“Arap Baharı” Müslümanlar, batılılar ve hain idareciler üçgeninde donuklaşmış, tek cepheli dünya siyasetine büyük etkiler yapmıştır. Sömürgeciler arasında süren dolaylı çatışmaların getirdiği ağır bedel ödemeler karşısında İslam beldelerinde batılıların beklemedikleri olaylar yaşanmaya başlamıştır. Atadıkları hain, kukla yöneticilere sırtlarını dayayan sömürgeciler kendilerini güvencede sandıkları bir dönemde Müslümanların hassasiyetlerini görememişlerdi. Sömürgeci ve hain liderlerin oyununu bozan Müslümanlar “Arap Baharı” olarak ta adlandırılan bir çıkışla hem sömürgecileri hem de onların kuklalarının uykularını kaçıran bir hamle yaptılar. Onuncu yılını dolduran bu süreçte batı/sömürgeciler ve onların yerli uzantıları olan hain liderler hala “Arap Baharı” tesirinden kurtulabilmiş değillerdir. Dönem dönem bastırsalar da, çeşitli şekillerde ayaklanmalarının yönünü değiştirmeye çalışsalar da artık eskisi gibi rahat değillerdir. Gelin Müslümanların suskunluklarının kırıldığı olaylara şöyle bir göz atalım.
“Arap Baharı” diye isimlendirilen devrimin ilk kıvılcımı 17 Aralık 2010 tarihinde Tunus’ta üniversiteli seyyar satıcılık yapan Muhammed Buazizi’nin kendisini yakmasıyla başlamış, ertesi gün yani 18 Aralık’ta Tunus’ta büyük bir protesto ile halk sokağa dökülmüştü. Buazizi’nin giriştiği eylemle beraber Arap dünyası bir anda değişti ve taşlar yerinden oynamaya başladı.
Tunus’un akabinde Mısır, Libya, Suriye, Bahreyn, Cezayir, Ürdün ve Yemen’de büyük çapta, Suudi Arabistan, Umman, Irak, Lübnan ve Fas’ta küçük çapta olmak üzere tüm Arap Dünyasında baş gösteren devrim düşüncesi mitingler, protestolar, halk ayaklanmaları ve silahlı çatışmalar şeklinde kendini göstermişti. Ancak kısa süre içerisinde yerel ve uluslararası aktörlerin devreye girmesiyle halkın bu haklı sesi çarpıtılarak bastırılmaya çalışıldı. Başta ABD olmak üzere Rusya ve Batılı devletler statükoyu korumaya çalışmaları, bölge halklarının büyük felaketler yaşamasına sebep oldu. Bu süreçle birlikte, artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağının sinyalleri de verilmiş oldu. Batı’nın müdahalesiyle diğer bölgelerde estetik değişim sağlanırken, Suriye’ye sıçramasını asla istemedikleri değişim rüzgârlarının oraya da uğraması üzerine Batı ve bölge devletlerini bir telaş almıştır. Özellikle Suriye’deki ayaklanma dış güçlerden destek almaksızın halkın İslami duygularıyla ve “Köklü bir Değişim” hedefiyle başlamıştı.
Hatırlarsanız Suriye’deki devrim ateşi 2011 yılının Mart ayında 15-16 yaşlarındaki çocukların duvarlara “Halk, rejimi devirmek istiyor” yazısını yazmaları ile birlikte bu çocuklar gözaltına alınarak ağır işkencelere maruz kalmalarıyla ateşlenmişti. Bunun akabinde çocukların aileleri başta olmak üzere halk sokağa dökülmüş rejimin bu ağır uygulamalarını protesto etmişti. Ancak Beşşar’ın ordusu halkın masum gösteriler düzenlemesine karşı sert bir şekilde tepki göstermiş ve üzerlerine ateş açması neticesinde çok masum insan hayatını kaybetmişti.
Rejimin masumane gösterilere karşı böylesi orantısız karşılık vermesi üzerine protestolar Dera, Humus, Hama ve İdlip’de peş peşe dalga gibi yayılmaya başladı. Akabinde güvenlik güçlerinin silahlı saldırı ve katliamlar halkın kıyamını artık silahlı bir direnişe dönüştürdü. O dönemde muhalif gruplar ellerindeki basit silahlarla adeta tarih yazıyor, rejim kuvvetlerini dağıtıyor ve bu sayede rejim güçlerinin terk etmek zorunda kaldığı ağır silahlara da el koyuyordu. Bu sayede ciddi ölçüde silah ve mühimmat ele geçirildi.
Yaşanan bu durum elbette dünyayı yerinden oynattı. Tüm batılı güçlerin gözü bu coğrafyaya ciddi bir bakışla çevrilmiş oldu. Nasıl olmasın ki; orada yükselecek bir Hilafet sancağı onların sonlarını getirecek olan tek güçtür. Hilafetin kurulması onların sömürü çarkının durması anlamına geliyordu. Aynı zamanda kendilerinin artık liderlikten -geçmişte olduğu gibi- köleliğe mahkûm olacakları, Hilafetin önünde diz çökecekleri anlamına da geliyordu. Bu durumu çok iyi bilen başta Amerika ve batılı güçler hiç vakit kaybetmeden olağanüstü teyakkuza geçerek, durum değerlendirmesi yapmak suretiyle yapılacak olan hamleleri, planları ortaya koydular. Çok geçmeden ilk hamlelerini yaparak yapılan devrimi desteklediklerini, halkın yanında olduklarının açıklamasını yaptılar. Bu açıklama elbette bir tuzaktı. Siyasi basiretten yoksun grup liderleri bu tuzağa düştüler. Hâlbuki halk bu devrimin arkasında sadece Allah’tan başka yardımcımız yok”, “Zafer Allah’tandır” diyerek Cuma namazları sonrası sloganlarla bu devrime destek veriyordu. Ancak bu gruplar aldıkları o zehirlerle beyinleri dağıldı. Batılılardan aldıkları destekle beraber bozulan beyinler Şam’a doğru ilerlemesi gereken hamleleri yapması gerekirken birbirlerine karşı düşman olmaya başladılar. Birlik bozulmuş aralarına atılan fitne tohumları filizlenip yer bulmuştu. Böylelikle alınan beldeler ve bölgeler yavaş yavaş ellerinden çıkmasına neden oldu. Başta İşid meselesinde olduğu gibi; İşid’in Kürtlerin Kobani gibi bölgelerde mücadele etmesinin ardından devrim içerisindeki Kürtler -bu bölgedeki Kürtlere yardım etmek adına- o bölgeye gelmeleri o bölgelerde PYD güç bulması artık gruplar arasındaki mesafeler ve ayrılıklar artık uçurumlara dönüştü. Bu sayede devrim için hareket eden kuvvetler erimiş ve dağılmış oldu. Rusya’nın havadan ağır bombardımanı büyük kayıpların yaşanmasına neden olurken karadan da Lübnan milisleri ve İran ordularının müdahalesi işin gidişatının değişmesinde büyük rol oynadı. Astana, Riyad, İstanbul ve Soçi zirveleri işin siyasi uluslararası arenada resmiyet kazanması ve bölgedeki yetki ve sorumlulukların belirlenmesiyle birlikte aktörlere rollerinin anlatılması ve öğretilmesi açısından önem arz etmekteydi.
Suriye’deki ayaklanmanın başlarında Beşşar’ın gitmesini istemeyen Batı, Türkiye üzerinden kendisine reform yap mesajlar gönderiyordu. Nitekim Beşşar Esed’in katıldığı ve İstanbul’da Mart 2011 tarihinde “değişim liderleri zirvesi” adlı konferans bunun için düzenlenmişti.
Yaşanan gelişmelere bakıldığında Batı ve bölge devletleri, Suriye’deki katliamı durdurmak istiyormuş havası veriyor ama gerçekte Esad’ın ömrünü uzatmak için sürekli süreci uzatıyor ve dünya kamuoyunu oyalıyordu. Dönemin başbakanı Davutoğlu, 9 ay boyunca Beşşar ile görüştüğünü ve tüm katliamlarına rağmen yapacağı bazı reformlar ile kendisinin yönetimde kalabileceğini belirtiyordu. Böylece anlıyoruz ki Batı, ayaklanmayı bastırması ve halkı korkutması için Beşşar’ın kan dökmesine göz yumuyor hatta destek veriyordu.
Tüm bu baskıcı yıldırma planı yürümeyince Beşşar Esed’in dışında Türkiye’nin desteğiyle Batı’nın alternatif olarak düşündüğü Suriye Ulusal Konseyi kuruldu. Halk İslam derken konseyin demokrasi demesi ve dış güdümlü olmasından dolayı Suriye Müslümanları tarafından kabul görmedi. Bu Konseyin uluslararası alanda meşruiyet kazanması için art arda “Suriye Dostları Toplantıları” düzenleniyordu fakat tutmadı.
Erdoğan 28.12.2012 tarihinde katıldığı bir programda şunları söyledi: “Yeni bir hükümetin kurulabilmesi için bir geçiş döneminin aktörlerinin hazırlanması lazım. İşte bu koalisyon onun için var.” Erdoğan bu sözleri ile Suriye halkının yanında olmadığını, bilakis Batılı devletlerin kirli planlarının yanında olduğunu açıkça göstermiştir. Bu tür kirli plan ve gayretler aslında Suriye‘deki İslami ayaklanmanın yönünü değiştirmek içindir. Yine kendisine ‘Arap sokağı ayaklandı ama Türkiye sakin. Bizi, diğerlerinden ayıran ne?’ sorusu sorulduğunda; “Bizim verdiğimiz mesajlar var. Toplum bu mesajlara bakıyor. Sizin mesajınız yoksa ne oluyor? O zaman halk sokağa dökülüyor. Son 10 senede aşırılıklar törpülendi. Bir anlamda paratoner gibi olduk, gaz aldık” cevabını verdi. Bunlar Erdoğan’ın ne kadar büyük ihanet içinde olduğunu gösteriyor. Müslümanlar hain işbirlikçi yöneticileri ve komutanları tanımaya başlamış ve tüm bu gayret ve çalışmaların Batılı dostları memnun edebilmek için olduğunu anlamışlardı.
“Sonsuza kadar liderimiz Hz. Muhammed’dir” ve “Allah’tan başkasına asla eğilmeyiz” gibi attıkları imanî sloganlar, ordudan ayrılanların oluşturduğu birliklere “İslam Sancağı” ve “Hilafet Yardımcıları” gibi isimler vermeleri, gösterilerin Cuma günlerinde camilerden hareket etmeleri, âlimlerin buna katılması, halkın öldürmelere rağmen geri adım atmadan devam etmeleri, yine meydanları tevhid bayrağıyla doldurmaları… İşte bunların hepsi ayaklanmanın hem İslamî hem de bilinçli olduğunun birer göstergesidir. Suriye’deki gösterilerde açılan bir pankartta şöyle yazıyordu: “İyi ki ayaklanmamız erken sonuçlanmadı şimdi dostumuzu ve düşmanımızı çok daha iyi görüyoruz.” Bu arada Türk medyası yine gelişen olayları saptırarak Suriye’deki İslami ayaklanmayı kendi halkına iç savaş ve Batı’nın bir oyunu olarak gösteriyordu! Bu süreçte Müslümanların kanı oluk oluk akıtılarak, çaresiz yalnızlığa terkedildi.
Bugün gelinen noktada bölgedeki devrim düşüncesiyle oluşan yapıları rejim kontrolü altına alma girişimleri, bu coğrafyadaki siyasal, toplumsal ve dinî hareketleri kısıtlayarak belli ölçüde başarılmış görünüyor. Ancak 2010 yılının son ayında başlayan süreçte, bölge halklarının hâlen daha istedikleri adaletin oldukça uzağında oldukları bir gerçek. Zira Suriye ve Mısır’daki rejimler, halkların her türlü çabasına rağmen, dışarıdan aldıkları desteklerle varlıklarını devam ettiriyor; Libya ve Yemen’de de iç savaş yine yabancı güçlerin desteği ve müdahalesiyle büyük yıkımlara sebep oluyor. Hiçbir yerde taşlar yerine tam oturmuş sayılmaz.
Aslında “Arap Baharı” devrimi ile hiç yaşanmamış bir gelişme oldu ki o; Batı destekli baskıcı yönetimlere ve rejimlere karşı bir başkaldırının olabileceği düşüncesinin Müslümanlar da oluşmasıdır. Bu şekilde en önemli gelişme o güne kadar korkuyla sindirilmiş halkın bu korku duvarını yıkmasıdır. Bir devrim mutlak şekilde bir değişim fikri üzerine ortaya çıkar. İşte o değişim düşüncesi ve arzusu insanlarda bulunduğu sürece devrim bitmiş sayılmaz. Arap Baharı denilen devrim düşüncesi de bu şekilde halkın rejimleri dikta yönetimlerin değişmesi üzerine başlamıştı. Şuan gelinen noktada birçok bölgenin rejim güçlerinin eline geçtiğini biliyoruz. Ancak bu devrim silahların savaşından ziyade fikirlerin savaşıdır. İnsanlardaki bu devrim fikri sönmediği müddetçe devrimler bitti denilemez. Burada tüm kâfir güçlerin birlik olup bu devrime saldırması küfrün tek bir millet olduğunu en güzel şekilde ortaya koymuş oldu. Bununla beraber Müslüman halkların başlarındaki yöneticileri de tanıma fırsatı vermiş oldu. Bu sayede başlarında bulunan Rüveybida yöneticilerin maskelerini yere düşürerek gerçek yüzlerini ortaya çıkardı. Kâfirlerin Müslümanlara karşı olan düşmanlıkları bilinmedik bir şey değildir, ancak Müslümanların başındaki yöneticilerin Müslümanlara ihanet etmeleri ve kâfirlerin saflarında yer almaları çok manidardır. Ne için satıyorsunuz bu ümmeti? Onlar size ne yaptı ki onları göz göre göre ateşe attınız? Ya da bu kâfirlerden ne buldunuz da şerefinizi sattınız? Müslümanın canının Kâbe’den daha kıymetli olduğu halde sizler neyinize güvenerek o canları heder ettiniz. İsterse bu dünyada dünyanın kralı olsanız da vallahi sizler ya çok ahmaksınız ya da gerçekten ajan ve hainsiniz!.. Öyle ya cenneti terk ettirecek kadar neydi ki önünüze sunula?!.. Dünyalık metaına satıldınız kandırıldınız!… Hâlbuki bu dünyada sahip olabilecek ne varsa sahip olsanız bile hiç kıymeti değeri yoktur. Zira Rasûlullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurmaktadır: “Eğer dünyanın Allah katında bir sivrisinek kadar değeri olsa idi ondan kâfire bir içimlik su bile vermezdi.” (Tirmizi)
Suriye’de devam eden devrimi diğer devrimlerden ayrı tutmak gerekir. Doğru bir hedef belirlenerek ortaya çıkan bu devrim hareketini başarısız kılan ve bu devrim hareketinin en büyük eksiği siyasi liderlikten yoksun oluşudur. Siyasi liderlik doğruyu yanlışı gösteren, dostu düşmanı tanıyan, halkı uyanık tutan en büyük liderliktir. Bu yüzden Suriye başta olmak üzere “Arap Baharı” hareketinde siyasi liderliğin olmayışı Müslümanların kandırılmasına sebebiyet verdi. Suriye devrimindeki gruplarda bu siyasi liderliğin olmayışı onları Batının tuzağına düşmesine neden oldu. Ancak bu devrim bitmiş diyemeyiz, bilakis Müslümanlar “Tek yardımcımız Allah’tır” diyerek, şimdi doğru yola doğru yönelmektedir. Hainlerin ve satılmışların gerçek yüzleri ortaya çıkmışken artık onlara kanmaları imkânsızdır. Doğruyu gören yanlışa gitmez. Siyasi liderliğin en büyük ameli başımızdaki yöneticilerin ihanetini deşifre etmesi onların tuzaklarına ve kirli planlarına kanmaması yönünde ümmeti uyandırması, takip edilmesi gereken metodun ortaya konması gibi hayati konularda önderlik etmektir.
Suriye’deki İslami ayaklanmayı gerçekleştiren halk, Tunus ve Mısır’da olduğu gibi estetik bir değişim değil, köklü bir değişim istemektedir. Bunu da Batı ve onların yerli işbirlikçilerinin önerdikleri her türlü zehirli proje ve planları tamamıyla reddetmekle ispatlamıştır. Ayrıca Suriye’deki İslami ayaklanma İslam ümmeti olarak bize; Batı ve başımızdaki bütün yöneticilerin pazarladıkları kapitalizm, demokrasi, özgürlük, insan hakları gibi fikirlerin ne kadar bozuk ve boş olduğunu bir kez daha göstermiştir.
Suriyeli Müslümanlar; Batı’dan gelen veya bölge yöneticilerinin seslendirdiği maddî-manevî bütün çözüm tekliflerini siyasi bir basiretle reddetmektedir. Zira Batı; yerli yöneticiler aracılığıyla dışı ilaç fakat içi zehir içeren çözümler sunarak Suriye’deki İslami ayaklanmayı söndürmek amacıyla İslami kimliğinden uzaklaştırıp kendi çıkarlarını korumak için gayrı İslami olan demokrat ve laik bir sürece sürüklemek istemektedir. Suriyeli Müslümanlar ise bütün bu oyunların farkında ve şu ana kadar hepsini bozduğu gibi bu tür kâfir kaynaklı çözümlerin tuzağına düşmeyecek kadar bilinçli olup; لَكُمْ دِينُكُمْ وَلِيَ دِينِ… “Sizin dininiz size, benim dinim bana.” (Kafirun 6) ayeti gereğince Batı’ya ve bütün bölge yöneticilerine; ‘sizin demokrasiniz ve sizin laikliğiniz size, benim İslam’ım da banadır’ diye haykırmaktadır.
Suriye’deki İslami ayaklanmanın son kalesi durumunda olan İdlip bugün -o mukaddes davanın birer erleri olarak- tüm dünya Müslümanlarının sadece seyretmekle yetindiği büyük bir dramı yaşıyorlar. Allah için her şeylerinden vazgeçebileceklerini tüm samimiyetleriyle ortaya koymaktadırlar. Onlar yapabilecekleri her şeyi yapmakta, bir canım var oda Allah için feda olsun diyerek ölümü göze almış gerçek yiğitlerdir. Makam mevki ve üç kuruşluk dünya metaı için bu kardeşlerimizi kâfirlere teslim eden Rüveybida yöneticilerinin sonu mutlak hüzün olacaktır. ABD başta olmak üzere tüm Batılı güçler bu tip kıytırık yöneticileri kullanır işi bitince paçavra gibi yere atar. Saddam, Kaddafi, Zeynel Abidin, Ali Abdullah Salih ve diğerleri.. Hepsi aynı senaryoları oynayan aktörlerdir. Allah Subhânehu ve Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
لَا يَتَّخِذِ الْمُؤْمِنُونَ الْكَافِر۪ينَ اَوْلِيَٓاءَ مِنْ دُونِ الْمُؤْمِن۪ينَۚ وَمَنْ يَفْعَلْ ذٰلِكَ فَلَيْسَ مِنَ اللّٰهِ ف۪ي شَيْءٍ اِلَّٓا اَنْ تَتَّقُوا مِنْهُمْ تُقٰيةًۜ وَيُحَذِّرُكُمُ اللّٰهُ نَفْسَهُۜ وَاِلَى اللّٰهِ الْمَص۪يرُ
“Müminler müminleri bırakıp da kâfirleri dost edinmesin. Kim bunu yaparsa artık Allah’la olan bağını koparmış demektir. Ancak onlardan gelebilecek bir tehlikeden korunmanız başkadır. Allah kendisi hakkında sizi uyarıyor. Sonunda dönüş Allah’adır.” (Âl-i İmrân 28)
Rabbim, tüm Müslümanların imanlarına iman, basiretlerine basiret ve bilinçlerine bilinç katsın. (Amin.)
Başta Suriye olmak üzere böylesi şerefli kıyama kalkan, sebat eden tüm Müslümanları kâfirlerin ve bölge yöneticilerinin kirli tuzaklarına düşmemesi için ayaklarını sabit kılsın ve onların kanlarını, canlarını ve namuslarını kâfirlerin tuzaklarından korusun. (Amin.)
Allah Subhânehu ve Teâlâ ne güzel buyurmuştur:
هُوَ الَّذِي أَنزَلَ السَّكِينَةَ فِي قُلُوبِ الْمُؤْمِنِينَ لِيَزْدَادُوا إِيمَانًا مَّعَ إِيمَانِهِمْ وَلِلَّهِ جُنُودُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَكَانَ اللَّهُ عَلِيمًا حَكِيمًا
“İmanlarını bir kat daha arttırsınlar diye müminlerin kalplerine güven indiren O’dur. Göklerin ve yerin orduları Allah’ındır. Allah bilendir, her şeyi hikmetle yapandır.” (Fetih 4)
Necati ERDEM