Home / News / YAZILAR / İnceleme / YANLIŞ ANLAŞILAN BİR HADİSİN İZAHI
islam devleti default

YANLIŞ ANLAŞILAN BİR HADİSİN İZAHI

Soru: Sünen sahipleri şu hadisi nakletmişlerdir: “Sefine (R.A) Nebi (S.A.S)’den naklettiği rivayette O (S.A.S) şöyle buyurmuştur: “Hilafet ümmetimde otuz senedir. Bundan sonra meliklik olacaktır.” Sonra da Sefine sözüne şöyle devam etti: “Bu otuz yıl Ebu Bekir, Ömer, Osman ve Ali’ye mahsustur. Biz onların dönemini otuz yıl olarak bulduk. (Said dedi ki) Ben ona şöyle dedim: “Ümeyye oğulları Hilafetin kendilerinde olduğunu zannediyorlar.” Sefine dedi ki: “Zerka oğulları yalan söylemişler. Aksine onlar şerli meliklerden birer meliktirler.” Ahmed İbn Hanbel’in rivayetinde ise şöyle geldi: “Sefine (R.A)’dan rivayette Rasulullah (S.A.S) şöyle buyurmuştur: “Hilafet otuz yıldır. Bundan sonra meliklik olacaktır.” Yukarıdaki hadislerin işaret ettiğine göre; Hilafet otuz yıldır. Ondan sonra meliklik olacaktır. Oysa meliklik bir İslam yönetimi değildir. O halde Emevi, Abbasi ve Osmanlı devletlerinin birer İslam devletleri oldukları nasıl söylenebilir?

CEVAP: Söz konusu hadis, Raşidi Hilafet’in otuz yıl olacağını ifade etmektedir. Fakat sanıldığı gibi Hilafet sadece Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali ile sınırlı değildir. (Bazıları bu döneme Hz.Hasanın altı aylık dönemini de ilave ederler.) Böyle bir iddia yanlıştır. Zira böyle bir iddiaya karşı Rasulullah (S.A.S) şöyle buyurmaktadır:

“İçlerinden on iki halife geçmedikçe bu iş son bulmayacaktır.” (Müslim, imare, 1)

“Bu din, on iki halifeye kadar aziz ve korunur olmakta devam edecektir.” (Müslim, imare, 1)

“İslam dini on iki halifeye kadar aziz olmakta devam edecektir.” (Müslim, imare 1)

“Bu iş on iki halifeye kadar aziz olmakta devam edecektir.” (Müslim, imare, 1)

Bu hadislerden anlaşılan; Hilafetin dört veya beş kişiyle sınırlı olmadığıdır. Rasulullah (S.A.S) on iki halifeden bahsetmekte ve bunlar vasıtasıyla dinin aziz olarak devam edeceğini anlatmaktadır. Nitekim Hz. Peygamber Efendimiz (S.A.S), Raşit Halifelerden ve Emevilerden de sonra gelecek olan Abbasileri övücü sözler söylemiştir. Cabir İbn Abdullah’ın nakleddiği bir rivayette Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır:

“Abbasın oğullarından bir takım melikler olacaktır ve Allah onlarla dini aziz eyleyecektir.” (Celaleddin Es-Suyuti, Tarihul Hulefa, s.15)

Ümmü Fadlın naklettiği bir rivayette Rasulullah (S.A.S) Hz. Abbasa “Halifelerin babası” şeklinde hitabta bulunmuştur:

“Bana halifelerin babasını getirin.” (Tarihul Hulefa s.16)

Hz. Aişe’nin nakleddiği merfu bir rivayette Rasulullah (S.A.S) şöyle buyurmuştur:

“Abbasoğulları için öyle bir sancak olacaktır ki hakkı ikame ettikleri müddetçe onlardan çıkmayacaktır.” (Tarihul Hulefa s.16)

İbn Abbas ve babasından gelen bir rivayette ise Rasulullah (S.A.S) şöyle buyurmuştur:

“Allah’ım! Abbasa ve oğullarına nusret ver.” (Tarihul Hulefa s.18)

On iki halife ve Abbasoğullarına övgü konulu bu hadislere bakılırsa Hilafet dört halife veya Hz. Hasan’ın dönemiyle sınırlı bir dönem olmadığı anlaşılır. Hilafetin otuz yıl olduğunu bildiren hadislerle bu son hadisler arasında her hangi bir zıtlık yoktur. Zira Hilafetin otuz yıl olduğunu ifade eden hadisin anlaşılmasında yanlışlık yapılmaktadır. O halde Hilafetin otuz yıl olmasından maksat nedir?

Aslında hadisler arasında bazı kimselerin böylesine sıkışıp kalmasındaki temel sebep; nasların bir bütünlük içerisinde incelenmemesi ve sonuçta da yanlış yargılara saplanılmasıdır. Böylece bir hataya düşenler, Emevi, Abbasi ve Osmanlı halifeliklerini batıl kabul edip İslam devleti olmadıklarını söyleyip dururlar ve bil fiil söylenmektedir de.

Bütün bunlara sebep olan şey de; nasları bir bütünlük içerisinde incelemek yerine, cımbızla bir tanesini ortaya çıkartıp ona göre meseleye yaklaşmaktır. Aksi takdirde Rasulullah (S.A.S) bir tarafta hilafet otuz yıl diyecek, diğer yandan ise on iki halifeden bahsedip Abbasilere övgüler verecek? Böylesi bir şey, Allah Rasulüne asla caiz değildir.

Sünnisi olsun Şiisi olsun bütün müslümanlar, Ömer b. Abulaziz’in hilafetini över ve kabul eder. Doğru olması gereken de budur. Ömer b. Abdulaziz adil, salih ve muhlis bir halifedir. O, halifelik döneminde ülkeyi adaletle doldurmuş ve hak ile yönetmiştir. Dolayısıyla o, ne bir kral ve ne de bir zalimdi. Suyutinin de dediği gibi Ömer b. Abdulaziz Raşit bir halife idi. (Tarihul Hulefa s.28) Yaklaşık üç yıl halifelik yaptı. Şimdi Raşit halifelerin hilafet dönemleri olan otuz yıla üç yılıda eklersek otuz üç yıl yapmaktadır. O halde Rasulullah (S.A.S) yanılmıştır….. Böyle mi diyeceğiz. Haşa!. O (S.A.S), geleceğe ait bu sözü Allah (c.c)’dan nakletmekte ve burda da doğru söylemiş ve yanılmamıştır. Yanılma, hadisi maksatlı anlamak isteyenlerdedir. Evet, hadisi emelleri doğrultusunda eğip bükmek isteyenler, yanılmaktadır. Bu fikirde olan kimseler Raşid halifelerden sonra halife olmadığını, Emevi, Abbasi ve Osmanlı halifeliklerinin batıl olduğunu, dolayısıyla halifelerin dört veya Hz. Hasanla beş olduğunu söylerler. Ama ne hikmetse Şia inancındaki on iki imamın silsileten devam edip dört veya beşle sınırlı kalmayan halifeliklerini de kabul ederler. Bir yandan da halifeler dört veya beşti derler. (!)

Oysa Hz. Peygamberin söylemiş olduğu hadisindeki “melikler” den maksat; yönetim sistemi manasında değildir. Biz biliyoruz ki Hz. Hasandan sonra da Kur’an ve sünnet ahkamı icra edilmekteydi. Rasulullah (S.A.S)’ın devlet nizamını Muaviye de sahabeye uygulamaya devam etmiş, Ömer b. Abdulaziz de devam etmiş ve yine Abbasi ve nihayet Osmanlının elinde 1924’e kadar da devam edilmiştir. Demek ki hadiste geçen “melik” yönetim nizamı manasında değildir. İşte hadisi yanlış anlayanlar bu noktada hataya düşmektedirler. Hadisteki “melik”ten maksat; şeri hükümleri uygulamada zalim olmaktır. Yani idareyi, uygulamayı kötü ve zulüm yönünde icra etmektir. Fakat bununla beraber onlar yine halifelerdir. Rasulullah (S.A.S)’de onlara “halife” diye hitabta bulunmuştur.

“İçlerinde on iki halife geçmedikçe bu iş son bulmayacaktır.” (Müslim, imare,1)

Böylece Rasulullah (S.A.S) onlara hem “melik” ama hem de “halife” demektedir. Burada bir tezat yoktur. Zira hadisteki “melik” yönetim nizamı manasında değildir. Aksi halde İslam’da olmayan bir krallık nizamı Allah Rasulü’nün tecviz ettiği kabul edilmektedir ki bu kesinlikle düşünülemez. Demek ki hadisteki “melik” kelimesinden kastedilen yönetim nizamı değil, İslam’ı uygulayan ama zulmeden halife manasındadır. Nitekim Tac yazarı Mansur Ali Nasıf hadisteki “sonra melikler olacaktır” ibaresini “sonra halife, meliklerin uslubu üzerinde olacaktır” şeklinde açıklar. (Et-Tac El-Camil Usul, c.3, s.40) Yani halife bir melikmiş gibi zulmedecektir. Yoksa toplum hayatında Kur’an ve sünnet ahkamını ve nizamını kaldıracak değildir. Dolayısıyla buradaki “melik”, yönetim nizamı manasında değildir. Bilakis Rasulullah (S.A.S) melik kelimesini “zulmeden kral” manasında kullanmıştır. Hz. Peygamber Efendimiz önünde titreyen bir bedevi araba söylediği şu sözün de “melik” kelimesini aynı manada kullanmaktadır: “Ben ne bir kralım, ne de bir zorbayım.” Diğer bir rivayette ise: “Ben bir kral değilim. Ben kurutulmuş et yiyen bir kadının oğluyum.” (Vehbe Zuhayli, İslam Fıkhı Ansiklopedisi c.8, s.447 Rasulullah (S.A.S) bu hadisinde “melik” kelimesinin “zulmeden melik” manasında olduğu açıktır. Bununla yönetim nizamını kastetmediği ise açıkça görülmektedir. Yine bu kelimeyi aynı manada kullanan Hz. Ömer (R.A) şöyle der: “Allah’a yemin ederim ki ben bir kral (melik) değilim ki sizleri krallık ile yahut zorbalıkla köleleştireyim. Ben sizden birisiyim o kadar. Size karşı benim durumum tıpkı yetimin malları üzerinde veli tayin edilmiş birisinin, o yetimin malına karşı durumu gibidir.” (Zuhayli a.g.e. c.8, s.447-448)

Demek ki mezkur hadisteki “melik” kelimesi yönetim nizamı manasında değil, “İslam ahkamının icrasında adalet dengesini kuramayan ve böylece halkına zulmeden halife” manasındadır. Çünkü; “Hilafet ümmetimde otuz yıldır. Daha sonra melikler olacaktır” diyerek Muaviye ile başlayan idarecilere “Melik” dedikten sonra “İçlerinden on iki HALİFE geçmedikçe bu iş son bulmayacaktır” diyen Rasulullah (S.A.S)’ın bizzat kendisidir.

Hadisi yanlış anlayanlar gibi düşünecek olsak ve otuz yıldan sonra gelen Emevi, Abbasi ve Osmanlı hilafetlerini batıl saysak ve bunların küfür nizamı olduğunu düşünsek, o zaman Hz. Peygamberin mezkur hadisinin devamında ashabına otuz yıldan sonra gelen Muaviye idaresinden derhal huruç etmelerini ve onu baştan indirmelerini emretmesi gerekirdi. Çünkü Rasulullah (S.A.S) sahabesine yaratana isyanda yaratılmışa itaat edilmeyeceğini belirtmişti. (Müslim, imare 8) Oysa bu emirleri bizlere ulaştıran sahabe Muaviye’ye itaat etmiştir. Rasulullah (S.A.S) sözlerini emir telakki edip kulaklarında küpe gibi taşıyan bu sahabelerin Muaviye’ye itaat etmeleri yine o Rasul’un emrine itaat etmekten başka bir şey değildir. Çünkü Allah’a isyana razı olmamış ama bununla birlikte idarecinin halka zulmü karşısında da huruç edilmemesini emretmiştir. Evet, Hz. Peygamber ashabına hurucu emretmediği gibi onlara “Halife” diyor ve yukarıda meallerini verdiğimiz hadislerde on iki halifenin idaresinde dinin aziz olacağını belirtiyor, Abbasileri övüyor ve onlar adına duada bulunuyor. Bu hadislere rağmen bir kimsenin Emevi, Abbasi ve Osmanlı halifeliklerini batıl kabul etmesi onun samimiyetsizliğinden ve batıl emellerinden kaynaklanıyor demektir. Demek ki Emevi halifeliktir, ama Raşid halifelik değildir. Bilakis adaleti dengeleyememiş melik uslubundandır. Bu yüzden Sefine onlara “Zerka oğulları yalan söylemişler, onlar şerli meliklerdir” derken bu manaya işaret etmiş ve onların Raşid halifeler olmadıklarını belirtmek istemiştir. Fakat bu sözü söyleyen Sefine Muaviye’ye veya diğerlerinden huruç etmemiştir. Zira onların hilafeti meşru idi.

Emevi, Abbasi ve Osmanlı halifeliklerini anlamak ve haklarında bir yargıya varılabilmesi için öncelikle beyatın vakıasının bilinmesi gereklidir. Bir kişi nasıl halife olur? Halifelik ne ile meşrutiyetini kazanır? Bu sorulara cevap verdikten sonra Hz. Ali (R.A)’dan itibaren gelen halifeler hakkında daha sağlam ve sağlıklı düşünebiliriz.

Şu unutulmamalıdır ki İslam; insan, hayat ve kainat hakkında, fikrini beyan etmiştir. İnsan ve insanların hayatını her hangi bir alanda boş bırakmış değildir. İslam toplum hayatında vakıası olan bir dindir. Bu yönüyle de ruhbanlık veya teokrasi düşüncesiyle bağdaşmaz. İslam insanların yüreklerine seslendiği gibi topluma devlet denetiminde şekil vererek seslenmiştir. İnsanoğlu başı boş bırakılmamıştır.

“İnsan kendisinin başı boş bırakılacağını mı sanar?”(Kıyamet:36)

İslam insanlara uygulamalarını farz kıldığı bir devlet nizamı vermiştir. Bu nizamı bütün detaylarıyla izah etmiş ve açıklamıştır. Bu nizamı iyice incelemeyen veya incelemekten aciz bazı kimseler, bir takım hukuki boşlukların olduğunu söyleye dursun. Hilafet nizamını Rasulüne uygulaması için indiren Allah:

“Bu kitabı sana insanlar arasında Allah’ın sana gösterdiği şekilde hükmedesin diye indirdik.”(Nisa : 105) buyurarak dinini açıklamada hiç bir eksiklik, boşluk bırakmadan tafsilatıyla açıkladığını bildirmiştir. Ayrıca;

“Biz her şeyi açık açık anlattık.” (İsra : 12)

“Sizin için ayetlerimizi beyan ettik, açıkladık.” (Hadid : 17) diyerek kıyamete kadar bu nizamın uygulanacağını ifade buyurmaktadır.

“Siz kitabın bir kısmına inanırsınız da bir kısmını red mi edersiniz? Sizden bunu yapanın cezası dünya hayatında damgalanmış aşağılıkla yaşamak, kıyamet gününde ise azabın en şiddetlisine atılmaktır. Allah yaptıklarınızdan gafil değildir.” (Bakara : 85)

Böylesine mükemmel (hiç bir eksiği olmayan) dinin naslarının açıklamalarından anlaşılıyor ki Hilafet; İslâm’ı uygulamak ve dünyaya cihad yoluyla İslam davetini yüklenmek için yer yüzündeki müslümanların tümü için genel başkanlıktır. Bu başkanlığa aday olacak kimse beyatla başa gelir. O kişi ancak beyat alındıktan sonra halife olur. Dolayısıyla halife hilafetini ancak beyatla meşrulaştırabilir. Bunun delili Hz. Peygamber efendimizin İslam devletinin başına beyatla geçileceğini beyan ettiği hadisleridir.

Ubade b. Samid (R.A) naklettiği bir rivayette şöyle der: Nebi (S.A.S) bizi (biat için) davet etmişti. Bizde ona beyat ettik. Ubade der ki: Bizden aldığı ahid şu hususta idi: (Allah Rasulü bir devlet başkanı olarak) Neşeli veya kederli, zorlukta veya kolaylıkta, kendisini bize tercih etse bile onu dinleyip itaat etmek ve emir sahipleriyle çekişmememiz üzerine beyat ettik. Ancak idarecimizde bizim için Allah’ın indinde delilimiz olacak apaçık küfür görmemiz müstesna (diyerek bu durumda onlara karşı gelmemizi emretti.)” (Buhari, Tedrici sarih c.12, s.293)

Hadisi şeriften de açıkca anlaşıldığı üzere Rasulullah (S.A.S) devlet başkanı olabilmek için müslümanların beyatına müracaat ediyor. Bu da bize gösteriyor ki halife ancak beyat yoluyla idareci olur. Şu hadislerde aynı kanıya işaret etmektedir.

Ebu Hureyre (R.A)’ın rivayet ettiği bir hadiste Hz. Peygamber (S.A.S) şöyle buyurmaktadır: Üç kişi vardır ki Allah onlarla kıyamet günü ne konuşur ne de onları temize çıkartır. Birincisi: Yol üzerinde ihtiyac fazlası suya sahip olur da gelip geçenleri ondan men eder. İkincisi: İmama (Halifeye) sadece dünyalığı için beyat edip istediğini verdiği zaman ona itaat eder, vermediği zaman itaat etmez. Üçüncüsü: Birisiyle ikindi vaktinden sonra alış veriş yapan ve kendisine iddia ettiği kadar verilmediği halde, o mal için şu kadar para verildiğine dair Allah adına yemin eden kimsedir ki bu sözüne itimatla müşteri onu tasdik eder ve malını alır.”

Abdullah b. Ömer (R.A) gelen rivayette ise o şöyle der: Biz Rasulullah (S.A.S)’e dinleyip itaat etmek üzere beyat etmiştik de o bana “gücünün yettiği hususlarda” demişti.”

Cabir b.Abdullah (R.A) ise naklettiği rivayette şöyle der: “Ben Rasulullah (S.A.S)’e dinleyip itaat etmek üzere biat etmiştim de o bana gücümün yettiği hususlarda dinleyip itaat etmem ve her müslüman kişiye nasihatta bulunmam hususunda telkinde bulundu.”

Ebu Said elHudri (R.A)’ın Rasulullah (S.A.S)’den naklettiği bir rivayette Rasulullah (S.A.S) şöyle buyurmaktadır: “İki halifeye beyat edildiğinde ikinci geleni öldürün.” (Müslim, İmare 15)

Mealini verdiğimiz hadislerden halifeyi nasbetme yolunun “beyat” olduğu açıkca görülmektedir. Aşağıda mealini vereceğimiz hadisde buna işaret ederken yine bir çok konuyuda aydınlatmaktadır.

Ebu Hazim dedi ki: “Ben Ebu Hureyre ile beraber beş yıl kaldım. Onu, şu hadisi Rasulullah (S.A.S)’den rivayet ederken duydum: İsrailoğullarını nebiler yönetirdi. Her bir nebi ölünce onun yerine diğeri gelirdi. Şüphesiz ki benden sonra gelmeyecektir. Ancak halifeler olacak ve bunlar çoğalacaktır. Bunun üzerine sahabeler dedi ki: Ey Allahın Rasulu! Bize ne emredersiniz? Rasulullah (S.A.S): “Birinciye ettiğiniz beyata bağlı kalınız ve onlara haklarını veriniz (emirlerini dinleyip itaat ediniz). Muhakkak ki Allah, onlara yönettiklerinden soracaktır.” (Müslim, İmare 10)

Bu hadisten de şu sonuçlar çıkar:

1- Nebiler halkını siyasi olarak yönetirdi. Zira hadisin metninde “gütmek” manasına gelen kelimelerden ayrı ve özel olarak geçen ( ”Ë”ÁÂ) kelimesinden anlaşılan budur. Zaten İslam dininin yapısına baktığımız zaman bunu görmekteyiz. Aynı zamanda bu, siyasi bir din olmasındandır.

2- Hz. Peygamberden sonra gelecek Halifeler, Onun (Nebilik değil de) bu görevini devralacaklarına göre; halifeler de ümmeti siyasi olarak yönetecek ümmetin menfaatını içeride ve dışarıda şeri hükümlere göre gözetecektir.

3- Yönetimin siyasi olması İslâm Devleti’nin Ruhani ve teokrasiye ait bir yönetim olmayıp beşeri bir yapıda olduğunu gösterir. O halde İslâm Devleti başkanı, Hristiyanlıkta olduğu gibi kesinlikle ruhani bir lider olmayıp bilakis ümmeti ibadet, muamelat, ukubat alanlarında gözetip idare eder.

4- İslam devleti başkanına “Halife” denir.

5- Diğer hadislerden de anlaşılacağı üzere Rasulullah (S.A.S)’ın bu halifelere bıraktığı devlet nizamı “Hilafet”tir.

“Sonra Nebilik metoduna uygun Hilafet kurulacaktır.”

6- Halifeler beyatla seçilir, ancak bu yolla halifelikleri meşru olur.

7- İlk biat edilene itaat edilir. Diğer hadislerin de yardımıyla anlaşılan sonradan çıkan ikinci bir halife öldürülür.

“İki halifeye beyat edildiği zaman sonra geleni öldürün.”

8- “Ben den sonra halifeler olacak ve onlar çoğalacak” ifadesinden anlaşılan halifelerin dörtle sınırla olmadığıdır. Bu hadisten bu sonuçlar çıkmaktadır.

Demek ki halifeyi seçmekte esas olan iki tarafın rızasının olmasıdır. İşte beyat bu rızayı gösteren bir akittir. Akitte ise iki tarafın rızası esastır.

Zorla ne halife olunur, ne de zorla birisi halife yapılır. Beyatı ümmetin tamamı yapılabileceği gibi, ümmetin temsilcisi olan ehli hal vel akd de yapabilir. Ehli hal vel akd’dan kast edilen ise şudur: “Evet” demeleriyle toplumun evet diyeceği, “hayır” demeleriyle de toplumun hayır diyeceği kimselerdir. Bunlar toplumun uyduğu, görüşlerine teslim olduğu kimselerdir. Bunlar toplumun hayır diyeceği kimseler olup tabilerinin rızalarını yansıtırlar. Bunlar çok olabileceği gibi az ve hatta bir kişi bile olabilir. Bunun örneklerini biraz sonra görebileceğiz. Burada önemli olan toplumun görüşüne uyacağı ve onların rızalarını yansıtacağı konumda olmalarıdır. Çünkü beyat bir akittir. Her akitte olduğu gibi beyat aktinde de tarafların rızaları gerekir. Beyatın bir akit olduğunu şu hadis açıkça göstermektedir:

“Cabir b. Abdullah (r.a)’dan rivayetle bir bedevî Arap Rasulullah (SAV)’e İslâm üzerine beyat etti. O sırada kendisine şiddetli bir hastalık isabet etti. Sonra dedi ki: “Biatımı boz.” Rasulullah (SAV) kabul etmedi. Sonra gelip yine “Biatımı boz” dedi. Rasulullah (SAV) yine kabul etmedi. Sonra o bedevî Medine’yi terk etti. Bunun üzerine Rasulullah (SAV) şöyle dedi: “Medine, bir körük gibidir. Kötüsünü dışarı püskürtür, iyisini arındırır.” (Buhari)

Şu unutulmamalıdır ki; sahabe, Rasulullah (SAV)’in ve Allah (c.c)’ın indinde yüce mevkiilere sahiptirler. Kur’an ve hadisler, bu yüceliğe şahadet etmektedirler. İslâm Devleti’nin daha ilk halifesinde zekât vermek gibi bir vecibeden imtina edenlere sahabe saldırmıştır. Zira sahabe, İslâm dışı olan hiç bir şeye razı olmamıştır. Rasulullah (SAV)’in dediği gibi: “İbni Abbas (r.a)’ın naklettiğine göre Rasulullah (SAV) Veda Haccı’nda insanlara hitapta bulunmuş ve şöyle demiştir: “Artık şeytan sizin bu yerinizde kendisine ibadette bulunulmasından ümidini kesmiştir.”(Hakim,1/93)

Şeytanın ümidini kestiği bu insanlar, Rasulullah (SAV)’in vefatından sonra Hz. Ömer döneminde, Ömer (r.a)’ın minberden; “Bende bir eğrilik görürseniz ne yaparsınız?” sözüne sahabi, “O zaman seni kılıcımızla düzeltiriz” şeklinde cevap veriyor. Bu söz, heybetli Ömer (r.a)’a da heybetsiz olanına da korkmadan söyleyecekleri sözlerdendir.

Hz. Hasan, halifeliği Muaviye’ye vermiş, ama ona beyat da etmiştir. Bu hadise, Allah’a isyana razı olmayan güzide sahabenin gördüğü ve duyduğu bir ortamda vukuu bulmaktadır. Ama ne Hz. Hasan ve ne de diğer sahabeler isyan etmemiş, fakat itaatta bulunmuşlardır. Zira Muaviye, insanları razı ve ikna etmişti. Sahabelerin isyan etmeyip susmaları, Muaviye’nin hilâfetini meşrulaştırır. Çünkü Hilâfet bir akittir. Akdin vukuu anında taraflardan birinin akdi inkâr etmeyip susması, akdin husulüne sebep olur. Buhari, Ebu Davud, İbni Mace, Ahmed İbni Hanbel ve Dârimi’nin rivayet ettikleri nikâh akdi de buna güzel bir örnektir:

“İbni Abbas’tan rivayet edilen bir hadise göre; genç bir kız Nebî (SAV)’e gelerek kendisini, istemediği halde babasının onu birisiyle evlendirdiğini şikâyet etmişti. Nebî (SAV) de kızı, evliliği kabul edip etmemede serbest bırakmıştır.” (Buhari, Nikâh, 41-42; Hk, 9-12; Hanbel, 1/273, 6/42, 46, 115, 170, 172, 175, 178, 186, 209; İbni Mace, Nikâh, 12, Talak, 29; Dârimi, Talak, 15)

Aynı hadisin diğer bir tarikinde ise kız şöyle der: “Şimdi babamın yaptığını geçerli saydım. Fakat kadınlara, bu hususta babalarının gücü bulunmadığını göstermek istedim.”

Görüldüğü gibi bu evlilik akdi, zorla olmasına rağmen Allah Rasulü bunu zina saymadı. Bilâkis meşru gördü ve devamını yapıp yapmamada kızı serbest bıraktı. Çünkü kız, akit anında her ne kadar istemiyorsa da sükut etti. Yani akdin husule gelmesine ses çıkarmadı ve akdi bir inkârda bulunmadı. Sükut ise, bir inkârda bulunulmadığı müddetçe akdi meşrulaştırır. İşte yine bir akit olan beyatı Muaviye alırken sahabe büyükleri de sükutta bulunmuş ve hatta Hz. Hasan Muaviye’ye Hilâfet’i vermiş ve ona beyatta bulunmuştu. Sahabenin huruca hakları olmalarına rağmen böyle bir şeye kalkışmamışlar ve itaatta bulunmuşlardır. Sahabenin Muaviye’yi baştan indirmemesinin sebebi, onun Raşit bir halife olduğundan dolayı değildir. Evet Muaviye zulmetmiştir. Sahabe, şerî nasslara itaat etmekten başka bir şey yapmıyordu. Bazı kimseler vicdanlarının sesini dinleyerek zalime isyan etmekten bahsediyorlardı. Böylece kendilerinin İslâm’a karşı sahabeden üstün duyarlılıklarının naralarını atarken ashaba hakarette bulunmaktadırlar. Oysa vicdana uymak ve amellere oradan yön vermeyi Allah (c.c) “nefsini ilah edinmek” olarak vasıflandırmaktadır:

“Hevasını ilah edineni gördün mü?” (Cesiye: 23)

Oysa Şari‘, halife zalim de olsa küfürle hükmetmediği müddetçe ona karşı gelmeyi yasaklamıştır:

Vail el-Hadrami (r.a) dedi ki: “Seleme b. Yezit el-Cufi, Rasulullah (SAV)’e şöyle sordu: “Ey Allah’ın Nebîsi bana haber ver, üzerimize bizden kendi haklarını isteyen fakat bizim haklarımızı bizden men eden bir takım idareciler gelirse bize nasıl davranmamızı emredersin?” Nebî (AS) ondan yüz çevirip cevap vermedi. Sonra tekrar aynı şeyi sordu. İkinci yahut üçüncü defada kendisini Eş’as b. Kays çekti. Bunun üzerine Rasulullah (SAV) şöyle dedi: “Onları dinleyin ve itaat edin. Çünkü onların uhdesine düşen ancak onlara yükletilendir. Sizin uhdenize düşen de size yükletilendir.” (Müslim, İmare, 12)

Huzeyfe b. Yeman şöyle dedi: “Ben; “Ya Rasulullah. Biz Bir şer içindeydik. Sonra Allah bize büyük bir hayır getirdi. Şimdi bizler bu hayır içinde bulunuyoruz. Artık bu hayrın ardından bir şer daha gelecek mi?” dedim. Rasulullah; “Evet, gelecek.” dedi. Ben; “O şerrin ardından da bir hayır var mıdır?” diye sordum. Rasulullah; “Evet, vardır.” dedi. Ben tekrar; “O hayrın ardından yine bir şer var mıdır?” dedim. Rasulullah; “Evet, vardır.” dedi. Ben; “O şer nasıldır?” dedim. Bunun üzerine Rasulullah şöyle buyurdu: “Benden sonra bir takım imamlar olacak ki onlar benim getirdiğim hidayetle hidayetlenmeyecek ve benim sünnetimi sünnet edinmeyecektir. Onlar arasında öyle bir takım adamlar bulunacaktır ki, onların kalpleri beşer cismi içerisinde bulunan şeytanların kalpleridir.” Ben de dedim ki; “Ya Rasulullah. Eğer ben bu döneme erişirsem nasıl hareket edeyim?” Rasulullah; “İmamlarınızı (halifelerinizi) dinleyip itaat edersin. Sırtın dövülüp, malın elinden alınırsa bile dinle ve itaat et.” buyurdu.” (Müslim, İmare, 13)

İbni Abbas (r.a) rivayet ederek dedi ki; “Rasulullah (SAV) şöyle buyurdu: “Her kim emirinde (halifelerinde) hoşlanmadığı bir şey görürse sabretsin (isyan etmesin). Çünkü her kim İslâm camiasından bir karış ayrılır da ölürse, muhakkak ki onun ölümü cahiliyye ölümüdür.” (Müslim, İmare, 13)

Bu ve benzeri bir çok hadislerde, zalim de olsa halifeye itaattan el çekilemeyeceği, isyan edilemeyeceği açıkça görülmektedir. Şari‘ böyle buyuruyor, böyle emrediyor. Bizim seçme hakkımız yoktur. (Bak. Ahzab: 36)

Şimdi de bu itaatın ne zaman biteceği, bu itaatın sınırını Şari‘ nasıl çizmiş ona bakalım. Bu hadisleri incelediğimiz zaman göreceğiz ki, Şari‘, halifeye huruca ancak küfür nizamıyla hükmettiği, Allah’ın hükümlerini kaldırıp yerine başka hükümleri icra ettiği zaman izin vermektedir.

Hz. Peygamberin zevcesi Ümmü Seleme (r.anha) Hz. Peygamberden rivayet eder ki, Rasulullah (SAV) şöyle buyurdu: “Şu muhakkak ki sizin üzerinize bir takım amirler tayin olunacak da sizler onların işlerinden maruf ve güzel, bir kısmını da çirkin görüp inkâr edeceksiniz. Çirkin işi çirkin gören onun günahından beri olur. İnkâr ve red eden de günaha iştirakten selim olur. Fakat çirkin işe rıza gösteren ve o işte faillerine tabi olan ise…..” Sahabeler; “Ya Rasulullah. Böylesine münker iş yapan amirle savaşmayalım mı?” diye sorduklarında, Nebî (SAV); “Namazı kıldıkları müddetçe hayır.” cevabını verdi.” (Müslim, İmare, 6)

Namazı kılmak, İslâm nizamını ve ahkâmını uygulamaktan kinayedir. Arap edebiyatında cüzü söyleyip küllü kastetmek veya küllü söyleyip cüzü kastetmek olan bu ifadeler çok kullanılır.

Avf b. Malik (r.a)’dan rivayetle Rasulullah (SAV) şöyle buyurmaktadır: “İmamlarınızın (halifelerinizin) hayırlıları; sizin kendilerini, onların da sizleri sevmekte bulunduklarınız ve onların sizlere dua etmekte, sizlerin de kendilerine dua etmekte olduklarınızdır. İmamlarınızın şerli ve kötü olanları ise; sizin kendilerine buğz etmekte, onların da size buğz etmekte bulunduklarınız ve sizin onlara, onların da size lânet etmekte bulunduklarınızdır.” Bunun üzerine sahabe şöyle dedi: “Ya Rasulullah. Onlara karşı kılıçla muharebeye kalkışmayalım mı?” Rasulullah; “Sizin içinizde namazı (İslâm nizamını ve ahkâmını) ikâme ettikleri müddetçe hayır.” dedi. Sonra şöyle devam etti: “İdarecilerinizden hoşlanmadığınız bir şey gördüğünüz zaman, uygulamasını sevmeyiniz. Fakat itaattan da el çekmeyiniz. (Yani ahd ve beyatı bozmayınız).” (Müslim, İmare, 17)

Aynı manaya işaret eden hadisler için örnekler çoktur. Biz onlardan sadece bir kaç örnek sunduk. İşte Hz. Peygamber, Rabbisinin kendisine gönderdiği;

“Ey iman edenler! Allah’a itaat edin. Rasule itaat edin ve sizden olan ulul emre de (itaat edin).” (Nisa: 59) ayetini böyle açıklıyor ve ashabına böyle gösteriyordu. Nitekim Rasulullah’ın değerli sahabisi Enes b. Malik (r.a) da insanlara, Hz. Peygamberin uygulamasının bu şekilde olduğunu Buhari bizlere şöyle nakleder:

Enes b. Malik (r.a)’dan rivayete göre bir valinin halka yaptığı zulümden Enes b. Malik’e şikayet olunmuştu. Enes b. Malik şikayetçilere; “Şu bir gerçek ki, bundan sonra gelecek zaman, bundan daha fazla olacaktır. Ve bu fenalık Rabbinizle kavuşuncaya kadar böyle sürüp gidecektir. Bunu ben Nebimiz (SAV)’den dinledim.” (Buhari, Tecridî Sarih, c.12, sf.296)

Mezkur hadisleri şerh eden Nevevi de, hadislerin şerhini yaparken hasıl olan manayı şöyle özetlemiştir: “Bu hadislerden de İslâm’ın temellerinden herhangi bir şeyi değiştirmedikleri müddetçe, sırf zulümleri yahut fasıklıkları sebebiyle halifelere karşı isyanın caiz olmadığı manası anlaşılmaktadır.” (Müslim tercemesi, c.6, sf.56)

Buradan çıkan sonuçları özetlersek şu maddeleri sayabiliriz:

1- Beyat, diğer akitler gibi bir akitleşmedir. İki tarafın rızası esastır.

2- Akit anında taraflardan birisinin yapılan akde sükut etmesi, akdin husulünü gerçekleştirir. Akit geçerli ve şerî olup seçenlerin akitten rucu etme muhayyerliği vardır.

3- Halifeliği birisi zorla alsa fakat daha sonra insanları halifeliğine ikna ve razı ederse, o andan itibaren halifeliği caizdir.

4- Halife zulmederse ona (silahla) karşı gelmek şer’an haramdır. Yaptıkları kerih görülür ama kesinlikle isyan edilmez. Kim ki isyan ederse İslâm camiasından çıkmış ve öldüğünde cahiliyye ölümüyle ölmüş olur.

5- İslâm nizamıyla hükmettiği müddetçe ona itaat farzdır. Küfür nizamıyla hükmettiği zaman, Allah’ın nizamına tekrar dönmek için silahla idareciyi baştan indirmek için çalışmak farzdır.

Şimdi gelelim Muaviye’ye: Muaviye, halifeliği zorla almış ama insanları menfaatları hususunda halifeliğini kabule ikna etmiş ve ona halifeliği teslim eden Hz. Hasan da beyatta bulunmuş, ne o, ne de diğer büyük sahabiler ona isyan etmemiş bilâkis ondan şikâyet etmek için gelenlere sahabi itaat etmesini tavsiye etmiştir. (Müslim, İmare, 10) Dolayısıyla Muaviye’nin halifeliği, şerî ve geçerlidir. Nitekim sahabe, Muaviye’ye huruc etmemiştir (silahla karşı çıkmamıştır). Evet, zulmetmiştir, yönetimi kötü uygulamıştır, ama bunlardan hiç birisi Rasulullah (SAV)’in “silahla karşı koyun” emrine muhalefet değildir. Önemli olan, kişinin kalbinde Muaviye’ye düşmanlığının olması değil, aksine şerî hüküm ve nasslara uygunluktur. Şari‘, nasslara Rasulullah’tan sonra uyulmasını istediği, ihlas piramidinin zirvesinde bulunan sahabe, Muaviye’ye huruc etmemiş, aksine itaat etmiştir.

Muaviye’nin hayattayken oğlu Yezit için beyat alması, İslâm’a uygun değildir. Bir halife varken başkası için beyat alınması caiz olmayıp şerî nasslarla çelişir. Muaviye’nin bu isteğini sahabenin büyükleri; Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Zübeyr, Abdullah b. Ebu Bekir red etmiş ve tenkit etmişlerdir. Muaviye, öldürme tehdidiyle her ne kadar oğlu Yezit için beyat almış olsa da kendisinin ölümünden sonra başa geçmek isteyen Yezit’e sahabe huruc etmiştir. Çünkü o, ümmete ait olan otoriteyi (sultayı) gasp etmiştir. Dolayısıyla ona gasbedenin hükmü uygulanır. O da; ne pahasına olursa olsun, silahla sulta hakkını o kişiden alıp asıl sahibi olan halka iade edilmesidir. Bazıları bu gibi şeylerin fitneye ve karışıklığa meydan vereceğini mazeretle caiz olmadığını söylüyorlarsa da bu, şerî delillerle çelişmektedir. Mezkur delillerin incelenmesi bu yazımızın sayfalarını kabartacağı için müstakil çalışmaya terkediyoruz.

Abdullah b. Zübeyr, Mekke’de halkı yanına alarak Yezit’e savaş ilân etti. Hz. Hüseyin, Irak’ta halkla beraber Yezit’e huruc etmek için hazırlık yaptı. Medine halkı Yezit’le bütün ilişkilerini kestiklerini ve savaşacaklarını ilân ettiler. Bu savaşın sonucunda Rasulullah (SAV)’in ashabından seksen kişi öldürüldü. Böylece Bedir Savaşına katılan hiç bir sahabi kalmamıştır. Yine Kureyş’ten ve Ensar’dan yediyüz kişi öldürüldü. Bazı rivayetlerde binyediyüz kişidir. Diğer insanlardan acem ve Araplardan ve tabiilerden kadınlar ve çocuklar dışından onbin kişi öldürüldü. Gasb edenden aldığı hak, haklıya iade edinceye kadar silahla mücadele yapılır. Gasıb, öldürülürse yeri cehennemdir. Onunla birlikte savaşanların hepsinin yeri de cehennemdir. Bunlara karşı savaşanlar öldürülürse yerleri cennettir.

Hz. Ebu Bekir’in, Hz. Ömer’i aday göstermesi bu olayla karıştırılmamalıdır. Ebu Bekir (r.a)’dan kendisinden sonra gelecek bir aday göstermesini istediler. Bunun üzerine Ebu Bekir (r.a) Hz. Ali ve Ömer’i tavsiye etti. İnsanlar uzun süre istişare ettiler ve çoğunluğun görüşü Hz. Ömer’de birleşti. Bu bir beyat değildir. Sadece istişare oldu. Nitekim Ebu Bekir (r.a) vefat edince Hz. Ömer, beyatla seçildi. Muaviye’nin yaptığı ise, beyat almadır ki bu caiz değildir.

Hz. Ebu Bekir’den müslümanların bir aday tavsiyesinde bulunmasını istemeleri bize gösteriyor ki; “Halife kendisinden sonra gelecek aday veya adaylarda tavsiyede bulunabilir.” Nitekim Ebu Bekir, Ömer’i tavsiye etmiştir. Ömer (r.a) da altı kişiyi tavsiye etmişti. Adayların içinden Abdurrahman b. Avf, hakkından feragat edip halkın görüşünü de alarak Hz. Osman’ı halife ilân etmiştir. Müslümanlar Hz. Ali’den de vefatı anında bir aday göstermesini istemişler ve oğlunu göstermişlerdi. Ama o, bundan imtina etti. Dolayısıyla Muaviye’nin, oğlu Yezit’i halife adayı göstermesi caiz olup işi ileriye götürerek ona beyat almaya kalkışması çok büyük bir cürümdür. Zira bu, sulta hakkına sahip olan ümmetten hakkını gasbtır. Zalim halifeye huruc haram olduğu için kıtal etmeyen sahabi Muaviye’nin ölümü üzerine şerî bir halife olmadığı halde halifeliğini ilân etmek isteyen Yezit’e harp ilân etmiştir.

Yezit ölüp de oğlu ikinci Muaviye, halife olarak biat edilince, bu takvalı genç ondan vazgeçti ve müslümanlara şöyle seslendi: “Dedem zalim idi ve babam ehli değildi. Bu iş size aittir. İstediğinize biat edin.” O zaman Abdullah b. Zübeyr, Hicaz’da halifeliğini ilân etti. Fakat Emevî olan Mervan b. el-Hakim’e ekseriyetle biat edildi.

Ömer b. Abdülaziz, amcası tarafından halife adayı gösterildi. Fakat amcası vefat edip Ömer’i hilêfete çağırınca, Ömer ondan vazgeçti ve müslümanlara şöyle seslendi: “Bu iş (halifeye biat işi) size aittir. İstediğiniz kişiyi halife olarak seçin.” Müslümanlar Ömer b. Abdülaziz’i seçip ona biat ettiler.

Abbasî Hilâfeti de böyledir. Kurulan bu halifelikler elbette çok iyi olmayabilir. İdarecileri zulmetmiş olabilir. Ama hadislerin ifadesinde görüldüğü üzere, Allah’ın ahkâmıyla hükmettiği müddetçe onlara silahla karşı koyulamaz.

Osmanlı Devletine gelince: Herşeyden önce şunu söyleyelim ki; Ertuğrulgazi oğlu Osman’a devrettiği beylik daha işin başında halkın teamül ettiği bir örf olarak baba-oğul silsilesini takip etmiştir. Yani oba halkı, idareyi Ertuğrul oğullarında istiyor ve bunu kendilerine örf olarak kabul etmişlerdi. Bu yüzden tarihte onlar, Osmanoğulları şeklinde anılıyorlardı. Evet Osmanoğullarının hüküm sürmesini kendilerine şiar edinen bir devlet olarak bünyesini kökleştirmiş ve buna ne bir karşı gelme ne de bir isyan söz konusudur. Bu nokta önemlidir.

Babadan oğula devredilen halifeliği kabul etmeyenler acaba neye bakarak hüküm veriyorlar? Raşit Halifelere mi yoksa vicdanlarına mı bakıyorlar? Biz Raşit Halifelere bakarak hüküm vermekle mükellefiz. Zira bu hususta neyin şerî neyin gayri şerî olduğunu onlar bilmektedir. Onların uygulamaları bizim için delildir. Bu, bizim arzumuz olduğu için değil bizzat Rasulullah’ın emridir.

Ebu Necih Irbâd b. Sariye (r.a)’dan: Demiştir ki; “Rasulullah (SAV), (birgün) bize öyle bir vaazda bulundu ki (dinleyenlerin) gönülleri titredi. Gözleri yaşardı. Dedik ki; “Ya Rasulullah, bu veda edip gidecek kimsenin vaazına benziyor. Bize vasiyette bulun.” Cevaben buyurdu ki: “Size Allah’a karşı takvalı olmayı ve üzerinize emir (halife) olan kimse köle dahi olsa, sözünü dinleyip ona itaat etmeyi vasiyet ederim. Bir de içinizden yaşayan olursa bir çok ihtilaflar görecektir. İşte böyle zamanlarda benim sünnetime ve hidayet üzere olan Raşid Halifelerin sünnetine yapışınız. Bu istikamette azı dişlerinizle ısırmışçasına daim olun. Sonradan bidat üzere ortaya çıkan işlerden de sakının. Zira her bidat dalâlettir.” (Ebu Davud, Tirmizi)

İşte Rasulullah’ın müslümanlara vasiyeti, Raşid Halifelere uymak ve hatta azı dişleriyle sarılacak kadar bir mübalağı ile. Bu itaata bir mübalağa ile daha işaret var: Köleden halife olamayacağına rağmen Rasulullah bu itaata “köle bile olsa” tabiriyle itaattaki daimiyete işaret buyurmuştur.

Beyatta önemli olan rıza idi. Osmanlı’da babadan oğula geçen halifeliğe halk razı değil miydi? Elbette ki razıydı. Beyatı şerî nassların bildirdiğine göre ya halk veriyordu ya da halkın rızasını gösteren, halkın görüşüne teslim olduğu ehli hal vel akd veriyordu. Ehli hal vel akd ise çok veya az, hatta bir kişi olabilir. Çünkü önemli olan halkın ondan razı olması ve bu halkın görüşünü yansıtması veya halkın o kişinin görüşünden razı olmasıdır. Osmanlı’da bu kişi şeyhul İslâm örfü, böyle olan halkın görüşünü yansıtıyor ve devlet idaresini (halifeliği) oğula veriyordu. Eğer tek kişi olmasına, nefsine uyarak razı olmayanlar varsa onlara şunu deriz: Raşid Halifelere uymayı emreden Rasulün emrine uyarak o döneme gittiğimiz zaman Hz. Osman’ın seçilmesinde görürüz ki ona halkın görüşüne göre beyat eden ve onu halife ilân eden Abdurrahman b. Avf de tek başına kişidir. O, bu işi, tek başına yapmış ama hiç bir sahabî buna karşı gelmemiştir. Zira bu şerîdir. Önemli olan bu kişinin halkın görüşünü yansıtmasıdır. Şeyhul İslâm, halkın görüşünü yansıtıyor ve halk da onun tercihine razı idi. Nitekim Şeyhul İslâm’ın beyat ettiği kimseye halktan hiçbir isyan söz konusu olmamıştır. Osmanlı, Abbasi, Emevî devletleri şerî olmakla birlikte, uygulamada şerî hükümleri kötü uygulamışlardır. Bu yüzden Raşid Halifeler olamamışlardır. Yoksa onlardan hiç birisi krallık yönetim nizamı değildir. Krallık yönetim nizamı ayrı şeydir, kralmış gibi zalim olmak ayrı şeydir. Maalesef bunu tefrik edememiş insanlar hem sapıyor, hem de şurada burada insanları saptırmaktadırlar.

Bir takım gayri meşru yapılanmış düşüncelere sahip insanlara tavsiyemiz, geçmişi günümüze koymak yerine, madem ki İslâm Devleti olup da sırf zulmettiği için ateşler püskürmektesiniz, şu anda küfür nizamıyla hükmeden, Allah’a, Rasulüne ve Kur’an’a televizyondan, radyodan, gazete ve dergilerden her gün küfürler yağdırıp masa başında müslümanların kanını döküp de gelen kâfirlerle kadeh sallayan küfrün müdafii şu şerefsiz idarecilere hak söz söylesinler. Geçmişteki müslümanlara küfretmek günah getirir, ama zalim önünde hak ve hakikatı haykırmak yüce makamlara yol verir.

Son olarak söyleyeceğimiz:

Biz ne Emevî, ne Abbasi ve ne de Osmanlı pratiğinde bir İslâm Devleti peşindeyiz. Biz, dört Raşid Halifelerin kurduğu Raşidî Hilâfet Devleti peşindeyiz. Emelimiz, arzumuz, hedefimiz Rasulullah’ın Ebu Bekir’e teslim ettiği teşekkülü tam bir İslâm Devleti olan, İslâm Dinini bir davet ve cihat olarak dünyaya taşıyacak, insanlara Allah’ın hükümlerini uygulayacak, fitne kalmayıncaya ve din tamamen Allah’ın oluncaya kadar mücadele verecek, mahiyeti şerî nasslarla mübeyyen olan Raşidî Hilâfet Devleti’ni kurmaktır. Bunun önünde ne küffarın saptırması engel olabilecek ne de küfrün korkak askerleri karşı gelebilecektir. Allah hükmünü vermiş ve Rasul bunu şöyle müjdelemiştir.

“Sizin içinizde nübüvvet Allah’ın dilediği kadar kalacak. Sonra dilediği zaman kaldıracak. Sonra nübüvvet metoduna uygun Hilâfet gelecektir. O da Allah’ın dilediği kadar kalır ve kaldırmayı istediği zaman kaldıracaktır. Sonra ısırıcı melikler olacak. O da Allah’ın dilediği kadar kalacak ve kaldırmayı istediği zaman kaldıracaktır. Sonra da zorbacı, diktatör bir idare gelecektir. O da Allah’ın dilediği kadar kalacak ve dilediği zaman kaldıracaktır ve nihayet nübüvvet metoduna uygun bir Hilâfet kurulacaktır.”

Ne mutlu o günlere kavuşanlara.

Bizleri bu yolda o güne kavuşturmak için yürüten Allah’a hamd olsun. Selâm ve bereketi üzerinizden ve üzerimizden eksik olmasın.

M. Bahaddin Yüksel

Kaynak: Raşidi Hilafet Dergisi, Sayı: 92,93

Ayrıca...

BÜTÜN YÖNLERİYLE DEMOKRATİK SEÇİMLER

Kâfir Batının İslâm topraklarına pazarlamış olduğu İslâm’la uzaktan yakından ilgisi bulunmayan bir küfür sistemidir…

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir