İdeolojinin Tarifi:
İdeolojinin Yunancada idea (düşünce) ve logos (bilim) kelimelerinin birleşmelerinden meydana geldiği, siyasi veya toplumsal öğreti oluşturan bir hükûmetin, bir partinin, bir gurubun davranışlarına yön veren; politik, hukuki, bilimsel, felsefi, dini, estetik düşünceler bütünü anlamında son bir yüz yılda kavramlaştığı bilinen bir husustur. Doğru düşünmeye ulaşma bilimi olarak düşünüldüğü dönemin ardından ideoloji, siyasetle ve özellikle de iktidar ilişkileri bağlamında anlamlandırılmıştır. Yine de her şeye rağmen ideoloji ne olduğu veya ne olmadığı konusunda ortak ve belli bir tanım yapılmakta en çok zorlanılan kavramlardan biri olmuştur (Eagleto’nın belirttiği gibi). Şimdiye kadar hiç kimse tarafından ideolojinin tek ve yeterli bir tanımı yapılmamıştır. Söz konusu ideoloji dün olduğu gibi bugün de tarifinde sıkıntılar devam etmektedir. Kesin olmasa da varılan en son ideoloji tanımı için, bir toplumun sahip olduğu köklü toplumsal değerler, örf ve gelenekleri oluşturan zihniyetler de denebilir. Yâda kısa tarifinde olduğu gibi; kendisinden sistemin türediği akli bir akidedir.
İdeolojide esas; insan, hayat ve kâinat hakkında genel bir düşünüştür. İdeolojiye hayatta varlık ve uygulama imkânı vermesi açısından metot, ideoloji için gerekli bir unsurdur. Bütün fikirler bu temel üzere kurulur ve bütün hayat müşküllerinin çareleri ondan çıkarılır. Dolayısıyla ideoloji düşünce ve metottan ibarettir. Bu çerçeveye uyduğundan dolayıdır ki İslam bir ideolojidir. Bu açıdandır ki bir Müslümanın İslam’dan başkasını alması, tatbik etmesi ve ona davet etmesi haramdır.
“Ey iman edenler! Allah’a itaat edin. Resule ve sizden olan emir (yönetim) sahiplerine de itaat edin. Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz, onu Allah’a ve Resul’e götürün. Allah’a ve Ahiret’e iman ediyorsanız, bu hem hayırlı hem de netice bakımından daha iyidir.” (Nisa 59)
“Sana indirilene ve senden önce indirilene inandıklarını ileri sürenleri görmedin mi? Zira tagutla (Allah’ın şeriatı dışındaki hükümlerle) muhakeme olmak istiyorlar. Halbuki onu inkâr etmelle emrolunmuşlardı. Şeytan ise onları büsbütün saptırmak istiyor.” (Nisa 60)
“Onlara; Allah’ın indirdiğine ve Resul’e (yani İslâm Şeriatı’na) gelin, denildiği zaman münafıkların senden iyice uzaklaştıklarını görürsün.” (Nisa: 61).
“Her kim İslâm’dan başka bir din arzularsa, ararsa bu ondan asla kabul edilmez. Ahiret’te de o kimse hüsrana uğrayanlardan olur.” (Ali İmran: 85).
“(Ey Muhammed) senden önce de Resuller yalanlandı. Fakat yalanlandıklarına ve eziyetlerine bizden bir yardım (zafer) gelene kadar sabrettiler. Allah’ın sözlerinde (Sünnetinde) bir değişiklik olmaz. Şüphesiz Rasullerin (bu konudaki haberleri) sana gelmiştir.” (En’am:34)
Resul (sav) de şöyle buyurmuştur: “Kim, emrimizden olmayan bir iş yaparsa o reddolunur.” (Buhari).
Yabancıların gözüyle İslam:
Bernard levis’e göre İslam, basitçe bir imana veya ibadete indirgenemez. Hristiyanlıktan farklı olarak İslam, Müslümanların tüm hayatına damgasını vurur. Başka bir deyişle İslam, Müslümanların tüm hayatının sarıp sarmalar çünkü din Müslümanların kültürlerine özdeştir. İslam bir bölgenin adı da değildir. Zira o, bir dindir. Ama Müslümanlar için din, Hristiyanlar için veya orta çağlardaki Hristiyanlar için ifade ettiği anlama sahip değildir. Müslümanlar için İslam basitçe bir inanç veya ibadet sistemi değildir. Din tüm yaşamın karmaşık dokusu ile ilgilidir ve dinin akideleri medeni ve ceza kanunu ve hatta bizim anayasa addedeceğimiz ögeleri bile kapsamaktadır. İdeolojinin kaynağı olan İslam’ın tarifi ise şudur: İnsanın Rabbiyle, nefsiyle ve diğer insanlarla olan alakalarını tanzim eden ilahi bir dindir. Bu tarifteki insanın Rabbiyle olan alakaları, ibadetleridir; nefsiyle olan alakaları, yemesi-içmesi ve giyinmesidir; diğer insanlarla olan alakaları ise, teşri, muamelat ve ukubat denilen ve tüm işleri tanzim eden hayat nizamıdır.
İslam akidesini temsil eden Kur’an-ı Kerim, Muhammed (sav)’e yirmi üç yılda parça parça indi. Kur’an-ı Kerim çeşitli konularda bazen peş peşe, bazen de aralıklı olarak iniyordu. Kur’an-ı Kerim, Allahu Teâlâ’nın Kur’an’da da zikrettiği hikmete göre bir defada değil, olayların akışına göre inmiştir.
“O küfredenler dediler ki; Kur’an ona bir kerede topluca indirilmeli değil miydi? Hâlbuki biz onu senin kalbine iyice yerleştirmek için böylece azar azar indirir ve ağır ağır okuruz.” (Furkan: 32).
“Bir de Kur’an-ı insanlara ağır ağır okuman için bölüm bölüm ve gerektikçe indirdik.” (İsra: 106)
“Heva ve hevesini (kendi istek ve arzularını) kendisine ilâh edineni gördün mü? Sen mi onun vekili (veya savunucusu) olacaksın? Yoksa onların çoğunu (söz) işitiyorlar veya akıllarını kullanırlar mı sanıyorsun? Onlar ancak hayvanlar gibidirler, daha doğrusu onlar (gittikleri) yol bakımından daha şaşkındırlar (ve sapıktırlar).” (Furkan: 43-44).
“Sana indirilene ve senden önceki indirilene inandıklarını iddia edenleri gördün mü? Tağutla (küfür ahkâmıyla) muhakeme olunmak istiyorlar. Halbuki onu (tağutu) reddetmekle emrolundular. Şeytan ise, onları derin bir sapıklığa sürüklemek istiyor.” (Nisa: 60).
“Cahiliyye hükmünü mü (küfür sistemini mi) istiyorlar? Şüphesiz olarak inananlar için, Allah’ın hükmünden daha güzel hüküm var mıdır?” (Maide: 50).
Bir başka ifade ile olayların akışına göre gerektikçe, yavaş yavaş indirdik. Hem Resulün kalbine iyice yerleşmesi, hem insanlara Kur’an-ı yavaş yavaş okuması ve hem de olaylara göre, soru soranların sorularına cevap verilmesi için yirmi üç senede bölüm bölüm indirdik, demektir.
İdeolojinin Asıl Kaynağı Olan İslâm Akidesinin Özelliği:
Akide; insan, hayat ve kâinat hakkında, bunların öncesi ve bunların sonrası hakkında, bunlar ile öncesi arasındaki ve bunlar ile sonrası arasındaki münasebetler hakkında kapsamlı bir fikirdir. Bu, temel fikirdir. Çünkü, bütün fikirler kendisine tabi olan insanların hayat sürecinde yaşam şekline yön verir ve insanın hayata bakış açısını belirler. İnsan bütün olaylara onun penceresinden bakar. İslam insan, hayat ve kâinat hakkında bir fikir ortaya koymuş ve bu üç olguyu birbiri ile ilişkilendirmiştir. Bu ilişkilendirme öyle bir nizam ve inceliğe sahiptir ki, insan aklını ikna eder ve kalbini mutmain eder. İste İslam’ın tarifinde geçtiği gibi, Allah insanı başıboş bırakmamış bütün hayatını kontrol etmiştir. İnsanın Rabbiyle, nefsiyle ve diğer insanlarla olan alakalarını tanzim etmiş ve insanı kendi haline bırakmamıştır. Bu fikir kendisine hiçbir alternatif tanımamış olacak ki İslam akidesi fikri kaide olmuştur. Bu fikrin doğru olması ise bir alternatifinin olmadığıdır. Düşünebilen ve aydın bakışlı şahsiyetin bu fikrin dışına çıkabilmesinin tek sebebi, ancak inadı olabilir. Düşünen ve doğruyu kabul etmeye hazır olan insanın bu fikrin dışında bir dünya görüşünü, hayat tasvirini kabul etmesi imkânsızdır. Bu imkânsızlığın sebebi; İslâm akidesinin ortaya koyduğu fikrin reddedilebilir özellikte olmaması ve tek doğru fikri kaide oluşudur. Bu açıdan dünyaya baktığımızda ne kadar doğru olmasa bile Dünyada İslâm akidesi dışında başka akidelerin de olduğunu görmekteyiz. İşte bunlardan biri de kapitalizm akidesidir. İslam akidesinin özelliklerinden biri, siyasi ve ruhani oluşudur. İnsanın fıtratını iyi bilen yaratıcı tarafından belirlenmesi, bunun doğruluğunun kanıtıdır. İnsanın içgüdü ve uzvu ihtiyaçlarının nasıl karşılanması gerektiğini iyi bilen bir yaratıcı tarafından tanzim edildiğinin kanıtıdır. İşte bu akide insanların içtimai hayatla ilgili alakalarını tanzim etmiş ve insanı kendi haline bırakmamıştır. İslam basitçe bir imana veya inanca indirgenemez. Diğer dinlerden farklı olarak İslam, Müslümanların tüm hayatını sarıp sarmalar ve Müslümanların kültürlerini özdeştirir. Onun bir din olduğu her yönünle meydandadır. İslam dini hayatin her alanını kapsar yasalarıyla, kanunlarıyla hayatta yaşamı şekillendirir. Böylesi bir özelliğe sahip olan İslam akidesi gerçekten yok edilebilir mi? Bunda başarı oranı nedir? Bunların her biri de birbirinden önemli özelliklerinde biri olan hayatla ilgili siyasi yönü üzerinde durulması gerekir, yoksa ruhani akidevi oluşu üzerinde durarak değil. Çünkü; İslam akidesi hiçbir canlının inkâr edemeyeceği bir akidedir. İnkâr söz konusu olsa bile anca inattan dolay olur. His organlarını iyi kullanan biri için Allah’ı inkâr mümkün değildir. Şeytan da Allah’ı inkâr etmedi, bilakis sadece Hz. Adem’e itaati kabul etmedi. İslam’ın ilk yıllarında olduğu gibi müşriklerde Allah’ı inkâr etmediler, bilakis sadece Allah’ın hükmünü inkâr ettiler. İşte bugün de üzerinde durulması gereken şey; “Allah’ın hükmü mü, yoksa insanların hükmü mü geçerli olmalı?” sorusudur. Var olan çatışmalar dün ne ise, bugün de odur. Bugün Müslümanlara farz olan ve üzerinde durulması gereken şey; ateşin üzerindeki küle üfleyebilmek değildir. Yani İslam’ın özelliği olan ruhani yönünü değil, siyasi yönünü açığa çıkarabilmektir ve mücadele de bu yolda yapılması gerekmektedir. Bu demek değil ki, ruhani yönü olmasın. Çünkü asıl olan, ruhani yönüdür. Fakat bugün asıl problem, İslam davetinin maşayı tutanlara değil, maşalara yapılmasıdır. Yani kafirlere değil, sadece Müslümanlara yapılmasından dolayıdır -ki, onlarda zaten ruhani yönü vardır ve iman etmişlerdir-. Onun için Müslümanlara, asıl davanın, sadece İslam’ın hayata hâkim olması için çalışmak olduğu anlatılmalıdır. Bunun için de İslam’ın ruhani yönü değil, siyasi yönüne davet edilmesi gerekir. Vakası gereği toplumun İslam’la değişmesi, ancak bu yolla yani siyasetle (İslam ideolojisine davetle) mümkündür. Dolayısıyla bugün İslamın ruhani yönünü değil, siyasi yönünü ele almamız lazımdır. Aksi takdirde İslam’la Hristiyanlık arasında ne fark kalır ki?
Kâfirler Müslümanların hayat damarı olan İslam’ın metodunu ortadan kaldırmakla İslam nizamını yok ettiler. Hilafeti ortadan kaldırarak, ancak İslam’ı hayattan uzaklaştırmayı başarabildiler. Böylece İslam’ın hayattan bağının kesilmesi ve kapitalizmin hayat sahasında kendine yer bulması için bu engeli kaldırmış oldular. Hilafeti kaldıranların Halifeliğin konumuna bakış açıları, bu durumu açık bir şekilde gözler önüne sermektedir. 1 Mart 1924 Tarihli konuşmalarında şunları söylemişlerdir:
“İslam dinini, asırlardan beri alışıla geldiği şekilde, bir politika aracı konumundan uzaklaştırmak ve yüceltmek gereğini görüyoruz. Kutsal ve dini inançlarımızı, vicdani değerlerimizi, karanlık ve kararsız olan, her türlü çıkar ve ihtiraslara giriş sahnesi olan politikalar ve politikanın bütün kısımlarından bir an önce kesin bir biçimde kurtarmak milletin dünyevi ve uhrevi (ahiretle ilgili) mutluğunun emrettiği bir zorunluluktur. Ancak bu suretle İslam dininin yüksekliği belirir.” Bu tanım ise tamamen Hristiyan akidesine benzemektedir. Nitekim Hristiyan akidesine göre; Kayserin (yöneticinin) hakkını kaysere, Allah’ın hakkını da Allaha vermek gerekir. Yani din dünyaya değil, bilakis sadece ahirete karışması gerekmektedir. Onlar dini yalnız ruhani olarak ele alır. Dolayısıyla İslam da ideolojisinden ayrılırsa, sadece ruhani bir boyutta kalır. Yani kanadı koparılmış bir kuş misali olur. Bu sebeple gümümüz şeytanları kesinlikle ruhani yönü ile ilgilenmemektedirler. Ruhani yön ise ferdi bir mesele olduğu için, (isteyen inansın, isteyen inkâr etsin) ona kimse karışmaz. Çünkü asıl kavga, “sen mi, ben mi” değil, “senin mi, benim mi” kavgasıdır (İdeolojiler savaşıdır). “Benim dediğim mi olacaktır, yoksa senin dediğin mi olacaktır.” Yani hüküm kavgasıdır.
Demokrasi, dini hayattan ayırma akidesinden (inancından) fışkırdı. Bu akide üzerine kapitalizm ideolojisi kuruldu. Bu akide, gerçekte bir orta çözüm olarak çıktı. Krallar ve çarlar, din adamları halkı sömürmek, zulmetmek ve kanlarını emmek için dini bir vesile olarak kullanıyorlardı. Bunu gerçekleştirmek için, yeryüzünde kendilerinin Allah’ın vekilleri olduklarını iddia ediyorlardı. Din adamları bu hususta kendilerine boyun eğmiş insanları birer binek olarak kullanıyorlardı. İşte son iki asır içerisinde tüm dünya kültürlerini etkisi altına aldılar. Demokrasi de kültürel saldırının bir çeşididir. Daha doğrusu, kültürel saldırının bir parçasıdır. Kim bunu alırsa, batının kültürel saldırısına boyun eğmiş olur. Bu kültürel saldırıya karşı koymak için demokrasiyle savaşmak ve onun alınmasını reddetmek gerekir. Uygulanması için onu Müslümanlara dayatan, sömürgeci sıfatıyla Batıdır. Batı, sömürgecilik şeklini değiştirmek için düşünmeye başlayınca demokrasiye dayalı birer devletler kurmuştur. Bu nedenle kim bunu alırsa sömürgeciler için propaganda yapmış; onları, düzenlerini ve yerine tayin ettikleri yöneticileri desteklemiş olur. Oysa sömürgecilerle savaşmak için sömürgeciliği kökten söküp atmak gerekir. Bunun için de, batının varlığını yerleştiren nizam olan demokratik sistemle mücadele edilmelidir. Ama maalesef bugün Müslümanları da etkisi altına alan batı medeniyeti, temelinde insanın bizzat kendisi ve kısmen de doğa görüşü yatmaktadır. Yoksa kapitalist ideolojiden önce orta çağda egemen olan Sami dinlerin hepsinde var olan merkez, tanrının kendisiydi. Yani onlarda tanrı inancı vardı. Her şeyi yoktan var eden ve insanı imtiyazlı bir biçimde şekillendiren, bu sebeple ona itaati yükleyen tanrı ve onun karşısında, ona kulluk görevini üstlenen insan, aslında bütün semavi dinlerin ortak özellikleri arasındadır. İşte ortaçağ kültüründe bile akıl, dinin hizmetine verilmişti. Bu şekilde kapitalizm, tanrı merkezli olmadığı gibi tanrıya gönderme de yapmaz. Kısacası kapitalizmde tanrı tamamen olmasa da, hayat için sorun olmaktan çıkmıştır. Bunun nedeni de, dinin kalkınmada engel teşkil ettiği kanaatiydi. İste Demokrasi, Allah tarafından gelmeyip, insanların akıllarından çıkmıştır. Yani Vahye dayanmamaktadır. Allah’ın, Resullerine indirdiği herhangi bir dinle de asla herhangi bir ilgisi yoktur. İşte kapitalist ideoloji budur.
Demokrasi, gerçek manasıyla uygulanma kabiliyeti olmayan hayalî bir düşüncedir. Merkezinde tanrı görüşü olmayan mevcut dünya görüşlerin baskısına rağmen İslam varlığını devam ettirmiş ve etmeye de devam edecektir. Yazar Ernest Gellener’e göre bunun sebebi ise; İslam’ın her türlü yeniliğe karşı kendisini koruyan ve her defasında kendisini ön plâna koyan bir varlık olmasıdır. Bunun temelinde ise elbette ki tanrı (ilahi) merkezli oluşu yatmaktadır. İste bu nedenledir ki İslam, tarihsel süreç içerisindeki bütün çatışmalarda başarılı olmuştur. Haçlı ordularıyla İslam’a karşı başarı elde edemeyen batılılar, 1789 Fransız ihtilali sonrasındaki teknolojik gelişmeleriyle başarılı olmuşlardır. Bu tarihlere gelene kadar İslam, inişli-çıkışlı da olsa başarısını sürdürmüştür. 1789’dan itibaren dünyadaki gelişmelere ayak uyduramayan Müslüman ilim adamları ve âlimler, İslam’ın hadarat ve medeniyete bakışını iyi kavramada zorlandılar. Bu sebeple İslam’ın yönetim biçimi olan Hilafet Devleti hızlı bir inişe geçmiştir. Kısa bir zamanda (13 senede) Resul (sav)’in eliyle Medine’de kurulan İslam Devleti, daha sonraki Halifeler döneminde İslamî Hilafet Devleti olarak varlığını devam ettirmişti. Nitekim Hilafet Devleti geçen yüzyılın başlarında yok edilmesine kadar, geçen süre içerisinde her zaman dünyanın bir numaralı devleti, Rabbiyle güçlü, diniyle azametli, hükmüyle adil ve gittiği her yere hayrı ulaştıran bir yapıya sahipti. Bazı aksaklıklar olsa da, bu durum hep devam etmişti. Resul (sav)’in kurduğu ve raşid halifelerin devam ettirdiği Hilafet Devleti, uzun bir zaman dünyaya hükmetmişti. Asırların kendisini yıpratmasının yanında, bir de, sömürgeci bir yapıya sahip olan imparatorluk gibi bir vasfı kendisine yakıştıran kâfirlerin kavmiyetçilik/milliyetçilik kavramlarını Müslümanlar arasında yayması ve içerdeki kâfir yöneticiler yoluyla onun nizamını ortadan kaldırması sonucunda, İslam’ı temsil eden Hilafet Devleti yıkılmış oldu. Nihayetinde İslam 1923’de fiili olarak hayattan uzaklaştırıldı. Küfür sistemlerinin korunması için hilafet kaldırıldı. Bence haçlı zihniyetinin tarihindeki en büyük devrim, hilafetin kaldırılmasıdır. Bunun içindir ki hilafeti kaldıranlar, o ülkeye bayramlar bahşetmişlerdir -ki, hilafetten kurtulma bayramları her sene coşkuyla kutlanır-. Hilafetin merkezi olan ve şu an Türkiye Cumhuriyeti ismini taşıyan topraklarda olduğu gibi, hilafetten kurtulma bayramı adı altında olmasa da, Cumhuriyet bayramı adıyla bayramlar kutlanmaktadır. Oysaki düşman olarak gördükleri Hilafetin adı kullanılmadan, Cumhuriyet bayramı diye aslında hilafetin kaldırılması kutlanmaktadır. Zaten kaldırılmak istenen İslam akidesi değildi. Ona gücü yetmeyen kâfirler, İslam’ın hayattan uzaklaştırılması için çalıştılar. İslam’ın hayattan uzaklaşması demek, akidenin de korunmaması demektir -ki, bu da bir nebze olsun başarı sayılır-. İslam ideolojisi ise İslamın hayat damarıdır. Kâfirler o hayat damarını kestiler. Hem de Müslümanım diye kendisini tanıtan kimseler eliyle bunu yaptılar. Nitekim önce ümmet kavramını unutturdular. Ümmet kavramının tarifi ise Kur’an’daki sekliyle açık ve nettir. Şehadet getirip Allah’ın birliğini ve Hz. Muhammed (sav)’in Resul oluşunu kabul eden herkes, otomatik olarak İslam şemsiyesi altına girer ve ümmetin bir parçası olur. İbni Haldun’a göre bir devletin ve toplumun coşkusunun belirtileri olarak uyuşukluğun toplumda yaygınlaştığı, umutların çöktüğü, karamsarlığın giderek hâkim olduğu bir ortamda bazı kimseler galip tarafla işbirliğine girerek bireysel çıkarlar elde etmeye çalışırlar, bu doğrultuda seve seve köleliği bile benimserler. Hatta böylesi bir durumda o kimseler, köleliği kabul etmenin kendi çıkarlarına uygun olduğunu düşünürler ve bu nedenle de meşruiyeti dışarda ararlar. O kimseler köle olduklarında şayet bir yer, bir çıkar veya bir ün elde edebileceklerini düşünüyorlarsa, o zaman da başkalarının yönetimi altında kalmayı bile benimseyebilirler. Egemenliği altında bulundukları devletler onlar için birer kurtuluş yeri olarak görülür. Bu nedenle de kölelikten uzaklaşmak istemezler. İçinde bulundukları devletlerde seçkin durumlara gelerek üne, şana kavuşacaklarını umarlar. Hâlbuki bir toplum yenik düşüp başkasının egemenliğine girdiği zaman, o toplumun yok olması daha da hızlanır. İşte Müslümanların konumu da budur.
Evet, bugün Müslümanların bu bataklıktan çıkmaları gerekmektedir. İslam’ın tekrar hayat bulması için de mutlaka aslına döndürülmelidir. Müslümanlar zilletten kurtulmak istiyorsa, tekrar İslam’ın bir ideoloji olduğunu kabul etmeleri gerekmektedir. Kendilerine Rasul (sav)’i örnek almalıdırlar. Hilafetin tekrar ikâme edilmesi ise İslam akidesinden çıkan fikri kaideyle mümkündür. O da Rasul (sav)’in metodudur. Kurulması farz olan ikinci Raşidi Hilafet Devleti, Rasul (sav)’in kurduğu ilk İslam Devleti’nin kuruluş aşamasındaki Nebevî metodunu bilenler için kolay olmasa bile, yine de o devleti kurmak tüm zorluklara rağmen kolaydır. Çünkü öncesinde çizilmiş bir plân ve proje vardır. Buna göre çalışmak da Allah’ın yardımıyla kolaydır. Zor olan şey, kâfirlerden ziyade, Müslümanlara daveti götürebilmektir. Çünkü yukarıda geçtiği üzere, Müslümanlar üzerinde kültürel bir işgal söz konusudur. Nitekim Müslümanlar zihinsel ve fikirsel olarak işgal edilmişlerdir.
Evet, Müslümanlar fiziksel olarak hazırdırlar; ama zihinsel olarak hazır değillerdir. Rabbimizin yardımıyla bu zorluklar da aşılır ve bir zaman olur ki, her şey Medine olur (İnşaAllah).
İşte çalışanlar böylesi bir kurtuluş için çalışsınlar. (saffat 61)
Mehmet Yıldız