe hayatı yaşayan kabile topluluklarından oluşan sıradan bir toplumdu. Cahiliye olarak adlandırılan o dönem, barbarlık ve vahşetin hüküm sürdüğü bir dönemdir. Cahiliye dönemi Arapları Allah’ı hakkıyla bilmedikleri, gerek ferdî gerekse içtimaî hayat itibariyle bilgiden, nizamdan, sulh ve sükûndan uzak oldukları, zengin, güçlü ve asil sayılanları daima haklı kabul ettikleri ve adaletten yoksun bir hayat yaşadıkları için bu döneme Cahiliye dönemi denilmiştir. Cahiliye toplumunda yaşayan insanlar bedevi ve medeni olmak üzere ikiye ayrılırdı. Bedeviler; çöllerde çadır hayatı yaşayan göçebe halktı. Medeniler ise; şehirlerde yaşayan tarım ve hayvancılıkla uğraşan kesimdi. Bu dönem; çıkar çatışmalarının, adaletsizliğin, adam öldürmenin ve birçok kötü işlerin meşru sayıldığı bir dönemdi. Kibir ve taassubun zirve yaptığı bu toplum, sürekli çekişmelere ve savaşlara sebep olan kabilecilik anlayışı ve kan davasını, barbar âdetleri, vahşet zihniyetini ve putperestliğin bütün unsurlarını içerisinde barındırmaktaydı.
İslâm akidesi işte böylesi zelil bir toplumu çok kısa bir süre içerisinde bütün insanlığın kendisine gıpta ile baktığı bir toplum haline getirdi. İslâm akidesine ve bu akideden çıkan düşüncelere, nizamlara sımsıkı sarılmaları sayesinde çok geçmeden dünyanın dört bir yanında hâkimiyet kurdular. Gittikleri toplumlara hidayeti, nuru, hakkı ve adaleti götürdüler, onlara insanlığı, insanca yaşamayı öğrettiler. İnsanları kula kulluktan Allah’a kulluğa döndürdüler. Rasûlullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem Efendimizin Risalet’iyle başlayan bu dava Sahabe-i Kiram efendilerimizin elleri ile Raşid Halifeler döneminde de devam etti. Onların ardından gelen Müslümanlar da aynı minval üzere bu davayı şeref ve izzetle taşıdılar. Tevhid sancağı altında güvenle huzurla şereflice yaşadılar, bu şerefle bir çağ kapatıp yeni bir çağ açtılar. Bu sancağı yeryüzünde dalgalandırdıkları sürece de dünyanın efendisi oldular. Daima başları dik, alınları açık, izzetle ve şerefle dünyanın efendisi olarak yaşadılar.
Tarihte insanlığın çok az şahit olduğu şerefli, onurlu, izzetli ve örnek bir ümmet… Yıkılmaz, çökmez, haysiyetini, onurunu ayaklar altına almaz denilen bir ümmet…
Nasıl oldu da bu ümmet o izzetli konumdan daha sonra zillete düştü. Allah Subhânehu ve Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
(… اِنَّ اللّٰهَ لَا يُغَيِّرُ مَا بِقَوْمٍ حَتّٰى يُغَيِّرُوا مَا بِاَنْفُسِهِمْۜ …)
“…’Bir kavim nefislerindekini değiştirmedikçe Allah o kavmin halini değiştirmez…” (Rad 11)
Allah Subhânehu ve Teâlâ insanlara vermiş olduğu nimeti ya da azabı, üstünlüğü ya da alçaklığı, onuru ya da zilleti, tek bir şarta bağlıyor ki oda insanların bünyelerinde olan düşüncelerini davranışlarını ve pratik hayatlarını değiştirmedik. Onların şahısları ve davranışları açısından meydana getirdikleri değişiklikler doğrultusunda onların durumlarını değiştirir.
Görüldüğü üzere toplum bünyesindeki düşünce ve fikirleri amele yönelik değiştirmedikçe, Allah Subhânehu ve Teâlâ o toplumun halini değiştirmeyecektir. Bu nokta değişim için şart koşulmuştur. Ancak şurası net anlaşılmalıdır ki eğer cahiliye dönemi diye adlandırılan İslam’ın ilk indiği toplum bünyesindeki bozuk, fasid düşünce ve fikirleri İslam ile değiştirmemiş olsaydı Allah Subhânehu ve Teâlâ onların halini değiştirmeyecekti.
Aynı şekilde İslam ile şereflenen ümmet, ne yazık ki daha sonra nefislerinde İslâm akidesinin zayıflaması, akideye olan bağlılıklarındaki gevşeklik nedeniyle batıl fikirlerden etkilenip İslam ahkâmına sarılmadıkları, onu bıraktıkları için İslam’dan uzaklaşarak nefislerindeki düşünce ve fikirlerin bozulmasıyla izzetten zillete düşüş değişimini gerçekleştirmiş oldular.
Öncelikle cahiliye toplumunun değişim sürecini ve bu değişim için gerekenlerin ne olduğunu ortaya koyacak olursak; Cahiliye toplumu içerisindeki insanlar Hak davete icap etmeleri, İslâm akidesine ve bu akideden çıkan düşüncelere, nizamlara sımsıkı sarılmaları sayesinde büyük değişimi gerçekleştirdiler.
Bu değişimin ilk merhalesi, insanların İslâm’a davet edilmesi, bu davete icap edenlerin İslam fikirleriyle kültürlenmesi, hükümlerini öğrenmesi ve İslâm akidesi esasına binaen kitleleşmesi dönemidir. İslam daveti, fikirlere davet açıktan yürütülürken bu dönemde kitleleşme bir süreliğine gizlenmiştir. Zira Rasûlullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem Dar-ul Erkam’da Müslümanları topluyor, onları kitleleştirip onların imanlarını İslam kültürüyle artırarak aralarındaki bağı kuvvetlendirmekteydi. Üstlendikleri davanın önemini gün geçtikçe daha da iyi kavramaları neticesinde bu uğurda hayatlarını feda etmeye hazır hale gelmişlerdi. Böylece toplum içerisinde tabiri caizse göze batar bir hale gelmişlerdi. Davet taşıyıcıların açığa çıkması ile davet artık bütün insanlara yönelme imkânına kavuşmuştu.
Böylece davetin seyri değişmiş, daveti yüklenenler artık toplumla yüz yüze gelmişlerdi. İnsanlara İslâm’ı anlattıklarında insanların ya onu kabul edip, onu hayatlarının bir parçası haline getirdikleri ya da onu reddedip ona karşı mücadele verdikleri, onunla çatıştıkları bir dönem başladı. Allah Subhânehu ve Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
فَاصْدَعْ بِمَا تُؤْمَرُ وَاَعْرِضْ عَنِ الْمُشْرِك۪ينَ
“Sana emrolunanı açıkça söyle ve ortak koşanlardan yüz çevir.” (Hicr 94)
Bu çatışma, iman ile küfrü, Müslüman ile kâfiri yüz yüze getirdi. Bu karşı karşıya geliş, Rasûlullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in İslâm’a daveti açıktan açığa, gayet kararlı bir şekilde net olarak ortaya koymasıyla başlamıştır. Şirk ve putperestlik fikirlerine hücum eden, akılsızca atalarını taklit etmelerini kınayan, ölçüde ve tartıda hile yapan, bozuk alış-veriş ve sosyal münasebetlerine hücum eden ayetler inmeye başladı. Rasûlullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem de insanlarla gruplar halinde konuşarak onları Müslüman olmalarını talep ediyordu. Bu yüzden Kureyş ve Rasûlullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem arasında düşmanlık gittikçe arttı. Davet, evlerde, mahallelerde ve Dar-ul Erkam’da yapılan halkalardan yerleşik toplu kültürleşmeye geçiş yaptı. Kendilerine yakınlık duyulan kimselere davetin götürülmesi ile birlikte bu dönemde tüm topluma yönelik davet ve kültürleştirme çalışması neticesinde Kureyş’i etkiledi. Öyle ki bu durum, kendilerince yaklaşmakta olan tehlikeyi hisseden müşriklerin İslâm’a olan kinlerini daha da artırdı. Müteakiben Rasûlullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’e ve davetini engelleyecek ciddi adımlar atmaya başladılar. Ancak karşılarında öyle bir kitle vardı ki; her bir ferdi bu uğurda canını seve seve verebilecek, dünyalık her şeyden vazgeçebilecek yiğitlerdi.
Bütün insanlar İslâm’ın sesini duymuş, Allah’ın dinine olan davet, bütün Mekke ahalisi arasında yayılmıştı. Erkek olsun kadın olsun insanlar İslâm’a girdiler. Bu davayı taşıyanlar bu uğurda çeşit çeşit eza ve cefaya maruz kalsalar da davalarından vazgeçmiyorlardı. Rasûlullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in küfür fikirlerinin ve amellerinin iç yüzünü ortaya koyması, Kureyş liderlerini adeta deli ediyor, hiddetlerini artırıyordu. Doğrusu bu merhale Rasûlullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem ve ashabı için en çetin ve en zor bir merhale oldu.
Unutmayalım ki, kültürlenme döneminden kaynaşma dönemine geçiş süreci maharet, sabır ve metanet isteyen bir süreçtir. Zira bu dönemde iman onu taşıma gücü ve nefislerde olanın gerçek yüzü ortaya çıkar. Müslümanlar dinlerine ne kadar bağlı oldukları konusunda çetin bir imtihana tabi tutulmuşlardı.
هُوَ الَّذِي أَنزَلَ السَّكِينَةَ فِي قُلُوبِ الْمُؤْمِنِينَ لِيَزْدَادُوا إِيمَانًا مَّعَ إِيمَانِهِمْ وَلِلَّهِ جُنُودُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَكَانَ اللَّهُ عَلِيمًا حَكِيمًا
“İmanlarını bir kat daha arttırsınlar diye müminlerin kalplerine güven indiren O’dur. Göklerin ve yerin orduları Allah’ındır. Allah bilendir, her şeyi hikmetle yapandır.” (Fetih 4)
İşte Rasûlullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem ve ashabı eza, zulüm ve haksızlıklara göğüs gerdiler. Onlardan bazıları dini için çıkıp Habeşistan’a hicret ettiler. Bazıları işkence altında can verdi, bazıları da tahammül etti, dayandı. Mekke toplumunun değişmesi için bu durum bir müddet devam etti. Fakat eziyet ve işkencenin şiddeti bununla kalmadı. Kureyş’in zulüm ve işkencelerinden dolayı toplum adeta donmuş, bu korku insanların İslam’a girmelerinin önünde en büyük engeldi. Ancak davet ve çalışmalar hedefe doğru devam etmek zorundaydı. Mekke toplumu donmuş olsa da bölgede başka kabile ve insanlarda vardı. Rasûlullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem Allah’tan inen dini insanlara açıklamak adına yardım ve kuvvet talep etmek için bazen Mekke dışına çıkıyordu.
Fikri mücadele, İslam fikirleri küfrün fikirlerine galip gelinceye, Allah Subhânehu ve Teâlâ İslamiyet’i muzaffer kılıncaya kadar 13 sene en şiddetli bir şekilde devam etti. Nihayet Medine’de, Müslümanların mallarını, ırzlarını koruyacak, cihad yoluyla insanlar arasında İslam’ı yayacak bir devlet kuruldu. Müslüman ordularıyla küfür orduları arasında son derece şiddetli savaşlar başladı. Müslümanlar bazı çarpışmalarda yenilgiye uğradılarsa da ilk altı asırda meydana gelen harplerden hiçbirini kaybetmediler. Tam altı asır muzaffer olarak kaldılar.
Böylesi şanlı bir tarih Müslümanlardan ve İslam Devletinden başkasına nasip olmadı. Fakat kâfirler ve bilhassa Avrupa devletleri İslamiyet’e darbe indirmek, Müslümanların varlığını temelinden sarsmak için fırsat arıyorlardı. Her fırsatta hücum ediyorlar veya entrikalar çeviriyorlardı. Miladi 11. asrın sonlarıyla Miladî 12. asrın başlarında İslam Devletinin hükmetme nizamının gevşediğini, vilayetlerin merkezden ayrıldığını, bununla birlikte sulta ve askerî gibi mühim olan dâhili meselelerde ve idarede müstakil bir hale geldiler. Tek bir devletten ziyade müttefik bir devletler topluluğu halini aldıklarını, bazı vilayetlerde Halifenin adının minberlerde zikredilmesinden, paralarda isminin yazılmasından başka neredeyse bir otoritesi kalmadığı bir dönem yaşanır olmuştu.
İşte böylesi bir dönemde bir asır müddetle devam eden haçlı hücumları başladı. Bu harplerde Müslümanlar mağlup oldu. Müslümanların ellerinden çıkan sadece toprakları değil birçok mefhumları da hayatlarından çıkmaya başlamıştı. Dahası İslam’ı doğru şekilde anlamadıkları için cahiliye, tağutun sembolleri ve sloganlarını kabul eder duruma gelmişlerdir. Yıllar sonra Batılıların askeri, fikri, siyasi ve kültürel saldırıları acı meyvesini verdi. Müslümanların birçok hayata bakış mefhumlarını değiştirebildiler. Bu değişim nedeniyle gücü kuvveti kalmayan Müslümanların artık devletlerini koruyacak bir ne bir fikri uyanıklık nede mecalleri kalmıştı. Batılılar uzun soluklu mücadelelerinin sonucunda Müslümanları İslamî yönetiminden uzaklaştırabildiler.
İslâm ümmeti kendilerini dünyanın efendisi, dünyanın lideri haline getiren İslâm akidesine olan bağlılıklarında gösterdikleri zafiyet, İslâm düşüncesinden uzaklaşıp İslâm dışı düşüncelere göre düşünüp hareket eder olduktan sonra zelil bir hale geldiler. Bir zamanlar kendisine boyun eğen kavimler kendilerini boyun eğdirmeye başladı. Müslümanlar ekonomik, siyasî, kültürel yönden tamamen onlara bağlandılar. Onlar gibi düşünmeye, onlar gibi yaşamaya başladılar. Hâlbuki Allah’ın şeriatını uygulayan, koruyan, yayan, Müslümanları izzetli kılan, onları kalkındıran ve ilerleten Hilafetti. 1924’ten itibaren Allah’ın şeriatı yasaklandı ve artık herkes Müslümanlara saldırır olmuştu. Daha zihinlerde canlı olan Bosna Hersek ve Kosova’da Sırplar, Kafkaslarda ve Çeçenistan’da Ruslar, Hindistan ve Keşmir’de Hindular, Irak ve diğer yerlerde Amerika ve Avrupalılar, Filistin’de Yahudiler, Burmada Budistler, Doğu Türkistan da Çinler ve diğer bölgeler… Rasûlullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in hadisinde dediği gibi ümmet darmadağın oldu:
“Sizin üzerinize milletler adeta bir yiyeceğe üşüşür (vahşi hayvanlar) gibi üşüşecekler.” Orada bulunanlardan birisi şöyle dedi:Bu durum bizim azlığımızdan mı olacak?Rasûlullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem; “Hayır! Bilakis siz çok olacaksınız. Fakat sizin çokluğunuz suyun üzerindeki çer çöp gibi olacaktır. Allah düşmanlınızın kalbinden sizin korkunuzu sökecek de sizin kalbinize vehn bırakacak.” Orada bulunanlardan birisi: Vehn nedir? Rasûlullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem: “Vehn dünyayı sevmek ve ölümden hoşlanmamaktır.” buyurdu. (Ebu Davud)
Evet, bugün Müslümanlar aynen hadisi şerifte geçtiği gibi zillet içerisinde bir yaşama mahkûm oldular. Dünya nüfusunun azımsanmayacak kadar bir nüfusa ve dünyadaki servetlerin büyük çoğunluğuna sahip olmalarına rağmen bugün Müslümanlar Amerika’ya, Avrupa’ya boyun eğmekte ve devlet olarak ta onların uydusu durumundadırlar. Bunun tek bir sebebi var o da izzet ve şerefin, üstünlüğün yegâne kaynağı olan Kitap ve Sünnetten uzaklaşmalarıdır.
Günümüzde tüm İslam coğrafyası kan gölüne çevrildi. Müslümanlar en ağır şekilde eziyet görmekte hatta kendi yöneticileri tarafından ağır şekilde ihanete uğramakla beraber ezilmektedir. Ümmetin başındaki yöneticiler, ümmetin en büyük düşmanlarıdır. Zira bu hain yöneticiler asıl düşman olan kâfirlere bağlanarak onlar adına ümmetle savaşıyorlar. Bundan cesaret alan Batılı güçler daha bir pervasızca saldırılarının dozunu artırmakta Müslümanların izzetiyle, şerefi ve onuruyla oynamaktadır. Eğer Müslümanlar Allah’a güvenmezler, Allah’tan çok zalimlerden, tağutlardan, Batı hayranı yöneticilerinden korkarlarsa günümüzde olduğu gibi zelil, hor ve hakir bir halde yaşamaya devam edecektirler.
Evet, bilinen bir gerçek var ki, o da Müslümanların bugün bir gaflet içerisinde oluşudur. Ümmet, bu gaflet durumundan sıyrılıp çıkmak için bir aydınlığa ve kurtuluşa muhtaçtır. Müslümanların bu acziyetinden faydalanan kâfirler, zafere gidecek olan yola set çekerek onun yolunu kesmek ve yavaşlatmak için çaba harcamaktadırlar. Fakat her ne kadar zor gibi görünse de geçmişte olduğu gibi Müslümanlar o nura koşacak, ona sahip çıkıp haysiyetli günlerine tekrar kavuşacaklardır.
Ancak her işin bir yolu-yordamı, metodu olduğu gibi bununda yolu İslam Dinini davet yolu ile tekrar hayata hâkim kılmakla mümkün olacaktır. Müslümanlar adına en korkunç ve utanç kaynağı bulunduğumuz bu asır en kısa zamanda değişmesi için, gerekli olan çalışma ve kitleleşme biçimi bir yolun güdülmesi en aciliyet içeren farzdır. Zira Allah Subhânehu ve Teâlâ şöyle buyurdu:
وَلْتَكُنْ مِنْكُمْ اُمَّةٌ يَدْعُونَ اِلَى الْخَيْرِ وَيَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنْكَرِۜ وَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ
“Sizden hayra davet eden, marufu emreden, münkerden nehy eden bir ümmet (kitle) bulunsun.” (Âl-i İmrân 104) emrine uyarak, tüm Müslümanlara İslâm hükümleri ile amel etmek ve bu hükümlerin hayat, devlet ve toplumda tekrar yaşanır hale gelmesi için çalışmayı farz kılan Şer’i hükümleri uygulayarak davet yüklenilir.
Bu davet olmadan İslam’ın hayata hâkim olması, İslam’ın güçlü bir şekilde âleme yayılması düşünülemez. Müslümanları karanlık ve bozuk fikirlerin etkisinden arındıracak olan İslam’a davet olmadan, İslam’a tabi olanların nefislerinde İslam’ın arı ve duru olabileceği tasavvur bile edilemez. Allah Subhânehu ve Teâlâ’nın bildirdiği gibi;
(… اِنَّ اللّٰهَ لَا يُغَيِّرُ مَا بِقَوْمٍ حَتّٰى يُغَيِّرُوا مَا بِاَنْفُسِهِمْۜ …)
“…’Bir kavim nefislerindekini değiştirmedikçe Allah o kavmin halini değiştirmez…” (Rad 11) ayeti kerimesinin ihtivasında geçen değişim toplumda bulunmadığı müddetçe, Allah Subhânehu ve Teâlâ onların halini, vakıasını değiştirmeyecektir.
Burada üzerinde düşünülmesi gereken konu; Müslümanların doğru olan metoda yönelmesidir. Aksi takdirde şu anki konumun değişmeyeceğini Allah Subhânehu ve Teâlâ açıkça belirtiyor. Dolayısıyla bu açıdan Müslümanlara düşen, en kısa zamanda sahih bir şekilde bu işi yerine getirenlerle beraber çalışıp, Allah Subhânehu ve Teâlâ nusretini göndermesine vesile olmamız gerekiyor. Zira zamanın değişmesi ile mana ile cevherin değişmeyeceğini, değişenin sadece ve sadece vesile ve üslupların olduğunu ve bu açıdan da İslam’ın her zaman ve her yerde geçerliliğini koruduğuna kesin ve hiç şüphesiz iman etmemiz gerekiyor. İslâm’ın büyük komutanlarından Selahattin Eyyubi Cuma hutbesinde gülme ile ilgili bir konu hakkında konuşan ve güler yüzlü olmayı tavsiye eden imama; “Kudüs haçlıların ayakları altında iken bana nasıl gülmeyi tavsiye edersin?” diyerek çıkışan ve Kudüs fethedilinceye kadar da gülmeyen, içinde Kudüs’ü fethetmek için volkan gibi kaynayan bir yürek taşıyan Selahattin Eyyubi gibi bizlerde İslam’ın şanlı bayrağını yeniden dalgalandırmak, hem dünyaya liderlik yapmak hem de hakkın sesini hâkim kılmak için bütün gücümüzle çalışma azmi içerisinde olmamız gerektiğini beynimize kazımamız gerekir.
Müslümanların önünde böylesi çetin bir yol var. Bu yol zor, bedeli ağırdır. Ancak aç kalırız, hapse atılırız, belki evimizden yurdumuzdan oluruz şeklinde bahanelerle bırakılacak terk edilecek bir yol değildir. Böylesi bir yol gerçek inanmış bu davaya baş koymuş Müslümanların yoludur. Allah Subhânehu ve Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
وَلَمَّا رَاَ الْمُؤْمِنُونَ الْاَحْزَابَۙ قَالُوا هٰذَا مَا وَعَدَنَا اللّٰهُ وَرَسُولُهُ وَصَدَقَ اللّٰهُ وَرَسُولُهُۘ وَمَا زَادَهُمْ اِلَّٓا ا۪يمَاناً وَتَسْل۪يماًۜ
مِنَ الْمُؤْمِن۪ينَ رِجَالٌ صَدَقُوا مَا عَاهَدُوا اللّٰهَ عَلَيْهِۚ فَمِنْهُمْ مَنْ قَضٰى نَحْبَهُ وَمِنْهُمْ مَنْ يَنْتَظِرُۘ وَمَا بَدَّلُوا تَبْد۪يلاًۙ
لِيَجْزِيَ اللّٰهُ الصَّادِق۪ينَ بِصِدْقِهِمْ وَيُعَذِّبَ الْمُنَافِق۪ينَ اِنْ شَٓاءَ اَوْ يَتُوبَ عَلَيْهِمْۜ اِنَّ اللّٰهَ كَانَ غَفُوراً رَح۪يماًۚ
“İnsanlar düşman birliklerini gördükleri zaman: İşte bu Allah ve Rasulünün bize vadettiğidir; Allah ve Peygamberi doğru söylemiştir, dediler. Bu ancak onların imanlarını ve teslimiyetlerini arttırdı. İnananlardan ahdi yerine getiren adamlar vardır. Kimi bu uğurda canını vermiş, kimi de beklemektedir. Ahitlerini hiç değiştirmemişlerdir. Allah (sözüne bağlı kalan) sadıkları sadakatlerinden dolayı mükâfatlandıracak, münafıkları da dilerse azablandıracak veya (pişmanlık duyanların) tevbelerini kabul edecektir. Allah çok bağışlayandır, rahmetiyle çok esirgeyendir.” (Ahzab 22-24)
Bu nedenle, bugünkü Müslümanlar da ayette bahsedilen Müslümanlar gibi, Allah’a verdikleri sözü yerine getirmeye ve bu uğurda canlarını vermeye her zaman hazır olmalıdırlar. Bu dava ancak bu şekilde inanılırsa başarıya ulaşacaktır. Allah Subhânehu ve Teâlâ’nın yardımı da bu insanların üzerine gelecektir. Meseleyi bu şekilde kavrayışın ardından artık yapılması gereken neyse hiç tereddüt etmeden, eğip bükmeden yapılır.
İslamî hayata yeniden başlamak ancak Allah’ın Kitabı ve Rasûlullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in Sünneti üzerine itaat edilmek üzere biat edilen, Müslümanların Halifesinin seçilerek Hilâfetin yeniden kurulması ile gerçekleşebilir.
Müslüman beldelerdeki bozuk toplumsal yapı ve ilişkileri İslam’la değiştirme işi; söz konusu topluma hâkim gayri İslam’i fikirleri duyguları ve ilişkileri İslam’i fikir, duygu ve ilişkilerle değiştirmekle mümkündür. Bugün için topluma hâkim gayri İslam’i fikirler, İslam’i olanları ile değiştirilmelidir ki İslam’i fikirlerle insanlar arasında bir kamuoyu oluşsun ve insanları da bu fikirlerin gerekleri ile yaşamaya iten köklü mefhumlar oluşsun.
Ancak bu şekilde siyasi bir kitle ile birlikte sınırlandırılmış, berrak fikirlerle donanmış Allah Subhânehu ve Teâlâ’nın kendisini elçi olarak göndermesinden, Medine’de İslâm devletini kurmasına kadar Rasûlullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in hareket ettiği metod üzerine çalışma yapıldığı takdirde topluma hâkim olan gayri İslam’i duygular ve fikirler değişir. Böylece fikirlerin sınırlandırılıp berraklık kazanması ve yapılacak işin belirlenmesiyle ilgili hareket noktası oluşmuş olur. Milliyetçilik, vatancılık, ırkçılık, ulusçuluk ve etnik mezhepçiliğe çağıran her türlü düşünce ve davranıştan uzak durulur. Şunu belirelim ki okul ve hastane yaptırmak, fakirlere, yetimlere ve düşkünlere yardım gibi hayır işleri, vaaz, irşad işleri, yalnızca ibadete yönelik çağrılar her ne kadar İslam’ın bir parçası olsa da bu tür çalışmalar asli yapılması gereken farzdan uzak tutar. Sınırı belirlenmemiş siyasi olmayan tüm düşünce ve fikirler insanları belirsizliğe yönlendirir ki bu Müslümanlar adına büyük bir gaflet olur. Yani ölüm-kalım meselesi olan Hilafetin tekrar hayata hâkim olma farzını yerine getirmekten alıkoyar. Siyasi olmayan kitlelerin Hilâfeti kurup Allah’ın hükümleri ile hükmedilmesini tekrar başlatmak gibi farz olan bir amacı gerçekleştirmeleri de mümkün değildir.
İşte bu değerlendirmeler sonucunda Müslümanların ölüm-kalım meselesi ile Müslümanların gerçekleşmesi için uğrunda çaba göstermeleri gereken hedefi gösterme ve çözümü ortaya koyma noktasında Hizb-ut Tahrir’in kurulmuş olduğunu görüyoruz. Hizb-ut Tahrir, ideolojisi İslâm olan siyasi bir partidir. Bu nedenle Hizb-ut Tahrir, işte böylesi hayırlı bir kitledir.
Hizb-ut Tahririn amacı İslâmî hayatı tekrar başlatmak ve İslâm davetini âleme taşımaktır. Amacını gerçekleştirmek ve hedefe ulaşabilmek için takip etmeleri gereken metodu da belirlemiştir. İslâm hükümlerini tekrar tatbik ve yürürlük konumuna getirip kâfirlerin Müslümanlara uyguladığı kanun ve nizamları kökünden söküp atmak, gerçek çözümü ortaya koymak demektir. O halde Müslüman kardeşlerim bu Hak davaya omuz verin Hizb-ut Tahrir’le sizde bu kutlu yolda birlikte olun.
Yapılması gereken farzların tacı olan amel budur. Ancak bu şekilde toplumun değişimi böylesi bir kitle ile gerçekleşir. Bunun ardından Allah’ın vaadi Rasulullah’ın müjdesi vuku bulacaktır inşallah.
İşte o zaman Müslümanlar tekrar geçmişte olduğu gibi izzetli olurlar. Hiçbir kâfir bir tek Müslümanın kılına dahi zarar veremez. Çünkü artık günümüzdeki gibi yetim değildir. Onu koruyup kollayan üstün kılan bir devletleri ve başlarında bir Halifesi vardır. Onlar için artık bir korku yoktur. Çocuklarının gözleri önünde öldürülen babalar analar yoktur. Nefsiyle oynanan Bir bacımız yoktur. Buna cesaret edebilecek bir tane kâfir yoktur. Zira Müslümanlar artık sahipsiz değildir. Başlarında onlara ihanet eden Astana, Soçi, İstanbul, Suriye ve diğer anlaşmaları yapıp Müslümanları satan, onları yalnız bırakan bir yöneticileri artık yoktur. Adam gibi adamlar vardır. Müslümanlar ancak Hilafetle şeref ve izzet bulacak. Dün İstanbul’u fethederek yeni bir çağ açan İslam ordusu, fethini bekleyen Roma’ya doğru hareket edecektir. Allah Subhânehu ve Teâlâ şöyle buyurdu:
وَلَا تَهِنُوا وَلَا تَحْزَنُوا وَاَنْتُمُ الْاَعْلَوْنَ اِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِن۪ينَ
“Gevşemeyin, üzülmeyin, (gerçekten) iman etmişseniz üstün olan sizlersiniz.” (Âl-i İmrân 139)
Rabbim, tüm Müslümanların imanlarına iman, basiretlerine basiret ve bilinçlerine bilinç katsın. Müslümanları kâfirlerin ve bölge yöneticilerinin (İslam beldesindeki hain yöneticilerin) kirli tuzaklarına düşmemesi için ayaklarını sabit kılsın ve onların kanlarını, canlarını ve namuslarını kâfirlerin tuzaklarından korusun. (Amin.)
وَمَنْ اَحْسَنُ قَوْلاً مِمَّنْ دَعَٓا اِلَى اللّٰهِ وَعَمِلَ صَالِحاً وَقَالَ اِنَّن۪ي مِنَ الْمُسْلِم۪ينَ
“(İnsanları) Allah’a çağıran, iyi iş yapan ve “Ben Müslümanlardanım” diyenden kimin sözü daha güzeldir?” (Fussilet 33)
NECATİ ERDEM