Müessis (Kurucu) Şeyh
Takiyyuddîn en-Nebhânî
O; Âlim-ul Allâme, Hizb-ut Tahrir’in Müessisi (Kurucusu) Şeyh Takiyyuddîn ibn-u İbrâhim ibn-u Mustafa ibn-u İsmâ’îl ibn-u Yûsuf en-Nebhânî’dir. Filistin’deki Bedevî Araplardan, Filistin’in kuzeyindeki Hayfa şehrine bağlı Safad kazasının İczim köyünü yurt edinmiş Ben-i Nebhân kabîlesine mensuptur. Şeyh, -râcih görüşe göre- H. 1332 – M. 1914 yılında İczim köyünde, dindarlığı ve takvası ile meşhur bir ilim yuvasında doğmuştur. Babası Şeyh İbrâhim, Filistin Maarif Nezâreti’nde Şer’î İlimler müderrisi olarak çalışan Fakih bir Şeyh idi. Kezâ annesi de, kendi babası Şeyh Yûsuf’tan kazandığı şer’î konularda son derece büyük bilgi birikimine sahip idi.
Şeyh Yûsuf, hakkındaki biyografilere göre, Yûsuf ibn-u İsmâ’îl ibn-u Yûsuf ibn-u Hasen ibn-u Muhammed en-Nebhânî eş-Şâfi’î idi. Künyesi, “Ebu’l Mehâsin” idi. Edîb, şâir ve sûfî idi. Önde gelen Kâdîlerden biri idi. Nablus bölgelerinden Cenîn Kasabası’ndaki [Bugün Nablus ve Cenin Filistin’in iki şehridir] dâvâlara bakan Kadâyı üstleniyordu. Ardından İslâmbul’a gitmiş, Bekvî Sancağı’nda Mûsul [Bugün Irak’tadır] dâvâlara bakan Kâdî olarak, sonra Lazkiye’ye [Bugün Suriye’dedir] sonra da el-Kuds’e (Kudüs’e) Cezâ Mahkemesi Başkanı olarak, daha sonra da Beyrut’a Hukuk Mahkemesi Başkanı olarak tayin edilmişti. Kırk sekize (48) varan çok sayıda eserin müellifidir.
Böylesi bir ortamda yetişmesi, Şeyh Takiyyuddîn’in İslâmî şahsiyetinin oluşumunda son derece müessir olmuştur. Öyle ki erken yaşlarda, henüz on üç (13) yaşına basmazdan evvel Kur’ân’ın tamamını zihnine nakşederek hıfzetmişti. Anne tarafından dedesinin takvasından ve uyanıklığından etkilendi, onun engin ilminden alabildiğine faydalandı, erken yaşlarda siyâsi uyanıklık ile, bilhassa dedesinin Osmanlı Devleti’ndeki yönetim adamları ile olan sıkı ilişkileri yoluyla elde ettiği önemli siyâsî meselelerdeki tecrübesinden beslendi. Şeyh Takiyyuddîn en-Nebhânî, dedesi Şeyh Yûsuf’un düzenlediği fıkıh meclislerine ve münâzaralarına katılımlarından da istifade etti. Nitekim bu ilmî oturumlara katılımı esnasındaki sergilediği üstün yeteneği ve zekâsı dedesinin dikkatini çekti. Ona büyük ihtimam gösterdi ve babasını, şer’i eğitimini sürdürebilmesi için onu el-Ezher’e göndermesi noktasında ikna etti.
İlmi ve Eğitimi:
Şeyh Takiyyuddîn en-Nebhânî, 1928 yılında ez-Ezher Lisesi’ne girdi, aynı yıl üstün başarı ile tamamladı ve el-Ğurabâ’ Diploması [Yabancı öğrenciler için Bilimsel Diploma] aldı. Ardından o zaman el-Ezher’e bağlı olan Dâr-ul Ulûm Fakültesi’ne girdi. Öte yandan dedesinin referans verdiği, Muhammed el-Hadır Huseyn [Rahimehullah] gibi şeyhlerin el-Ezher-iş Şerîf’teki ilmî halakalarına katılıyordu. Zîra el-Ezher’deki eski öğretim müfredatı buna imkân tanıyordu. Şeyh en-Nebhânî, hem el-Ezher’in eski müfredatını hem de Dâr-ul Ulûm’u birlikte götürmesine rağmen, ciddiyetinde ve çalışkanlığında başarısı ve seçkinliği ile göze çarpıyordu. Nitekim Kâhire’de ve Müslümanların diğer beldelerinde o zamanlar bilimsel enstitülerce düzenlenen fikrî münakaşalarda ve münâzaralarda açığa çıkan fikrî derinliği, ileri görüşlülüğü, kıvrak zekâsı, kuvvetli delilleri ve üstün ikna kabiliyeti ile akranlarının ve muallimlerinin dikkatini çekiyordu.
Şeyh en-Nebhânî’nin aldığı diplomalar şunlardı: el-Ezher Lisesi Diploması, el-Ezher Ğurabâ’ Diploması, Kâhire’deki Dâr-ul Ulûm Fakültesi Arap Dili ve Edebiyatı Diploması. Ayrıca el-Ezher’e bağlı Yüksek Şer’î Kadâ Enstitüsü’nden Kadâ İcâzeti aldı. 1932 yılında Şeria Lisans Diploması alarak el-Ezher’den mezun oldu.
Çalıştığı Alanlar:
Şeyh, 1938 senesine kadar Maarif Nezâreti’nde şer’î öğretim hizmetinde çalıştı. Ardından Şer’î Kadâ cihetine intikâl etti. Hayfa Merkezî Mahkemesi’nde Baş Kâtip vazifesi ile başladığı bu alanda, ardından Müşâvir [Kâdî Yardımcısı], sonra da er-Rimle Mahkemesi Kâdîsi olarak 1948 yılına kadar terfi etti. O zaman Yahudi eliyle Filistin’in düşmesi üzerine Şâm’a gitti, sonra el-Kuds (Kudüs) Şer’î Mahkemesi’ne Kâdî olarak tâyin edilmek üzere aynı sene geri döndü. Ondan sonra 1950 senesine kadar Şer’î İsti’nâf Mahkemesi’ne Kâdî tayin edildi. O zaman istifa etti ve 1952 senesine kadar Amman’daki İslâmî İlimler Fakültesi’nde Lise merhalesi talebelerine dersler verdi. Nitekim Rahimehullah, tüm ilimlerde engin bilgi sahibi bir ilimler deryası idi. Mutlak müctehid idi ve belîğ bir biçimde, son derece düzgün ve fasih olarak delil ile konuşur idi.
Eserleri:
1. İslâm Nizâmı
2. Hizbî Kitleleşme
3. Hizb-ut Tahrir Mefhumları
4. İslâm’da İktisâdî Nizâm
5. İslâm’da İctimâî Nizâm
6. İslâm’da Yönetim Nizâmı
7. Anayasa
8. Anayasa Mukaddimesi
9. İslâmî Devlet
10. İslâmî Şahsiyet – 3 Cilt
11. Hizb-ut Tahrir’in Siyâsî Mefhumları
12. Siyâsî Bakışlar
13. (Hizb-ut Tahrir’den Müslümanlara) Sıcak Bir Nîdâ
14. Hilâfet
15. Düşünme
16. Kıvrak Zekâ
17. (Hizb-ut Tahrir’in) Harekete Geçme Noktası
18. Topluma Giriş
19. Mısır’ın Silahlanması
20. Mısır-Suriye-Yemen Arasındaki İkili Anlaşmalar
21. Amerikan-İngiliz Metodu ile Filistin Meselesinin Çözümü
22. Eisenhower Projesi Ekseninde Siyâsî Boşluk Teorisi
Bunların yanı sıra binlerce fikrî, siyâsî ve iktisâdî yayın kaleme almıştır. Ayrıca kitaplarının piyasada dolaşımına ve yayımına yasal yasaklama konulmasının ardından Hizb’deki üyeler adına çok sayıda kitabı yayınlanmıştır.
Bunlardan bazıları şunlardır:
1. İdeal İktisâdî Siyâset [AbdurRahmân el-Mâlikî adına]
2. Marksist Komünizmin Çürütülmesi [Ğânim Abduh adına]
3. Hilâfet Nasıl Yıkıldı? [AbdulKadîm Zellûm adına]
4. Beyyinât Hükümleri [Ahmed ed-Dâ’ûr adına]
5. Ukûbât Nizâmı [AbdurRahmân el-Mâlikî adına]
6. Ahkâm-us Salâh [Alî Râğıb adına]
7. İslâmî Fikir
Daha önce -Hizb’i kurmadan evvel- de “Filistin’in Kurtuluşu” ile “Arapların Mesajı” eserlerini yayınlamıştır.
Vasıfları ve Ahlâkı:
İslâmî İlimler Fakültesi’nde İdârî Müdür olarak çalışan ve Şeyh Takiyyuddîn’in fakülteyi ayak bastığı günden beri ondan hiç ayrılmayan Üstâz Zuheyr Kuhâle şöyle anlatır: “O, nezîh, şerîf, nazîf, muhlis, coşkun enerjili ve Ümmet’in kalbine “İsrail” varlığının saplanmasından dolayı da içi yanan ve elem duyan seçkin bir şahsiyet idi.“
Orta boylu, metin bünyeli, dinamik yapılı, keskin mizaçlı, tartışmada maharetli, delil ile susturucu ve hak olduğuna inandığı şeylerde ısrarcı idi. Bıyıkları ile birleşen orta halli bir sakalı vardı. Güçlü bir şahsiyete ve konuştuğunda etkileyici, tartıştığında ikna edici bir karaktere sahip idi. Beyhude çabalardan, gerisin geriye dönülmesinden ve Ümmet’in maslahatlarını bırakıp uzlete çekilmesinden hiç hoşlanmazdı. Yine kişisel hayatı ile ilgili işler ile meşgul olmasından hiç hoşlanmazdı. Rasulullah [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]’in «من لم يهتم بأمر المسلمين فليس منهم » “Müslümanların işi (derdi) ile ilgilenmeyen (dertlenmeyen) onlardan değildir” kavlini sergileyerek hep Ümmet’in hayrı için çalışırdı. Bu hadisi o kadar çok tekrar ederdi ki hep bunu delil gösterirdi. Bunun için “İhyâ-u Ulûm-ud Dîn” yazarı İmam el-Ğazâlî’nin, İslâmî beldelere saldıran Haçlıları bırakıp kendisini mescide kapatarak kitaplarını yazmaya koyulduğu zaman öldüğünü söylerdi.
Hizb-ut Tahrir’i Kurması ve Onunla Birlikte Seyri:
Şeyh Takiyyuddîn kendisini, Hicrî dördüncü (4.) asırdan beri ortaya çıkan partileri, hareketleri ve örgütleri derinden titizlik ile araştırmaya verdi. Üslupları, fikirleri ile yayılma veya başarısızlık sebeplerini araştırdı. Kendisini bu partileri araştırmaya yönelten faktör; Şeyh’in, Mücrim Mustafa Kemâl “Atatürk” (!) eliyle ilgâ edilmesinin ardından, o zamanlar bu uğurda çalışan İslâmî örgütlerin varlığına rağmen Müslümanların geri getiremediği Hilâfet’in geri getirilmesi için çalışan İslâmî kitleleşmenin varlığına ve gerekliliğine yönelik ihsâsı idi. 1948 yılının Mart ayında Filistin toprakları üzerinde “İsrail” (!) varlığının kurulması ve Ürdün, Mısır ve Irak’a tahakküm eden İngiliz Mandası’nın bağrına bastığı Yahudi çeteleri karşısında Arapların zaafa düşmesi, Şeyh’in ihsasını daha da şiddetlendirdi. Bunun üzerine Müslümanları kalkındıracak hakiki sebepleri araştırmaya başladı. Böylece milliyetçilik fikri yoluyla Ümmet’i kalkındırmaya teşebbüs etti. Bu yönde iki risâle yazdı: Risâlet-ul Arab (Arapların Mesajı) ve İnkâz-u Filistîn (Filistin’in Kurtarılması). Bunlar 1950 yılında yayınladı. Onun bu iki risâlede görülen milliyetçi çıkışı; fikirden, akîdeden ve Ümmet mevcut gerçek mesajından -ki İslâm Risâleti’dir- kopuk değildi. Kendisi ile Ümmet’i gerçek risâletinden koparan, Ümmet aleyhine Batılı sloganlara, ilkelere ve ideolojilere çağıran, Ümmet’in akîdesi, tabiatı ve kıymetleri ile çelişen Arap milliyetçileri arasındaki fark budur! Nitekim daha sonra Şeyh Takiyyuddîn, ilk etapta edindiği bu istikameti terk etti. Ardından diyaloglara girişti ve ortalıkta dolaşan her şeye kulak verdi. Ama hiçbirine ikna olmadı.
Henüz Kadâya (kâdilik mesleğine) intikal etmemiş iken, tanıdığı âlimler ile temas kuruyor, onlar ile Mısır’da buluşuyor ve onlara; Müslümanları kalkındırmak, izzetlerini ve mecdlerini iâde etmek üzere İslâm esâsına dayalı siyâsî bir hizbin inşâsı fikrini arzetmeye başlıyordu. Bu maksatla Filistin’in birçok şehrini dolaşıyor ve mayalanan bu fikrinin, âlimlerden ve kanaat önderlerinden bâriz şahsiyetlere aktarıyordu. Nitekim seminerler düzenliyor, Filistin’in farklı şehirlerinden âlimleri bir araya getiriyor, bu esnada sahih kalkınma metodu hakkında onlar ile diyaloglar kuruyor ve çoğu zaman seyirlerinin hatasını ve çalışmalarının akâmetini kendilerine beyân ederek İslâmî cemiyetler ile Milliyetçi-Vatancı siyâsî partilerin aktivistleri ile tartışıyordu. Kezâ Mescid-il Aksâ, Mescid-i İbrâhim el-Halîl (el-Mescîd-il İbrâhîmî) ve diğer mescidlerin her birinde dînî münâsebetler vesîlesi ile irâd ettiği hutbelerinde birçok siyâsî meselelere değiniyordu. Nitekim Arap nizâmlara, Batılı Sömürgeciliğin kuklaları olduklarını, Müslümanların beldelerinin pençesinde kalması için onunla işbirliği yapan maşalardan birer maşa olduklarını ifade ederek hücûm ediyor, Batılı devletlerin siyâsî plânları ifşâ ediyor, İslâm’a ve Müslümanlara karşı niyetlerini açığa vuruyor, Müslümanlara vâciplerini gösteriyor ve onlara İslâm esâsına dayalı partileşmeye çağırıyordu.
Sonra Şeyh Takiyyuddîn en-Nebhânî öne çıkarak Temsilciler Meclisi’ne aday oldu… İdeolojisi İslâm olan siyâsî bir hizbin inşâsına yönelik girişimci tavırları, siyâsî aktivitesi, ciddî çalışması, İslâm’a sımsıkı sarılması, neticelerde devlete etki etmesi göz önüne alındığında, tüm bunlar seçim sonuçlarının aleyhine sonuçlanmasına katkıda bulundu.
Ancak Şeyh’in siyâsî faaliyeti durmamış, azmi kırılmamış ve fazîletli âlimlerden, gözde kâdîlerden, bâriz fikrî-siyâsî şahsiyetlerden bir topluluğu, İslâm esâsına dayalı siyâsî bir hizbin inşâsına iknâ edebilinceye kadar temaslarını ve tartışmalarını sürdürmüş, kendilerine hizbî kadrolaşmayı ve bu hizbe kültürel donanım olabilecek fikirleri arzetmeye başlamış, nihâyet fikirleri bu âlimler nezdinde rızâ ve kabul görmüş, artık siyâsî faaliyeti, Hizb-ut Tahrir’i teşkil ederek taçlandırmıştır.
Hizbin teşkîline yönelik çalışma el-Kuds (Kudüs) şehrinde başladı. Zîra Şeyh, oradaki Şer’î İsti’nâf Mahkemesi’nde çalışıyordu ve o vakit birçok kimse ile temas kurmuştu ki onlardan bazıları şunlardır: Kalkilya’dan Ahmed ed-Dâ’ûr; Lad ve Rimle’den es-Seydân Nimr el-Mısrî ve Dâvud Hamdân; el-Halîl’den AbdulKadîm Zellûm, Âdil en-Nablûsî, Ğânim Abduh, Munîr Şekîr, Şeyh Es’ad Beyûd et-Temîmî ve diğerleri.
İşin başında müessis fertler arasındaki görüşmeler gelişigüzel ve düzensizdi. Bunların çoğu, ya el-Kuds’te ya da el-Halîl’de, görüş alışverişine ve yeni fertler kazanmaya yönelik olarak yapılıyor ve tartışmalar Ümmet’in kalkınmasında müessir İslâmî konular üzerinde yoğunlaşıyordu. Durum, bu fertlerin siyâsî hizbin sıfatını edinmeye başladığı 1952’nin sonlarına kadar böyle devam etti.
1952 yılının Kasım ayının on yedisinde (17.11.1952) siyâsî parti kurma ruhsatı almak maksadıyla Ürdün İçişleri Bakanlığı’na resmî talep ile Hizb’in müessis üyelerinden beş kişi öne çıktı. Onlar şu kişilerdi:
1. Takiyyuddîn en-Nebhâni / Hizb’in Başkanı
2. Dâvud Hamdan / Başkan Yardımcısı ve Hizb Sekreteri
3. Ğânim Abduh / Mâlî Sekreter
4. Dr. Âdil en-Nablûsî / Üye
5. Munîr Şekîr / Üye
Osmanlı Cemiyetler Kânunu’nda talep edilen yasal prosedürleri tamamladı. Hizb’in merkezî el-Kuds idi ve bu kânuna göre “bilgilendirme ve haber verme” işlemini yaptı.
Hizb, esâsî nizâmnâmesine (temel tüzüğüne) ek olarak beyânını Hükümet’e sunması ve bundan önce 14.03.1953 târihli 176 sayılı es-Sarih Gazetesi’nde keyfiyetin yayınlanması ile Hizb-ut Tahrir, H. 28 Cumâdâ es-Sâniye 1372 el-muvâfık M. 14 Mart 1953 Cumartesi günü itibariyle yasal bir parti haline geldi ve yürürlükteki Osmanlı Cemiyetler Kânunu’na göre partisel faaliyetlerini yerine getirme ve tüm partisel çalışmalarını yürütme salâhiyetlerine sahip oldu.
Ancak Hükümet, beş kurucu üyeye celp çıkarttı, haklarında soruşturma başlattı ve onlardan dördünü tutukladı. Ardından H. 07 Raceb 1372 el-muvâfık 22.03.1953 târihinde Hizb-ut Tahrir’in yasal olmadığını ve aktivistlerinin her tür çalışmadan [her tür partisel faaliyetten] men edildiğini değerlendiren bir bildiri yayındı ve 01.04.1953 târihinde de el-Kuds’teki bürosunda asılı Hizb-ut Tahrir tabelalarının kaldırılmasını emretti ve bilfiil kaldırıldı.
Ne var ki Şeyh Takiyyuddîn en-Nebhânî, bu yasaklamaya hiç aldırış etmedi ve Hizb’i üzerine tesis ettiği Risâleti taşıyarak ilerlemede devamlılıkta ısrarlı davrandı. 1956 yılında Dâvud Hamdân ile Nimr el-Mısrî, Hizb’in liderliğinden çıkınca, onların yerine liderliğe Şeyh AbdulKadîm Zellûm ve Şeyh Ahmed ed-Dâ’ûr girdi. Böylece Hizb’in kıyâdesi (liderliği), Şeyh Takiyyuddîn en-Nebhânî liderliğinde bu iki celîl âlimden oluşur hale geldi. İşte bu liderlik, Allah’ın fadlı ve rıdvânı ile en hayırlı kıyâm ile Dâvet’in yükü ile kâim oldu.
Hizb, el-Aksâ meydanlarından yola çıkarak İslâmî Hayatı yeniden başlatmak üzere halk kitlelerini kültürlendirme kampanyasına girişti ve geniş bir aktivite sergiledi. Bu yüzden otoriteler, şekillenişini ve organizasyonunu güçlendirmesini engellemek üzere sert adımlar atmak zorunda kaldı. Bunun üzerine Şeyh en-Nebhânî, 1953 yılının sonunda beldeyi (el-Kuds’ü) kendi isteği ile terk etmek zorunda kaldı. Ancak ikinci kez geri dönüşü men edildi.
1953 yılı Kasım ayında Şeyh en-Nebhânî, zorunlu olarak ancak kısa bir süre kalabildiği Dimeşk’e [Suriye’nin başkenti Şam’a] gitti, çünkü Suriye otoriteleri bir süre sonra kendisini tutuklayıp Suriye-Lübnan sınırından dışarı attılar. Fakat bu kez de Lübnan otoriteleri kendisini topraklarına girmekten men etti. Bunun üzerine Vâdî’l Harîr’deki Lübnan Polis Merkezi yetkilisinden Lübnan’da kendisini tanıyan bir şahıs ile bağlantı kurmasına izin vermesini talep etti. Lübnanlı güvenlik yetkilisi de bağlantı kurması için ona izin verdi. Böylelikle Şeyh en-Nebhânî, o arkadaşından Lübnan Müftüsü Şeyh Hasen el-Ulâyâ ile görüşmesini talep etti. Bu haber Şeyh el-Ulâyâ’nın kulağına ulaşınca, Şeyh en-Nebhânî’nin Lübnan topraklarına derhal girişini emretmeleri için Lübnanlı yetkililere doğru süratle harekete geçti, aksi takdirde devletin bir yandan demokrasi çağrısında bulunurken öte yanda İslâmî dîn âlimlerinden bir âlimi topraklarına ayak basmaktan men ettiği haberini ülkenin her tarafına yayacağını söyledi. Lübnan Müftüsünün bu tavrı karşısında Lübnanlı otoriteler boyun büküp teslim etmek zorunda kaldılar.
Şeyh en-Nebhânî, Lübnan’da yerleştiğinden beri fikirlerini yaymaya çalıştı ve 1958 yılına kadar bu hususta sıkıntısız olarak devam edebildi. O vakit Lübnan otoriteleri, fikirlerinin tehlikesini idrâk etmelerinden sonra kendisini sıkboğaz etmeye başladılar. Bunun üzerine Şeyh, gizlice Beyrut’tan Trablus’a [Lübnan’daki Trablus] gitmek zorunda kaldı. Onu tanıyanlardan güvenilir birisi şöyle diyordu: “Şeyh, vaktinin çoğunu okuyarak, yazarak ve güçlü siyâsî neşriyâtını yazmak için dünya haberlerini dinlediği radyoyu dinleyerek geçirirdi. Kendisi adıyla sanıyla takî (takvalı) idi. Bakışında ve dilinde afîf idi. İctihâdlarının ihtilâfına rağmen Müslümanlardan herhangi birini, bilhassa İslâm’a dâvet edenleri sövdüğünü, azarladığını yahut küçümsediğini bir gün olsun işitmedim.“
Irak’taki Nusret operasyonuna büyük ihtimâm gösteren Müessis Şeyh, merhum AbdusSelâm Ârif ve diğerleri ile olan temaslar da dâhil olmak üzere, bazı temaslar için orada bulunan Şeyh AbdulKadîm’in [Ebu Yûsuf’un] katılımı ile bu uğurda Irak’a birçok seferler düzenlemişti. Bu gezilerin sonuncusu, Irak’ta tutuklandığı vefâtından evvelki idi. Nitekim kendisine çok işkence etmişler, ancak sorgucuların uyguladığı işkence kendisinden bir şey elde etmede hiç işe yaramadı. Söylediği kendisinden öğrenilen şey tek bir cümle idi: «شيخ يبحث عن العلاج!» “Bir yaşlı ilaç arıyor!” Bunun üzerine kendisinden bıktılar ve tâğutlardan gördüğü şiddetli ve korkunç işkence sonucu eli felçli olmuş ve takatsiz kalmış bir halde Suriye sınırı üzerinden kovdular. Onun sınırdan bu kovulması, Ürdün istihbâratçılarının kendilerine gelmesinden hemen önce olmuştu ki onlar kendilerine şöyle demişti: “Elinizdeki tutuklu, sizin de aradığınız Şeyh Takiyyuddîn en-Nebhânî idi!” Velâkin Allah’a hamdolsun ki fırsatı kaçırmışlardı.
Şeyh -Rahimehullah- Hizb’i sâbit adımlar üzerine tesis etmiş, hedefe varmaya âdeta ramak kalmıştı. Velâkin her şey için yazılı bir vakit vardır.
Nihâyet H. 01 Muharrem 1398 el-muvâfık M. 11 Aralık 1977 Pazar sabahı İslâmî Ümmet; önde gelen seçkin şahsiyetlerinden bir simge, ilimler deryâsı, genel mânâda bu asrın en meşhur fakihi, 20. yüzyılda İslâmî Âlem’de İslâmî Fikr’in tartışmasız müceddidi, Fakih, Muctehid, Âlim-ul Allâme ve Hizb-ut Tahrir’in Müessis Emîri Şeyh Takiyyuddîn en-Nebhânî’yi kaybetti. Kendisi, Allahu Te’alâ’nın vefât ettirdiği Beyrut’taki el-Evzâ’î Mezarlığı’na defnedildi. Uğrunda tüm ömrünü harcadığı çalışmasının semerelerini hasât edemedi ki o, Nübüvvet Minhâcı üzere Râşidî Hilâfet Devleti’dir. Emâneti, halefi ve yol arkadaşı olan Büyük Âlim Şeyh AbdulKadîm Yûsuf Zellûm’a terk etti. Ne var ki o, Rahimehullah da, gerçekleşmesi için zahmet ile çalıştığı hedefe şâhid olamadı. Ancak onun çabaları; kendisine intisâb edilen, fikri binlercesi tarafından taşınan, milyonlarca destekçisi bulunan, adamları yaşanılan her yere ve kâfirlerin, tâğutların ve zâlimlerin nice zindanlarına kadar yayılan bir Hizb olarak meyvesini verdi.
Kaynak: Mescid-il Aksâ’dan Bir Nûrun Doğuşu: Hizb-ut Tahrir’in Yola Çıkışı