Tüm Müslümanların dört bir tarafı sömürgeci kafirlerin zulümleriyle çevrelenmiş olarak yaşadığımız bu zaman diliminde, İslâm coğrafyasında Müslümanlara yapılan zulümlerin haddi hesabı olmamakla birlikte, eş zamanlı olarak birçok beldede yaşanan zulümlere tanıklık ediyoruz. Günümüz teknolojinin verdiği imkanlarla dünyanın diğer bir ucundaki Müslümanlara emperyalistlerin nasıl zulmettiğini öğrenebiliyoruz.
Son bir asırda -yani Müslümanların kendi devletlerinden, koruyucu kalkanları olan Hilâfet’ten yoksun olarak geçirdikleri bu zaman diliminde- maruz kaldıkları katliamlar, tarihte yapılanları aratmıyor. Hiçbir İslâm beldesi yoktur ki orada yaşayan Müslümanlar ya bizzat emperyalist kâfirler ya da kâfirlerin piyonları olan yöneticiler tarafından bin bir türlü zulümlere ve katliamlara uğramasınlar. Başta Suriye, Mısır, Libya, Pakistan, Bangladeş, Arakan olmak üzere halkı Müslüman olan bütün Asya ve Afrika ülkeleri, Özbekistan, Tataristan başta olmak üzere bütün orta Asya ülkeleri Müslümanlara vahşice işkenceler çektirilmektedir. Kısaca İslam alemindeki duruma bir göz atalım.
Suriye: Zalim Baas ve Nusayri rejimi, Suriye halkını on yıllarca adeta demir yumrukla yöneterek zulmetti. Yine Suriye Müslümanların kutlu kıyamında kafir Rusya ile zalim İran partisi işbirliği neticesinde katliamlarla dünyayı Müslümanlara âdeta zindana çevirdiler. Hala masum Müslüman kanı hunharca akıtılmaktadır. Ölenlerin, kayıpların, sakat bırakılanların sayıları milyonlara ulaştı.
Afganistan: Önce İngilizlerin ardından sonra yıllarca Sovyet Rusya’nın işgaline maruz kaldı. Yoksul ve gariban bir şekilde hayatını sürdüren Afgan halkı, sömürgeci mantığın etkisiyle iyice yoksullaştı. Sovyet Rusya’nın işgalinden sonra bu sefer ABD oraya saldırdı. İşgalcilerin saldırıları ve oralardaki politikaları sonucu yüz binlerce insan öldürüldü, binlerce insan tecavüze uğradı. Ülke sefalete terk edildi. Tüm bu olanlardan sonra halen orada ABD askeri başta olmak üzere pek çok ülkenin askerleri bulunuyor. Her gün insansız hava araçları masum Müslümanları katletmeye devam ediyorlar.
Irak: Emperyalistlerin başlarına diktiği diktatör Saddam’ın zulmü ile hayatlarını tüketen Müslümanlar, 2003’ten itibaren ABD tarafından işgal edildi. ‘Demokrasi’ yani çatışma, bomba, kan, ölüm, zulüm ve gözyaşı getiren ABD, ordusunun bir kısmını çekse de geride bıraktığı İslâm düşmanı piyonların gün aşırı akıttığı kan dinmek bilmedi. Kürt, Türkmen, Arap ayrımına ilaveten Şii-Sünni ayrımını da körükleyen Batı, 2 milyon Müslümanın kanının akıtması yetmemiş gibi hala caddeler, pazar yerleri, kuyruklar kan ve can pazarına dönmeye devam ediyor.
Çeçenistan: Müslüman Kafkasya halkı Şeyh Şamil’den bu yana Komünist Ruslara karşı mücadele etmekten vazgeçmedi. Rusya dağıldıktan sonra diğer toplumlar gibi devletini ilan eden Çeçenistan çok geçmeden Ruslar tarafında işgal edildi. Taş üstünde taş bırakmayan Rusların atadıkları yöneticiler de Şeyh Şamil’in torunlarına gün yüzü göstermediler. Çatışma, savaş, suikast ve her türlü normal yaşam şartlarından mahrum bırakılmaya devam ediliyor.
Filistin: 1948 yılında terörist Yahudi varlığı “İsrail” İslâm ümmetinin kalbine bir hançer gibi saplandı. Akabinde başlatılan ve suni olarak Arapların mağlubiyeti ile neticelenen Arap-İsrail Savaşları sonucunda İslâm toprağı olan Filistin’de İsrail’in varlığı pekiştirildi. Böylece BM Filistin’deki toprakların bir kısmını Yahudilere bir kısmını Filistinlilere bırakmış olsa da buna asla riayet etmeyen Yahudiler Müslümanları katletti, yerlerinden sürerek Filistin topraklarını karış karış istila etti. 1967’deki Altı Gün Savaşı’nda İsrail, Kudüs’ü Müslümanların elinden aldı. Müslümanların sıkıştığı Batı Şeria ve Gazze’yi de kontrol ederek abluka altında tutuyor.
Trump Amerika’sının Kudüs için “Yüzyılın Anlaşması” ihaneti ile bu ihanete destek veren İslam beldelerindeki yöneticilerin hainliği, basiretsizliği arşı inletmektedir.
Mısır: Önce İngilizlerin sömürgesine, sonra da ABD’nin egemenliği altında kaldı. Firavunların (Hüsnü Mübarek) zulmüne başkaldıran Mısırlı Müslümanların devrimleri emperyalistlerce çalındı. Güya demokratik bir sistem inşa edip Müslümanlara hediye ettiler. Ancak kendi elleri ile yaptıkları putları yemeye alışkın olan küfür, darbe ile Müslümanlara kan kusturan yeni firavunu (Sisi’yi) Müslümanların başına dikti. Yaşanan bu süreçte katletmeler, tutuklamalar ve zulümler hız kemeden devam ediyor.
Doğu Türkistan: Çin’in işgali altında bulunan Müslüman Uygur Türklerinin maruz kaldığı işkencelerin bir benzeri insanlık tarihinde duyulmamıştır. Baskıcı Çin yönetimi, İslâm’ın kanun dışı olduğunu resmen ilan etmiş, İslam’ı yaşayanlar cezalandırılmıştır. Mescitleri kapatmışlardır. Hatta onları sürekli gözetim ve baskı altına aldıktan sonra -mescitlerin az bir kısmını açtıklarında- Kur’an’ı Kerim bulundurmayı, dini eğitimi ve ibadetleri ikameyi suç saymışlardır. Müslümanları dinsizliği öğrenmeye, haram yiyecekleri yemeye ve doğum kontrolüne zorladıkları gibi yerel alfabeyi Çin alfabesi ile değiştirmişlerdir. Müslümanların evlerine yatılı Çinli memurlar yerleştirip evlerinde dahi dini yaşamalarına engel oluyorlar. Toplama kamplarında işkenceye tabi tuttuğu Müslüman ailelerin çocuklarını yetimhanelerde Çinli gibi yetiştirip asimile etmek için eğitim veriyorlar. İslam beldelerinin yöneticileri de bu zulmü sürdüren Çin yönetimine ticari ve siyasi çıkarları için susup alenen destek veriyor ya da bu zulmün olmadığını söyleyip halkını kandırıyor.
Arakan: Bangladeş-Burma (Yeni adıyla Myanmar) sınırında kuzey güney doğrultusunda uzanan ve 8. yüzyılda Arap tüccarlar vasıtasıyla İslâm ile tanışan Arakan, 1784 yılında İngilizlerin Burma işgaliyle birlikte, süregelen baskı, tehdit, göç ve zulüm ile tanıştı. Budistlerin Müslüman Rohingyalılara yönelik yaptıkları zulüm, 2012’de yeri-göğü inletti. Bir Budist’in bir Müslüman’ın evini yakmasıyla alev alıp bütün Arakan’a yayılan olaylarda bugüne kadar on binlerce Müslüman vahşi bir şekilde katledildi. Faşist cunta yönetiminin sürekli kışkırttığı Budistler, Rohingyalı Müslümanları, evlerini, camilerini yaktı. Myanmar’ın askerî cunta yönetimi Müslüman Rohingyalıların evlenmelerini, seyahat etmelerini dahi yasaklıyor.
Bangladeş: Laik Şeyh Hasina Hükümeti, başta Cemaat-i İslâmi Partisi üyeleri olmak üzere bütün Müslüman gruplara karşı tiranları aratmayan bir zulüm ile muamele etmeye devam etmektedir.
Özbekistan: Dönemin zalim diktatörü olan Kerimov yirmi yıldır, Müslümanlara yaptığı zulüm ve katliamlarda Rusları aratmadı. Varisleri Kerimov’un bıraktığı yerden zulümlerine devam ediyor.
Türkiye: 3 Mart 1924’te Hilafet’in kaldırılışından beri emperyalistlerin atadığı zalim yöneticilerin; demokrasi, özgürlükler ve insan hakları adı altında Müslümanlara yaptıkları haksızlıkları, zulümleri, katliamları görmemek mümkün mü?!
Zulüm sadece bu bölgelerle sınırlı kalmadı. Hakeza Mali’de, Somali’de, Sudan’da, Libya’da, Keşmir’de, Bosna’da, Kosova’da, Tunus’ta, Yemen’de ve bütün İslâm beldeleri emperyalist kâfir devletlerin ve onların atadıkları cellâtların zulümleri altında inlemektedir. Batı, çaldığı Müslümanların malları ile refah içinde bir hayat sürdürürken, Müslümanlara reva gördükleri ise açlık, sefalet, ölüm ve çatışma içinde sürdürülen hayat değil midir?!
Evet, halkı Müslüman beldelerin genel durumu bu! İslâm beldelerinin birinde kan dursa ötekinde başlıyor velhasılı kelam Müslüman’a rahat yok.
Böylesi bir hal içerisinde bu Ramazan ayına da buruk girdik. Üstelik korona virüs hastalığı gerekçesi ile camiler kapalı, Mescidi Haram kapalı, Mescidi Nebevvi kapalı, camilerde teravih kılmak yasak, iftarlarımız ise sessiz ve mahzun…
İşte, kardeşlerim vahim tablo bu… İçerisinde bulunduğumuz bu hal, Ramazan ayının vermiş olduğu hassasiyetle Müslümanların yaşadığı bu acılar, Ümmet’in genel tutumu ve rehaveti bizleri hala kurtuluş için düşünceye sevk etmiyor mu?
Ümmet bu halde iken bir kısmımız ise çok rahat, bütün bu olanları bir filim şeridi gibi izlemekle yetiniyoruz. Unutmayalım ki hayatımızı esir alan bu rehavetin sebebi kalplerimize yerleşen dünya sevgisinin bir sonucudur. Yaratıcımızın bir oyun ve eğlenceden ibaret olarak tasvir ettiği dünya hayatını o kadar ciddiye almışız ki yanı başımızda cereyan eden olaylara gözlerimizi ve kulaklarımızı kapatmışız. Yeter ki kendisi için yüzlerce plan yaptığımız mutlu yaşantımıza bir ok isabet etmesin, yeter ki mutlu aile tablomuzu bozacak -gözümüzün önünde nice aile yok edilse de- bir fırça darbesi gelmesin. Allah Rasulü Aleyhi’s Salatu ve’s Selam asırlar öncesinden haber vermiş aslında bugünkü vahim durumumuzu:
“Yiyicilerin (oburların) tabakları üzerine üşüşmeleri gibi Ümmetlerin (diğer milletlerin) her taraftan sizin üzerinize üşüşmeleri yakındır. Dedik ki; Ya Rasulullah! Bu, bizim o zaman (sayıca) çok az olmamızdan dolayı mıdır? Dedi ki; Siz o zaman çok olursunuz, velâkin selin köpüğü gibi köpükler olursunuz ki düşmanlarınızın kalplerinden sizin heybetiniz çıkar ve sizin kalplerinize de Vehn girer. Dedik ki; Vehn de nedir? Dedi ki; Hayatı sevmek ve ölümü kerih görmektir.” (Ebu Davud)
Bu hadis Müslümanların bugünkü durumunu bize adeta resmediyor. Ahiret ve dünya hayatı arasındaki bağı koparan, kapitalizmin etkisiyle mutluluğu dünyada arayan insanlar ahiret hayatlarını ihmal ediyor, hatta tehlikeye atıyor. Abartılı bir çaba içerisinde, şu kısacık ömrünün yarısından fazlasını ev, araba, mal-mülk sahibi olmak için harcıyor. Ayrıca bu kadar emek harcayarak sahip olduğu yaşantısının bozulmasını istemiyor.
Peki İslâm, bugünkü dünya düzeni içerisinde ve Ümmet’in içinde bulunduğu acı gerçeği, haktan uzak bir yaşamı kabul ediyor mu? Bunu hiç sorguladık mı?!
İslâm beldeleri acıdan, açlıktan, işkenceden kırılırken biz hiç kendi imtihanımızın ne olduğunu düşünüp endişe etmiyor muyuz?!
Hayatımızda, bizi Cennet’e ulaştıracak sıkıntıların, zorlukların olmayışı kalbimizi titretmiyor mu?
Bir yerlerde bombalar kardeşlerimizin uykularını bölerken, diri diri yakılırlarken, etleri kemiklerinden ayrılırken, namusları kirletilip toprakları talan edilirken bu halde Allahu Teâlâ’yı nasıl razı edeceğimizi düşünüyor muyuz.?!
Onların imtihanları ağır ama mükâfatları büyük, bizim onların yaşadıklarına şahit olup da aslında suskun vicdanlarımızı rahatlatmak adına döktüğümüz gözyaşlarımız maalesef bizi kurtaramayacak. Zalimleri kınamakla yetinip mazlumun yanında yer almadıkça bu ağır yük peşimizi bırakmayacak, bu dünyada rahatımızdan vazgeçmezsek öbür dünyada rahatımız kaçacak. (Bu da bizim imtihanımız olsa gerek.)
Bugün, eğer İslâm tatbik edilmiyorsa ve Ümmet perişan bir haldeyse hiçbir Müslüman’a rahatlık yoktur. Allah nasıl ki diğer kavimleri imtihana tâbi tuttuysa bugün de bizler imtihana tabi tutulacağız. Allah Subhanehû ve Teâlâ şöyle buyurdu:
اَمْ حَسِبْتُمْ اَنْ تَدْخُلُوا الْجَنَّةَ وَلَمَّا يَأْتِكُمْ مَثَلُ الَّذ۪ينَ خَلَوْا مِنْ قَبْلِكُمْۜ مَسَّتْهُمُ الْبَأْسَٓاءُ وَالضَّرَّٓاءُ وَزُلْزِلُوا حَتّٰى يَقُولَ الرَّسُولُ وَالَّذ۪ينَ اٰمَنُوا مَعَهُ مَتٰى نَصْرُ اللّٰهِۜ اَلَٓا اِنَّ نَصْرَ اللّٰهِ قَر۪يبٌ
“Yoksa siz, sizden önce gelip geçenlerin başına gelenler size de gelmeden Cennete gireceğinizi mi sandınız? Yoksulluk ve sıkıntı onlara öylesine dokunmuş ve öylesine sarsılmışlardı ki nihâyet Rasul ve beraberindeki mü’minler diyordu ki: Allah’ın nusreti ne zaman? Dikkat edin, şüphesiz ki Allah’ın nusreti yakındır.” (Bakara 214)
Dolayısıyla bizleri aldatan bu rahatlığımızı bir kenara bırakarak Allahu Teala’nın dinine yardım etmek, hayra davet edenler arasında olmak -bedeli neyse ödemeye hazır- hiçbir kınayıcının kınamasından korkmadan, sadece yardımı alemlerim Rabbi tek ilahımız Allahu Teala’dan bekleyerek (Resulullah Aleyhi’s Salatu ve’s Selam’ın sünnetinde olduğu gibi) sahih kitlesel bir siyasi çalışma içerinde varlığımızı ortaya koyalım.
Bu siyasi çalışma içerisinde olmak için, hayra davet edenlerden olmak için, helak olmadan Allahu Teala’nın rızasını kazanmak için Allahu Teala Kerim Kitabında buyurduğu şu ayetleri hayatımızda ölçü almamız gerekiyor
لَقَدْ كَانَ لَكُمْ ف۪ي رَسُولِ اللّٰهِ اُسْوَةٌ حَسَنَةٌ لِمَنْ كَانَ يَرْجُوا اللّٰهَ وَالْيَوْمَ الْاٰخِرَ وَذَكَرَ اللّٰهَ كَث۪يرًاۜ
“Allah’a ve ahiret gününe iman edip, Allah’ı çokça zikredenler için Allah’ın Rasulünde güzel bir örneklik vardır.” (Ahzab 21)
فَلَا وَرَبِّكَ لَا يُؤْمِنُونَ حَتّٰى يُحَكِّمُوكَ ف۪يمَا شَجَرَ بَيْنَهُمْۙ ثُمَّ لَا يَجِدُوا ف۪ٓي اَنْفُسِهِمْ حَرَجًا مِمَّا قَضَيْتَ وَيُسَلِّمُوا تَسْل۪يمًا
“Hayır! Rabbine ant olsun ki onlar aralarında çıkan anlaşmazlıklarda seni hakem kılıp sonra da senin verdiğin hükme içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın tam bir teslimiyet ile teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar!” (Nîsâ 65)
يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُٓوا اِنْ تَنْصُرُوا اللّٰهَ يَنْصُرْكُمْ وَيُثَبِّتْ اَقْدَامَكُمْ
“Ey iman edenler! Eğer siz Allah’a Dinine Nusret verirseniz Allah da size Nusret verir ve ayaklarınızı dini üzere sabit kılar.” (Muhammed 7)
وَلْتَكُنْ مِنْكُمْ اُمَّةٌ يَدْعُونَ اِلَى الْخَيْرِ وَيَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنْكَرِۜ وَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ
“Aranızda hayra (İslam’a) davet eden, marufu emredip münkerden nehyeden bir ümmet (siyasi bir Hizb) bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.” (Âli İmran 104)
وَمَنْ اَحْسَنُ قَوْلًا مِمَّنْ دَعَٓا اِلَى اللّٰهِ وَعَمِلَ صَالِحًا وَقَالَ اِنَّن۪ي مِنَ الْمُسْلِم۪ينَ
“Allah’a çağıran, iyi iş yapan ve “Ben Müslümanlardanım” diyenden kimin sözü daha güzeldir?” (Fussilet 33)
فَلِذٰلِكَ فَادْعُۚ وَاسْتَقِمْ كَمَٓا اُمِرْتَۚ وَلَا تَتَّبِعْ اَهْوَٓاءَهُمْۚ
“İşte bunun için (Allah’a) davet et ve emrolunduğun gibi dosdoğru ol…” (Şura 15)
Allahu Teala’nın bu uyarılarıyla hayrı insanlara taşımak, hayrı insanlara öğretmek, Rasul ve Nebilerin amellerindendir. Bundan dolayı amellerin en hayırlısıdır. Bu noktadaki en küçük bir gayret bile insanı çok üstün mertebelere taşımaktadır. Resulullah Aleyhi’s Salatu ve’s Selam İslam’ı tebliğ etti ve ümmetine nasihatte bulundu. Onları bu dünyada İslam’a davet etmekle üzerlerine şahit olduğu gibi, onları ve Allahu Teala’yı da davetine şahit kıldı. Allahu Teala’yı şahit kıldığına Veda Haccın’da söylediği şu sözleriyle müşahede ediyoruz:
“Dikkat edin size tebliğ ettim mi? Allah’ım şahit ol.” (Buhari, İbn-i Mace)
İslam davetini yüklenen Müslümanların önlerinde, küfür sistemlerinin savunucuları durmaktadır ve onlar her türlü zorluğu çıkarmaya hazırdırlar. Bu yüzden İslam davetini siyasi bir şekilde yüklenmek Müslümanların ölüm-kalım meselesi olmuştur. Başta Resulullah Aleyhi’s Salatu ve’s Selam olmak üzere bir çok Müslüman, çeşitli zorluk ve işkencelere maruz kaldılar ve bugün de bu olaylara şahit olmaktayız. Bunlardan bazılarını hatırlayacak olursak Mentib-ul Ezdi şöyle demiştir:
“Cahilliye devrinde peygamberi gördüm, şöyle diyordu. “Ey insanlar, La ilahe illallah deyiniz ki bahtiyar olasınız.” Davet ettiklerinden bir kısmı yüzüne tükürüyor, kimi üzerine toprak saçıyor, kimileri de sövüyordu. Nihayet gün yarı oldu. Karşıdan genç bir kız çıkageldi. Elinde su dolu büyük bir kadeh vardı. Allah resulü yüzünü ve ellerini yıkadıktan sonra şöyle buyurdu:
-Kızcağızım, babana suikast yapılacağından, zelil olacağından korkma. Ben: Bu kız kimdir? diye sordum.
– Allah Resulünün kızı Zeynep, dediler…” (Taberani,6/21)
Başka bir olayda ise; Urve (ra) anlatıyor:
“İbn-i el As’a sordum, Müşriklerin peygambere yaptıkları en ağır hakaret ne idi, bana bildir, dedim. Şöyle anlattı:
“Bir gün Resulullah efendimiz Kabe’de namaz kılarken Ukbe bin ebi Muayt çıkageldi. Elbisesini peygamberimizin boynuna doladı, var gücü ile boğmaya başladı. Derken Ebu Bekir geldi. Ukbe’nin omzundan yakalayıp geri çekti ve ona şu ayeti okudu:
وَقَالَ رَجُلٌ مُؤْمِنٌۗ مِنْ اٰلِ فِرْعَوْنَ يَكْتُمُ ا۪يمَانَهُٓ اَتَقْتُلُونَ رَجُلًا اَنْ يَقُولَ رَبِّيَ اللّٰهُ وَقَدْ جَٓاءَكُمْ بِالْبَيِّنَاتِ مِنْ رَبِّكُمْۜ وَاِنْ يَكُ كَاذِبًا فَعَلَيْهِ كَذِبُهُۚ وَاِنْ يَكُ صَادِقًا يُصِبْكُمْ بَعْضُ الَّذ۪ي يَعِدُكُمْۜ اِنَّ اللّٰهَ لَا يَهْد۪ي مَنْ هُوَ مُسْرِفٌ كَذَّابٌ
“Firavun ailesinden olup, imanını gizleyen bir mümin adam şöyle dedi: Siz bir adamı “Rabbim Allah’tır” diyor diye öldürecek misiniz? Halbuki o, size Rabbinizden apaçık mucizeler getirmiştir. Eğer o yalancı ise yalanı kendisinedir. Eğer doğru söylüyorsa sizi tehdit ettiğinin bir kısmı olsun gelip size çatar. Şüphesiz Allah, haddi aşan, yalancı kimseyi doğru yola eriştirmez.” (Mu’min 28)
Resulullah Sallallahu aleyhi Ve Sellem’in dışında, İslam davetini yüklenen sahabeler de ayni şekilde işkence ve kötü uygulamalara maruz kalmışlardır. Örnek olması acısından Hz. Ebu Bekir (ra)’ın şu olayına bakabiliriz: Aise (r.anha) anlatıyor:
“Bir gün Resul Aleyhi’s Salatu ve’s Selam’ın sahabeleri bir araya gelince (hepsi 38 kişi idiler) Ebu Bekir (ra) ortaya çıkma konusunda Allah Resulüne ısrarda bulundu. Peygamberimiz de kendisine:
– Biz sayıca azız, dedi. O ısrarını sürdürünce Resulullah ortaya çıktı. Müslümanlar mescidin muhtelif köşelerine dağıldı. Herkes kendi hısımlarının bulunduğu yere gitti. Ebu Bekir kalktı ve halka hitabede bulundu. Resulullah da oturuyordu. Bu hutbesi ile Ebu Bekir Allah ve Resulüne çağıran ilk hatip oldu. Müşrikler Ebu Bekir ile diğer Müslümanlara hücum ettiler. İslam erlerini feci bir şekilde dövdüler. Ebu Rabia, Ebu Bekir’e yaklaşarak yamalı sert ayakkabılarıyla onu dövmeye başladı. Sıçrayıp karnına çıktı. Öyle ki, babacığımın yüzü burnundan ayırt edilemez oldu. Teymoğulları geldiler ve müşrikleri Ebu Bekir’den uzaklaştırdılar. Bir elbise içinde taşıyarak evine götürdüler. Öleceğinden şüpheleri yoktu. Sonra Teymoğulları Mescid-i Haram’a girdiler ve:
– Ebu Bekir ölünce Rabia’yi muhakkak gebertiriz, dediler.
Davetin yatarak olmayacağını öğreten başka örnekler verecek olursak, buna bir misal Habbab ibn Eret yerinde olacaktır: Buharî’de geçen bir rivayette:
“Bir keresinde, uğradığımız saldırılardan ve çektiğimiz çileden yakınmak için Hz. Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem’e gittik. Kâbe’nin gölgesinde hırkasına dayanmış oturuyordu. Ona: Peki, artık bize Allah’tan yardım istemeyecek misin, bize dua etmeyecek misin? diye yakardık. Bize şu cevabı verdi:
Bakınız! Sizden önceki (dava sahiplerinden) birini alır götürür, bir çukur kazıp içine atarlar, sonra da bir bıçkı getirip kafasının üzerine koyarak onu ikiye ayırırlardı; ya da demir dişli taraklarla vücudu taranarak eti kemiği birbirinden soyarlardı. Bütün bunlar onu dininden döndürmezdi. Allah’a yemin ederim ki o, bu mücadeleyi başarıya ulaştıracaktır. Öyle ki bir yolcu, San’a’dan Hadramut’a tek başına gidecek – koyunun yanı başındaki kurttan bile endişe etmeyecek-, Allah’tan başka hiç kimseden korku duymayacaktır. Fakat siz çok acele ediyorsunuz.”
İşte hadiste de görüldüğü üzere Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem Sahabelerini geçmiş ümmetlerden misaller getirerek motive etmeye çalışıyor, motiveden de öte onlara aslında zaferin sırlarını anlatıyordu.
Formül çok basit; Allah’ın vadi olan zafer ve Cennet için çalışılacak, gerekirse uğrunda bedel ödenecek ve sabredilecek.
Rasulullah Aleyhi’s Salatu ve’s Selam ve beraberinde iman eden Sahabeler zafer beklentisi içerisindeydiler. Sabrettiler ve uğrunda bedel ödediler ve Allah kendilerine vaat ettiği zaferi nasip etti. Korku dolu günlerini güvene çeviren zaferi dünya gözüyle birçok Sahabe gördü. Çünkü o korku dolu günlerin geçeceğini vadeden Allah Azze ve Celle, müjdeleyen ise Resulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem’di.
Bakınız bedel ödemeye hazır olunca, murat edilen gaye uğrunda sabredilince Allah nasıl zaferler ihsan ediyor. Bunu bir Sahabenin rivayeti üzerinden okumaya çalışalım inşallah: “Adiy b. Hâtim anlatıyor:
Ben Peygamber’in şehrinde iken ona birisi gelip yokluktan yakındı, sonra bir başkası gelip yol kesme (haydutluk/sömürgecilikten) olayından yakındı. Bunun üzerine Hz. Peygamber bana dönerek sordu: Adiy, Hîre şehrini gördün mü? (Hîre, Irak’ta, Kûfe’ye üç mil mesafede eski bir şehirdir). Hakkında bilgiler aldım ama onu görmedim. Eğer ömrün uzun olursa, devesine binmiş bir kadın yolcunun, Allah’tan başka hiçbir kimseden korkusu olmaksızın Hîre’den kalkıp, Kâbe’yi tavaf etmek üzere yolculuk edeceğini kesin olarak göreceksin! Kendi kendime “Tay kabilesinin, ortalığı kasıp kavuran haydutları ne olacak” dedim… Hadisin devamında Peygamberimiz, İran hükümdarının hazinelerinin, Müslümanlar tarafından ele geçirileceğini, insanların verilen altını (zekât) kabul etmeyecek kadar zenginliğin artacağını haber vermekte, elde imkân varken insanları hayır işlemeye teşvik buyurmaktadır. Adiy: Ben Hîre’den yalnız başına yola çıkan bir kadının Allah’tan başka korkacağı bir şey olmaksızın gelip Kâbe’yi tavaf ettiğini ve İran hazinelerinin ele geçirildiğini gördüm, yaşayanlar diğerlerini de göreceklerdir.” diyor. (Buhârî)
Bir de günümüzdeki dava kardeşlerimizin karşılaştığı zulümlere bir bakalım. Günümüzde de aynı şekilde, İslam davetini bir dava olarak omuzlarına yüklenen ve onu insanlara ulaştırmak için çaba sarf eden dava erleri vardır. Buna bir misal olarak, Hizb-ut Tahrir üyesi bir gencin başından geçen olayı aktaralım:
29.04.1999 tarihinde, Özbekistan’da bir takım tutuklamalar oldu. Tutuklananlar, 10’a yakın Hizb-ut Tahrir gençleriydi. Ömer Aliyev Hasan Ertenovic bunlardan birisidir. Tutuklanan gençler, şehrin istihbarat binasına götürüldüler. Ömer Aliyev diğerlerinden ayrı olarak bir odaya kondu. Kendisine, arkadaşlarının işiteceği şekilde, gece saatlerine kadar işkence yapıldı. İşkenceci zebaniler odadan çıktıklarında çehreleri değişmişti. Diğer gençlerden, kendi kişilikleri hakkında yazılar yazmalarını istediler, sonrada Ömer Aliyev hariç ötekilerini serbest bıraktılar. Ertesi gün (Cuma) sabah saat 10’da, Mergelan hakim vekili ve Mergelan’da ki hayır cemiyetleri sorumlusu, o gencin ailesine gelip, oğullarının gece yapılan sorgulama esnasında öldüğünü haber verdiler. Ölüm sebebi olarak da, korku neticesinde geçirilen kalp krizi diye bildirdiler. Cenazenin Cuma’dan sonra saat 15:00’de hazır olacağını söyleyip, almalarını istediler. Cenazenin raporlarında şu ifadeler yer alıyordu: “Yemek borusunun, yiyecek girip tıkanması neticesinde ölmüştür.” Oysa ki, cenazenin yıkanması esnasında şiddetli işkence ve dayak izleri gayet açık bir şekilde görülmekteydi. Kafası şişmiş, ağzı açılmış, kaburga kemiği kırılmıştı. El ve ayaklarına vurulan zincirlerin izleri de belli oluyordu. Hükümet tabibi her ne kadar bu izleri çeşitli vesilelerle ortadan kaldırmaya çalışmışsa da tamamen yok edememişti.
Burada akla gelen bir soru var. Ömer Aliyev’in suçu ne idi? Bu genci tanıyan herkes biliyordu ki, o kimseyi öldürmedi, hırsızlık yapmadı, rüşvetçi olmadı. Peki ama, neden öldürüldü?
Onlar sadece ve sadece Allah’ın yüce dini İslam’a yardım etmek istediler. Çünkü biliyorlardı ki, ancak bu sayede Allah’ın yardımı kendilerine ulaşacaktı. Onlar biliyorlardı ki, ancak bu sayede ümmet zorba yöneticilerden, işkenceci zebanilerden ve aç kurtlar gibi kendilerini yemek için bekleyen kafirlerden korunacaklardı.
Sonuç olarak;
Madem ki Allahu Teala bizlere de korku dolu günlerin güvene dönüşeceğini vaat etti, Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem zalim diktatörlerin ardından adaletle yönetecek Râşidî Hilâfet’i müjdeliyor o halde yapılacak şey bellidir. Allahu Teala’nın bize ihsan edeceği nusretle müjdelenene kadar yahut (dünya gözüyle görmek nasip olmazsa) Cennet ehlinden olana kadar Allah’ın dinine ihsanla yardım etmektir. AllahuTeala Nur suresi 55. Ayette şöyle buyuruyor:
وَعَدَ اللّٰهُ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا مِنْكُمْ وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ لَيَسْتَخْلِفَنَّهُمْ فِي الْاَرْضِ كَمَا اسْتَخْلَفَ الَّذ۪ينَ مِنْ قَبْلِهِمْۖ وَلَيُمَكِّنَنَّ لَهُمْ د۪ينَهُمُ الَّذِي ارْتَضٰى لَهُمْ وَلَيُبَدِّلَنَّهُمْ مِنْ بَعْدِ خَوْفِهِمْ اَمْنًاۜ يَعْبُدُونَن۪ي لَا يُشْرِكُونَ ب۪ي شَيْـًٔاۜ وَمَنْ كَفَرَ بَعْدَ ذٰلِكَ فَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْفَاسِقُونَ
“Allah, sizlerden iman edip salih amel işleyenleri, kendilerinden öncekileri yeryüzünde Halife kıldığı gibi onları da yeryüzünde Halife kılacağını, onlar için seçtiği dinlerini yeryüzünde hâkim kılacağını, geçirdikleri bu korkularını güvene çevireceğini vadetti. Zira onlar yalnız Bana kulluk ederler ve hiçbir şeyi Bana ortak koşmazlar. Her kim de bundan sonra inkâr ederse işte onlar fasıkların ta kendileridir.”
Hadiste Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem bizleri şöyle müjdeliyor:
“Nübüvvet Allah’ın dilediğince aranızda kalacaktır. Allah onu kaldırmayı dilediği zaman kaldırır. Sonra nübüvvet yolu üzerinde bulunan Hilâfet olur. Allah’ın bulunmasını dilediği kadar kalır. Sonra ısırıcı melikler dönemi gelir. Allah’ın bulunmasını dilediği kadar bulunur. Allah kaldırmayı dilediği zaman onu kaldırır. Sonra zorba iktidarlar gelir. Allah’ın dilediği kadar kalırlar. Allah dilediği zaman onu da kaldırır. Sonra nübüvvet yolu üzere Hilâfet gelir. Sonra sustu.” (Ahmed, Müsned 17680)
Madem ki söz konusu vaadin sahibi Allahu Teala’dır, müjdenin sahibi Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem’dir. Öyleyse bize düşen bedel ödemeye hazır, hayra davet edenler, Allahu Teala’nın dinine yardım eden Müslümanlar olmaktır. Allahu Teala şöyle buyurdu:
وَقُلِ اعْمَلُوا فَسَيَرَى اللّٰهُ عَمَلَكُمْ وَرَسُولُهُ وَالْمُؤْمِنُونَۜ وَسَتُرَدُّونَ اِلٰى عَالِمِ الْغَيْبِ وَالشَّهَادَةِ فَيُنَبِّئُكُمْ بِمَا كُنْتُمْ تَعْمَلُونَۚ
“De ki, çalışın! Çalışmanızı Allah da Rasulü de Müminler de göreceklerdir. Sonra da görüleni ve görülmeyeni bilen Allah’a döndürüleceksiniz de O size yapmakta olduklarınızı haber verecektir.” (Tevbe 105)
Allahu Teala bizleri İslam dinine yardım eden Amelisalih kullarından eylesin ve en yakın bir zamanda nusretini bize ulaştırsın. (Amin)
وَاٰخِرُ دَعْوٰيهُمْ اَنِ الْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَم۪ينَ۟
Ve Âhiru Da’vâhum eni-l Hamdu Lillâhi Rabbi-l ’Âlemî
Ahmet İslam