YANLIŞ YERLEŞTİRİLMİŞ SABIR KAVRAMI Günlük yaşantımızda etrafımıza baktığımızda, çok çeşitli hayat standartları, çok çeşitli yerleşmiş kavramlar görmek mümkündür. Müslümana yön veren, yol çizen sahip olduğu kavramlarıdır. Müslümanın imanının gücünü ve ahlakının üstünlüğünü gösteren şey zor anlarında sergileyeceği tavır güzelliğidir. Bu da üstün ahlak, cesaret ”sabır”, tevekkül, dirayet, metanet, hoşgörü, affedicilik, merhamet ve vicdanlı bir karakter olarak karşımıza çıkar.
Ama bu gün Müslümanlar yanlış kavramlar ile kandırılıyorlar. Mesela; sabır konusunu ele alabiliriz. Birçoğumuz etrafımızda mutlaka duymuşuzdur. İşten çıkarılma korkusuyla bazı haramlara sabredenler, zulmeden kocasına haram helale dikkat etmeden her dediğini yaparak kocaya sabredenler, adına diploma denen ve bu uğurda Allahu Tealanın kurallarını çiğneyip başını açarak sabrettiklerini söyleyenler oldukça çoktur. Hatta dinin devletten ayırarak, sadece ruhani bölümüne karışmayan kapitalist devletin hükmü altında yasayan Müslümanların, Allahu Tealanın zalim, fasit ve kâfir olarak adlandırdığı zorba yöneticilere sabredip, buna şükür ezanlarımız okunuyor, namazlarımızı kılabiliyoruz, önceden mescitlerde Allah’ın adı dahi anılmazdı, diyen Müslüman kardeşlerime sesleniyorum. Hayır! Sabır, bu yüzden insanın kalbine yerleştirilmemiştir! Ancak Allah’tan gelene sabredilir, zalimden gelene değil, harama sabır asla değil!
Sabır kelimesi lügatte; menetmek ve hapsetmek manasındadır. Kontrol etmek anlamına da gelmektedir. İnsanın kendisini feryat etmekten, dilini şikâyet etmekten koruyup, Allah’a itaat etmeye hapsetmektir. İnsan sabrederek güzel ve hoş olmayan şeyleri yapmaktan kendisini alıkoyar.
Sabır, büyüklüğü ve selameti sebebiyle Kur’an’ı Kerimde 70’den fazla yerde sabır ve sabredenlere verilecek olan sevaplardan bahsedilmektedir. Ayeti kerimelerde mealen söyle buyuruluyor:
“Sabredenlerin mükâfatını, yapmakta olduklarının daha güzeliyle vereceğiz.”(Nahl 96)
“Allah sabredenleri sever.” (A-li İmran 146)
Mesela, Sabrı Kur’an ve hadis ışığında 3 kısıma ayırarak inceleye biliriz.
1-İNSANIN BAŞINA GELEN BELALARA SABRETMESI:
İnsanın başına gelen, hastalık, ölüm mal ve çocuklarıyla imtihan edilmesi gibi durumlardır. Müslümanlar sabredip Allah’a dayanması gerekmektedir. Ayrıca insanın başına gelen belalar, kişinin günahlarına kefarettir. Ata İbnu Yesar rahimetullah anlatıyor:
Rasulullah (sav.) buyurdular ki; Kul hastalandığı zaman Allahu Teâlâ ona iki melek gönderir. Ve onlara; “gidin bakın, kulum yardımcılarına ne diyor bir dinleyin!” der. Eğer o kul, melekler geldiği zaman Allah’a hamd ediyor ve senalarda bulunuyor ise, onlar bunu her şeyi en iyi bilmekte olan Allah’a yükseltirler. Allahu Teâlâ bunun üzerine söyle buyurur. Kulumun ruhunu kabzedersem; onun cennete koymam kulumun benim üzerimdeki hakkı olmuştur. Şayet şifa verirsem, onun etinin daha hayırlı bir etle, kanını daha hayırlı bir kanla değiştirmem ve günahlarını da affetmem de üzerimde hakkı olmuştur.” (Muvatta)
Ebu sa’id el-Hudri Radiyallahu anh Rasulullah (sav.)’in şöyle dediğini rivayet etti:
“Kim ki, sabretmek isterse, Cenabı-ı Hak da ona sabır ihsan eder. Sabırdan daha hayırlı, sabırdan daha geniş bir nimet kimseye verilmemiştir.” (Müttevekkün aleyh)
Sabır; bela geldiğinde edep ve ciddiyeti korumaktır. Bu durum insanın başına bir musibet geldiğinde ortaya çıkar. Musibet ise, insana isabet eden şeye denir. Mesela; Müslümanların başına gelen musibetlere sabretmeyip isyan etmesi imanının zayıf olduğuna delalettir. Bu konuda Enes (r.a) şöyle rivayet etmiştir;
Nebi (sav.) ölen çocuğu için ağlamakta olan bir kadına rastlamıştı; ”Allah’tan kork ve sabret” buyurdu. Kadın (ıstırabından kendisine hitap edenin kim olduğuna bile bakmadan); ”benim başıma gelenden sana ne?” dedi. Nabi (sav.) uzaklaşınca, kadına; “bu Nebi (sav) idi” denildi. Bunun üzerine, kadın çocuğunun ölümü kadar da söylediği sözden dolayı üzüldü. Özür dilemek için doğru Nebinin kapısına koştu. Ama kapıda bekleyen kapıcılar görmedi, doğrudan huzuruna çıktı ve; ”o yakışıksız sözü sizi tanımadan sarf ettim ”Bağışlayın” buyurdu. Sallallahu aleyhi ve selem söyle buyurdu; (makbul sabır, musibetle karşılaştığın ilk andakidir. (buhari, ebu davut,tirmizi,muvatta)
Ne büyük bir hikmet yarabbi! Başımıza gelen belalara sabretmek acıdır ama meyvesi tatlıdır. Allah’u Teâla sabretmenin meyvesini İnşirah suresi 5’inci ayette müjdelediği gibi, her zorluktan sonra bir kolaylık vardır sabreden Müslümanlara. Aynı acılar aynı musibetler gayri Müslümanların başlarına da gelmektedir. Ölüm, hastalık, mal ile imtihan gibi. Ama onlar inkârlarından dolayı bu dünyada çektiklerinden daha şiddetlisiyle daha azaplı bir şekilde ahirette sonu olmayan bir şekilde cezalandırılacaklardır. Bizle Hz. Eyüp hastalığına karşı sabrıyla, Hz. Yakup çocuğunun kaybolmasına karşı sabrıyla, Hz. İbrahim ateşe atılırken dininden dönmemesiyle gösterdiği sabrıyla birer örnek ve ışık olmuşlardır.
2- İNSANIN İLİM TALEP ETMEDE SABRETMESİ,
Kur’an ve İslam dinini tebliğ eden kitapları okurken, ya da ders olarak anlatılan yerlere giderken, şeytanın vesveselerine kulak asmaması ve zorluklara karşı pes etmeden devam etmesi gerekir. Uykuyu, oyunu, alışverişi, televizyonda saatlerce dizi takip etmeyi, dersleri Şer’i mazeret olmayan basit ve alışılabilir sebeplerle erteleyip, ilim öğrenmeye tercih edilmemelidir. Bu konuda; Enes Radiyallauhu anh söyle anlatıyor: “Rasulullah aleyhisselatu vesselam buyurdular ki;
“İlim talebi için yola çıkan kimse dönünceye kadar Allah yolundadır.” (Tirmizi,ibni Maca)
Yine Tirmizi’nin Sahbere radiyyallahu anh’tan kaydına göre, Aleyhisselatu vesselam; ”Kim ilim talep ederse, bu işi, geçmişteki günahlarına kefaret olur.” buyurmuştur. (Tirmizi)
Başka bir hadiste de Ebu Hüreyre Radiyallahu anh şöyle anlatıyor:
“Kim bir ilimden sorulur, o da bunu bildiği halde söylemezse (kıyamet günü)ateşten bir gam ile gamlanır.” (Ebu Davud, tirmizi)
3-İNSANIN İSLAM’A DAVET ETMEDE SABRETMESİ.
“Daveti Taşıma” kavramı “davet” ve “taşıma” kelimelerinin bir arada kullanılmasından meydana gelmektedir. “Taşıma” ya da “yüklenme” bir eylem, “davet” ise bir başka eylemdir. Davet, Şer’i hükümlerin ve düşüncelerin bütünüdür, İslâm’ın tamamıdır. Taşımak ise tebliğ etmek demektir. Yani düşüncelerin ve Şer’i hükümlerin insanlara tebliğ edilmesi demektir. Bir başka ifade ile daveti taşımak, farzların en büyüğüdür. Hatta Şer’i farzların tamamının ancak kendisiyle tamamlandığı bir farzdır.
Müslüman, farzları yerine getirmekle ve terk etmemekle emrolunmuştur. Müslüman, mutlak olarak farzları yerine getirmek zorundadır. Aksi takdirde günahkâr olur. Farzları yerine getirmede sebat göstermek, şüphesiz bir şeydir. Daveti taşımak da böyledir. Daveti taşıma fiilinin, kendisi farz olduğu gibi bu fiilde sebat göstermek de vaciptir. Daveti taşımada sebat göstermenin vacip olduğunu söylediğimizde bu, sebatın her iki eylemin; taşıma ve davet eylemlerinin birlikte yerine getirilmesi anlamına gelmektedir. Yani Şer’i hükümler ve düşünceler bütünlüğünde bunlara sımsıkı sarılmak ve korunmasında sebat göstermek vaciptir. Çünkü bunlar haktır ve Allah katından gelmiştir. Bunların dışındakiler batıldır, Allah katından olmadığı gibi davet de İslâm da sayılmaz. Davet taşıyıcısı, şartlar ve durumlar neyi gerektirirse gerektirsin, ne kadar zorluklar bulunursa bulunsun düşünceler bütünlüğünü ve Şer’i hükümleri tebliğde durmaması lazımdır. Aksi takdirde bu düşünceler bütünlüğünün ve Şer’i hükümlerin tebliğ edilmesi terk edilmiş, Allah (cc) da kızdırılmış olur. Sebat göstermek, davette gerektiği gibi daveti taşırken de gereklidir. Bunlardan yalnızca birisine karşı sebat göstermesinden dolayı Müslümana üstünlük yoktur. Daha doğrusu bunlardan yalnızca birisinde sebat gösteren Müslümanda hayır yoktur. Her ikisine karşı sebat göstermeyen Müslümana ise yazıklar olsun, çünkü onun akıbeti cehennemdir ki o, ne kötü bir sonuçtur.
Daveti taşımada sebat göstermeye gelince: Düşmanlar, davet taşıyıcılarını ve daveti taşımada sebat göstererek sürekliliği sağlayanları susturmak için; daveti taşıyanları tutuklamakta, hapishanelere doldurmakta, sopalarla kamçılarla dövmekte, rızıklarını keserek hatta boyunlarını kırarak savaşmakta, her fırsatta ve her yerde savaş ilan etmektedir. Daveti taşımakta kim fitneye düşerse, fitneye düşürülmüş olur. Kim de düşmanlarının talebine icabet ederek daveti terk edecek olursa; kaybetmiş, fitnecilerin, davete ve İslâm’a düşmanlık yapan alçakların isteklerini gerçekleştirmiş olur.
Allah Subhanehu, daveti taşımada sebat gösterilmemesine karşı bizleri şiddetle uyarmakta ve şöyle buyurmaktadır:
“(Ey Muhammed!) Seni sana vah yettiğimizden ayırıp başka bir şeyi bize karşı uydurman için uğraşırlar. O zaman seni dost edinirler. Sana sebat vermemiş olsaydık, and olsun ki az da olsa onlara meyledecektin. O takdirde sana hayatın da ölümün de kat kat azabını tattırırdık. Sonra bize karşı bir yardımcı da bulamazdın.” (isra suresi 73-75)
Bu ayette, Mekke kâfirlerine yönelerek, onların isteklerinin bir kısmına olsun olumlu cevap vererek risaletle ile ilgili düşüncelerden ve hükümlerden diğer bir ifade ile davetten birazcık olsun yüz çevirecek veya fitneye düşecek olsaydı Rasulullah (sav)’ın hem dünya azabının hem de ahiret azabının kat kat artırılacağı yönünde şiddetli bir uyarı yer almaktadır. Aynı türden bir uyarı bir başka surede şöyle ifade edilmektedir:
“Eğer (Muhammed) bize karşı ona (Kur’an’a) bazı sözler katmış olsaydı, biz onu kuvvetle yakalardık; sonra onun şah damarını koparırdık. Hiçbiriniz de onu koruyamazdınız.” (Hakka suresi 44-47)
Bu ayette de, Allah’ın dininde olmayan bir şeyi bu dine sokanları, Allah’ın söylemediği bir şeyi söylemiş gibi göstererek davetle oynayanları; Allah’ın zelil kılacağına, öldüreceğine ve bu hususta da hiç kimseden yardım alamayacaklarına dair şiddetli bir uyarı yer almaktadır. Her iki ayette de yer alan bu denli şiddetli uyarı, davet taşıyıcılarını hedef almaktadır. Davet taşıyıcıları, şartlar ve durumlar ne olursa olsun, ne kadar engeller bulunursa bulunsun, İslâm’a ve davete düşman olanların isteklerine icabet ederek onlara yönelecek olurlarsa, onlara yağcılık yaparlarsa; küfür fikirlerinin, hükümlerinin ve işaretlerinin sahteliğini, Allah’ın şeriatına muhalefetini ve onların Allah’ın dinine karşı inatlaşmalarını açıkça ortaya koyarak eleştirme farzını terk ederlerse; onların İslâm’a ve müslümanlara karşı hazırlamış oldukları planları ve tuzakları keşfetmeyi durdururlarsa; onların yaptıkları fiillere razı olurlar ve kabul ederlerse; onların zulümlerini ikrar ederler ve onları suçsuz sayarlarsa; İslâm düşüncelerinin ve hükümlerinin çağa uygun olmadığı ithamlarına sessiz kalırlarsa; onların isteklerine icabet ederek falan düşünce veya falan hüküm doğru değildir deyip onların iradelerine boyun eğerlerse; hem davetle ilgili bu düşünceler ve hükümler bütününü bırakmış, dolayısıyla da Allah’ın öfkesinin muhatabı olmuş, hem de fitneye düşmüş olurlar. Tek bir hüküm veya fikirde fitneye düşürülmeleri ile birden fazla hükümde veya fikirde fitneye düşürülmeleri arasında herhangi bir fark yoktur. Zira bunların hepsi, birer fitne ve fitneye düşürücü bir unsur olup, Allah korusun sahibinin dünyada ve ahirette kat kat azaba maruz kalmasını gerektirir.
İşte daveti taşıyan, davetten vazgeçmesi, daveti taşımayı terk etmesi için sürekli olarak bu türden karşı koymalarla, tepkilerle yüz yüze gelecektir. Bazen ona büyük miktarlarda parasal yardımlar, bazen yüksek makam ve mevkiler teklif edilir. Eğer bunda başarılı olamazlarsa ve daveti taşıyan, daveti taşımadaki sabrını sürdürürse, bu defa da vücuduna işkence yapmaya yeltenirler; fiziksel ve psikolojik yöntemleri ve teknikleri kullanarak, üzerinde işkencenin her türlüsünü uygularlar; yıllarca hapishanelerde tutarlar. Bu durumda kim zayıf olursa, Allah’ın azabına ve öfkesine aldırmadan onların isteklerine icabet eder. Kim de sebat ederse, kurtulur ve başarır; Allah katında yüksek derecelere nail olur.
Davette sebat göstermek, yani daveti taşıyanın, taşımakla ve insanları davet etmekle yükümlü olduğu Şer’i hükümlerin ve düşüncelerin tümünde sebat göstermesi, yerine getirilmesi farz olan büyük bir iştir ve bunun için daveti taşıyanın var olan gücünü tamamıyla harcaması gereklidir. Şer’i hükmün veya düşüncelerin dışında tek bir hükmün veya düşüncenin bile taşınması kesinlikle caiz değildir. Her ne kadar yöneticilerin isteklerine göre hareket eden bir takım âlimler ya da fakihler, kâfirler ve onların uşaklarının koymuş oldukları yöntemlere göre hükümleri inceleyerek müslümanları sahih bir İslâmi anlayıştan ve hak dinlerinden uzaklaştırmak için Şer’î hükümleri veya düşünceleri, İslâm’ın ve davetin düşmanlarını sevindirecek olan Allah’ın şeriatından olmayan batıl ve bozuk düşünceler ve hükümlerle ilişkilendirseler de böyle davranmak kesinlikle doğru değildir. Zor ya da ağır da olsa, lügatlarında bulunan her türlü pisliği, suçlamayı ve karalamayı atmaya kalkışsalar da zafer, hak üzere sabır göstermekle gerçekleşir. Hele hele türlü iletişim araçları ile insanların akıllarının çelindiği, batılın hak olarak gösterildiği ve fesadın kurtuluş reçetesi olarak sunulduğu günümüzde hakka tabi olmak elbette ki en doğru olan harekettir.
Rasulullah (sav) hem davette hem de davetin taşınmasında sebat gösterdiği gibi, sahabeler de -Allah onların hepsinden razı olsun- sebat göstermişlerdir. Bununla ilgili sayılamayacak kadar çok sayıda meşhur örnekler vardır. Bilal’in Mekke’nin kızgın çöllerinde işkence görürken hak üzere sebat göstermesi, Ammar’ın anne ve babasının gördükleri işkence karşısında sabretmeleri, bu örneklerden yalnızca bir kaçını oluşturmaktadır. Günümüzün davet taşıyıcıları da, Rasulullah’ın ashabına muhalefet etmeden daveti taşımaları, onları hatırlamaları ve onların hayatlarına dönmeleri, hak üzere sebat göstererek ve Allah’ın zaferi gelinceye kadar da buna devam ederek tarihlerini yenilemeleri gerekir.
Allah Subhanehu ve Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
“Yoksa siz, sizden önce gelip geçenlerin başına gelenler sizin de başına gelenler size de gelmeden Cennete gideceğinizi mi sandınız? Yoksulluk ve sikinti onlara öylesine dokunmuş ve öylesine sarsılmışlardı ki nihayet Resul ve beraberindeki müminler diyordu ki: ”Allah’ın Nusret’i ne zaman? Dikkat edin Allah’ın Nusret’i yakındır.” (Bakara 214)
Hatice Sebat