Müslüman olmak, bütün gayri İslami otoriteleri ve rejimleri reddedip İslam’a teslim olmak demektir.
Ey iman edenler! Niçin yapmayacağınız şeyleri söylüyorsunuz?
﴾2﴿ Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz Allah katında çok çirkin bir davranıştır.
(Saff, 2-3)
Bugün Müslümanların en büyük sorunu, başkasına nasihat ederken kendilerini unutmalarıdır. Ve tağutu inkâr etmeden Müslüman olmalarıdır. Aslında bütün peygamberlerin özelliklerinden biri de tağutu inkâr etmektir.
İslam’ın kopmaz kulpu, Kelime-i Tevhid’dir. Kişinin Kelime-i Tevhid’in ehlinden olması ve söylediği “La ilahe illallah”ın kendisine fayda sağlaması için iki şart zikredilmiştir: Tağutu inkâr ve Allah’a (cc) iman.
Tağut, Kur’ânî bir kavram olup Kur’ân’da sekiz farklı ayette geçmektedir. İslam’ın en önemli kavramlarından biri olan tağutu reddetmek, tüm peygamberlerin ortak gündemidir (bk. Nahl, 16/36).
Kur’ân’a göre tağut:
- Kur’ân’ın ölçüleri dışında ölçüler koyarak insanları vahyin aydınlığından küfrün karanlıklarına götüren geleneksel, dinî ya da siyasi bilgi kaynağıdır (Bakara, 2/257).
- Putlaştırılan, uğruna yaşanıp ölünen, dostluk ve düşmanlığın kendisine göre belirlendiği, meşruiyetini Allah’tan almayan değerler ve takip edilen yollardır (Nisa, 4/76).
- Allah’ın yasalarına muhalif kanun yapan ve insanları buna davet eden şahıslar ve kurumlar ile bunların koyduğu yasalardır (Nisa, 4/60).
- Allah’ın dışında ibadet edilen, Allah gibi sevilen, korkulan, gönülden itaat edilen canlı ya da cansız varlıklardır (Zümer, 39/17).
Allah’a iman edip tağutları reddetmeyen her insan, tağuta iman etmiş, ona kul olmuştur (bk. Nisa, 4/51; Maide, 5/60).
Her kim putlaştırılmış, zalim, azgın diktatörlerle, idarelerle, şeytani güçlerle, tağut ile ilişiğini keser; geçmişin kirlerinden arınarak Allah’a ve Allah’a imanın gerektirdiği esaslara iman ederse, sağlam, kopması mümkün olmayan bir kulpa, İslam’a yapışmış olur.
Bu asrımızda Müslümanların bulunduğu durum, tağutu inkârın ötesindedir. Tağuta güç katmakta, bilerek ya da bilmeyerek onu desteklemektedirler. Dünya sevgisi her şeyin önüne geçmiştir ki helal ve haram gözetilmez olmuştur.
Şöyle bir deyim vardır: Özellikle İmam-ı Azam için söylenmiştir ama bu, salih ve doğru, kendini İslam’a adamış bütün insanlar için geçerlidir. Dünya onların peşinden koştu, ama onlar dünyaya yüz vermediler. Bugün ise, özellikle Müslümanlar dünyanın peşinden koşuyor ama dünya onlara yüz vermiyor.
Bir toplum, kendisinde olanı değiştirmedikçe Allah, onlarda bulunanı değiştirmez. Allah, herhangi bir toplumun başına bir kötülük gelmesini diledi mi, artık onun geri çevrilmesi mümkün değildir. Onların Allah’tan başka yardımcıları da bulunmaz. (Ra’d, 13/11).
Şüphe yok ki din, bizatihi kolaylıktır. Dini zorlaştırmaya kalkışan hiçbir kimse yoktur ki din ona galip gelmesin. Dosdoğru olun, Allah’a yakınlaşın, müjdeleyici olun, dinden tam faydalanmak için yardımlaşın. İnsanların dinden yararlanmasını sağlayın ve onlara kolay olanı gösterin. Din uğrunda biraz da yol tepin.
Kendi hayatında maruf olmayan Müslüman, münkerden sakınmaz oldu.
Ey iman edenler! Niçin yapmayacağınız şeyleri söylüyorsunuz?
﴾2﴿ Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz Allah katında çok çirkin bir davranıştır.
(Saff, 2-3)
Bugün Müslümanlar Ömer gibi konuşurken, Ebu Cehil gibi hayat sürmektedirler. İşte Müslümanların vasıfları çoğunlukla budur.
Yüce Allah (cc) şöyle buyurmaktadır:
“Şimdi sen onları gördüğünde dış görüntüleri hoşuna gider. Söz söylerlerse, sözleri yaldızlı ve etkileyici oluşundan söylediklerini dinlemek istersin. Sanki onlar ruhsuz kalıplar, akılsız bedenler gibi duvara dayandırılmış kütüklere benzerler. Korkaklık ve içlerindeki hainlikleri sebebiyle duydukları her haykırışı, sesi, gürültüyü kendilerine yönelik sanırlar. Onlar Müslüman görünseler de hem sana hem mü’minlere tam anlamıyla düşmandırlar. Onlardan sakın. Allah onların belalarını versin. Doğru yoldan sapıklığa nasıl da döndürülüyorlar!” (Münafikun 4)
Aslında Müslümanlar, potansiyel olarak İslam’ın temsilcisidir. İslam’ın birer ferdidir. Söylemleriyle amelleri çelişmemelidir. Ama maalesef, Müslümanlar dilleriyle Ömer gibidir, ama amelleriyle bunu gösterememektedirler. Kendilerindeki hatayı görmeyip başkalarının hatalarını görmektedirler.
Müslümanlar için Resulullah (sav) şöyle buyurmaktadır:
“Siz, İslam’ın surlarından bir surda bekçisiniz. Kim o sura bir delik açarsa, Allah ona azap eder.” (Muslim)
Müslüman olduğunu söylediği halde, eğer davranışlarıyla kasıtlı olarak İslam’a zarar veriyorsa, bu ayetlerin muhatabıdır. Öyleyse bir Müslüman, nasıl olur da davranışlarıyla İslam’a zarar getirir? Ey Müslümanlar! Sizlerin davranış ve düşünce bozukluğu İslam’a ve davanıza zarar vermektedir. Çekin ellerinizi ve dillerinizi İslam’dan, çünkü zarar veriyorsunuz.
“Gaye Bahane Edilerek Her Vasıta Meşru Olmaz.”
Demokrasi tellallığıyla yola yürünmez.
“Sana ve senden önce indirilene inandığını iddia edenleri görmedin mi? İnkâr etmekle emrolundukları halde tağuta, (demokrasiye ve laikliğe gidip onunla) muhakeme olmak istiyorlar. Şeytan da onları büsbütün saptırmak istiyor.” (Nisa 60)
Haramla helale ulaşılmaz. Bu gibi davranışlarınız davaya, yani İslam’a, çok zarar vermektedir. İslam’ı hayata hâkim kılmak için çalışan bir Müslüman, amelleriyle davasına zarar vermemesi gerekirken maalesef nefsine uymaktadır. Gerçekte İslam’ı hayatımızda en önemli mesele haline getirmeliyiz.
İslam’ı; kendimizden, çocuklarımızdan, ailemizden, maslahatlarımızdan, heveslerimizden ve her şeyimizden daha önemli kılmalıyız. Kalplerimizde Allah’ın sözü yüksek olmalı. Allah ve Resulü’nün önüne herhangi bir şeyi geçirmemeliyiz. Gelip geçmiş salih müminlerin bulundukları hal üzerinde bulunmalıyız. Dünya peşimizden koşsa bile ona yüz vermemeliyiz.
Ama Bugün Müslümanlar o ferasetten uzaklaştılar! Bir Müslümanın, kendi nefsinden önce davasını, İslam’ı düşünmesi gerekir. Bir Müslüman, vasat bir toplumu muttaki bir hale getirmeye, yani İslam toplumu oluşturmaya ve nizamın uygulanması için çalışmalıdır. Etkilenmez, etkiler. Bugün ise Müslümanlar, davalarını ve akidelerini düşünme bazında kaçıncı sırada tutmaktadırlar?
Şer’i hükümlerle amel etmeyi unutmuş, Allah’ın (cc) en büyük günahlardan saydığı münkeri ve tağutu inkâr etmeleri gerekirken, tağuti sistem olan demokrasiyi oy vererek ayakta tutmak için yarışıyorlar. Demokrasinin göstermiş olduğu haramlardan faydalanmak için çaba harcıyorlar. Faizle uğraşıyorlar. Böyle bir toplumun başarısı olur mu? Böyle bir topluma Allah (cc) nusret verir mi? Vermez.
Allah (cc) ile savaşarak Allah’ı razı edemezsiniz. Ey başlarına gelen musibetlerden şikâyet eden Müslümanlar! Başınıza gelenler, kendi ellerinizle yaptıklarınızdandır. Sizin asıl göreviniz marufu emredip münkeri nehyetmektir. Vasat bir toplumu muttaki bir hale getirmek ve İslam’ı hayata hâkim kılmak olmalıdır. Ancak siz nelerle uğraşıyorsunuz?
Bu yüzdendir ki yüce Allah (cc) şöyle buyurmaktadır:
“Başınıza gelen her musibet, kendi yapıp ettikleriniz yüzündendir; kaldı ki Allah birçoğunu da bağışlar.” (Şura, 30)
Bir hayır dokunursa bil ki Allah’tandır. Bir şer dokunmuşsa bil ki nefsinizdendir. Şimdi Müslümanlar, öz eleştiri yapsınlar. Başlarına gelen bunca musibet ve belaların neden geldiğini, neden zelil ve zillet bir hayat yaşadıklarını düşünsünler.
Müslüman olarak yaşayıp Müslüman olarak ölmek, iman ve salih amellerle olur. İnsan, hayat ve kâinat düşüncesini bir daha gözden geçirmelidir. Motorsuz arabayla yol yürünmez, çatal ile çorba içilmez, taklidi akideyle cennete gidilmez.
Bir Müslüman dava adamının duygusu, düşüncesi ve fikri olması yetmez; amelleri de şer’i hükümlere uymadıkça, şer’i hükümlerle amel etmedikçe, her ne kadar mümin olunsa da Müslüman olunmaz. Çünkü bir Müslüman her konuda Allah’ın Resulü’nü örnek almalıdır.
Maalesef günümüzde genel olarak Müslümanlar, artık fikirlerini bu kötü vakıa ve ortamdan almaya başlamışlardır. İslam’a bağlı olanlar dahi, İslam’ın hakikatine ve onun hayata bakışına aykırı fikirler edinmişlerdir. Daha doğrusu edindikleri fikirler, İslam’ı kötü anladıklarını ve İslam’ın hayat hakkındaki mefhumlarını kavrayamadıklarını göstermektedir.
Müslümanların işlerini elinde tutan sömürgeci kâfirler, bu işleri istedikleri şekilde çevirdiler. İşte geçmişte olduğu gibi, bugün de Suriye’deki devrimi kendi ölçüleri ve mefhumlarını Müslümanlara rahatça kabul ettirmek üzereler. Kâfirler bunda o kadar başarılı oldular ki, ektikleri fikirler -demokrasi, laiklik gibi düşünceler- düşmanlarının ağzında lezzetli bir yiyecek, Müslümanların dillerinde ise tatlı bir söz haline geldi.
Bundan dolayı Müslümanlar, nefislerine hoş gelen, menfaatlerine uygun olan demokratik düşüncelerle amel etmektedirler. Sorsanız, herkes Müslüman! Ne yazık ki, bu Müslümanlar maslahat gerekçesiyle küfürle yönetilmeyi caiz görmektedirler. Aslında tağuti sistem olan demokrasiyi inkâr etmeleri gerekirken, demokratik sisteme dua ederek Allah’tan küfrün bekasına destek istemektedirler. “Allah devletimize zeval vermesin” diyerek dualarıyla bu sistemi ayakta tutmaktadırlar.
Bu batıl fikirler sebebiyle bugün Müslümanlar amelleriyle kirlenmiştir. Temiz kalamadıkları için dünyadaki konumları da ortadadır, değil mi? Aşağıların aşağısında, zillette olması gereken ehli küfürken, maalesef Müslümanlar amelleriyle zillete düşmüştür. Var olan hayat bu olmaması gerekirken, Müslümanlar kendilerinden istenenden çok uzaktadırlar.
Yine de Allah’ın emri gereği bir grup Müslüman bulunmaktadır:
“Sizden hayra çağıran, marufu emredip munkeri nehyeden bir topluluk olsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (Âl-i İmran 104).
İstenen kitle oluştuktan sonra, İslâmî hayata hâkim kılacak bu topluluğun önce kendi bünyesini temizlemesi gerekir. Aksi takdirde davasında başarılı olamaz. Bugün Müslümanların durumları ortada değil midir? Helal ve haram gözetmeden kazandığımız menfaatler belki ceplerimizi dolduruyor ama kalplerimizdeki imanı boşaltmaktadır.
Bu kokuşmuş vakadan etkilenmeyen bir parti, toplum ya da toplulukta bulunan Müslüman, örnek alınacak kişidir. “Marufta dava adamıyım” demek yeterli değildir; amelleriyle de örnek olması gerekir. Genel olarak Müslümanlar, haram fiilleri hafife alamazlar. Mümkün olduğunca munkerlerden kaçmaları gerekir. “Allah’ın affı geniştir” mantığıyla amel edemezler. Çünkü Allah (c.c.), günahta ısrar edenleri değil, günahlarına tövbe edenleri affeder ve bağışlar:
“Allah’ın kabul edeceği tövbe, ancak bilmeden kötülük edip de sonra tez elden pişmanlık getirenlerin tövbesidir; işte Allah bunların tövbesini kabul eder. Allah her şeyi bilendir, hikmet sahibidir.” (Nisa 17).
Yoksa kötülükleri yapıp yapıp da içlerinden birine ölüm gelip çattığında “Ben şimdi tövbe ettim” diyenlerle kâfir olarak ölenler için kabul edilecek tövbe yoktur. Onlar için acı bir azap hazırlamışızdır. (Nisa 18).
Allah (c.c.), haklarında hüküm beklenen o üç kişiyi de bağışladı. Çünkü o derece bunalmışlardı ki, yeryüzü bütün genişliğine rağmen onlara dar gelmeye başlamıştı, vicdanları da kendilerini sıkıntıya sokmuştu. Allah’tan kurtuluşun, ancak Allah’a sığınmakta olduğunu anlamışlardı. Sonra da Allah, onları tövbekâr olmaya muvaffak kıldı ve tövbelerini kabul buyurdu. Şüphesiz ki Allah, tövbeleri çok çok kabul edendir, çok merhametli olandır. (Tevbe 118).
Bu vaka, günahkâr bir Müslümanın nasıl tövbe edeceğini göstermiştir. Tövbe, dilin söylediklerini kalbin tasdik etmesiyle olur. Müslümanın ferasetinden korkun, çünkü Müslüman Allah’ın nuruyla bakar diyen Resul ne de güzel buyurmuştur. O halde bir Müslüman ve dava adamı, Allah’ın nuru olan şer’î delillerle ve hükümlerle bakması gerekmez mi? Etkilenen değil, etkileyen olması gerekmez mi?
Bir Müslüman, hayata pragmatist demokratlar gibi bakamaz, menfaatlerini öne çıkaramaz; davasını önde tutar. Kendi nefislerimizde İslâm akidesini tertemiz ve saf bir şekilde yerleştirmeliyiz. Akideyi ve fikirleri örten, karıştıran bütün unsurlardan korunmalıyız. Fikrimizi, İslâm’ın duru kaynaklarından doldurmalıyız. Hevaya, hevese ve akla göre değil, şer’î delillere göre tespit edilen içtihat metodunu muhafaza etmeliyiz.
Şer’î hükmü sadece şer’î delillerden almalıyız. Davalardan hüküm çıkarmaz; davayı inceler, hükmü dava üzerine indiririz. İşte dava adamı Müslüman budur.
Maalesef bugün Müslümanlar, kendi akidelerini bırakıp demokratların yolunda gidiyorlar. Allah’ı bu yolla razı edeceklerini düşünüyorlar. Halbuki şeytanın yolunda yürüyenler, ancak Allah’ı değil, şeytanı razı ederler. Nefsi duygularına yenik düşüyorlar. Örnek alınması gereken Resûl (s.a.v.) olması gerekirken, kendileri gibi nefsine yenik düşenleri örnek alıyorlar.
“Ey insanlar, siz dinde aşırıya kaçmaktan sakının! Gerçek şu ki, sizden öncekiler dinde aşırıya gitmekten helak olmuştur.” (Ahmed b Hanbel, Nesei, İbni Mace)
Allah’ın haram kıldığı domuzu yemekten haram diye tiksinenler, faizi hayatın gerçeği diye mubah görmektedirler. İşte bugün genelde Müslümanların, özelde şeriat isteyen dava adamlarının durumu budur. Şunu iyi bilmek gerekir ki, kalbin söylediği dilin aslıdır. Kalbin ameli de uzuvların amelinin aslıdır. Bedenin hükümdarı da kalptir, demiş İbn Teymiye.
Genelde Müslümanlar, özelde İslâmî hayata hâkim kılmak için çalışan dava adamları, kendilerini öyle yetiştirmelidir ki, yerinde halife dahi olurum, kadı olurum, komutan olurum, vali olurum; hiçbir şey olamasam dahi halifeyi ve yönetimi desteklerim diyerek yetişmesi gerekir.
Aksi takdirde kâfir gibi yaşayıp Müslüman gibi cennete gidemezsin. Bir Müslüman olarak davasını taşırken, marufu emredip münkeri nehyederken kendisini unutmaması gerekir. Yani insanlara telkin verirken kendisi malı götürmemelidir. Bakara Suresi 44. ayette şöyle buyruluyor:
“Siz; insanlara iyiliği emreder de kendinizi unutur musunuz? Halbuki kitabı da okuyorsunuz, hiç aklınızı başınıza almayacak mısınız?” (Bakara 44)
Bugün, genel olarak insanlık, özelde Müslümanlar “Allah var” diyor ama yokmuş gibi yaşamaktadır. Şeytan, insanları Allah ile aldatmaktadır. İşte dünya, yeryüzü, küfür bataklığındadır. Müslümanlar da kendi değerlerini kaybedip zillete düşmektedir. Hayatları yalanlarla ve haramlarla dolu; yedikleri, içtikleri haramdır. Faiz bataklığına batmış, Allah ve Resulüne savaş açmışlardır. Böyle bir insanın ne ibadeti olur ne de duası kabul edilir. İşte bugün dünyadaki Müslümanlar, düştükleri zillet çukurundadır.
İki milyar Müslüman oturmuş, Ömer gibi Filistin için dua ediyor ama amelleriyle de Ebu Cehil gibi kâfirlere yardım ediyorlar. Gerçek ve samimi olanları tenzih ederim. Ancak acaba bu dualara icabet var mıdır? Resulullah (s.a.v.), “Yediği ve içtiği haram olan bir toplumun duası kabul olmaz”
….. Oysa onun yediği haram, içtiği haram, giydiği haram ve kazandığı haramdır. O zaman nasıl duası kabul edilir?”
(Müslim,)
Diye buyururken, hâlâ akletmiyoruz. Zilletten kurtulmak için çalışmıyoruz.
Bugün Müslümanların söylemleri ve eylemleri farklıdır. İslam’ı savunurken, eylemleri ve amelleri kapitalistlere benzemektedir. Bu söylem ve eylemler İslam’a zarar vermektedir. Gerçekte bir Müslümanın fikri, düşüncesi ve duygusu akidesinden olmalıdır ki başarılı olsun. Fikir başka, zikir başka olursa bu insanı başarıya götürmez.
Bir Müslüman, vakadan hüküm çıkarmaz; vakayı inceler ve hükmü onun üzerine indirir. Maalesef günümüzde birçok Müslüman, vakadan hüküm çıkarmaktadır. “Zaman sana uymazsa, sen zamana uyacaksın” mantığı, hükmün kaynağı olmuştur. Bugün en çok ihtiyaç duyulan, gerçek dava adamlarına olan ihtiyaçtır. Davasından taviz vermeyen, özellikle İslam davasını benimseyen samimi Müslümanlara ihtiyaç vardır. Peygamberini örnek alan, onun davasını dava kabul eden, aynı duygu, düşünce ve fikir etrafında toplanan Müslümanlara ihtiyaç vardır.
Varsa böyle bir toplum, onlarla bir olup çalışmaya ihtiyacımız vardır. Rüzgârın önünde savrulanlara değil, fikrine bağlı Müslümanlara ihtiyacımız var. Geçmişte işte bu kitleler başarılı olmuştur. Böyle bir kitlenin dili rahmani, ameli şeytani olmaz. Çünkü dava adamları örnek kişiliklere sahiptir; örnek insanlardır.
Evet, bu kitle, zillete düşmüş bir toplumu izzete çıkarabilir. Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Ey dilleriyle iman edip de kalbine iman girmemiş olanlar topluluğu! Müslümanların gıybetini etmeyin, kusurlarını araştırmayın. Allah da onun kusurunu araştırır ve onun evinde huzur olmaz.” (Ebu Davud)
Bugün Müslümanlar, dünya ile evlenmiş, mehir olarak da dinlerini vermektedirler. Günümüzde Müslümanlar, bulundukları sisteme asimile olmuşlardır. Yalan söyleyen doğrulanır, doğru söyleyen taşlanır olmuştur. Haramlarla iştigal edenler madalyalı ve saygın kişiler olurken, Allah’tan korkanlar taşlanır hâle gelmiştir.
İşin garibi, bu çirkinliği yapanlar da kendilerini Müslüman olarak tanıtmaktadır. Allah şöyle buyurur:
“Şimdi sen onları gördüğünde dış görüntüleri hoşuna gider. Söz söylerlerse, sözleri yaldızlı ve etkileyici oluşundan söylediklerini dinlemek istersin. Sanki onlar ruhsuz kalıplar, akılsız bedenler gibi duvara dayandırılmış kütüklere benzerler. Korkaklık ve içlerindeki hainlikleri sebebiyle duydukları her haykırışı, sesi, gürültüyü kendilerine yönelik sanırlar. Onlar Müslüman görünseler de hem sana hem müminlere tam anlamıyla düşmandırlar. Onlardan sakın. Allah onların belalarını versin! Doğru yoldan sapıklığa nasıl da döndürülüyorlar.” (Münafikun 4)
Maalesef, bütün kötülüklerin başında, “Ben de Müslümanım” deyip de Müslüman olamayanlar vardır. Resulullah (s.a.v.) buyurduğu gibi:
“Ey dilleriyle Müslüman olanlar! Amellerinizle İslam’a ve Müslümanlara zarar veriyorsunuz.”
Bu, Müslümanların Kitap ve Sünnet’in gösterdiği şekilde değil, dogmatik bir Müslüman olmalarından kaynaklanmaktadır. Gerçekte Müslümanlık, Rabbiyle, nefsiyle ve insanlarla olan ilişkiyi doğru kurmakla olur. Bugün ise nefsani duygular ve menfaatler bağlayıcı hâle gelmiştir.
Bir Müslüman, İslam davasına keyfi ruhsat kullanarak kalkınamaz. Dava, ruhsatı değil, azimeti tercih edenlerin eliyle kalkınır ve başarıya ulaşır. Geçmişte olduğu gibi… Geçmişte var olan İslam Hilafet Devleti, keyfi ruhsat kullananların eliyle yıkılmıştır. Bugün azimeti tercih edenlerin yokluğu, başarmanın en büyük engelidir. Geçmişte başarı, ruhsatı değil azimeti tercih edenlerin eliyle olmuştur. İşte Resulullah (s.a.v.), sahabe-i kiram, mezhep imamları ve diğerleri… Hiç ruhsat kullanmadılar, istisnai durumlar hariç.
Haram amellerle helale ulaşılamaz. Haram yiyenler helal davranamazlar. Normalde bütün Müslümanlar İslam’ın dava adamlarıdır. Özellikle, kendini İslam’ın hâkimiyeti için çalışan dava adamları davasını nefsine tercih edenlerden olmalıdır. İşte bugün en çok bu dava adamlarına ihtiyaç vardır. Resulullah (s.a.v.) buyurduğu gibi:
“Siz, İslam’ın surlarından bir surda bekçisiniz. Kim o sura bir delik açarsa, Allah ona azap eder.” (Muslim)
Genelde Müslümanlar, özelde dava adamı olduğunu söyleyenler, kendi işledikleri münkerleri kapatabilmek için en çok sesi çıkanlardır.
Bir dava adamının davası, kendi nefsinden önce olmalıdır; bir dava için çalıştığını öne sürenler, kendi menfaatlerini ön plana çıkarmamalıdırlar. Şeri hükümlerle yasaklanan haramlarla meşgul olmamalıdırlar. Namaz kılmayan, oruç tutmayan, yediği içtiği haram olanlardan İslam’a ve davaya zarar gelir.
Yapamayacağınız bir şeyi söylemek, Allah katında nefret edilen bir şeydir. Yapamayacağınız şeyleri söylemek, Allah katında büyük bir gazap kaynağıdır. Yapamayacağınız şeyi söylemek, Allah katında büyük bir günahtır. İşte böyle dava adamlarıyla yola gidilmez. Nasıl ki çürümüş bir gemiyle denizde, motorsuz bir arabayla yola gidilmezse, kitle de içindeki çürümüşleri ayıklamadıkça o dava başarılı olamaz.
Ey körler pazarında ayna satanlar, ağızlarıyla laf yapıp kalpleriyle puta tapanlar, gerçeği görmeyip yoldan sapanlar. Allah’ı bırakıp paraya tapanlar. Çaresiz kalıp yoldan sapanlarla dolu bir dünyamız var.
Rabbim, ayaklarımızı İslam üzerinde sabit eyle, biz Müslümanları zillet olan küfür nizamlarından kurtar. Kalan ömrümüzü hilafet devletinde yaşamayı nasip et. Amin.
Mehmet Yıldız