Home / News / HABER / YORUM-İKTİBAS / Röportaj: “Ümmetin suskunluğu Çin işkencesinden daha çok acı veriyor!”
Abdulehad Hafız

Röportaj: “Ümmetin suskunluğu Çin işkencesinden daha çok acı veriyor!”

Geçen yıl bu uygulamaya itiraz eden büyük âlim Abdülehad Mahsum 86 yaşında olmasına rağmen toplama kampına gönderilip orada şehit edildi. Abdülehad Mahsum’un yeğeni, öğrencisi adının ve davasının taşıyıcısı Abdulehad Hafız Dünya Bizim internet sitesine röportaj verdi ve şehit olan hocasını ve dünden bu güne Türkistan’da yaşanan zulmünü anlattı.

Kendinizi kısaca tanıtır mısınız?

1968 de Doğu Türkistan’ın Hoten ilinde doğdum. Sonra babamın Kağılık ilçesinden olması nedeniyle oraya taşındık ve ben orada büyüdüm. Ortaokula kadar normal okulda okudum. Aynı zamanda babam evde Kur’an ve dini eserler okutuyordu. Okulda Latin alfabesi okuyorduk, evde Arap harfiyle ve Uygur Türkçesinde yazılmış kitaplar okuyordum. Sonra resmi okulu bırakıp tamamen İslami ilimler okumaya koyuldum. Tabii dini eğitim tamamen gizli karanlık evlerde ahırların içine yapılmış gizli odalarda, kendisini Allah yoluna feda etmiş, her türlü tehlikeleri göze almış fedakâr âlimler eliyle yapılıyordu.

1980’den sonra hükümetin siyasetinde biraz yumşama oldu ve dış ülkelerde akrabası olanların akraba ziyaretine izin verilmeye başlandı. Bu durum Doğu Türkistanlı gençlerde büyük heyecan uyandırmıştı. Yurt dışında penceresi olan, güneşin aydınlığını görebilen odalarda oturup ders okuma isteği sarmıştı. Ben de aynı arzuyla tutuşuyordum. Türkiye’de akrabalarımız vardı, onlar davet ederlese pasaport alabilir ve akraba ziyareti için yurt dışına çıkabilirdik. Ancak yol masrafına yetecek paramız yoktu. Babam annem benim dışarıda okuma isteğime dayanamadılar, evimizi satıp yol masrafı yapmaya karar verdik. Türkiye’deki akrabalarımıza mektup yazdık, onlar davetiye gönderdi. Pasaport almak için uğraştık, pasaport alma işi üç sene sürdü.

1984 de pasaportumuz çıktı ancak babamın ömrü yetmedi, ahirete göçtü. Dolaysıyla 1985 Haziran ayında evimizi satıp yol masrafı yapıp yola çıktık, Ağustos’un ortalarında İstanbul’a geldik. İstanbul’da camileri ve minarelerini görünce çok sevinmiş çok mutlu olmuştum. Çünkü bu camileri rüyalarımda görüyordum. Benim amacım okumaktı.

Okuyamadım, ama merhum Muhammed Emin Buğra’nın kızı ve damadı Buğra’nın el yazma Doğu Türkistan Tarihi’ni daktilo ile yazıp neşretmek için çalışıyordu. Ben de o kitabın tashih ve sayfalarının düzenlenmesi ve eski eseri şu anki okuyucuların anlayacağı şekle getirme işlerini yaptım.

1986 da annemle beraber hacca gittik, hac esnasında bir kaç genç ile buluşup Mekke’de bulunan Doğu Türkistanlı büyüklerle görüştük, okumak istediğimizi söyleyip yardım talebinde bulunduk. Onların yardımıyla Mısır’a gittik, El-Ezher Üniversitesi Yabancı Öğrenciler Enistitüsüne kabul edildik, dört senelik okulu üç senede bitirip, Usuliddin Fakültesi Akide bölümüne girdim, 1993 de fakülteden mezun oldum.

Amacım okulu bitirip Türkistan’a dönüp halkımın çocuklarına dini öğretmekti. Ama dönmek nasip olmadı. Dolaysıyla gurbette hayatımı sürdürmek zorunda kaldım. Türkiye’deki akrabalarımın yardımıyla 2003’te Türk vatandaşlığını aldım hamdolsun.     

1985 yılında 17 yaşında bir genç olarak Türkistan’dan ayrıldınız bir daha da geri dönemediniz. Çocukluk ve ilk gençlik döneminiz Türkistan’da geçmiş. O dönemdeki Türkistan’ın durumunu anlatır mısınız?

Benim doğduğum yıllar Doğu Türkistan’da yapılan Kültür Devrimi katliamının etkilerinin sürdüğü yıllarmış. Halk açlık ve sefalet içerisinde yaşıyormuş. Babam biz açlığa bir şekilde dayanırdık sadece seni doyuracak bir şey bulamadığımız günler olurdu, demişti. Biraz büyüyüp çevremde olan şeyleri anlayabilecek hale geldiğimde herkes korku içerisinde yaşıyordu. Babam annem sabah namazı vaktinde toplantıya giderdi, saat 7’de gelir kahvaltı yapar yine 8’de iş başı yaparlardı, öğlen bir saat yemek molası yine işe başlar akşam saatlerine kadar çalışır, işten sonra yine toplantı, saat 10’a kadar toplantıda olur, sonra gelirlerdi. Bu durum şehir köy her yerde aynı idi. Köy halkını kışın tarla işi olmayınca dağlara çöllere götürür nehir kazdırırlardı. İnsanlar açlıktan soğuktan ölürlerdi. Her şey norma/karne ile idi. Yani yetişkin bir erkek için bir ayda 15 kilo mısır unu, bir yarım kilo buğday unu, yarım kilo sıvı yağ, yarım kilo et, küçük çocuğu olana 400 gram şeker, bir yılda 8 metre kumaş, 4 kilo pamuk verirlerdi. Bunların hepsi için yılbaşında bilet verirlerdi, onun dışında bir şey alıp satmak suçtu. Eğitim tamamen komünizm ideolojisi ve dinsizlik üzerine oluyordu.

Doğu Türkistan’da çok büyük âlimler yetişmiş, orda güçlü bir ilim geleneği var. Sizce bunun sırrı, sebebi nedir?

Bunun sırrı Doğu Türkistan halkının ilim düşkünü olmasıdır. Zira dünyada ilk kâğıt üretmeyi, ilk matbaayı Doğu Türkistanlılar icat etmiştir. Doğu Türkistan hicri üçüncü yüzyılda İslamiyeti kabul etmiş ve dünyada ilk Türk İslam devletinin kurulduğu bölge. İslamiyetten önce de ilim kültür gelişmiş bölgedir. Hatta Türklerden ilk şehir hayatına geçenlerin Uygurlar olduğu tarih kitaplarında vardır. Karahanlar devleti İslam’ı kabul edip İslam devletine dönüştüğü günden itibaren ilme önem vermiş, medreseler kütüphaneler kurmuş, diğer ülkelerden öğrenciler gelip Türkistan ulemâsından ders almaya başlamıştır. Örneğin Kaşgarlı Mahmut ilk kamus olan “Divan-i Lugatü’t Türk” adlı eserini Araplara Türkçe’yi öğretmek için yazmıştır. Kur’an-ı Kerim dünyada ilk kez Uygurcaya tercüme edilmiştir. Kaşgar’da Uygur âlimlerin çevirdiği o tercüme halen topkapı müzesinde saklıdır. Ondan başka tefsir, hadis, nahiv, sarf, belağat, mantık, felsefe ve diğer fen bilimlerinde büyük âlimler yetişmiş ve İslam medeniytine büyük katkı sağlamıştır. Şu anda da yaşayan birçok âlim var.

Size bu konuda ilginç bir şey anlatayım. Biliyorsunuz komünist Çin 1949’da Doğu Türkistan’ı işgal ettikten sonra medreseleri, camileri yıktı. Kur’an kitaplarını yaktı, âlimleri ya öldürdü ya hapse attı, dini eğitimi tamamen yasakladı. Ama bizim halkımız okumaktan vaz geçmedi. Yerin üzerinde okumak mümkün olmazsa yerin altında okudu, şehirlerde imkân bulamazlarsa ücra köylerde okudu, gündüz olmazsa geceleyin okudu. Çin ne yaparsa yapsın, ne kadar cezalandırsa cezalandırsın bizimkiler bir yolunu buldu, okumayı sürdürdü.

1980 sonrası Çin’in genelinde biraz yumuşamalar, ekonomide iyileşmeler oldu, bu durum az da olsa bizim yurdumuza da yansıdı. Durumdan istifade eden halk hemen çocukları evlerde okutmaya başladılar. İki odalı evi olan bir aile bir odasını öğrencilere veriyordu. Üstatlar geceleyin öğrencilerin olduğu evlere gelip ders verip gidiyor, öğrenciler gündüz dışarıya çıkmadan ders çalışıyordu. Sonra hükümet evlere baskın düzenlemeye, öğrenci bulunan ev sahiplerini, öğrencileri, ailelerini ve üstatları hapse atmaya, hatta öğrenci bulunan evleri içindekilerin üzerine yıkmaya başladı. Sonra ne oldu derseniz? Evlerde okumak ve okutmak mümkün olmayınca, 20-30 genç birleşip bir otobüs kiralayıp üstadı da alıp Hoten’den Urumçe’ye gidiyor, yol boyunca otobüste ders yapıyor, yolda polis durdurursa ellerindeki kitapları hemen bir yere gizliyor ve yolcuyuz, Urumçe’ye ya Hoten’e ya da Kaşgar’a gidiyoruz diyorlar, bu şekilde yolda eğitimini sürdürüyorlardı. Bunlar bir örnek. Bunlar gibi insanın aklına gelmeyen yöntemler ile eğitimlerini sürdürdüler. Şimdi artık ne yerin üstünde ne altında ne yolda ne evde nefes aldırmıyorlar. Ben başka yerde böyle ilim düşkünü böyle fedakâr insanlar var mı? Bilmiyorum.  

1985 yılında Türkiye’ye geldiniz bir yıl sonra hacca, sonra da Mısır’a gittiniz. Neden Mısır diye sorsam.

Endülüs Müslümanların elinden çıktıktan sonra İslami ilimlerin ana merkezi Mısır olmuştur, özellikle El-Ezher Üniversitesi ehlisünnet ilminin dört mezhep fıkhının birlikte öğretildiği büyük bir yer. Doğu Türkistan’dan Müslümanlar çok eskiden Mısıra gelmişler orada okumuş ve orada kalmış hatta cami bile yaptırmış, Kahire’de Hoten Mescidi var. Allah’ın Lütfü ile bize de El-Ezher’de okumak nasip oldu.  

Mısır günleriniz nasıl geçti?

Mısır’daki günlerim özleyecek kadar güzel geçmişti. Dört sene arkadaşlarla ev kiralayıp orada kaldım, üç sene Ezher’in yurdunda kaldım. Ben oradayken hem okuyor, hem okutuyor hem de yazıyordum. Oradaki insanlar çok cana yakın insanlardır. Kavgacı değildir. Hele bir yabancı ile bir Mısır’lı tartışacak olursa çevredekiler hemen gelirler sorunu çözerler.   

Mısır’da Doğu Türkistan davası ile ilgili bir şeyler yapma imkânı var mıydı?

Orada Türkiye’de olduğu gibi faaliyet yapma imkânı yoktu. Çünkü Mısır yönetimi buna izin vermiyordu. Ben orada hem okuyor, hem okutuyor hem yazıyor ve tercüme yapıyordum. İslam Terbiyesi adlı ilk kitabımı orada yazmış, Mısır’lı meşhur yazar Necip el-Kilânî’nin Türkistan Geceleri adlı eserini Arapça’dan Uygurca’ya tercüme etmiştim.

Bildiğim kadarıyla Kazakistan’da öğretmenlik yaptınız. O yılları ve orada yaptıklarınızı anlatır mısınız?

Ben Kazakistan’a 1994’te gittim. Orada bir milyondan fazla Uygur yaşıyor. Oradaki insanların hayat tarzı bizim Doğu Türkistan’daki hayat tarzına benziyor. 1999’a kadar orada kaldım. 1996’da evlendim. Ben orada çocukları okutuyor, camilerde büyüklere vaz ediyor ve tercüme etme işlerini sürdürüyordum.  

2018 yılında şehit olan büyük âlim Abdulehad Mahsum ile ilgili anılarınız var mı? O sizin hem hocanız hem de akrabanızdı.

Abdulahad Mahsum, büyük âlim kendisini İslamı öğretmeye adamış çok fedakâr bir zat idi. Hayatının büyük bölümü hapishanelerde geçti. 18 yıllık hapis cezası bittiğinde evine dönmek üzereyken köy idaresi hapishaneye, kendisini istemiyoruz, diye yazı gönderiyor. Dolaysıyla cezasının bitmesine rağmen hapisten çıkarmıyorlar. Hapisten kurtulduktan sonra dinini gizli öğretme hizmetini sürdürdü. Ben küçükken bizim eve ara sıra gelirdi. Ben 1980’de bizzat kendisinden ders almaya başladım. Ben akrabası olduğum için kendi evinde kalıyordum. Bir kere de annesi Bibi Meryem Hanım benim ders çalıştığımı görünce: “Bu çok ders çalışıyor, sonra âlim olup çıkarsa iki Abdulahad bir yere sığmassasınız ne olacak?” dedi şaka yaparak. Mahsum da Allah’ın arzı geniş, başka başka yerlerde yaşarız, demişti. O sözü her halde dua olarak kabul olmuş 1985’te ayrıldığımızdan beri ayrı ayrı yerde yaşadık, görüşmek nasip olmadı.

Mahsum, 1983’te Türkiye’ye akraba ziyaretine gelmişti, bir yıla yakın kaldı, akrabalarının burada kalın ısrarına rağmen “Ben burada sadece kendim için yaşıyormuşum, oysa Türkistan’da milletim ilme muhtaç, onlara ilim öğretmeliyim” diye geri döndü. Mahsum, gördüğü sayısız işkencelere rağmen yılmadı, ders vermeyi durdurmadı, en son hapisten çıktığında 80 yaşın üzerinde ve hastaydı. Yine de yatarak ders öğretmeye devam etti. Ziyaretçileri ona acıyarak: “Yaşlandınız, sağlığınız da el vermiyor, artık ders öğretmeyi durdursanız” dediğinde verdiği cevap: “Ben dinime layıkıyla hizmet edemedim, gözümün gördüğü, dilimin döndüğü sürece ne olursa olsum ders öğretmeye devam etmeliyim” olmuştur. En son Çin’in her eve bir Çinli yerleştirme siyaseti uyarınca getirilen Çinliyi “Ben kâfiri kardeşim diye evime almam, isterseniz beni öldürün” diyerek reddetmesi sonucu, çok yaşlı ve hasta olmasına rağmen toplama kampına gönderildi ve orada şehit edildi. Babası da büyük âlim olup Mahsum 4 yaşındayken Çinliler tarafından şehit edilmiştir.   

Hocanız Abdulehad Mahsum’un dayısı Mehmet Emin Buğra ile ilgili bildiğiniz özel anekdotlar var mı?

Mehmet Emin Buğra büyük âlim, şair, tarihçi ve mücahittir. O küçük yaşında ilim tahsil etmiş ve Hoten ilinin Karakaş ilçesinde büyük medresenin üstadı olmuş, öğrencilerine bir taraftan ders verirken bir taraftan onları cihada hazırlamıştır. 1931’de medreseden cihadı başlattı, bir günde Karakaş’ı fethetti, hemen Hoten’e yürüdü ve bir aydan az bir sürede Hoten ilini fethetti ve orada “Hükümet-i İslamiye Hoten” adıyla bir bağımsız hükümet tesis etti, kendisi Genelkurmay Başkanı oldu, iki kardeşi Abdullah ve Nur Ahmed birer komutan oldular. Böylece düzenli bir hükümet ve ordu halinde cihadını devam ettirdi. 1933 de Doğu Türkistan İslam Cumhuriyeti kuruldu. 1949’da Çin komünistleri Doğu Türkistan’ı işgal edince Hindistan’a sığındı oradan Türkiye’ye geldi ve son nefesine kadar mücadelesini sürdürdü, 1965’te Hakkın rahmetine kavuştu. Mezarı Ankara’dadır.

İslam dünyasının Doğu Türkistan diye bir derdi var mı? Ümmet orada olup bitenlerden haberdar mı?

Maalesef, İslam ümmeti Doğu Türkistan’a gözünü kapatmış, orada olup bitenleri umursamıyor. Hele bazı İslam ülkelerinin Çin’in Doğu Türkistan müslümanlarına yapmakta olduğu akıl almaz zulümlerini açıkça teyit etmesi bizi kahrediyor. Ümmetin suskunluğu Çin işkencesinden daha çok acı veriyor.  

Türkiye’den ve diğer halkı Müslüman olan ülkelerden beklentileriniz nelerdir?

Doğu Türkistan’da uygulanan insanlık dışı zulümleri uluslararası platformlarda gündeme getirmesini, dini ve milli açıdan olmasa da insanlık açısından Çin’in insan hakları ihlallerini kınamalarını, zulmün durdurulması ve işkence yuvası olan sözde eğitim kampı dedikleri hapishanelerdeki insanların serbest bırakılması için çaba göstermesini istiyoruz.

Bir gün ata yurdunuza dönmeyi istiyor musunuz?

İstemez olur muyum? Çok istiyorum. Rabbim bir gün lütfeder inşaallah. Biz Uygur Müslümanları hiç bir zaman haklı davamızda yılgınlığa düşmedik. Gurbetteki tüm Uygurlar bir gün onurlarıyla ülkelerine gitmenin hayali ile yaşarlar. Zülüm ile âbâd olunmaz. Çin zulümde haddini aştı.

Şu an memleketinize gitmenize bir mani var mı?

Var, Doğu Türkistan’a gidebilmek için Çin Konsolosundan vize almak lazım. Bunun için oradaki akrabalardan davetiye gelmesi lazım. Bu şimdilik imkânsız bir şey.

Türkistan’daki akrabalarınızla haberleşebiliyor musunuz?

Oradaki akrabalarla üç senedir hiçbir şekilde haberleşemiyorum, onlar sağ mı? Evde mi? Hapiste mi? hiçbir şey bilmiyorum. Kur’an-i Kerim’de yurdundan sürgün edilmeyi ölümle eş değer tutuyor. Gerçekten öyleymiş. Ölüler ile iletişim kuramayız, biz de şu anda birbirimize karşı ölüyüz. Onlar bizden haber alamıyor, biz onlardan haber alamıyoruz. 

Son günlerde Çin zulmünün daha üst seviyelere çıktığını duyuyoruz, okuyoruz şu an orada son durum nedir?

İslam ülkeleri gözünü kapatıp susunca Çin daha da güç alıyor, işkencelerini artırıyor. Oradaki zulüm ve işkencileri anlatmaya yürek dayanmıyor. Doğu Türkistan’da insanlık suçu işleniyor. Çin oradaki Uygur, Kazak, Özbek Türk toplumunu tamamen yok etmek istiyor. Onun için büyük küçük demeden işkence ile kimliğini değiştirmeye çalışıyor. Bütün dünyanın gözü önünde bir millet yok olma tehlikesiyle karşı karşıya.

Kıymetli vaktinizi ayırdığınız için teşekkür ederim.

Asıl ben size teşekkür ederim. Doğu Türkistan’daki acı durumu gündemde tutmaya çalıştığınız için ayrıca teşekkür ederim. Allah razı olsun. Allah bu hizmetinizi sâlih amel olarak kaydetsin. Allah sağlık ve afiyette daim eylesin.

Kaynak: İsmail Demirbaş, Dünya Bizim

Ayrıca...

Kar: Ruhani değil siyasi halifelik

Yıllardır halifeliği savunan Hizbu’t Tahrir’in Türkiye Medya Sorumlusu Mahmut Kar, Hilafetin ruhani değil siyasi olarak …

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir