Hayrettin Karaman hoca Yeni Şafak’taki köşesinde 12 Ocak Perşembe günü “Devlet ve Rejim: Devlet Gemisi” başlıklı bir makale kaleme aldı. Söz konusu bu makalede ‘Darül İslam’ ve ‘Darül Küfür’ kavramlarına değinerek Türkiye’nin bu iki kavramdan hangisine uygun olduğunu sorguladı. Bir beldenin ‘Darül İslam’ mı yoksa ‘Darül Küfür’ mü olduğu konusunda âlimlerin farklı ictihatlar ortaya koyduklarını da iddia etti. Aynen şu ifadeleri kullanarak: “Bir kere İslam vatanı olmuş bir yerin tekrar “küfür ve harb ülkesi”ne dönüşmesi mümkün müdür ve mümkün ise bu hangi şartlarda olur? Bu konu tartışılmış, farklı içtihadlar ortaya çıkmıştır.”
Hoca’nın makalesine matuf olan asıl konu aslında ‘Darül İslam’ ve ‘Darül Küfür’ kavramlarının esası değil. Yani Darül İslam ne demek ‘Darül Küfür’ ne demek meselesi üzerinde durmamış Hoca, aksine bir belde İslam beldesi iken yani ‘Darül İslam’ iken küfür beldesine yani ‘Darül Küfür’e dönüşürse o belde Müslümanlarının yeniden bu beldeyi nasıl İslamlaştıracağı konusuna değinmiş. Yani aslında 90 küsur yıl önce rejim değişikliği yaşanarak ‘Darül Küfür’e dönüşen Türkiye’de, Müslümanlar bu laik rejime karşı nasıl tepki verecekler/vermeliler? Makalenin püf noktası burası… Tam da burada, devlet kavramını bir gemiye benzeterek benim anladığım tefsir ile Hoca şunu söylüyor: Devlet bir gemiye benzer; gemi, ‘vatan’ yani ‘toprağı’ ifade eder. İçindeki yolcular, ‘halk’ yani ‘ümmeti’ ifade eder. Geminin mülkiyetinin içindekilere ait olması, ‘bağımsızlığı’ ifade eder. Geminin kaptanının belirlediği rota ise ‘rejimi’ ifade eder. Hülasa Hoca diyor ki: eğer yolcular, kaptanın rotasını beğenmeyip ona müdahale ederek rotayı değiştirmeye kalkarlarsa gemiye zarar verebilirler, gemi batar. Bu sebeple de Devlet gemisi (insan, toprak ve istiklal) korunacak, rejim bunlara zarar verilmeden meşrulaştırılacaktır/meşrulaştırılmalıdır. Hem de Rasulullah Sallalahu Aleyhi ve Sellem‘in gemi benzetmesini de ihtiva eden bir hadisi, iddiasını kuvvetlendirmek için delil getirerek bunu yapıyor.
Önce biz ‘Darül İslam’ ve ‘Darül Küfür’ kavramlarını tarif edelim ki önümüzü görelim. Dârül İslâm: İslâmî otoritenin hâkim olduğu ve İslâm hükümlerinin tatbik edildiği, iç ve dış emniyetin de Müslümanların gücü ve otoritesi ile sağlandığı yerdir. Velev ki bu ülkede yaşayanların çoğu gayrimüslim olsa bile burası, Dârül İslâm’dır. Dârül Küfür ise; İslâmî otoritenin hâkim olmadığı, İslâm hükümlerinin tatbik edilmediği, eman ve emniyetin Müslümanlardan başka otoriteler tarafından sağlandığı yerdir. Velev ki bu beldenin halkının %90’ı Müslüman olsun. Bu tarifler üzerinde âlimlerin hiç bir ihtilafı yoktur. Hayrettin Karaman Hoca’nın “farklı ictihatlar var” dediği şey, bu kavramların esasi tarif ve mefhumları hakkında değildir. Ya ne hakkındadır? Bir belde fethedilip ‘Darül İslam’ olduktan sonra geri işgal edilirse ve daha sonra da ikinci kez bu belde fethedilip tekrar ‘Darül İslam’a dönüştürülürse bu belde halkının malına ganimet olarak mı bakılır yoksa malın sahiplerinde kalacak şekilde muhafaza mı edilir? İşte âlimlerin ihtilaf ettikleri konu bu… Ama Hayrettin Hoca, bu tali konuyu esasi konu gibi vermiş.
İkinci olarak şunu söyleyelim: Hayrettin Hoca’nın, devletin unsurları ve olmazsa olmazları olarak saydığı; vatan, millet ve bağımsızlık kavramları, devletin esasi unsurlarını teşkil etmemektedir. Devletin esasi unsuru, o devletin üzerine kurulu olduğu fikirdir. Yani Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin esasi unsuru, Laiklik fikridir. Çünkü devlet, Laiklik fikri üzerine kuruludur. Artık burada vatan, millet veya bağımsızlıktan bahsetmek anlamsızdır. Laik olan yani dinsiz olan bir devletin bağımsızlığından ne çıkar söyler misiniz? Kaldı ki Türkiye yönetim iradesi açısından Batı ve ABD’den ne kadar bağımsız?
Üçüncü olarak ise Hoca şunu söylüyor: velev ki geminin rotası yanlış olsa dahi, yani rejim, İslamî rejim olmasa dahi yolcuların hepsinin fitneye mahal vermemek için bu duruma rıza göstermeleri gerekir. Yani geminizi, devletinizi koruyun, diyor ve ekliyor: “Devlet gemisi içinde yer alan bütün siyasî ve ideolojik grupların gemiyi gözleri gibi korumaları, devletin toprak, insan ve istiklal unsurlarına bir zarar gelmemesi için işbirliği yapmaları din, akıl ve maslahat gereğidir.” Bunun tercümesi şudur: “Ey Türkiye’deki Müslümanlar Cumhuriyet rejimine, Laikliğe yani dinsizliğe razı olup rıza gösterin.”
Tarih boyunca âlimler hakkın hep gür sesi olmuşlardır. Sözü eğip bükmeden hak davanın sahiplerine öncülük etmişlerdir. Öyle ki âlimler bu halleriyle, risalet taşıyıcısı nebilerin varisleri olmayı hak etmişlerdir. Emri bi’l maruf ve nehyi an’il munker, âlimlerin en öncelikli işleri olmuştur. Bugün de böyle mi acaba? Buyurun siz karar verin!
Şimdi biz önü, arkası, sağı, solu net ve açık olan, bilinen bu meseleden çıkalım. Velev ki Hayrettin Karaman Hoca, bu konuda ihtilaf var, demiş olsun. Asıl meseleye gelelim: Hayrettin Karaman Hoca, böyle bir yazıyı niçin kaleme alır? Türkiye’de gerçekten bir rejim tartışması mı var ki bu makale kaleme alınıyor ve nasihatler yapılıyor?
Yeni anayasa yapım süreci ve Cumhuriyet’in müessis nizamının kalesi olan parlamenter sitemden Cumhurbaşkanlığı (Başkanlık) sitemine geçiş süreci, rejim tartışmalarını da beraberinde getirdi biliyorsunuz. CHP, tek bir ağızdan Ak Parti ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın başkanlık sitemine geçiş ile rejim değişikliğini hedeflediğini iddia ediyor. Aslında böyle bir endişesi yok CHP’nin ama bu söylem ve propaganda ile kendi tabanını canlı tutmaya çalışmış oluyor. Ayrıca da bir İngiliz sistemi olan Parlamenter modelin yıkılmaması için direniyorlar adeta. Bunu Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın şu sözlerinden daha iyi anlıyoruz: “Bu ülkede kim rejim tartışması açıyorsa biliniz ki bunların derdi rejim değil, başka bir şeydir. Türkiye’de böyle bir mesele olmadığını herkes gibi onlar da gayet iyi biliyor. Sadece toplumun bir kesiminde bu konuda var olan hassasiyeti istismar ederek asli görevlerindeki ihmallerinin, yani siyasi muhalefet eksikliğinin üzerini örtmeye çalışıyorlar.”
CHP’nin bu propagandasına karşın Ak Parti tarafında da rejim değiştirecekler iddiasını boşa çıkaran söylem ve açıklamalar ardı ardına geldi. Başbakan Binali Yıldırım tartışmaya ilişkin şöyle dedi: “Herkes anladı ama Sayın Kılıçdaroğlu bir türlü anlamak istemiyor. Sayın Kılıçdaroğlu, Kemal Bey, Türkiye’nin rejimi belli; Cumhuriyet. 1923’de bedel ödedik, İstiklal Harbi’ni kazandık, rejimimizi de değiştirdik, adını da Cumhuriyet koyduk. Ne değişikliği? Rejim değişikliği tarihte kalmıştır. 1923’de o mesele bitmiştir. Bizimki Cumhurbaşkanlığı sistemi… Sistemin adı Cumhurbaşkanlığı sistemidir.” İşte tam da böyle bir zamanda, İslam ile partiler ve siyasetçiler tarafından kandırılan Halk soruyor: Gerçekten de ey Ak Parti yöneticileri ve Erdoğan! Siz İslam’ı getirmeye çalışmıyor musunuz? Hedefiniz İslam değilse ney?
Bu açıklamadan sonra Başbakan’a sormak isterim: Anadolu, İstiklal Harbi’ni kime karşı kazandı? 1923’te Cumhuriyet için ödediğinizi söylediğiniz bedel nedir? Yani siz ne verdiniz ki buna karşılık Cumhuriyeti aldınız? Soruların cevaplarını da ben vereyim mi? Anadolu halkı İstiklal Harbi’ni yedi düvel kâfire karşı kazandı. Yeter ki din elden gitmesin, Şeriat-ı İlahîye hayattan kalkmasın diye akıtılan kanlar; ne Cumhuriyet, ne Demokrasi nede Laiklik yani dinsizlik için döküldü. İstiklal Harbi’ni kazanalar ile sizin bahsini ettiğiniz 1923’te rejimi değiştirenler, aynı kişiler değildir. İstiklal Harbi’ni kazananlar, İslam ve Hilafet’i kaldırıp rejimi değiştirenler tarafından istiklal Mahkemeleri’nde yargılanarak darağaçlarında sallandırıldılar.
Tekrar yukarı dönelim ve soralım: Hem Cumhurbaşkanı Erdoğan, hem Başbakan, hem de Ak Parti yöneticileri rejimin değişmeyeceği konusunda CHP’ye bu manada bir garanti veriyorsa daha Hayrettin Karaman bu makaleyi kimin için yazmış olabilir? El-cevap, Müslümanlar için… Çünkü Müslümanlar, dünden bugüne bu ve benzeri partilere hep İslam’ı getirecek umudu ile oy verip desteklediler. Şimdi bu liderler çıkıp sağlam birer ‘Cumhuriyetçi’ ve ‘rejim dostu’ kesilince, halka bu durumun hazmettirilmesi işini de hocalar ve âlimler üslenmiş oluyor. Zira Hayrettin Karaman, 12 Ocak’ta yazdığı bu yazıdan bir hafta sonra da dün başka bir yazı kaleme aldı. “Yeni Anayasa ve Demokrasi” başlığı ile kaleme aldığı bu makalede demokrasiye övgüler ve Osmanlı Hilafet’ine açıktan olmasa da sövgüler yapıyor.
Son olarak buradan, Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez’e bir çağrı yapıyorum ve diyorum ki: Sayın Mehmet Görmez, Allah rızası için Diyanet olarak Darül İslam ve Darül Küfür kavramlarına İslam nasıl bakıyor, selef âlimler nasıl bakıyor, bu konuda bir izahat ortaya koyunuz.