Tarifi : Sözlük manası itibariyle kemikleri irileşmiş kuzuya denir. (1) Bu kelime daha sonra deri manasına kullanılmıştır. (2) Istılahi olarak ise manası şudur : Çeşitli metodlarla kıyamete kadar olacak hadiseleri bilmeye yarayan harflerin ilmidir. (3) Arapça’daki mevcut harflere bir takım sayılar verilmiştir. Bu işle meşgul olan kimseler, inceledikleri kelimelerin veya cümlelerin üzerinde uygulayarak bu harflerin tekabül ettikleri sayıları toplayarak gelecekten haber verirler. (4) Cifrin kullanılan diğer bir ismi de “Ebicad” tır. Ebicad şekli üzerinde Arap dilinde kullanılmıştır. (5) Diğer bir kullanılışı da “Hisab-ı Cümmel” dir. (6) Türkçe’de “Tarih Düşürme” şeklinde de tanınır. Cifrin, “Arraf” bahsi altında inceleyen araştırmacılar da olmuştur. (Bk. İslam Ans. C.3, Arraf md.)
Cifir, Arapça’da esasen “Cefr” şeklinde telaffuz edilir ve aslı da öyledir. Fakat biz bu kelimeyi, halkımız arasında “Cifr” şeklinde tanındığı için böyle kullandık. (7)
Tarihi : Cifrin kaynağı hakkında kaynak kitaplarımızda hiç bir ihtilaf yoktur. Biz konuyla ilgili bahisleri bulduğumuz kaynakların görüşlerini sırasıyla verelim : Burada konuyla alakalı olarak ebced hesabını zikretmek istiyorum : Ebceb şöyle tarif edilir : Ebced (_»Ãœ) kelimesi Arap alfabesindeki harflerin kolaylıkla ezberlenebilmesi için, harflerin birleştirilmesiyle meydana gelmiş sekiz manasız kelimenin adı olduğu gibi, aynı zamanda diğer kelimelerin de tümünün adıdır. Bir başka ifadeyle ebced, eski alfabeye verilen ismin adıdır. Abcad, Ebicad, Ebiced, Abucad… da denmesine rağmen lafzın tanınmış şekli “Ebced” dir. (8)
Burada şunu da belirtelim ki ebcedle cifir arasındaki en önemli fark; ebced vaki olanın, cifir ise vaki olması muhtemel olanın ilmidir. (9)
Biz cifrin ebcedle olan alakasından dolayı tarihini araştırmaya ebcedden başlayacağız. Gerçekten de cifrin temeli ebcedle özde birleşir. İşte bu yönüyle ebced, cifir hesabında kullanılır. Bir tertip üzere Arap alfabesindeki harflere denk gelen belirli sayılar verilir. (10)
Hemen söyleyelim ki, bu ebced ve cifir, kendi kültürlerinden doğmuş değildir. Konuyu inceleyen Doç. Dr. İsmail Yakıt, kitabında ebcedle alakalı olarak kelimeleri yazdıktan sonra şöyle der : “Araplar, bu kelimeleri ve bu sırayı nereden ve kimden almışlardır, şeklinde bir soru aklımıza gelebilir. Gerçekten Arapça köklere dayanmayışı Arapların bunu başka kavimlerden almış oldukları keyfiyetinin açık bir delili olabilir. Nitekim kaynaklarımız da bu görüşü desteklemektedir.” (11) diyerek bu tasnifin ve tertibin Arapların kendi bünyelerine ait olamadıklarını ifade eder. Nitekim bu kelimelerin manalarının olmayışı, onların başka bir kültürden Araplara intikalinin kati bir delilidir. (13)
Zira bugün Arap dilinin en ince kritiğine kadar incelememizi sağlayacak kadar bilgiye sahip olduğumuz şu Kuran dilinde, şayet ebced, Arap kültürüne ait olsaydı muhakkak bu konuda bize doyurucu bilgi ulaşırdı. (14)
Ebcedin Arap kültürüne ait olmadığını belirttikten sonra cifre intikal ederek bahsimize devam edelim. Doğrusu biz cifri müstakil başlıklar altında pek bulamadık. Yazımıza çok eski bazı kitapların adını bulduysak da bu esere ulaşamadık. (15)
Bu konuda, Hurufu mukaddaaya değinen Şatibi, meşhur kitabı el-Muvafakat adlı kitabında şöyle der :
“Bazılarına göre bunlardan maksat (16) bu ümmetin ecelini ve benzeri belirleyen sayı remizleridir. (Cifir hesabı gibi) Siyer kitaplarında bu manaya delalet eden sözler vardır. Bu iddianın dikkate alınabilmesi için Kur’an’ın indiği sıradaki Arapların belli sayılar yükleyerek tarih düşme ya da zaman belirleme gibi bir usulü bildikleri sabit olmalıdır. Oysa ki onların böyle şeyleri bildikleri asla sabit değildir. Bunun aslı siyer müelliflerinin de zikrettiği gibi Yahudilere dayanmaktadır.” (17)
Görüldüğü gibi cifir hesabı Yahudilere dayanmakta ve onların kullandıkları bir işlem olmaktadır.
Yine hurufu mukattaaya değinerek Ce-ahir tefsiri konuyu anlattıktan sonra şöyle der :
“Eskiden bu, diyanet ehlinde var idi. Nübüvvet zamanında Medine ve şark şehirlerinde bulunan Yahudilerin, Arap harflerindeki bugünkü şekliyle bilinen cifri kendi aralarında nasıl ıstılahlaştırarak kullandıklarına dikkat ettiniz mi? Onlar Elif harfine 1, Be harfine 2, Cim harfine 3, Dal harfine 4, ve işte böylece ebced harflerindeki Ye harfine kadar 10 sayısını veriyorlardı. Ha’ya kadar 100, Ra’ya kadar 200 sayılarını veriyorlardı. Ve nihayet Ğayn harfine kadar 1000 sayısını veriyorlardı. Böylece sen İskenderiye’de, Mısır’da ve Rum memleketlerinde ve Suriye’de Hıristiyanların kendi aralarında Kur’an’ın indiği zamanlarda kullanılan dini işaret taşıyan dini harfler olarak kabul ettiklerini görürsün…. İşte böylece Yahudi ve Hıristiyanların kendi aralarında kullandıkları bir harf işareti olduğu sana açıkça gözükmüş olur. Nitekim Yahudilerin kullandıkları bu harf işaretleri cifrin ta kendisidir…. İşte böylece en zeki kardeş bilmiş olundu ki cifr, Yahudilerin kendi aralarında örf olarak kullana geldikleri bir şeydir.” (18) diyerek cifrin, Yahudilerin kendi aralarında kullanılan harf işlemi olarak belirtir.
Ve yine bu konuda Muhammed Ebu Zehra, Fıkhi Mezhepler Tarihi adlı kitabında bu konuya değinir ve “Bu ilim, İsrail oğulları bilginlerinin faydalandığı bir kaynaktır” (19) der.
Diyanet Vakfının çıkardığı İslam Ansiklopedisinin konuyla ilgili araştırmasında şöyle der :
“Çeşitli metodlara başvurmak suretiyle geleceği keşfetme merakı, İslam öncesinde yaşayan eski milletlere kadar ulaşır. Keldaniler, Asurlular, Babilliler, Mısırlılar ve daha sonra Yahudilerle Hıristiyanlar arasında yaşayan kahinler, müneccimler ve bazı mistiklerin; kainatın sonu, devletlerin akibetleri gibi çeşitli haberler verdikleri bilinmektedir. İlkçağ filozoflarından Pisagor, varlıklarla sayılar ve geometrik şekiller arasında kesin ilişkiler bulunduğunu savunmuştur. İslam kaynaklarında sayı ve harflerin sırlarını konu edinen Kitab-ul Ğalip ve-l Mağlup adlı bir eserle yine gaybten haber alma ile ilgili et-Tenebü’ bir-Rüya adlı bir risale Aristoya nisbet edilse de bunların apokrif olduğu anlaşılmıştır. (İbn Haldun, L, 428, Kaya, 1995, 299) Öte yandan Tevrat’ın batini yorumlarında bir çok cifir örneklerine rastlanır. Tevrat’ta İbrahim’in vekili Elizer’i 368 askerle dört krala karşı savaşmaya gönderdiği bildirilir. (Tekvin, 14/1-4) Bu rakam İbrani harflerle Elizer’in sayısal değerine eşittir. Yahudi mistik hareketi Kabalanın temel eseri olan ve Tevrat’ın batini yorumu olan Zoharda harflerin sırlarına dayanan bilimlerden söz edilir. Yaygın kanaata göre Kapitalistlerin en önemli kitaplarından biri olan Sefer, Yezirah Hz. Musa’nın Tur-u Sina yakınlarına öğrettiği ilm-i esrariden oluşmuştur. Buna göre birer ilahi kelime olan dış varlıklar arasındaki münasebetlerin, uyum ve zıtlıkların hepsi İbranicelerin yirmi iki harfi arasında da mevcuttur. (İslam A. c.7, sf.215,216)”
Esasen cifirin Yahudilere ait olduğunda ihtilaf yoktur. Yani cifrin herhangi bir kavim değil de özellikle Yahudi kaynaklı olduğunda ihtilaf yoktur. Gerçekten de onlar toplum içinde itibar gören yüksel mevki sahibi insanlardı. İslam yolundan sapmış bir düşünce, elbette ki bid’at ve hurafelere sapacaktır. Nitekim Yahudi bilginleri de bu sapıklıkları sonucu bir takım bid’at ve hurafelere dalmış ve bunlardan biri olan cifir denen; gaybten haber verme işlemini ortaya koymuşlardır. Nasıl böyle bir yola sapmasınlar ki, toplumları onları Kur’an’ın ifadesiyle “İlah” kabul etmişlerdi. (Tevbe : 31) İlah düşünce yapısına sahip olan biri elbette ki geleceği bilmeli ve işte cifrin temellerinin böyle atılmış olması muhtemeldir.
Bu konuda Yahudilerin kendilerine has alfabelerinde bizdeki bilinen cifrin aynı şekilde her harfe tekabül eden sayılarla kullandıkları ebced ve cifir tablolarının öteden beri var oluşları ve bunların da bizim elimizdeki bulunuşu hiç bir şüpheye mehal bırakmayacak şekilde bu işlemlerin onlara ait olduğunu göstermektedir. Bu tablo için ebced hesabıyla ilgili araştırma yapan Doç. Dr. İsmail Yakıt’ın kitabına bakılabilir. (20)
Doğrusu Ehli Sünnetin tefsirlerine hatta inançlarına varıncaya kadar bir çok alanda israiliyat girdiği için cifir de Yahudilikten İslam’a aktarılmasıyla maalesef Müslümanların allemul guyup olan Allah’ın sıfatını başka insanlarda da göstermesine sebeb olmuş ve sıfatlarında insanlara benzemeyen Allah inancını zedelemiştir. (21)
Burada şunu da belirtelim ki; Arap alfabesi Kur’an’ın Resulullah’a indiği sıradaki tertibi bugünkü gibi değildi. (22)
Kağıt üzerinde asrı saadet devrinin alfabe sayısı, harflerin sayısı, harflerin noktası olmadığından dolayı yeri harf olarak gözüküyorsa da pratikte 29 harf olarak kullanılmaktaydı. Fakat daha sonra Nasr b. Asım el-Leysi gelerek Arap alfabesini bugünkü bilinen şekliyle tertip etti. (23)
İşte pratikte 29 harf olarak, ama kağıt üzerinde noktaları koyulmadığı için 7 harf olarak beliren ve hatta yazımı bugünkü gibi bile olmayan harflerin Resul (S.A.S) döneminde bilinen ebced usulü yoktu. (24)
İşte bundan dolayı Şatibi, Kitab-ı el-Muvafakat’ta şöyle der :
“Oysa ki onların (yani Kur’an’ın indiği sıradaki Araplar) böyle şeyleri asla sabit değildir. Bunun aslı siyer müelliflerinin de zikrettiği gibi Yahudilere dayanmaktadır.” (25)
Burada şöyle bir soru sorulabilir : Yahudiler arasındaki Allamu-l Guyup olan Allah’ın vahdaniyyet sıfatını ihlal eden cifrin, Ehli Sünnete girmesini kim kabul eder ve kimler vasıtasıyla girmiş olabilir?
Biz de deriz ki; İslam hurafe kabul etmeyen, inancı Kuran ve mutavatir hadislere dayanan ilahi bir dindir. O yüzden bu dinin tarifini yaparken şöyle deriz : İman, vakıaya uygun, kati delillere dayalı, kesin tastikten ibarettir. İşte bundan dolayı İslam düşüncesini taşıyan basiretli mü’minleri İslam’ın tümünü tanımasalar dahi bu dinin ruhuyla bidatları gördüğü yerde tanır ve biliriz. Resul (S.A.S) “Bütün bidatlar delalettir, bütün delaletler de ateştedir.” (26) buyuruyor.
İşte böyle bir basiret üzeri olan Müslümanların cifir denen işlemi Yahudilerin Ehli Sünnete taşıması, aklın kabul etmeyeceği bir şeydir. Nihayet öyle de oldu. Yani cifir işlemini Yahudilerden alanlar Müslümanlar olmadı. Cifri Yahudilerden Ehli Sünnete sokan Ebu’l Hattab’tır. (27)
Nitekim Makrizi el-Hutat adlı kitabında da böyle zikreder. (28)
Açıklayalım : Resulüllah (S.A.S) efendimizin vefatıyla başlayan fitnelerin önü arkası kesilmiyordu. Daha Peygamberimizin hayatındayken Müslüman oldukları söylenen bazı kimseler onun vefatıyla dinden dönüyorlar ve böyle başlayan savaşlar, bu fitnelerin önünü kesemiyordu. Resulullah’ın bir ifadesiyle “Kırılan fitne kapısı” kapanmayacaktı. Allah Resulünün övgülerle yücelttiği, Kur’an’dan kendilerinden Allah’ın memnuniyetinin işaretleriyle tanınan aşerei mübeşşereden olan Ömer, Osman, Ali (r.anhum) teker teker şehit ediliyorlar ve kan damlayan kılıçlar kınlarına bir türlü girmiyordu. Onunla da yetinmedi, Allah Resulünün çok seviyorum dediği sevgili torunları; Resulullah’ın nesebini taşıyacak olan Hasan ve Hüseyin (r.a) şehit ediliyor ve yine onların torunları olan Zeyt ve Cafer es-Sadık, halkın Allah Resulünün nesebine olan teveccühleri sonucunda halifelerin mevkilerinin elden gitme korkusuna kapılmalarıyla bu masum Peygamber torunlarını rahat bırakmamaları ve nihayet gerginlikler sonucu savaş meydanlarında buluşarak ölmeleri, Müslümanların akan kanının hiç kurumayacağını gösteriyordu.
Nihayet bu siyasi açıklamalar itikadi parçalanmalara kadar giden sonuçlar doğuruyordu. (29)
Şia bunlardan sadece bir tanesidir. Bu fırka “Sebeiyye” ve “Gurabiyye” olarak ortaya çıkıyor. Abdullah b. Sebe’nin kurduğu Sebeiyye, Ali (r.a)’ı tanrılaştıran fırka ile Cebrail’in şaşırarak Kur’an’ı Peygamber’e getirdiği, gerçekte Ali’ye getirmesi gerektiğini iddia eden Gurabiyye’yi Ali (r.a) bizzat tekfir etmiş, onların kafir olduklarını söylemiştir.
Şia, bu iki fırkadan başka daha bir takım adlar taşıyan kollara sahiptir. Bunlardan bir tanesine de “Hattabiyye” fırkasıdır. Bu fırkayı biz Muhammed Ebu Zehra’nın, İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi adlı dört ciltlik kitabından aynen alıyoruz :
“Bu fırkanın başı Ebu’l Hattab b. Zeynep el-Esede adında biridir. Bu şahıs İmam Cafer es-Sadık devrinde yaşamış olup onun propagandasını yapmakta idi. Bu da sapıtarak kendisinin peygamber olduğunu, Cafer es-Sadık’ın da tanrı olduğunu iddia etmek suretiyle küfre batmış ve nihayet bütün haram olan şeylerin yapılmasına izin vermiştir. Buna mensup olanlar farzları yerine getirmenin ağırlığından kendisine şikayette bulunarak kolaylık göstermesini istemişler, o da bütün haramları helal saymış, hatta birbirleri için yalancı şahitlik etmelerine de müsaade etmiş ve imamı tanıyan insana haram olan şey helal olur demiştir.” (30)
İşte peygamberliğini iddia eden bir insanın bir kaç sene önce vefat eden Muhammed (S.A.S)’e kadar dahi olsun gaybten haber veremiyor olmasını Ebu’l Hattab kabul edecek değildi. Ne de olsa o da peygamberdi.!!! Ve elbette ki gelecekten haber verecekti, vermesi de gerekiyordu. Öyle de oldu. Yakın civarda yaşıyan Yahudi alimlerinin bu inançlarını davasına hizmet etmesi için neden almayacakmış ki? Cafer-i Sadık’a (31) tanrı diyen Ebu’l Hattab bunu yapmaktan hicab mı duyacaktı?!..
İşte belirttiğimiz gibi cifir İslam alemine Müslümanlar tarafından sokulmadı. Nasıl sokulabilsin ki, insandaki Allah inancını darmadağın eden inançla alakalı bir meseleyi, soruyorum hangi Müslüman benimiseyip alabilir?! Hayır mümkün değil.!. Bunu ancak Ebu’l Hattab gibileri alır ve nitekim kaynaklarımız bize böyle bildiriyor. (32)
Ehli Sünnet, cifri Yahudilerden alan ve bunu Müslümanların önüne atan Ebu’l Hattab’ı ve onun taraftarlarının oluşturduğu Hattabiyye’yi Ehli Sünnete dahil etmezler. (33) Nitekim doğru olan da budur.
İşte cifrin Ehli Sünnete girişi Hattabiyyece gerçekleşmiş olup İmamiyye’de gelişmiştir. Muhammed Ebu Zehra bu hususu şöyle zikreder :
“Caferi mezhebinden bahsederken, açıklayacağımız cifre inanmak Hattabiyye mezhebinde başlamış ve İmamiyye mezhebinde gelişme imkanı bulmuştur.”
Burada şöyle bir soru akla gelebilir: “Neden özellikle İmamiyye arasında bu görüş yayıldı?”
Bilindiği gibi İmamiyyede on iki imam meselesi vardı ve bu on iki imama inanmak, iman etmek, temel şartlarından biridir. Ve bu onların ehli sünnetten ayrıldıkları temel noktalardan biridir.
İmamiyye, ehli sünnetçe edille-i şeriyyeden olan kıyası ve icmayı kabul etmezler. Onlara göre imamları masumdurlar. Hz. Peygamberin, Hz. Aişe’ye bir takım sırlar verdiğini ve Hz. Ali’nin de, silsileden gelecek bütün on iki imama bu bilgileri aktardığını ve bundan dolayı da imamların sözlerinin Kur’an ayarında olduğunu telakki ederler. (Zekiyyüddin Şaban, Usul-u Fıkıh, s.94)
İşte bu gibi bidat düşünceleriyle imamlarına olan aşırı saygı onları imamlarının; Hz. Ali’den deri üzerinde yazılı cifr denilen ve geleceğe ait her bilginin içinde bulunduğu bir keçi derisi olduğunu ve bunlar vasıtasıyla her şeyi bileceklerine, bu bilgiyi elde etmenin sadece onların gücü dahilinde olduğuna inanırlar. (34)
Şiiler Cafer-i Sadık’a iki cifr nispet ederler. Bunlardan ilkinde ilah, ikincisinde Zebur, Tevrat, İncil ve Hz. İbrahim’e verilen suhuf ile helal ve haram dair bütün bilgilerin bulunduğu rivayet edilmektedir. (35)
Ve Cafer es-Sadık’ın ilah ve kendisinin de peygamber olduğunu iddia eden Ebul Hattab’tan sonra ortaya Mufaddal b. Ömer el-Cufi çıkıyor ve o da Ebul Hattab’ın yolundan gidiyor. Daha sonra Esterebatlı Fazlullah ortaya çıkıp peygamberliğini ilan eder. O Kuran’da “fazl” kelimesinin geçtiği ayetleri cifr hesabıyla hesaplayıp kendisinin peygamberliğine deliller getiriyordu. Yani cifrle ortaya çıkan sonuç onun peygamber olduğu idi. (36)
Ne sapık ve saçma değil mi? Fakat daha saçma olan şey, şu yirminci asrın içinde ve bütün İslam bilgileri ve hükümleri gözler önünde iken, biri kalkıp Kuran’ın otuz ayetinde kendisinin ve kitaplarının adının geçtiğini iddia ettiği ayetleri, bazılarında da temel espirisine değinen ayetleri alarak; bunların, Yahudi ürünü olan cifr ile Allemul Guyub olan Allah’ın hakkına tecavüz ederek ve dahi zorlamalar yaparak kendisinin ve eserlerinin Kuran’da sözde Allah’ın bunlara işaret etmesiyle yüceliğine işaret ettiğini söyleyebilecek kadar cüretkar olmasıdır. (37)
Doğrusu İslam mutasavvıfı olarak tanınan Gazali, Fedaihu’ı-Batıniyye adlı kitabında, 66-67 sayfaları arasında cifrin batıllığına ve bununla uğraşanların saçmaladıklarına, İslam’a taban tabana zıt olduğuna ve nihayet haram olduğuna genişçe yer verip bununla meşgul olanları tenkit ediyor.
Neyse biz burada sözü uzatmak istemiyoruz.. Diyebiliriz ki ilahlık, peygamberlik iddia edecek kadar aşırı giden, en mütedili imamlarının sözlerini vahiy dengi kabul eden Şia’nın; bu cifrin kendilerine göre kabul ettikleri Hz. Ali’nin mirası olduğunu biz kabul etmiyoruz. Zaten İslam’a olduğu gibi zıt bir iddiadır bu. Fakat teknik olarak biz yine de Şia’nın bu iddialarına dayanak ettikleri derileri hiç bir zaman ispatlayamadıklarını veya iddia ettikleri kitapları tespit edemediklerini belirtelim. (38)
İbn Kuteybe, Muhtelif el-Hadis adlı eserine bu konuyla ilgili bir fıkra koymuş ve buna Zeydilerin başı Harun b. Said el-İçli’nin bu iddia ile alay eden bir kaç satırını da ilave etmiştir. (39)
Fakat daha garibi de şudur ki; fihriste Cafer es-Sadık’tan bir çok defalar (s.178,198,355 vd.) bahsedildiği ve hatta onun el-Kimyacı Cabir b. Hayyan ile münasebeti bulunduğunun zikrinde (s.355) tereddüt edilmediği ve red maksadı ile olmakla beraber Cafer es-Sadık’ın kara Halile hakkındaki tıbbi kitabının (s.317) müellifi olduğu meselesi de geçtiği halde ve onun cifr hakkında bir eseri olduğu meselesi de geçtiği halde onun cifr hakkında bir eseri olduğu asla mevzu olmamıştır. (Halbuki Fihristin sahibi İbn Nedim, Şia meyilli biridir.) (40)
Biruni, Cafer es-Sadık’tan büyük bir hürmetle bahseder, fakat takvime teallük edip de kendisine yanlış olarak atfedilen kararlar hakkında hiç bir müsahama göstermez ve cifr bahsını vermez. (41)
Ayrıca Şia’nın bu iddiaları; Hz. Aişe, Hz. Ali ve Hz. İbn Abbas gibi sahabelerden nakledilen rivayetlere de aykırıdır. (Bk. Buhari İlim 39, Cihat 71, Müslim Edahi 8, Müsnet 1, 108) Cifr ilminin Hz. Peygamberden ehli beyte nebevi bir miras olarak intikal ettiği konusunda da hiç bir delil yoktur. Esasen cifr ile ilgili rivayetlerin kaynağı Cafer es-Sadık’a tanrılık nispet edecek kadar aşırı fikirlere sahip bulunan Ebul Hattab el-Esedi ile Batınilere öncülük yapan Mufaddal b. Ömer el-Cufi’dir. Nitekim İbn Nedim gibi Şia’ya mütemayil bir müellif bile Cafer es-Sadık’a nispet edilen kitaplar arasında cifre dair herhangi bir eserden bahsetmemiştir. (Bk. el-Fihris, s.279) Ayrıca cifrin Cafer es-Sadık’tan rivayet edilmesi hususundaki görüşlerin bazı çelişkiler arzettiğini de belirtmek gerekir. Mesela; Şii ve Sünni kaynaklarında cifr ilmini Cafer es-Sadık’tan rivayet edenin Harun b. Said el-İcli olduğu nakledilir. Halbuki döneminde, Zeydiyyenin ileri gelenlerinden olan Harun, Cafer es-Sadık’a nispet edilen cifri tenkit edip bunun asılsız olduğunu bildirmiştir. (İbn Kutebe, s.70-71, Bagdadi, s.252-253) Esasen gerek el-Cifrvel-Camia ve gerekse Cafer es-Sadık’a nispet edilen diğer bir çok eserin gerçekte ona ait olduğunda ciddi terettü ve itirazlar vardır. (42)
Aynı kanaat bazı Şii kaynaklarında da mevcuttur. (Kuleyni, 1, 240) Öyle anlaşılıyor ki cifre dair ilk telakkiler (Yahudilerden aktarma olarak) Batıni-İsmaili çevreler ve eski dini felsefi kültürleri (Yahudilerden) nakleden kaynaklar yoluyla İslam dünyasına girmiş, Şiilerden çoğunluğu ile bazı Sünni alimlerin de bundan etkilenerek cifrin herkes tarafından merak edilen geleceğin bilgisini içerdiğini zannetmişlerdir. Ancak vahiy sona erip tebliğ tamamlandığına göre cifr ile veya başka metodlarla geleceğe ilişkin kesin bilgiler ortaya koyma düşüncesi iddiadan öte bir anlam taşımaz. Ayrıca cifr işleminde kullanılan metinler ilmi kurallara dayanmaktan uzak bir bilmece niteliğindedir. Gazalinin belirttiği harflerin belli anlamlar ve sayısal değerler ifade ettiği konusunda hiç bir tutarlı delil yoktur. (Fedaihul Batıniyye, s.66, 71) (43)
Biz Şia tarafına ait olan iddialara Muhammed Ebu Zehra’nın şu sözleri ile son veriyoruz : “Biz cifr ile ilgili sözlerin İmam Cafer es-Sadık’a nisbetini kabul etmiyoruz. Çünkü cifr gayb ilmi ile alakalı bir şeydir. Gayb ilmini ise Allah Kendi zatına hasretmiştir. Kur’an-ı Kerimde Hz. Peygambere şöyle buyrulmuştur :
“De ki; Ben nefsim için ne bir hayra ne de kötülüğe sahip değilim. Ancak Allah’ın dilediği müstesnadır. Ben gaybı bilseydim, elbette daha çok hayır yapmak isterdim. Bana hiç bir kötülük de dokunmazdı.” (A’raf : 188)
İmam Cafer’e nispet edilen cifr ile ilgili rivayetlerin çoğu el-Kuleyni yoluyla gelmektedir. Bu el-Kuleyni aynı zamanda İmam Cafer’in, Kuran’da eksiklik olduğunu söylediğini de rivayet etmiştir. El-Kuleyni’nin, Kuran’la ilgili bu rivayetinin yalan olduğunu İmam el-Mardi ve öğrencisi et-Tusi gibi isna aşeriyenin büyük imamları ortaya koymuş ve İmam Cafer’den bu rivayetin tam aksini nakletmişlerdir. Asılsız bir şeyi böyle bir imama nispet ederek rivayet eden kimsenin bütün rivayetleri hakikat araştırmacıları nazarında kabul edilmeye layık değildir.” (44)
İmam Cafer es-Sadık, Ebul Hattab’ın sözlerini red etmişti. (45)
Buraya kadar Şia’nın iddiasını yazdık. Şimdi de gelelim Sofistlere. Sofistlerle olan alakamız, hurufu mukaddada olacaktır. Bilindiği gibi hurufu mukadda, kesik harfler demek olup Kuran’da 29 yerde bulunmaktadır. Elif, Lam, Mim gibi.
Şimdi hurufu mukaddadan bahisle onun müteşabihattan olup olmadığını inceleyelim. Bu hususta iki ayrı görüş vardır. Bazı kimseler ki bunlar halef olanlardır, hurufu mukaddaların manasının bilinebileceğini savunmuşlar ve bundan sonra da birbirini tutmayan ve birbirine zıt görüşler ortaya attılar. Öyle ki bu görüşlerin sayısı 20’ye kadar ulaştı. (46)
İşte bu görüşlerden biri olan “Bu harflerden maksat, cifr hesabı ile ümmetlerin hayat müddetleri, sultanların saltanat müddetleri, savaşlar, fetihler vs. olayların bilinmesini sağlamaktır.” sözü bizim inceleyeceğimiz görüştür. Eğer biri derse ki; “200 tane da olsa, biz bu rivayetlerin hepsini birden doğru kabul edemeyiz?”; biz de deriz ki, “Bu çok saçmadır ve bu hususla ilgili Fahreddin er-Razi’nin şu sözünü söyleriz : “Hurufu mukaddaların maksatları hakkında söylenilen bir çok sözlerin tümüne birden işaret edip Allah’ın bütün bunların hepsini birden kasdetmiş olmasına hamletmeye gelince; bu ulemanın icmaı ile yanlış bir sözdür. Çünkü müfessirlerden her biri bu lafızları zikredilen manalarda sadece bir manaya hamletmişlerdir. Onların içlerinden bunların tümüne hamleden hiç bir kimse çıkmamıştır.” (47)
İkinci görüş ise, Selef’e ait. Selef alimlerimiz hurufu mukaddaya “müteşabihtir” demişler ve ona bir mana verme gayretlerine girmeyerek şöyle demişlerdir : “Bu gizli bir ilim ve üzeri örtülü bir sırdır. Allah’u Teala, onun bilgisini yalnız Kendisine has kıldı. Hurufu mukadda, te’vilini yalnız Allah’ın bildiği müteşabihattandır. Bize bu hususta konuşmamız gerekmez. Bilakis nasıl geldiyse öylece inanmamız gerekir.” İşte bu Seleflerin görüşüdür, ki bunlar dört raşit halife ve yaklaşık ifadelerle sahabeden bir topluluğun görüşleri olarak bize ulaşmıştır. (48)
Bakın Hz. Ebu Bekir ne diyor : “Her kitabın bir sırrı vardır. Allah’ın Kuran’daki sırrı, sure başlangıçlarındaki hurufu mukaddalardır.” Hz. Abdullah b. Mes’ut da aynı görüştedir. (49)
Hz. Ali ise şöyle diyor : “Her kitabın bir özü vardır Kuran’ın da özü, sure başlangıçlarındaki hurufu mukaddalardır.” Şarani bu konuda kendisine bunlardan maksadın ne olduğu sorulduğunda o şöyle demiştir : “Hurufu mukaddalar Allah’ın sırrıdır. Ondan maksat nedir diye aramayın.” (50)
El-Muvafakat adlı eserinde Şatibi şöyle der : “Elif, Lam, Mim hakkında nakledilen ise böyle değildir. Sonra lafzından vazgeçtik, harici başka bir delil (hal karinesi) de yoktur. Eğer olsaydı onun adeten nakledilmesi gerekirdi. Çünkü konu, delillerin nakledilmesi için yeterli gerekçelerin bulunduğu bir konudur. Eğer bu harflerin tefsir edilmesi sahih olsa ve manalarının açıklanması murad edilseydi, o zaman bu konu hakkında mutlaka doyurucu deliller nakledilirdi. Böyle bir şey nakledilmediğine göre bu durum onların müteşabihattan olduklarına bir delil olur.” (51)
Sevri Muhaddislerinden bir topluluk bunların müteşabihattan olduklarını, Allah’ın bunun manasını kendine has kıldığını, nasıl geldiyse öylece inanılması gerektiğini söylemişlerdir. El-Veziru’l-Hafiz Ebu Muhammed Ali b. Ahmet b. Said b. Galib ez-Zahiri de aynı görüşü belirterek müteşabih olduklarını belirtmişlerdir. (52)
Hz. İbn Abbas ise şöyle buyurmaktadır : “Muhakkak ki hurufu mukaddalar, alimlerin manasını bilmekten aciz kaldıkları bir husustur.” Esasen hurufu mukaddanın müteşabih olmayıp yorumunun yapılmasını isteyip savunanlar kelamcılardır. (53)
Ki onlar hem bu görüşlerinden ve hem de kelami düşünme metodlarından dolayı başta İmam Şafi, İmam Ebu Yusuf, Ahmet b. Hanbel olmak üzere ehli sünnet alimleri tarafından tenkide uğramışlardır. (54)
Nitekim İmamı Azam Ebu Hanife, oğlunu kelam konuşmama hakkında uyarmıştır. Hatta bir seferinde İmamı Azam, yanına gelen cehmiyyi bir adama “Çık yanımdan ey kafir” demiştir. (Nurul Envar, s.6) Çünkü onlar Allah’ın ilminin sonradan meydana geldiğini savunacak şekilde kafalarının anladığı şekilde (kelam yaparak) hadiseleri değerlendiriyorlardı. (55)
Yani kelamcılar, Kuran’da manasının anlaşılamayacağı ayetleri kabul etmezler, buna da ayetlerden delil getirmeye çalışırlar. Fakat bu görüş yanlıştır. Bakın bu konuda Fahreddin er-Razi ne diyor : “Makul delillere gelince, bizim mukellef kılındığımız fiiller iki kısımdır. Onlardan bir kısmının hikmetini aklımızla biliriz. Namaz, Zekat ve Oruç gibi. Biz aklımızla taşların atılmasında, Safa ile Merve arasındaki koşmada bahis mevzuu olan hikmeti bilemeyiz.” Muhakkiklerin ittifak ettiklerine göre Allah’u Teala nasıl kullarına birinci türden ibadetleri emrederse aynı şekilde ikinci türden ibadetleri emreder. (56)
Ve yine tefsir el-Hazin’de şöyle geçer : “Kelamcıların iddialarına cevap olarak denilebilir ki; Allah’ın kullarına, onların akılları ile anlamını kavrayamayacakları mükellefiyetleri vermesi caizdir. Mesela; şeytan taşlamak böyledir. Bunun manası akılla kavranmaz. Buradaki hikmet, itaat ve bağlılıktaki kemaldir. Hurufu mukaddalar da aynı şekildedir. Onlara inanmak gerekir. Yoksa manaları nedir diye bir takım çabalara girmek gereksizdir.” (57)
Müfessirlerimiz burada konuyu öz olarak almışlar. Fakat biz bu örneklere ekler yaparak şunları söyleyebiliriz : Hz. Ali’ye nispet edilen bir sözde de olduğu gibi mesleri mesh etme de kullar tarafından idrak edilemez. Çünkü beşer aklıyla düşünürsek kirlenen kısmı meshin alt kısmıdır. Ama Allah (c.c) üstü mesh etmeyi emretmiştir. Şimdi aklımız almıyor diye bununla amel etmeyelim mi?! Veya su bulunmadığı zaman teyemmümü emrediyor Allah. Halbuki temizlik, vücuda bulaşan kiri, tozu yıkamayı gerektiren bir husus olmasına rağmen, Allah yüzü ve kolları toprağa değdirin diyor. Yani bunu anlayamayız diye amel etmeyecek miyiz?! Bunu çok geniş alanlarda düşünebiliriz. İbadetlerin şekillerinde dahi. Ve nihayet varacağımız nokta iman olur. Biz bunu şunun için zikrettik: Bazı kelamcılar, manasının anlaşılamayacağı Kuran’ın caiz olmayacağı, dolayısıyla hurufu mukaddaların müteşabih değil, manasının anlaşılabileceği bir husustur, diyerek birbirini tutmaz 20 görüş ortaya atarlar ki bunlardan bazılarında bu iddia ile öyle acaib tevillere sapmışlardır ki bunların aşırı görüşlerinin önünü kesmek için diğer bir kısım kelamcılar da tevile baş vurmuşlardır.
Şimdi burada Ali İmran Suresinin 7.nci ayetiyle ilgili olarak cümlesinin bir atıf mı yoksa başlangıç cümlesi mi olduğunu açıklamaya girmeyeceğim. Bu tartışmalar tarih boyunca yapıldı. Tefsirlerde bu konuyla ilgili geniş malumatlar var. Merak eden bakabilir. Fakat şunu belirtelim ki; bu cümlenin başlangıç cümlesi olduğu benimsenmiştir. Nihayet doğru olan da budur. Bunun irabı uzun uzadıya kaynak kitaplarımızda yapılmıştır. (59)
Bu incelememizin kapasitesini aşacağı için, biz burada incelemeyi gerekli görmüyoruz.
Bizim bu bölümde asıl incelemek istediğimiz, konuyla ilgili olarak bazı tefsirlerde bize gelen bir rivayettir. Önce bu rivayeti hep beraber okuyalım ve sonra tefsirlere yeniden dönüp bakalım. Evet rivayeti, günümüz Türkçe’sine tercüme edilen İbn Kesirden aynen naklediyoruz : “Bu hadis, siyer sahibi Muhammed İbn İshak’ın rivayet ettiği ve İbn Abbas’a dayanan hadistir. İbn İshak, Cabir b. Abdullah’tan nakleder ki o şöyle der : “Ebu Yasir b. Ahtap, Yahudilerden bazı kişilerle Resulullah’a uğramış, Allah Resulü Bakara Suresinin baş tarafını okuyormuş. “Elim, Lam, Mim” (Onda hiç bir şüphe yoktur…) O sırada Hay b. Ahtap Yahudilerden bazı kişilerle birlikte gelmiş ve demiş ki; Allah’a yemin ederim ki, Muhammed (A.S) kendisine indirilen ayetleri okuyordu, onu duydum. Ve ayeti okumaya başlamış. “Elim, Lam, Mim” (Onda hiç bir şüphe yoktur…) Ebu Yasir demiş ki; “Sen bunu işittin mi?” Kardeşi de evet demiş. Cabir diyor ki; “Hay b. Ahtap, Yahudilerden o cemaatla birlikte Resulullah’ın yanına gelip demişler ki; “Ey Muhammed, Allah’ın sana indirdiği “Elim, Lam, Mim” ayetini okuduğunu hatırlıyor musun?” Resulüllah, “Evet” demiş. Onlar; “Bu ayeti sana Cebrail, Allah katından mı indirdi?” demişler. Resulüllah “Evet” demiş. Onlar; “Allah senden önce peygamberler göndermişti. Sen onların sürelerinin ne kadar olduğunu bilmezsin” demişler. Hay b. Ahtap, ayağa kalkmış ve beraberlerinde bulunanlara doğru yürüyerek onlara “Elif 1, Lam 30, Mim 40” demiş. “Bu ise 71 yapar. Siz, peygamberin dinine girecek misiniz? Onun mülkünün ve ümmetinin ömrünün süresi 71 yıldır.” O da Resulullah’a yönelmiş ve demiş ki; “Ya Muhammed, bundan başka ayetler var mı?” Resulüllah “Evet” deyince, “O nedir? diye sormuş. Resulüllah(S.A.S) “Elim, Lam, Mim, Sad” demiş ve bunun üzerine, “Bu ondan daha ağır ve daha uzun” demiş. “Elif 1, Lam 30, Mim 40, Sad 70’dir” (Her ne kadar metinde 70 geçmiyorsa da bunun altmış olması gerekir. Çünkü 60 olduğu takdirde söylenilen rakamın toplamı elde edilebilmektedir.) “İşte bu da 131’dir.” Sonra, “Ya Muhammed, bundan başka var mı?” diye sormuş. Peygamber de “Evet” demiş. Ve “Nedir o?” demiş. Resulüllah (S.A.S) de, “Elim, Lam, Mim, Ra” demiş. Bunun üzerine bu daha ağır ve daha uzun” demiş. “Elif 1, Lam 30, Mim 40, Ra 200’dir. Bu ise 271 eder.” demiş. Sonra da “Senin durumun bize karışık göründü, Ya Muhammed. Az mı çok mu verildiğini bilmiyoruz” demiş. “Kalkın gidelim” diye de eklemiş. Sonra Ebu Yasir kardeşi Hay b. Ahtap’a ve beraberindeki rahiplere demiş ki; “Ne belli? Bunların hepsi de Haz. Muhammed için toplanmıştır. 71, 131, 231, 271, bütün bunlar 704 sene yapar.” Onlar da demişle ki; “Onun durumu bize şüpheli görüldü.” Şu ayetlerin bu kişilerin hakkında inzal edildiği iddia edilmiştir :
“Odur, Kitabı sana gönderen. Ondan bir kısmı muhkem ayetlerdir ki onlar Kitabın anasıdır. Diğerleri ise müteşabihlerdir.” (Ali İmran : 7) (60)
Muhammed Said El-Kelbi’ye göre bu aşağı yukarı böyledir.” (61)
Evet, bu konudaki rivayet böyle. Bu uzun rivayetin özeti şöyledir : Yahudi rahiplerinden bir grup Haz. Peygamber (S.A.S)’e gelerek hurufu mukattaalar hakkında soru sorarak, cifr hakkında bir takıp hesaplar yaparlar ve giderler. Burada Yahudi bir grup rahiplerin rivayette geçiyor olması dikkatimizi çekiyor. (62)
Şimdi tefsirilere bakalım. İbn Kesir, hurufu mukattaa hakkındaki görüşü incelerken bakın ne diyor : “Bu harflerle vakitlerin bilindiği, olayların, fitne ve savaşların zamanlarının çıkarılacağını (istihraç edileceğini) öne sürenler ise Kuran’da olmayan şeyler iddia etmekte ve uçulması gerekmeyen yerde uçmaya çalışmaktadırlar. Bu husus, zayıf bir hadisle (63) varid olmuştur ki, bu hadis bile istihracın doğruluğundan çok batıl olduğuna delalet eder.”
İbn Kesir, mezkur hadisi verdikten sonra da şöyle der : “Muhammed Said El-Kelbi’ye göre bu hadis aşağı yukarı böyledir. Ancak El-Kelbi, delil olarak kabul edilmez. Kaldı ki bu metod uyarınca (eğer usul doğru ise) her bir harfin ayrı ayrı hesaplanması gerekir. Bu takdirde rakam çok yükseğe ulaşır. Tekrarlarıyla birlikte hesaplanırsa rakam daha çoğalır. Doğruyu en iyi bilen ise Allah’tır.” (64)
Rivayetteki Kelbi’den dolayı Tefsiri Menar sahabi de rivayeti zayıf görmüştür. (65)
Taberi ise, bu konuda şöyle der : “Hurufu mukattaa hakkında bazıları, bunlardan maksadın cifr hesabı olduğunu söylediler. Biz bunu rivayet eden kişinin rivayetini çirkin (kerih) görüyoruz. Çünkü rivayeti yapan kişi, ne rivayetine ne de nakline güvenilecek birisidir.” (66)
Taberi, c.1, sf.64’de yine bu konuya değinerek, iddialara göre bir çok manalar gelmeyeceğini anlatır. Şu husus dikkatimizi çekiyor : İçinde bir çok İsraliyyat ve zayıf hadislerin bulunduğu tefsiri Taberi’de, müfessirimiz Taberi özellikle bu rivayeti kabul etmeyip temelinde dinle bağdaşmayan bu haberi red ediyor olması dikkatimizi çekiyor.
Müfessir Maverdi ise şöyle der : “Ebced harflerine gelince, bu hususta onların sözlerinin hiç bir değeri yoktur.” der ve daha sonra da onların kendi aralarında ihtilaflarını verir. (67)
Tefsir-ul Menar’da bu husus şöyle geçer : “Bu harfler konusunda söylenilebilecek sözlerin en zayıfı ve en kötüsü, onunla bu ümmetin hayat müddetine veya benzeri konulara delalet eden hesap ve sayıların kast edilmiş olmalarını söylemektir. İbn İshak bu konuda bazı Yahudilerle Haz. Peygamberden (A.S) sözler nakleder ki, Peygamberden nakledilen bu sözler zayıftır.” (68)
Feth-ul Kadir isimli eserinde Şevkani şöyle der: “Eğer Resulüllah (S.A.S)’den surelerin başlangıçlarıyla ilgili benimsenilebilecek bir şey sabit olmuş mudur, diye sorarsan, derim ki Resulüllah (S.A.S)’in bu harflerin anlamlarıyla ilgili bir şey söylediğini ben bilmiyorum. Ondan nakledilenler sadece harflerin sayısıyla ilgili rivayetlerdir.” (69)
Nitekim Buhari sahihinde, Tirmizi süneninde, Hakim müstetrikinde sahih olarak İbn Mesud’dan nakleder ki; o, Resulüllah (S.A.S)’in şöyle dediğini nakletmiştir : “Kim Allah’ın Kitabından bir sayfa okursa ona bir sevap vardır. Her sevabı 10 misli ile mukabele görür. Ben Elif, Lam, Mim bir harftir demiyorum.” Bu hadisin İbn Mesud’dan rivayetinin başka yolları da vardır. (71)
Celaleddin es-Suyuti ise meşhur kitabı el-Itkan’da şöyle der : “Suheyli sure evvelinde bulunan harflerin mükerrer harfinden sonraki sayısının bu ümmetin beka müddetine işaret ettiğini söyler. İbn Hacer şöyle der : “Bu görüş hatalıdır ve rivayet itimada şayan değildir, güvenilmez. İbn Abbas’tan sahih olarak nakledildiğine göre, o ebced ve cifr hesabını kesinlikle red etmiş, bunun sihir kabilinden olduğuna işaret buyurmuştur. İbn Abbas’ın bu sözü gerçekten doğrudur. Çünkü İslamiyet’te bunun yeri yoktur.” Fevaidü’r-Rihle adlı eserinde Kadı Ebu b. Arabi şöyle der : “Sure başlarındaki hurufu mukattaadan cifr hesabına göre mana çıkarmak batıldır. Bu harflerle ilgili 20’den fazla görüş tespit ettim. Bu görüş sahiplerinin kesin bir ifade kullandığına, bunları tam manasıyla anlayanına rastlamadım. Bu hususta diyeceğim şudur ki; şayet Araplar bu harflerin aralarında devamlı kullandıkları böyle bir özelliğin olduğunu bilselerdi, Resulullah’a ilk karşı gelen kendileri olurdu. Halbuki Resulüllah onlara Ha, Mim, Sad gibi harfleri okuduğunda hiç biri buna karşı çıkmadılar. Haz. Peygamberi zillete düşürme risayetine karşı gelme gayreti içinde olmalarına rağmen bu harflerin fesahat ve beleğatını kabul edip teslimiyetini kabul ettiler. Bu da gösteriyor ki, hurufu mukattaanın ebced veya cifr hesabını ifade etmediği kesinlikle biliniyordu.” (72)
Değerli İslam bilgini merhum Ahmed Hamdi Akseki de, “Mezheplerin birleştirilmesi ve bir noktaya toplanması” konusundaki değerli eserde; “Mezahibin tefriki ve bir noktaya ceminde şöyle der : “Bu gürühte olan bazıları da cifrin geleceği anlamak için bir yol olduğunu, harf ve sayı rumuzlarını ve buna benzer şeyleri Muhiddin b. Arabi de kendine nispet edilen cifr de yazdığını, fakat insanlar geleceği öğrenerek kafalarını, şuurlarını bozmasınlar diye rumuzların ne olduğunu açıklamadığını, gizli bıraktığını” söylüyor ve buna böyle inanıyor.”
Şecere-i Naminiyye adlı cifri ben de gördüm. Gerçekten de içi rumuzlarla doluydu. Hiç bir şey anlaşılmıyordu.
Özet olarak belirtelim; Bunların hepsi asılsız şeylerdir. Çünkü cifr denilen şeyle ilgili olarak geleceği ve bilinmeyeni öğrenme konusunda kendisine başvurulabilecek bir ilme dayanan herhangi bir asıl, bir temel olsaydı; elbette ki bu temel gelişirdi ve herkes için cifr ilmini tahsis etmek mümkün olurdu.
Sonra ne gereği var?! Zaten Cenab-ı Hak, hiç bir kimseye gaybtan, bilinmeyenden haber vermek gibi bir ilim bahşetmemiştir. Yalnız büyük peygamberlere ahirette olacaklarla, meleklerle, cinlerle ilgili olarak haberler vahiy yoluyla sabit olduğu için, yalnızca bunlara kesinlikle inanır ve bunları kabul ederiz. (bkz. Ali İmran 179, Cin 26,27) (Mezahibin Telfiki, sf. 107,108)
İbn Haldun, Mukaddimesinde cifr bahsine değinir ve böyle bir şeyin olmadığını ispatlar. Kuran’ın batıni manalarının peşinde koşulduğunu, bu kişilerin batıni manaları bildiklerini tenkit eder ve bunların saçma olduğunu ifade eder. (Mukaddime, sf. 403,404)
Ve daha sonra da İbn Haldun, cifrin müneccimlikle olan alakasını anlattıktan sonra şunları söyler : “Bilinmelidir ki, insanoğlunun özelliklerinden biri de şudur ki; insan, sonucunun ne olacağını, ileride başına neler geleceğini ve gelecekte dünyada neler olacağını bilmek anlamak için can atar…
Onun için kimileri rüya yoluna başvururlar. Dünyada, gelecekte olacak şeyleri rüyada görerek anlamaya çabalarlar. Kimileri de büyücülerin, müneccimlerin gelecekten haber veren iddiasında olanlara başvurarak onlardan öğrenmeye çalışırlar. Bazı hükümdarlar, emirler ve kumandanların bu yola gittiği görülüyor. Ama muhakkak ki çoğunlukla zayıf karakterli kimseler bu yöne yöneliyorlar.
İşte insanlardan daha çok zayıf karakterli kimselerin bu tutum ve özelliklerden yararlanan bir çok açıkgözler türemiş ve kişilerin tutkularına, bu konudaki heveslerini tahrik ederek çıkar sağlama yoluna gitmişler ve bunu kendilerine meslek etmişlerdir. Öyle ki bunlar, çarşı pazarlarda kendilerine dükkanlar, iş yerleri açmışlar, gelecekten soru sorup bilgi alma peşinde olanların sorularını cevaplandırmak için bir takım uydurma zanaatlar meydana getirmişlerdir…
Oysa bu aşağılık zanaatların hepsi de akla, mantığa ve dinimize uymayan, dinimizin haram kıldığı şeylerdir. Çünkü Muhammed (S.A.S)’in getirdiği din, bu gibi sakat yollarla gelecekten haber verme, geleceği öğrenme saçmalıklarına imkan vermez. Bunları tümüyle yasaklamıştır.” (Mukaddime, İbn Haldun, sf. 399)
Diyanetin hazırladığı İslam Ansiklopedisinde, cifr maddesini yazan Prof. Dr. Metin Yurda gür şöyle diyor : “Kur’an-ı Kerimde gayb bilgisinin uluhiyet vasıflarından olduğu ve insanların bilgi edinme vasıtalarının dışında kaldığı ancak Allah’ın bazı peygamberlerini dilediği bilgilere muttali kıldığı açıkça belirtilmiştir. (Ali İmran 179, Cin 26,27) (bkz. M. Abdulbaki, Mu’cem, Gayb md.) Kuran’a göre gaybe ait bilgilerin yegane kaynağı vahiydir.” (73)
Daha önce “Sofistlere gelince” diye bir sözümüz geçmişti. Bunu şunun için söylemiştik : Her ne kadar cifr hesabını hurufu mukattaa vasıtasıyla Kuran’a sokanların onlar olup olmadığı hakkında kesin bir bilgimiz yoksa da hurufu mukattaa ile yetinmeyip Kuran’ın bütün ayetlerine şamil kılarak meseleyi çığırından çıkaranlar sofistler veya bu yöne meyilli insanlardır. Nitekim bu konuda Muhyiddin b. Arabi’nin, Futuhatul Mekkiyye adlı kitabında geniş bahisler vardır. Fakat bütün bunların gerçekle hiç bir alakası yoktur. Tamamen zanlarla örülmüş, insanların kafalarını zanlarla ve hayal ürünleriyle doldurmaktan başka bir şey değildir. Maalesef sofitlerimiz tefsirlerde bazen öyle noktalara varmışlar ki, zahir manaya tamamen zıt düşen, kendilerinin batındır dedikleri tefsirlere gitmişlerdir. Doğrusu kaynak kitaplarımızda, zahir manaya ters düşen batıni tefsirlere giderek Kuran’ın manasını değiştirenlerin, İslam dairesinden çıktıklarını okuyorsak ta biz burada konumuzu uzatmak istemiyoruz. Biz, Kur’an karşısında edebimizi takınalım ve onu Allah Resulünün ve sahabei kiram’ın tefsirleriyle anlamaya çalışalım.
Bakın Mebahis fi Ulumu’l-Kur’an adlı eserinde Suphi es-Salih ne diyor : “Şüphesiz ki (hurufu mukattaada olduğu gibi) sofistlerin şu batıni tefsirlerde, ölçüsünü kaçırmış, manasından en uzak görüşler ve en garip sözler ve en kapalı ifadeler vardır.” (74)
Ve daha sonra da Muhyittin İbn Arabi’nin o garip düşüncelerini verdikten sonra şöyle der : “Sofistlerin bu ölçüsü kaçırılmış saçmalıkları, özellikle onların kendi yandaşlarının görüşlerini yansıtıyor. Çünkü bu saçmalıklar onların zevklerine, bulgularına dayanıyor ve bunun sırlılığı onların kendi ıstılahatlarına ve gizliliklerine muhtaç durumda. O halde bu sure başlarındaki hurufu mukattaalara İslami tefsirlerden herhangi bir doğru cevap verilmesi doğru değildir.” (75)
Mezahibu’l-Erbaa adlı kitabın 7.nci cildinde şöyle yazılıyor : “Ulema zikretmiştir ki, sihrin nevileri vardır… Sihrin üçüncü nevi ise şudur : Bir de tılsımlar ve mühürler yoluyla vaki olanı vardır ki, onlar hususi bir tahriklerle Arabi kelimelere has bir yolla konulmuş veya kendine has bir yolla konulmuş, aralarında bir ilişki bulunmayan Arabi bir takım harflerle ilgili bulunan hususi bir takım isimlerin kendileridir. Adedlerin birbirine olan münasebetlerine ve onların hususi bir şekil üzerine kılınmalarına raci olan vakitler de böyledir.” (76)
El-İhtiyar li Ta’lilil Muhtarr’ın sonuna eklenen İlmi Fıkh’ta şöyle yazar : “İlmi harf ve musiki dahi öğrenilmesi haram olan kısımlardandır… İlmi harften murad, ilmi tılsım ve sair ilimlere işaret olmak ihtimalleri dahi ulema-ı kiram hazaratı tarafından zikr ve beyan buyurulmuştur.” (77) Yine aynı sayfada cifr ile ilgili olan ve aynı gayeyi güden ilmi temelden bahisle onu, “Bir takım çizgi ve noktalarla, muayyen kaidelerle, hadiselerin sonlarına delalet eden harfleri çıkartan, toplayan cümleyi istihraç ederek gelecekten haber verme” şeklinde tarif ederek katiyyen haram olduğunu belirtip alimlerin haramlılığını beyan ettiklerini ve şiddetle men ettiklerini yazar. (77)
Buraya kadar tefsirlerden ve usul kitaplarından bazı aktarmalar yaptık. Onlar, mezkur rivayeti senet ve İslami prensiplere göre metin tenkidiyle eleştirmiş ve bunun hadis olmayıp uydurma olduğunu söylemişlerdir. Mesela; Celaleddin es-Suyuti bu rivayetin Mu’dal olduğunu açıkça belirtmiştir. (78)
Şimdi biz bu rivayet Üzerinde düşücülerimizi yoğunlaştıralım ve iyice tefekkür edelim :
1- Rivayete göre, bir grub Yahudi rahipleri Hz. Peygambere geliyorlar ve kendilerine Bakara Suresinin başlangıcı olan Elif, Lam, Mim gibi bir takım harflerin inip inmediğini soruyorlar.
Şimdi düşünün; gerek Mekke ve gerekse Medine’de Müslümanlar Yahudilerle iletişim içinde yaşıyorlardı. Hacc için gelip gidiyorlardı. Ukaz panayırlarında kültür etkinlikleri oluyordu. bütün bunlar olurken 13 sene gibi uzun bir zaman müddeti içinde gelişen İslam’dan, Yahudilerin elbette ki haberleri vardı. Onlar kendi çocuklarını tanıdıkları kadar iyi bildikleri Hz. Peygamberi kabul etmemişlerdi. Yani Yahudilerle Araplar arasında çok sıkı bir ilişki ve iletişim vardı. (79) Hicretten çok önce Allah Resulü, Mus’ab b. Umeyr’i Medine’ye göndermişti. Siyer kitaplarının anlattığına göre Medine’de İslam’ın konuşulmadığı bir ev kalmamıştı. Dikkat buyurun, konuşulmayan ev kalmamıştı. Kur’an ayetleri, Medine’nin sokaklarında okunuyor ve insanlığa ışık tutuyordu.
İslam Tarihi adlı eserinde Doç. Dr. Hüseynin Algül, bu konuyla ilgili olarak bakın ne diyor : “Mus’ab b. Umeyr hazretleri Esad b. Zürare (r.a) ile birlikte bir sene içinde öyle bir çalışma yaptılar ki, İslam’ın sesini duymayan kalmamıştı.” (c.1,s.54) Sonra konuya devam ederek şöyle diyor: “..Nitekim kaynakların ittifakla belirttiğine göre, bir yılın içinde İslam bir kaç evin dışında bütün evlere girmişti. Sohbetlerde, yemek sofralarında, evlerin gölgelerinde, ağaçların serinliğinde hep o konuşuluyordu. Böylece mükemmel bir kamuoyu çalışması gerçekleştirilmiş oluyordu.” (İslam Tarihi,c.1,s.259)
Allah Resulü hicret edip Medine’ye teşrif ettiklerinde, Medine’nin Müslümanlarını Müslüman olmuş olarak buldu. Ama Yahudiler çoktan beridir kinlerinden dolayı ellerini ısırıyorlardı.
Şimdi soralım lütfen, rivayete göre Hz. Peygambere gelen bir grub Yahudi rahipleri o güne kadar, gerek hicretten önceki bu sıkı ilişkileri esnasında olsun gerekse Mus’ab’ın faaliyetleri sonucu, İslam’ın konuşulmadığı ev kalmayacak kadar Medine sokakları İslam’ın fısıltılarıyla dolduğunda olsun o güne kadar Mekke’de o 13 yıl gibi uzun zaman zarfında inen diğer Mekki Surelerin hurufu mukattaalarını hiç mi duymadılar da Bakara Suresinin Elif, Lam, Mim’ini duyup koşup geliyorlar? O kadar Mekki Surelerin hurufu mukattaalarında bu akıllarına gelmemiş de Bakara’da mı akıllarına gelmiş?
Hayır, bu rivayet gerçeği yansıtmıyor. Eğer öyle bir şey olsaydı, Mekke’de 13 yıl zarfında Hz. Peygamberin karşılaştığı o kadar Yahudi’den hiç olmazsa bir ikisi cifir yaparak Hz. Peygamberin Ümmetinin ecelini tayin ederdi.
2- Rivayete göre Elif, Lam, Mim’i 71 sene olarak hesaplayan Yahudi rahiplerinin, “Daha var mı?” diye sormaları da ikinci bir tutarsızlıktır. Zira değindiğimiz gibi Yahudilerin Hz. Peygambere inen ayetlerden haberleri vardı. Ve bu yüzden de onu yalanladılar. Bundan dolayı da, tümünü hesap edip meseleyi belirtmeleri gerekirken, teker teker “Daha var mı?” diye sormaları gerçeği yansıtmayan diğer bir özelliktir.
3- Rivayetin tutarsızlıklarından bir diğeri de, Cifir rast gele bir söze yapılmaz. Hakikat ifade eden bir sözün cifri yapılır. Rivayete göre Yahudi rahipleri sanki Kuran’a değer veriyorlarmış gibi Üzerinde Cifir yapıyorlar. Yani bu harflerin hakikatı yansıtacağına inanıyorlar ki cifrini yapıyorlar. Oysa ki onlar Kuran’a hiç bir değer atfetmiyorlardı, onunla alay edip hiç bir zaman iman etmemişlerdi.
4- Eğer Cifir doğru ise ve İslam’dan ise, buyurun rivayete bir bakın; hurufu mukattaa ile Hz. Peygamberin Ümmetinin ömrünün uzunluğunun hesaplanması sonucu ortaya çıkan rakam 704 sene yapıyor. (79) Söyleyin Allah aşkına, Hz. Peygamberin Ümmeti 704 yıl mı yaşadı?!! Hayır, bu rivayet gerçeği yansıtmıyor.
5- Hz. Peygamber, din adına söylenen yalanlara ve iftiralara karşı hiç bir zaman susmuş veya göz yummuş değildir. Bu, zaten onun peygamberlik sıfatına yakışacak bir husus değildir. Rivayetteki 704 sene gerçeği yansıtmıyor ve gaybı Allah sadece Peygamberine bildirdiği hakikatına (Ali İmran 109, Cin 26-27) da ters düşmektedir. Rivayete göre Hz. Peygamber bunu inkar etmiyor ve hatta onların çiğnedikleri hakikatı görememiş, onları bu hakikatlerinde onaylamış süsü veriliyor. Bu ise, onun peygamberlik sıfatını nakzeder.
6- İmam Maturidi’nin tefsirinde tenkit ettiği gibi, hurufu mukattaadaki kelimelerde mükerrerleri saymıyorlar, hangi hakikate göre? Kuran’ın diğer ayetlerinde ise mükerrerleri de sayıyorlar, hangi kurala göre?
7- Diğer bir çelişki de, rivayete göre bu hurufu mukattaayı duyan bir grub Yahudi rahipleri gelip Hz. Peygamber efendimize bu harflerin inip inmediğini soruyor ve daha sonra da Cifir yapıyorlar. Dikkat buyurun, Yahudiler gelip soruyor ve Cifir yapıyorlar. Demek ki daha önce Yahudiler arasında bu Cifir denen işlem varmış ki, gelip Cifir yapıyorlar. Biz, esasen bu incelememizin başında cifrin onları ait olduğunu söylemiştik. Rivayeti uyduranlar, bu gerçeği rivayetinde itiraf etmiş.
8- Şimdi hep beraber mezkur rivayete bir göz atalım : Hatırlarsanız rivayette şöyle bir ibare geçmişti : “Onlar, ‘Allah senden önce bir peygamber göndermişti. Sen onların sürelerinin ne kadar olduğunu bilmezsin’ demişler.” Dikkat ettiniz mi, “sen bilmezsin” diyorlar. Eğer Allah Resulü, Cifir gibi bir şey bilseydi ve bu metodla Ümmetlerin geleceğini bilme gibi bir yolla gelecekteki gaybi şeyleri bilseydi, o Yahudi grubu böyle bir söz söyleyerek Resulullah’ın bilmediğini iddia etmezler idi. Ve sonra onlar kendi aralarında kullana geldikleri Cifir hesabını yapıyorlar.
9- Eğer Cifir İslam’dan olsaydı ve Allah’ın kitabının tefsirinden olsaydı, Hz. Peygamber bunu onlara teker teker sormalarına gerek duymadan, Ümmetinin ömrünün süresini söylerdi veya onlar bu işlemi yaptıktan sonra onaylar veya tekzip ederdi veya kendisinden veya ashabından Cifir yaptıklarına dair hiç olmazsa bir tane delil bize ulaşırdı. Ama Şatıbı’nın da dediği gibi böyle bir şey sabit değildir ve olması da mümkün değildir. (El-Muvafakat,Şatıbi,-c.3,s.383)
10- Rivayetin tutarsız olan ve hatta uydurma oluşunu ele veren bir diğer tutarsızlığı da şudur : Rivayeti uyduranlar, rivayeti İbn Abbas’a dayandırırlar. Halbuki İbn Abbas Medine’ye hicretten önce, boykot zamanında, yani aşağı yukarı Üç yol önce doğmuştu. (80) Hicrette o Üç en fazla dört yaşlarındaydı. Bu durumda birisinin rivayet edecek kadar bir şuurda olduğu söylenemez. Diyelim ki İbn Abbas daha sonrada başka sahabilerden duydu. Gerçi böyle değil ama, farz edelim ki öyle; o zaman şöyle deriz : Yahudiler Hz. Peygambere geldiler, sordular ve gittiler. İbn Abbas da rivayet etti ve daha sonra da cifri men edip yasakladı. Cifrin sihir cümlesinden olduğunu ve şeriatta yerinin olmadığını belirtti. Nitekim meşhur muhaddis İbn Hacer el-Askalani, İbn Abbas’tan sahih olarak bu sözünü bize rivayet ediyor. (81)
11- Ve nitekim Kuran’da Allah’ın gaybı ancak Kendisinin bileceğini ve gaybın ancak Allah’a ait olduğunu bildiriyor. Şöyle ki : Hz. Aişe validemize bir sahabi soruyor : “Ya annem, Hz. Peygamber miraçta Allah’ı gördü mÜ?” Hz. Aişe cevap verir : “Şu Üç şeyi söyleyen yalan söyler : Peygamber miraçta Allah’ı gördü diyen yalan söyler, Peygambere vahiy indi ve insanlardan sakladı diyen yalan söyler ve kim de Hz. Peygamber gaybi bilir derse yalan der.” dedikten sonra Hz. Aişe şu ayetleri, Efendimiz (S.A.S)’in gaybi bilmediği hususunda delil olarak getirir :
“Hiç bir kimse yarın ne kazanacağını bilemez.” (Lokman : 34) (82)
“Allah’ın bir beşerle konuşması Üç yolla olur. Ya vahiyle, ya perde gerisinden konuşarak ya da bir elçi göndererek dilediğine vahyeder.” (Şura : 51) (83)
Birinci ayet-i kerimedeki “ne kazanacağını” kelimesini Suyuti, “hayır ve şer namına ne varsa” şeklinde tefsir ederek “gaybtan hiç bir hususta bilgi sahibi olamaz” der. İkinci ayet-i kerimede ise Hz. Aişe şunu kastedir : Bir takım gaybı bildiğini iddia edenler var. Bunlara soruyoruz; Siz şeytanlardan mı alıyorsunuz bu bilgileri? Onlar hayır diyorlar. Peki okuyup-çizip de elde ediyorsunuz bu bilgileri? Onlar yine hayır diyorlar. Peki nereden alıyorsunuz? denildiği zaman, onlar Allah’tan alıyoruz diyorlar. Biz onlara soruyoruz : Biz Allah’a iman ediyoruz, O, Üç yolla bilgilendirme temasında bulunduğunu beyan ediyor. Şimdi soralım onlara, söyleyin Allah aşkına, siz bu yollardan hangisiyle bu bilgileri alıyorsunuz? Bu yollardan hepsi de peygamberliğe olduğu için bunlardan birisi ile aldığını iddia eden kişinin akıbetinden korkulur, Allah muhafaza buyursun. O halde lütfen bu Ümmetin o saf, dupduru gönüllerini bu Cifir veya diğer gayri meşru yollara saparak bulandırmasınlar. Zaten dört bir yandan maruz kaldığı saldırılarda şu necib Ümmet-i muhammed derbeder bir toplum haline gelmiş. Bir gönüllerde sıfatlarında tek olan Allah inancı kalmış, onu da bu gibi hukukullaha tecavüz eden yollarla bozmayın. Yarın Rabbi Zülcelale el pençe divan durup hesap vereceğimiz gün halimiz nice olur.
Ne demiştik; Allah bu Üç yolu peygamberine mahsus kılıyor. Nitekim Cin Suresinde Cenabı Allah şöyle buyuruyor :
“Allah, gaybına kimseyi mutali kılmaz. Dilediği Resul bundan müstesna.” (Cin : 26-27)
Yine Ali İmran Suresinin 179.ncu ayetinde de aynı hakikatı beyan buyuruyor. Allah Zülcelale, Hz. Peygamber hakkında Kur’an-Kerim’de şöyle buyurur :
“De ki; Ben nefsim için ne bir hayra ne de bir kötülüğe malik değilim. Ancak Allah’ın dilediği müstesnadır. Ben gaybı bilseydim, elbette daha çok hayır yapmak isterdim. Bana hiç bir kötülük de dokunmazdı.” (A’raf : 188) (84)
Diğer bir ayet-i kerimede ise Yüce Allah şöyle buyuruyor :
“De ki; Ben size Allah’ın hazineleri yanımdadır demiyorum, gaybı da bilmem, size ben bir meleğim de demiyorum. Ben bana vahyolunan Kuran’dan başkasına uymam.” (En’am : 50) (85)
Demek ki gaybı bilmenin yegane kaynağı vahiydir. Vahiy de sadece peygamberlere yapılır. O halde Allah’ın gaybı bildirdiği yegane kimseler peygamberlerdir. Hz. Peygamber ise hiç bir zaman Cifir hesabı yaparak gelecekten haber vermedi.
Peki neden bu uydurma rivayet Hz. İbn Abbas’a dayandırılarak uyduruldu? Cevabı gayet açık : Çünkü İbn Abbas, tefsirin babası ve güvene tamamen layık bir sahabedir. (86) Bakın İbn Abbas’tan tefsire dair, binlerce hadis rivayet edilir. İmam Şafii’nin “İbn Abbas’tan mervi tefsire dair hadislerin topu yüz civarındadır.” (87) sözüne bakılacak olursa, onun isminin ne kadar istismar edildiği anlaşılır. Halbuki İbn Abbas’tan yaklaşık iki bin rivayet vardır. (88) Bunun en güzel örneği, Hz. İbn Abbas’ın hurufu mukattaa hakkındaki rivayet edilen görüşleridir. Mesela; rivayete göre İbn Abbas şöyle demiş : “Bunlardan maksat (Ben ki iyi bilen Allah’ım) dır.” Evet rivayete göre güya İbn Abbas böyle demiş. Halbuki selefin görüşü, hurufu mukattaaların müteşabih olduğu ve müteşabihlerden maksadın ancak Allah’ın bildiğini söylüyor ve tevile gidenler hakkındaki inzar edici hadis ve ayetler doğrultusunda tevile yeltenenleri şiddetle takip edip cezalandırıyorlardı. Raşit halifelerin hayatını anlatan siyer kitaplarında bunların örnekleri vardır. İbn Abbas selef görüşüne sahip olanların dışında değildir. O yüzden bu rivayet sakattır. Bununla kalsa iyi, bakın bir rivayet daha verelim size: Görüşünü kabul ettirmek isteyen ikinci bir gruba göre ise İbn Abbas şöyle demiştir : “Bunlardan maksat Allah’ın kendi nefsini övmesidir.” (89) Revac bulması için görüşlerini İbn Abbas’a dayandıran diğer bir gruba göre ise İbn Abbas şöyle demiştir : “Bunlardan maksat, Allah’ın yemin etmesidir.” (90)
Buyurun, bunlar seçmece mi ki, İbn Abbas fikir Üretip duruyor? Yani şimdi İbn Abbas birbirine zıt böyle acaib görüşler ortaya atmış!! “Yahu bu İbn Abbas biri diğerine uymaz ne biçim görüşler ortaya atmış”, demesin kimse. Zira İbn Abbas böyle acaib görüşlerle “Onun tevilini ancak Allah bilir” dediği bir müteşabih ayeti, bu gibi biri diğerini tutmaz laflarla Allah’ın kitabında ileri geri konuşmaz. Bunu o büyük zata uyduran insanlara yaptığı tehditteki cehennem vadinden dolayı, hiç bir zaman Hz. Peygamber şöyle dedi şeklinde hadis rivayet etmediğini, gayri ihtiyari Peygamber efendimizin adını söylediği zaman kendisini bir titremenin aldığını, rivayeti bitirince “Ben size bu rivayeti manaca söyledim” diyerek tehdide muhatap olmamak için hadis rivayetin de dahi çok kısıtlı davrandığını acaba hiç mi bilmiyorlar? Kaldı ki Allah’ın zemmettiği bir teville Onun hakkına tecavüz ederek ileri geri laflar etsin. Bu Resulullahı “Allah’ım…” diyerek hakkında hayır dualarında bulunduğu biri için, yapması mümkün olmayan bir harekettir.
İşte bundan dolayı da İmam Ahmed b. Hanbel, icmayı sadece sahabeye hasretmiş ve o zamanda mümkün görür diğerlerin herhangi bir asırda yapacağı icmayı kabul etmez. Yani sahabeyi kiram, Hz. Peygamber şöyle söyledi demeyip, o konudaki hadisi değil de ilgili meselenin hükmünü belirten hadisi zikretmeden, o hadisin hükmünde icma ettiklerini belirtip meseleyi hükme bağlamalarından dolayı ve hadisi zikrederek bir hataya düşüp tehdide muhatap olmaktan korktukları için yapıyorlardı.
Neyse bu konuyla ilgili geniş bahsin Muhammed Ebu Zehra’nın İslam’da Fıkhı Mezhepler Tarihi adlı kitapta mevcut olduğunu söyleyip konumuza devam edelim.
Evet ne diyorduk; Hz. İbn Abbas’a iftira edilen sözlerden bahsediyorduk. İsterseniz ben bir tane daha grubun iddiasını vereyim : güya İbn Abbas şöyle demiş : “Bunlardan maksat Allah’ın isimlerinden türemiş hece harfleridir.” (91) Ben, burada İbn Abbas’a uydurulan iftiraların devamını yazmayacağım. Arzu edenler, ilgili yerlere baksınlar. (92) Şu bir gerçektir ki, her kim bir fikre kapıldıysa hemen İbn Abbas’a dayamış.
Hayır, bunlar olmamalıydı. Selef, hurufu mukattaaya mÜteşabih olarak baktı. İbn Abbas da bunlar içinde ve onlar mÜteşabih ancak Allah’ın bileceğine inanıyorlardı.
Bu görüşte olanlara örnek olarak İbn Ömer, İbn Abbas, Aişe, Urve b. Zubeyr, Ömer b. Abdulaziz, İbn Mes’ud ve diğerlerini verebiliriz. (93)
Denilebilir ki, bu hadisi kim uydurdu? Biz bu hadisi uyduranların, “Kuran’ı, Batıni manada tefsirine dalan sonra da aşırı giden ve hatta imamı Birgivi’nin Tarıkatı Muhammediyye adlı kitabında sapıttılar diyecek kadar (sayfa 9) hallerinden bahsettiği yolu şaşırmış sofistlerdi” diyoruz.
Burada beklediğimiz bir soru var. Sofistler hadis uydurdular mı? Evet, maalesef uydurdular, hem de çok. Kendilerine olan güvenimizden dolayı, onların böyle bir yola girmiş olmaları, doğrusu bizi hayal kırıklığına uğratıyor. Onlar ve peygamberi göremeyip onun sevgisi gönüllerini kavuran, şu kalbi doldurup Müslümanların “Bu gönlümün sultanının hadisi” diye sarılan fakat uydurma olduğunu anlayan Müslümanlar adına üzülüyoruz. Gönül isterdi ki böyle şeylere tevessül etmeselerdi.
Kurtubi, çok kıymetli eseri el-Cami li Ahkam’ül-Kur’an adlı eserinde bakın ne diyor : “Din düşmanlarının ve Müslümanların zındıklarının, tergıb ve terhib ve diğer hususlarda uydurdukları hadislerden sakının. Bu hadis uyduranların en zararlı olanları, kendilerini tasavvufa müntesip kılan zahitlerdir. Onlar kafalarının estiği şekilde hadis uydurmayı kabul ettiler. Böylece bu sofistler hem sapıttılar hem de saptırdılar.” (94)
Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Tarihi adlı kitabında bakın ne diyor : “Abit ve zahit olduğu halde hadis uyduran kimseler diğerlerine nisbetle daha çok tehlikeli olmuşlardır. Çünkü bunlar, yaşayışları itibarıyla halk üzerinde emniyyet telkin etmişler ve sözlerine güvenilen kimseler olarak tanınmışlardır. Bu sebeple hiç kimse böyle kimseler tarafından rivayet edilen hadisin mevzuu (uydurma) olabileceği ihtimalini düşünememiş, belki de onu güvenilir bir kimsenin en sahih hadisi olarak kabul etmek durumunda kalmıştır. Maamafih hadis imamları böyle kimseleri de tenkit süzgecinden geçirmeyi ve hadis rivayetindeki durumlarını tespit etmeyi ihmal etmemişlerdir. Meşhur imamlardan Yahya b. Said el-Kattan’ın bu konuda söylediği şu söz dikkate şayandır: ‘Hiç kimsede hayır ve zühde nispet edilenlerde gördüğümden daha çok yalan görmedim.” (İbnul Cevzi, c.1, s.41) (95)
Yine Ekrem Ziya Umeri, Hadis Tarihi kitabında bize zahitlerin ne kadar fazla hadis uydurdukları hakkında geniş malumat verir. (96)
Ezher’de okutulan Hadis kitabı Menhecü’t-Tahdis fi Ulumul Hadis adlı eserde bakın ne diyor : “Alimler kasten hadis uydurmanın haram olduğunda icma etmişlerdir. Yine ister şeri ahkamda olsun isterse tergib ve terhib hususlarında olsun bu uydurmanın büyük günahlardan olduğunda da ittifak etmişlerdir. Hatta Cüveyni biraz daha ileri giderek hadis uyduran kişinin kafir olacağıyla hükmetti. Çünkü Resulüllah (S.A.S) kendisine kasten yalan söyleyip hadis uyduran kimselere şu sözü ile tehditte bulundu : “Kim bana kasten yalan söylerse cehennemdeki yerine hazırlansın.” Fakat bidatçılardan bir topluluk ki bunlar Keramiyye ve Mutasaffıflardır, hadis uydurmanın helal olmasına kail oldular.” (97)
İslam ümmetine Hz. Peygamberden lafzı olarak kalan tek hadis, yukarıda geçen hadistir. Maalesef mutasavvıflar tergib ve terhib ve diğer hususlarda uydurdukları hadislerdeki aşırı gidip ve tehlikeli uydurmacılar olmaları ve az önceki mütevatir hadise dahi değişik tarikler uydurup uydurmacılığa yol bulmaya sevk etmiş ve böylece tek mütevatir hadisimizi dahi yok etmeye götürmüştür. Ehli Sünnet alimlerinin onlara verdikleri reddiyeleri ve geniş bilgileri bu kitapta geniş olarak bahsetmektedir. (98)
Evet biz burada sözümüzü bitiriyoruz. Fakat araştırmamıza son vermeden önce, önemine binaen Dr. Abdullah Aydemir’in Tefsirde İsraliyat adlı eserinin ön sözünden bir alıntı yapmak istiyoruz. O kitabında şöyle diyor : “Buna rağmen yukarıda bahis mevzuu ettiğimiz hasım grupların gayret ve çalışmalarından ayrı olarak mühtedi olsun veya olmasınlar ehli kitapça anlatılanlar yavaş yavaş Müslümanlar arasında yayıldı, dilden dile dolaşır oldu. Kuran’ın yaratılış, peygamberler ve geçmiş milletlerle ilgili mücmel hususları tefsir etmek için bir gayret başladı. Kuran’ın temas ettiği hususlar, Tevrat ve İncil’de bulunan hususlar veya bunlara inanan çevrelerde şifalı olarak yaşayan musaffal bilgiler ve hurafelerle aydınlatılmaya çalışıldı.
Bu asırda kassasların (cami ve benzeri yerlerde halka hikaye anlatan kişilerin) oynadığı rol da küçümsenemez. Kur’an müfessiri olarak ortaya çıkan bu kişiler nereden olursa olsun bulundukları malumata hayal hanelerinden çok şeyler ilave ettiler Kuran’ın beyanları ve hadislerle yetinmediler. Küçük çapta da olsa sahabe asrında israliyat muhtelif yollarla İslami çevrelere girdi. Bu rivayetler Tabiinler devrinde daha da arttı. Tabei tabiin devrinde en geniş hudutlarına ulaştı. Kuran’ın mücmellerine kısa ve kapalı yerlerini vuzuha kavuşturmak için daha evvel başlayan hırslı gayret hareketlendi. Ve ehli kitaptan geniş çapta nakiller yapıldı. Halkın israili kıssalara tepki göstermemesi, her söylenenin doğru farz edilmesi ve hatta teşvik görmesi bu işi kamçıladı.
Tedvin dönemine kadar senetli bir tarzda rivayet edilen bu haberler kolayca kitaplara aktarıldı. Senetlerin Ebu Hureyre, İbni Abbas, Abdullah b. Amr, Abdullah b. Selem vesaire gibi mümtaz ve İslami muhitte büyük hürmete layık olan şahıslara dayandırılması kabulün en büyük şartı telakki edildi. Bu isimlerinde istismar edilebileceği hususu çoklarınca hesaba katılmadı. Taberiden itibaren yetişen bazı müfessirler, kendilerinden önce tedvin edilmiş eserlerde ne buldularsa aynen benimsediler. Bir kaç isim müstesna edilirse müfessirler, israliyattan olan merviyyatın kaynağını araştırmadılar, İslam’a uygun olup olmaması üzerinde durmadılar. İslam’a yüzde yüz zıt olanlar bile bazı tefsirlerde yer aldı. Asırlar boyunca İslam aleminde yetişen bir çok din bilgini (vaiz, hatip, müderris, mürşit vb.) veya kendilerini irşada memur görenlerin büyük bir ekseriyeti o tefsirlerde buldukları israliyatı cemaat ve talebelerine, meclislerinin müdavimlerine gözyaşları içerisinde ve büyük bir aşkla anlattılar. Dinleyiciler bunlarla coşturuldu, ağlatıldı. Efsanevi şeyler dinlemeye alıştırılan cemaatlar, ciddi şeyler dinlemez oldular. Bu hal bir ölçüde mü’minleri ciddi şeylerden ve sahih senetlerle bize ulaşan Resulullah’ın (S.A.S) hadislerinden alıkoyuyordu. Dinin ikinci kaynağı olan Sünnet, bazı kimselerin yanında adeta kenara itildi. Bunlar düşünülmez oldu. Böylece bazı hakikatlar efsane ve israliyat içinde boğuldu.” (99)
Bitirmeden önce şunu da söyleyelim ki Yahudi kaynaklı olan, sıfatlarında bir olduğuna inandığımız Allemul Guyup Allah inancını bozan, Allah’ın Dinine sokulmuş olan şu cifir’i, tarihin kokuşmuş, karanlık k01Ç2esinden çıkartıp günümüze taşıyan ve bunlarla Müslümanların gönüllerini bulandıran ve bununla da yetinmeyip batıllığına batıl metodla, kendisinin ve kitaplarının üstünlüğüne deliller çıkartmak için Kuran’ı alet ederek işaretler arayan kimliği önemsiz bir şahsın bu yaptığını biz kibir hareketinden öteye gitmeyen bir davranış olarak görüyoruz. Nitekim eserinde bu kibir bir çok çeşitli şekillerde ve vesilelerle tekrar tekrar anlatmış, ifade etmiştir. Biz bu düşüncede olanlara ve ayetlere ters düşüyor olsa dahi böyle bir davranışın müteassıp taraftarlarına, Resulüllah (S.A.S)’in övdüğü ve Allah’ın razı olup cümlesini cennetle müjdelediği ve kendileri hakkında ayetler nazil olduğu halde “bırakın benim hakkımdadır” demeyi, “bana işaret var bu ayette” dahi demeyen o peygamberin güzide sahabesini hatırlattıktan sonra serveri kainat efendimizin şu sözünü hatırlatıyoruz :
“Kalbinde zerre kadar kibir bulunan kimse cennete giremez.” (100)
DİPNOTLAR:
(1) – El-Mu’cemul-Vasit, bk. cefr md., İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, c.1, s.78, İslam Ansiklopedisi, c.1, s.44.
(2) – Mezhepler Tarihi, c.1, s.78.
(3) – İslam A., c.1, s.44, Mezhepler Tarihi, c.1, s.78, Türk İslam Kültüründe Ebced Hesabı ve Tarih Düşürme, Doç. Dr. İsmail Yakıt, s.56, Mu’cem’l-Vasit, bk. Cefr md. İslam A., (Diyanet t.v.y.) bk. Cefr md.
(4) – Bk. adı geçen eserler.
(5) – Mebahis fi Ulumul Kur’an, Dr. Suphi es-Sahih, s.237.
(6) – Mebahis, s.237, Taberi, c.1, s.88, Maturidi, Te’vilatul Kur’an bk. Bakara Suresi başlangıcı (el yazma olduğu için sayfa numarası yok.), Fahrettin er-Razi, Mefatihu’l-Gayb, c.1, s.163.
(7) – Fıkhi Mezhepler, c.1, s.77 (dip not)
(8) – Ebced Hesabı, s.23,
(9) – a.g.e, s.56.
(10) – Mu’cem el-Vasit, bk. Ebced md.
(11) – Ebced Hesabı, s.23.
(12) – Ebced, hevvez, hutti, kalemen, saafez, karaşat, sehaz, zazag.
(13) – Ebced Hesabı, s.23, El-Mu’cemul-Vasit, bk. Ebced md.
(14) – El-Muvafakat, Şatıbi, c.3, s.383.
(15) – Örnek olarak: El-Havattır es-Sevarıh fi Esrarıl Fevatih, İbn Ebil Eba, Ebced Hesabı, M. Mercalıgil, Silküddürer fi A’yani Karni’s Sani Aşere ismli kitabın c.1, s.51’de Ebu Bekr b. Bahram adlı şahsın cifr hakkında bir kitap yazdığından bahsedilir. Ayrıca bk. İslam Ansiklopedisi (d.v) c.7, s.217,218’de literetür kitaplarından bahsedilmektedir.
(16) – Yani Hurufu Mukattaadan.
(17) – El-Muvafakat, c.3, s.383.
(18) – Tefsirul Cevahir, c.2, s.5.
(19) – Fıkhi Mezhepler, c.2, s.78.
(20) – Ebced Hesabı, s.32-35.
(21) – Geniş bilgi için bk. Tefsirde İsraliyat, Dr. Abdullah Aydemir.
(22) – El-Mu’cemul-Vasit, bk. Ebced md.
(23) – a.g.e. Ebced md.
(24) – İslam Ab (dvy), c.3, bk. Arap md.
(25) – El-Muvafakat, c.3, s.383.
(26) – Nevevi Kırk Hadis.
(27) – Mezhepler Tarihi, c.1, s.62, c.2, s.91.
(28) – a.g.e. c.2, s.92.
(29) – Geniş bilgi için bk. Fıkhi Mezh. c.2, s.7-120 arası.
(30) – a.g.e. s.61-62.
(31) – Şia’ya göre 6 imamdır.
(32) – Fıkhi Mezh. c.1, s.62, c.2, s.91.
(33) – a.g.e. c.2, s.83,91-92.
(34) – İslam A. (dvy), c.2, s.216, Fıkhi Mezh. c.2, s.78-79, İslam Hukuk İlminin Esasları, Prof. Dr. Zekiyyuddin Şaban, s.94-95 (dipnot), İslam A. c.3, s.43-44.
(35) – İslam A. (dvy), c.7, s.216.
(36) – Müslümanlık ve Nurculuk, Ali Gözütok, s.142.
(37) – Zülfikar, s.574-598, 635-645, Sikkei Tasdiki Gaybi, s.60-86.
(38) – bk. İslam A. (dvy), Caferi Sadık md. c.7, s.1…
(39) – İslam A. c.3, s.44.
(40) – İslam A. (dvy), c.7, s.217.
(41) – İslam A. c.3, s.44.
(42) – İslam A. (dvy), c.7, s.1-3.
(43) – a.g.e. c.7, s.217.
(44) – Fıkhi Mezh. c.2, s.82-83.
(45) – a.g.e. c.2, s.83.
(46) – El-Itkan, c.2, s.11.
(47) – Mefatihul Gayb, c.1, s.162.
(48) – Dırasatun fit-Tefsir, Dr. Hüseyin Muhammed Atıyye Paşa, s.28.
(49) – Mebahis, s.23.
(50) – bk. Tefsiri Ebis-Suud, c.1, s.54, Mefatihul Gayb, c.1, s.359, El-Bahrul Muhid, Ebul Hayyan, c.1, s.34, El-Kurtubi, c.1, s.155, vd.
(51) – El-Muvafakat, c.3, s.383.
(52) – Kitabu Dürrül Lakit min-Bahrul Muhit, Tacuttin Ebi Muhammed el-Hanefiyyu, c.1, s.35, Mefatihul Gayb, c.1, s.3, Mecmeul Beyan Tabressi, c.1, s.32, Tefsir el-Hazin, c.1, s.34, İbn Kesir (terc), c.2, s.142, Te’vilatul Kur’an, Maturidi, (sayfa yok).
(53) – Dırasat, s.39, Bahrul Muhit, c.1, s.35.
(54) – bk. Fıkhul Ekber, Aliyyul Kari şerhi, giriş bölümü, Hadiscilerle Kelamcılar Arasındaki Münakaşalar, Talat Koçyiğit.
(55) – Nurul Envar, c.1, s.6.
(56) – Mefatih, c.1, s.56.
(57) – Tefsirul Hazin, c.1, s.37.
(58) – Ali İmran, 7.
(59) – Nurul Envar, c.1, s.152-154.
(60) – Ali İmran, 7.
(61) – İbn Kesir (terc), c.2, s.146-147.
(62) – a.g.e. c.2, s.147.
(63) – Yukarıda geçen hadisi kastediyor.
(64) – İbn Kesir (terc), c.1, s.146-147.
(65) – Tefsirul Menar, Raşit Rıza, c.1, s.122-123.
(66) – Taberi, c.1, s88.
(67) – Tefsirul Maverdi, c.1, s.67.
(68) – Tefsirul Menar, c.1, s.122-123.
(69) – Harflerin sayısıyla ilgilidir, sözünden kasdettiği Bakara ve diğer surelerin başındaki Elif, Lam, Mim gibi harflerin mezkur hadiste beyan olunduğu üzere tek değil ayrı ayrı oluşuyla ilgilidir.
Şunu da söyleyeyim ki, El-Bedü ve’t-Tarih adlı eserinde Resulullah’ın Arap harflerinin 29 olduğuna dair rivayet mevcuttur.
(70) – Fethul Kadir, Şevkani, c.1, s.31-32.
(71) – Te’vilatul Kur’an (el yazmadır, orijinalinde sayfa yok).
(72) – El-Itkan, c.2, s.11.
(73) – İslam A. (dvy), c.7, s.217.
(74) – Mebahis, s.238.
(75) – a.g.e. s.230.
(76) – Mezahibul Erbaa, c.7, s….
(77) – El-İhtiyar li-Ta’lilil Muhtar, s.857 (ek kısımda).
(78) – El-Itkan, c.2, s.11.
(79) – El-Ahrufus Seb’a ve Menziletul Kıraatı Minha, Hasan Ziyauddin Itr, s.18-19.
(80) – İbn Kesir (terc), c.16, s.27, El-İsabe, c.2, s.330, El-Muuhtasır, s.112.
(81) – El-Itkan, c.2, s.11.
(82) – Lokman, 34.
(83) – Şura, 51.
(84) – A’raf, 188.
(85) – En’am, 50.
(86) – Tefsirde İsraliyyat, s.xvı.
(87) – El-Itkan, c.4, s.209, Fecrul İslam, Ahmet Emin, s.203.
(88) – Tefsirde İsraliyyat, s.54.
(89) – Mefatihul Gayb, c.1, s.161.
(90) – Taberi, c.1, s.87.
(91) – a.g.e. c.1, s.88.
(92) – a.g.e. c.1, s.88.
(93) – Kurtubi, c.4, s.78.
(94) – a.g.e. c.1, s.78.
(95) – Hadis Tarihi, Talat Koçyiğit, s.165.
(96) – Hadis Tarihi, Ekrem Ziya Umeri, s.63-65.
(97) – Menhecu’t-Tahdis fi Ulumul Hadis, Dr. Receb İbrahim Sakar, s.188.
(98) – a.g.e. s.188-189.
(99) – Tefsirde İsraliyyat, Abdullah Aydemir, s.xv-xvı.
(100) – Müslim, İman 147,148,199, Ebu Davud, Cibas 26, Tirmizi, Birr 61, İbn Mace, Mukaddime 9, Zühd 16, Ahmet İbn Hanbel, c.1, s.339,412,416.
Kaynak: Raşidi Hilafet Dergisi, Sayılar: 73-80