Home / News / HABER / DAVA / Bir Hizb-ut Tahrir’linin Hayat Hikâyesi
islam devleti default

Bir Hizb-ut Tahrir’linin Hayat Hikâyesi

Hizb-ut Tahrir davasından tutuklu Mak. Müh. Bekir Kurtuluş’un ibretlik hayat hikayesi

Bu yazı bir çeşit otobiyografi olmakla birlikte şahsımdan fazlasını anlatmaktadır. Günümüzdeki hemen tüm dava taşıyıcılarının başına gelenleri veya gelebilecekleri yansıtmaktadır. Bu gerçek hayat hikayesi bir cemaat/parti taassubunun hikayesi değildir. İslami hayatı yeniden yeryüzüne hakim kılma davetinin vecibesi olan kitlesel çalışmanın Hizb-ut Tahrir örneğini yaşamış bir davet taşıyıcının hayatının özetidir. En baştan başlayalım…

Çocukluğum

1976 yılında Fransa’da doğmuşum. İlkokulu mütevazı bir Fransız kasabasında okudum. İslâmi bir cemaatle ilk tanışmam da orada oldu. Ailece Nakşî bir tarikata intisap ettik. Sadık birer derviş olarak zikir, rabıta gibi verilen görevleri yerine getirirdik. İlköğretim çağlarıma tekabül eden o zamanlarda bile sorgusuz itaat, rabıta, zikir, virt ödevleri ve bazı hurafeler içime sinmiyordu. Gerçi bu tarikat tecrübesi ve anacığımın çabaları sayesinde 8 yaşımda namaza başlamak nasip olmuştu elhamdülillah; ama o yaşımda bile mantığıma sığdıramadığım çelişkiler, yapılanları sindirmeme engel oluyordu.

Örneklendirmek için bir anımı paylaşayım: yaşadığımız kasabada cami olmadığından, orada bulunan Müslümanlar Cuma Namazlarını kılabilmek için bir daire kiralamışlar ve orası zamanla tarikatın bir nevi dergâhına dönüşmüştü. Burada yaşıt ve akranlarımla tarikata ilk dâhil olma törenimiz yapılmıştı. Bu törende o yıllarda dijital teknoloji fazla gelişmiş olmadığı için günün imkânları ile çekilmiş dönemin mürşidine ait bir fotoğraf gösterildi bütün çocuklara. Sonra teker teker soruldu: “Şeyhin alnındaki nuru görüyor musun?” diye. Bir-iki istisna dışında hepsi “Gördüm.” dedi. Bana sıra gelince: “Herhalde flaştan dolayı alnı biraz parlak çıkmış, ama nur mu, yansıma mı ayıramadım.” dedim. Hemen büyüklerimiz atıldı: “Aferin! Gördün gördün, sen de gördün, sıradakine ver fotoğrafı…” Herkes o “ nuru” gördükten sonra ortalığı keskin bir misk-i amber kokusu sardı. Herkesten önce dedim ki “Hocam, herhalde birinin misk şişesi kırıldı, misk döküldü, çok keskin bir koku var…” Hemen atıldılar yine : “Duydun demek… Aldın kokuyu, melaikeler meclisimizi ziyarete geldi. Bu onların kokusu.” Pek inanmamıştım ama koca koca adamları yalancı çıkarmaya çalışacak kadar da küstah değildim, ısrar etmedim.

Başka bir problem olan rabıtayı da pek beceremezdim. Kıyamda, secdede şeyhi gözünde canlandır, alnından onun alnına bir nur aksın vs. Neden Kâbe’ye yöneldiğim halde, gözümün önündeki seccadede o siyah evin motifine baka baka şeyhi gözüme getirmeye çalışmam gerekiyormuş? Bir türlü  o çocuk aklıma sığdıramıyordum. 

Sene 1987, memleket hasretine artık son vermek için sılaya dönüş yaptık ve gurbetteyken yaptırdığımız Bursa’daki evimize yerleştik. Ortaöğretim yıllarımda Bursa’da Hizb-ut Tahrir ile tanıştım. İslami kültürüm çok zengin olmamasına rağmen Hizb-ut Tahrir’li gençlerin kainat, hayatın ötesi, akide, fıkıh, Hilafet, İslami Devleti kurmada Rasulullah Sav’ın metodu, gündemdeki siyasi, sosyal gelişmeler ve onlara İslâmî bakış çerçevesindeki konuşmaları; tartışmalarda hep delileri ön plana çıkarıp tutarlı fikirler sunmaları bana çok ikna edici geliyordu. Bir de farklı görüşteki insanlarla zaman zaman yapılan fikri münazaralarda karşı taraftakileri dönüp dolaşıp şahsi veya cemaatsal fanatizme saplanırken Hizipli gençlerin delil göstererek cevap vermeleri bana daha da güven veriyordu. Her konuda akideyi ön plana çıkarmaları ise tevhit mesajı ve mücadelesine son derece uyum arz ediyordu.

Bu tanışma hayatımın akışını ve eksenini kökten değiştirmişti. Depolitize edilmiş gençlik şehveti peşinde koşarken ben o dönem internet olmadığı için kütüphanelerde ideoloji nedir? İslam Devleti hangi sınırlara kadar gelişti? Avrupa medeniyeti engizisyonlarda nasıl uygulamalar yapılıyordu? Gibi soruların cevaplarını arıyor, gazete, TV ve dergilerden gündemi takip etmeye çalışıyor, o zamanlarda bana zor gelse de farklı görüşlerdeki gazetelerden makale okumaya çalışıyordum. Tabii ki bu arada gezi, spor, piknik gibi sosyal faaliyetlerden de geri kalmıyordum. İslâmî ve genel kültürüm arttıkça Hizbin fikir ve çözümlerinin doğruluğunu daha da iyi görebiliyordum.

Gençliğim Ve İlk Tutuklanma

Üniversiteye önce Konya Selçuk Üniversitesi Makine Mühendisliği bölümünde başladım, sonra yatay geçişle Uludağ Üniversitesi’ne gelip aynı bölümü Bursa’da bitirdim. Farklı şehirlerde bulunsam da Hizb-ut Tahrir’le irtibatım hiç kopmadı. Nihayet üniversiteyi bitirdiğim 2001 yılının Eylül ayının 11’inde o malum eylem meydana gelmiş, biz de ABD’nin onu bahane ederek o lanetli işgaller serisini başlatacağını ve Türkiye’nin de bu hain işgale müttefiklik yapacağını, bunu engellemenim tek yolunun Müslümanların bir Hilafet Devleti çatısı altında birleşmeleri olduğunu izah eden bir bildiri dağıttık. Aşırı duyarlı Laik/Cumhuriyetçi vatandaşlarımızın bildirileri görür görmez “Rejim elden gidiyor” hassasiyetiyle karakollara koşmaları sayesinde Türkiye çapında operasyonlar yapıldı ve memleketimin Terörle Mücadele biriminin şefkatli kollarında bulduk kendimizi.

20’sinden 60’ına kadar farklı yaşlardaki dava arkadaşlarımda bir hafta süren elektrik, su ve bunlardan başka çok orijinal işkence çeşitleriyle tanıştıktan sonra kendimizi cezaevinde bulduk. Tarih: Ekim 2001. İş hayatına yeni atılıp mesleğimi icra etmeye başladığım ve hayatımın aşkıyla tanışıp yuvamı kurmak için ilk adımı attığım bir döneme rast gelen bu ilk tutuklanma macerasını yaşadığımda 2 günlük nişanlıydım. 16 ay süren bu ilk ayrılık döneminde eşimin Allah rızası ve idealleri uğrunda sabretmesi yanında çevreden gelen mahalle baskısına da direnmek zorunda kalması bizi ailece daha zor geçecek günler için ilâhi bir eğitim programından geçirmiş oluyordu.

Cezaevinden çıktıktan sonra biz bu davayı bırakmadığımız sürece devletin de peşimizi bırakmayacağı zahir olmuştu. Dolayısıyla özgür geçirdiğim günleri hem davam, hem ailem, hem de meslek hayatım açısından daha dolu geçirmem gerektiği kanaati bende daha da kuvvetlenmişti. Tabii ki hayat bu, her yönünü bilgisayar gibi programlayamıyorsunuz. Bazen dava için geceniz gündüzünüze karışıyor, bazen iş için, bazen de aile için diğer yönlerinizden fedakarlıkta bulunmanız gerekebiliyor. Ama bir dava adamı için en önemli olan şey bu 3 sac ayağının birini tümden boşlamayıp hepsini dengede yürütmeye çalışmaktır. İbre bazen birine fazla meylettiyse, ilk fırsatta diğerine telafi programı yapıp dengeyi tekrar sağlamaya çalışmaktır. Zira sistem sizi fikren ve fiilen yolunuzdan vazgeçirmeyince rızık yollarınızı daraltmak içi iş çevrenizle uğraşıyor, mahalle baskısı oluşturmak ve karalamak için sosyal çevrenizle uğraşıyor, davet çalışmalarınızı engellemek için konferans gibi en masum çalışmalarınıza yasal engeller çıkarmakla kalmayıp bir bahaneyle ülke çapında operasyonlar yapıyor. Derin devlet, yüzeysel devlet, sağcı-solcu hükümet farkı gözetmeden her renkten statükocu yapı üzerinize geliyor. Bizim kuşak Hizb-ut Tahrirlileri bütün bu renk taifenin her çeşidinin tadına bakma imkanı bulmuştur. 60’lıi 70’li ve 80’li yıllarda Hizbe ve İslâmî hareketlere operasyonların yapıldığı dönemde derin devlet de hükümet de Cumhuriyetçi, İngiltere eksenli militarist etki altındaydı. Menderes ve Özal gibi ara dönemlerde ise iktidar Liberal/Muhafazakar görünüm arz etse de derin devletin irtica kaygılarına aykırı hareket etmeleri mümkün değildi. Hem “irtica” onların da kitabında “sakıncalı” babta yer alıyordu.

2000’li yıllara gelince bizim kuşak Hizb-ut Tahrirlilere ilk operasyon gerçekleştirildi.  O dönemde halen derin devlet (Ordu, yargı, bürokrasi vs.) Cumhuriyetçi/Atatürkçülerin etkisindeydi, hükümet ise sağ-sol karışımından meydana geliyordu. 2002’de İslamcı geçmişi olan Muhafazakar tandaslı bir parti iktidar oldu. Hadi ilk yıllarında “Derin Devlet”in ve “Bürokratik Oligarşi”nin tasallutundan kurtulamadığı için Hizb-ut Tahrir’e yapılan operasyonları ona fatura etmeyelim. Peki daha sonra Recep Tayyip Erdoğan markasıyla kudretli komutanlara bile boyun büktüren “Muktedir” konumuna gelen AKP döneminde yapılmaya devam eden operasyonlara ne demeli? Neredeyse istisnasız her yıl bölgesel bazda veya ülke çağında Hizb-ut Tahrir’e operasyonlar yapılıyor ve yüzlerce aile mağdur ediliyor. Yönetim ve Metod konularında farklı düşünüyoruz diye “İslamcı” iktidarın tamamen fikri ve siyasi mücadele veren “İslamcı “ Hizb-ut Tahrir’e karşı takınması gereken tavır bu mudur? Yoksa onbinleri katletmiş bir örgütü “Çözüm Süreci” adı altında davet ettiği siyasi arenada, tarihinde şiddete başvurmamış Hizb-ut Tahrir’i rahat bırakmak mı olmalıdır? Yoksa AKP “İslamcı” kimliğini çıkardığı gömleğin cebinde mi unuttu? Türkiye’de Cumhurbaşkanı gibi en yetkili ağızlardan  “Artık bize çok aykırı da olsa en farklı görüşler bile rahatlıkla dile getirilebiliyor.” denilirken Hizb’e yapılan muameleyi nereye sığdıracaksınız? Yoksa Hizb’in savunduğu Raşidî Hilâfet fikri Türkiye için aykırıdan da öte “Yabancı” bir fikir midir? Kesinlikle hayır!… Yavuz Sultan Selim’den bu yana Hilâfet bu toprakların özü ve aslı oldu. Türkiye artık geçmişiyle yüzleşerek bir zamanlar Halifelikle bayraktarı olduğu İslam şeriatını nizamlar bazında tekrar yürürlüğe koymak suretiyle ümmeti birleştirme ve kalkındırma misyonunu yerine getirmek zorundadır. Bunun da Halifelik kavramının özünü saptırmadan doğru/Raşidî şekliyle yapmalı; Laik, parlamenter, yarı batı hukukuyla, yarı şeriatla hükmeden “Güdük” ve saptırıcı bir Halife tasavvuruyla ümmet oyalanmamalı. Bu cins teşebbüsler aslında hizmet etmezler, aslının temelini dinamitlemekten başka bir işe yaramazlar. “Değişim” kökten ve kâmilen olmak zorundadır, aksi durum hakla batılı karıştırıp hakkı gizlemekten başka bir sonuç vermez ki bu durum çok büyük bir vebaldir. Bembeyaz bir süt kovasına zerre miktarı zehir karışırsa tüm kova fasit olur ve içene fayda yerine zarar verir. İslâm’ın ilk şiarı ve İslam olmanın ilk şartı olan kelime-i Şehadet, Kelime-i Tevhid’le başlar, Tevhid ise tasdikten önce RED ile başlar. Şirkten ve tortulardan arınmadan yapılacak bir tasdik makbul ve meşru değildir. Mevcut yönetim bile kendisine “Şerik” / “Ortak” / “Paralel” bir gücü kabul etmezken Allah’ın nizamına müfsit unsurların ortaklığını nasıl kabul edebiliriz?

“Derin devlet” zaviyesinden de durum pek farklı değil. Zamanla ordu dışındaki bürokratik sahayı ele geçiren Cemaatçi “Paralel Devlet” eliyle Hizb-ut Tahrir’e uygulanan işkence ve türlü baskılar günümüze kadar süre geldi ve halen de devam etmektedir. Hem de hiçbir ahlakî ve hukukî kural tanımadan… Bu son cezaevine girişimden sonra 2014’te yaşadığım bir örneği zikredeyim: Bize sempati duyan insanları bizden uzaklaştırmak ve paralelinde birilerinin gözüne girmek ve muhtemelen terfi etmek maksatlarıyla, hem de en yakınları, hem de ihtiyar olmalarına aldırmadan sorguya çekmek nasıl bir zihniyetin ürünüdür… Takdirini size bırakıyorum ve durumlarını Allah’a havale ediyorum.

İş Hayatı, Düğün, Yine İçeri

Derdimiz çok olduğundan araya birkaç şikayet ve tespit girdi ama kaldığımız yerden devam edelim… İlk cezaevi çilemi çekip, 2003 yılında tahliye olduktan sonra askerliğimi kısa dönem “Sakıncalı Piyade” olarak yapıp bitirdim. Sonra tekrar iş hayatına atılıp çocukluğumdan beri ilgi ve merak alanım olan makine sektörüne kariyer yapmaya ve tecrübemi artırmaya başladım. Diğer yandan düğünüm için birikim yapmaya çalıştım. 2004 yılında Allah’ın izni ve yardımıyla düğünümü yaptım elhamdülillah. 3’lü dengeyi tutturmaya çalışırken, o da ne… Düğünden 2 ay sonra bir operasyon daha, haydi yine içeri… Bu seferki 15 gün gibi kısa bir dönem sürse de etkisi öncekinden daha büyük oldu. Ailem ve eşimin ailesi ilk tutukluluk hayatımın beni yolumdan vazgeçireceğini beklerken tekrar içeri girişim, hayatımızın geri kalanının cezaevi yollarında geçeceğini  düşünmelerine yol açmıştı. Yanılmadılar da… Uzun süren müzakereler sonucunda; benden alıkonulan eşimin ailesini ikna edip ailemi tekrar bir araya getirmeyi başardım.  Müzakereler esnasında asla tutamayacağım bir söz vermedim. Eşim de kısa süren bir bocalama dönemi geçirdi. Haksız da değildi. Bir yanda ailesi, diğer yanda idealleri olan ama Allah’tan başka yardımcısı olmayan kocası… Rabbim sebatını artırsın, sonradan kararlı bir tavır sergilemesiyle yolumuza kaldığımız yerden devam ettik. Evliliğin en güzel mahsulü olan ilk bebeğimizi beklediğimiz 2004-2005 yıllarında; AB uyum paketleri çerçevesinde sözde özgürlük rüzgarları esiyordu. Bu dönem; devletin Hizb-ut Tahrir’e karşı nasıl tavır alacağını düşünmeye daldığı zamanlardı. Bu dönemde birkaç sefer gözaltına alınıp salındım, birkaç tane de beraatla sonuçlanan dava açıldı hakkımda. 2005’in Eylül ayına gelince Hizb-ut Tahrir’in küresel bir program çerçevesinde dünyanın birçok ülkesinin başkentiyle Osmanlı Hilafeti’nin son başkenti olan İstanbul’un Fatih Camiinde eşzamanlı gerçekleştirdiği bir basın açıklamasına katıldım diye Türkiye çapında onlarca kişiyle beraber benim de hakkımda dava açılmış ve evime sabahın 4’ünde baskın yapılmıştı. Hem de Eylül ayının 15’inde, ilk kızımın doğduğu gece…

İlk Çocuk Ve Yine Operasyon

Akşamdan kayınvalidemi hastanede eşimin yanında refakatçı olarak bırakıp dinlenmeye geldiğim baba ocağında tam uykuya dalmıştım ki kapının önüne yığılan araç seslerine uyandım. Perdeyi aralayıp resmi ve sivil araçlardan oluşan orduyu görmemle arka bahçeden kaçmam bir oldu. Kaçmak derken cezaevine girmekten kaçmak anlamında değil elbette. 3’lü dengeyi sağlama uğruna bir arayış, mevziyi terk etmeme anlamında, yani davet işlerine devam edebilmek uğruna; masum yavrularımın rızkını aramak uğruna kaçak-göçek çalışabilmek için; ailemin başında bulunup babalık ve reislik vazifemi yerine getirebilmek uğruna bir arayış olarak adlandırmak daha doğru olur. 1,5 yıldan fazla zaman geçti, kaç kaç nereye kadar… Gayri resmî çalışmak hem kariyerimi, hem de birçok işimi aksatıyordu. Sonunda polis memuru bir tanıdık vasıtasıyla Bursa Terörle Mücadele birimine ifade verip salıverilmek ümidiyle yola çıktım. Yolda birkaç şüpheli telefon görüşmesi ve mimik sezdim, hemen kırmızı ışıkta aracın durmasını fırsat bilip dışarı attım kendimi. “Ben önce polisim, sonra Allah’ın kuluyum, sonra babamın oğluyum.” diyen zihniyetten ne beklenir ki!? Ara sokaklarda izimi kaybettirdikten sonra ilk otobüse binip doğruca dosyamın dönüp dolaşıp vardığı yere, İstanbul 10. Ağır Ceza Mahkemesi Savcılığına gittim. O dönemde davayı ilk açan DGM kapatıldığı için dosya önce Fatih adliyesine, sonra da DGM yerine ikame edilen Özel Yetkili Mahkemelerden İstanbul 10. ACM’ne dönmüştü. Savcılar aynı, hakimler aynı zihniyet aynı, tabela değişik. Nasıl bir yargı reformuysa!?… İfademi verip tutuksuz yargılanmak üzere serbest kaldıktan sonra daha üst düzey işlere yönelmeye karar verdim.

Emin olun insanın sık sık içeri girip-çıkmasıyla tek seferde 2-3 sene ceza yatıp çıkması bir olmuyor. İkinci durumda çıktıktan sonra bir düzen kurup hayata kaldığımız yerden etmeniz nispeten daha kolaydır. Birinci duruma gelince; hayat akışınız sık sık kesintiye uğradığı için her düzen kurmaya çalıştığınızda işiniz yarım kalıyor. Siz bir yere getiriyorsunuz, işi yarılıyorsunuz, akış kesintiye uğruyor… Girip-çıkıyorsunuz, tekrar sıfırdan başlayıp aynı yere getiriyorsunuz, tekrar akış kesintiye uğruyor…Her seferinde elinizde yarım bir iş kalıyor, bir türlü tamamlayamıyorsunuz… Benim de hayat akışım her tutuklanmayla kesintiye uğradıktan sonra, her “hayata dönüş” yaptığımda farklı sektörlere yöneldim ve meslek tecrübemi çeşitlendirip genişletme yolunu seçtim. Devlet bizi işsiz bırakmak ve diskalifiye etmek için uğraşırken, ben bu krizleri fırsatlara çevirmeye çalıştım.

Fetret Dönemi Ve Yükseliş

Tutuklanmadan geçirdiğim birkaç yılda Allah’ın yardımıyla hedeflerime kısmen yaklaştım. “Fetret Dönemim” dediğim bu kısa sürede kendi çapımda tanınan, aranan, Bursa’nın tüm sanayi bölgeleriyle bir vesileyle iş yapmış, çevre edinmiş, otomotiv ve makine sektörü başta olmak üzere mühendisliğin tasarım, üretim, bakım ve satış birimlerinin her birinde mütevazi derecede tecrübeleri olan bir mühendis haline geldim. Bursa’mızın en yüksek teknolojisini kullanan iki meşhur otomobil fabrikasına makine, robot, otomasyon hatları, İnsansız Yük Taşıma Araçları (AGV) tasarımı, üretimi ve yerine entegre etme işlerini başarmak gibi bir ayrıcalığı Rabbim bana nasip etti. Bu AGV (Automatic Guided Vehicle) projesi “Temassız Elektro Manyetik Elektrik Aktarım” teknolojisini kullanması yönüyle Türkiye Otomotiv endüstrisinde ilk ve tek olma özelliğini halen elinde tutmaktadır. Diğer yaptığım tasarımların ise patent haklarını bu otomobil firmaları projelerin kapsamı içinde anlaşmalar gereği kendi üstlerine aldıkları için şahsım üzerine hiçbirini alabilmiş değilim. Çok da bir şey kaybetmiş sayılmam. Zira bu projeler benim için birer tecrübe ve referans görevi gördüler. Sonraki kariyer hedeflerimde birer basamak işlevini aldılar.

Bu dönemimde bizimki gibi bir hayat tarzına sahip olan insanlar için büyük sıkıntı olan kiracılıktan kurtulabilmek için ev sahibi olma hayaliyle borç-harç inşaata başladım. Borç veren ve ödemeleri tehir eden herkese teşekkür ederek tam da başımı evime soktum derken 2009 yılında otomotiv sektöründe proje sıkıntısı baş gösterdi. Ben de ağır borçlarımın altından kalkabilmek için sektör ve pozisyon değiştirmeye karar verdim, nihayetinde mobilya sektörüne geçiş yaptım.

Hiçbir şahıs referansım olmadığı halde, ülkemizin dünya markası olmuş bir mobilya fabrikasının AR-GE Mühendisliği pozisyonu için internet üzerinden başvuru yaptım. Tamamen iş tecrübelerimin referansıyla işe kabul edildim ve fabrikanın tek AR-GE Mühendisi olarak işbaşı yaptım. Otomotiv ve makine sektöründeki tecrübemi mobilya sektörüne taşıyarak fabrikaya maddi ve teknolojik katkılar sağladım. Bir yandan da inşaat borçlarımı kapatmaya başladım. Allah’ın yardımıyla  muhtemelen ikinci kızımın hatırına tam borçlarım bitti-bitiyor derken yine bir kesinti…

Lübnan Gezisi Ve Yine Mahpushane Yolları

Hizb-ut Tahrir’in yasaklı olmadığı Lübnan’da 2010 yılında düzenlediği bir basın konferansına Türkiye’den 10’dan fazla tanınmış gazeteci-yazarla birlikte katılmamın üzerinden bir yıl geçtikten sonra 2011’in Temmuz’unda yine bir gece baskınıyla evimden alındım ve sorgulanmak üzere Bursa’dan İzmir’e götürüldüm. Şimdi kapatılmış olan, o dönemin (önce 250 ile görevli, sonra 10. Madde ile görevli ÖYM’si) 8 Nolu Ağır Ceza Mahkemesi “Rejim elden gitmesin” hassasiyetiyle hakkımda “Silahlı Terör örgütüne Üye Olmak” suçlamasıyla dava açmış. Dosya haline gelsin diye aynı soruşturma kapsamında 4-5 kişi daha gözaltına alınmış. Mahkemeye çıkarılınca bana soruldu: “Lübnan’da Hizb-ut Tahrir’in organize ettiği konferansa katıldın mı?”. Dedim ki : “Evet 3 dil bilirim, tercüman olarak katıldım. Bu konferans BBC dahil dünya çapında yüzlerce gazetecinin katıldığı legal bir uluslararası basın konferansıydı.” Buna rağmen iki arkadaş ile birlikte 3 ay sonra tutuklandık ve İzmir 1 Nolu F Tipi Cezaevine teslim edildik. Diğer iki arkadaşım 3 ay sonra ara kararla tahliye oldu, ben ilk mahkemeye çıkana kadar yattım. Arkadaşlardan kimyager olanı yeni evliydi, içerideyken nur topu gibi bir oğlu oldu ve bir hafta sonra tahliye kararı geldi, ilk evladına kavuştu. Bana gelince biri 3, diğeri 6 yaşında iki kızımdan uzak, İzmir’de onları ayda bir saat görüp koklayarak 6 aylık süreyi nasıl sırtımda taşıdığımı sadece kız babaları anlar. Evlat evlattır, ama bir baba için kız evladının yeri bambaşkadır… O kadar giriş-çıkıştan sonra insan hasrete alışır zannediyordum, ama yanılmışım. Evlat hasreti başka şeye benzemiyor… 3 yaşındaki dünyalar tatlısı masum bebeğiniz rüyanıza girer, onu özlemle kucaklarsınız, rüya olduğunu bilirsiniz ama uyanmak istemezsiniz. Bilirsiniz ki uyanınca o orada olmayacak, soğuk duvarlar ve demirden parmaklıkların arkasında ondan çok uzakta bulacaksınız kendinizi. Bu karışık duygu ve düşüncelerle ağlarsınız rüyada… Kendi hıçkırıklarınıza uyandığınızda sesinizi gizlemeye çalışırsınız etrafınızdakilerden, ama nafile… Oda küçük, hüznünüz derin, ortam sessizdir, herkes duyar ama kimse sormaz “Ne oldu?” diye, zira cevap bellidir ve deşilmez yaranız saygıdan…

Kısa Bir Özgürlük Sonra Yine İçeri

6 ay sıkıntı, ibadet ve kitaplarla geçtikten sonra ilk mahkemede “Tutuksuz yargılanmak üzere” salıverildim. Dışarı çıktıktan sonra özüme, yani otomotiv sektörüne dönüş yaptım ve son işimle aynı şartlarda işe başladım. 6-7 ay 3’lü dengeyi sağlamaya çalışarak mücadelem devam etti. 2012’nin sonunda karar duruşmasında mahkeme  diğer sanıkların beraatına, benim “Silahlı Terör Örgütüne Üye” olmaktan 7.5 yıl hapisle cezalandırılmama karar verdi. Tabii ki Yargıtay’a itirazımızı yaptık. Genelde bu tür siyasi davaların Yargıtay süreci uzun sürer, hatta bazıları yıllarca uzadığından zaman aşımından bile düşebilir. Ama ne hikmetse benim bu dosyam 5 ay gibi rekor bir sürede sonuçlanmış, haberim yok… 2013 yılının bahar günü, bir arkadaşla beraber Bursa’nın tarihi mekanlarından birinde, Temenyeri Parkının üstü, “Hünkâr Köşkü” denilen mevkiden manzara seyretmeye çıktık, dönüşte bir tarafı uçurum, diğer tarafı kayaç olan dar sokaktan arabayla inerken birden sivil bir araç önümüzü kesti ve Psikopat Polis Behzat Ç. Havasıyla Terörle Mücadele memurları bize silah çekerek teslim olmamı istediler. Hizb-ut Tahrir’in dünyanın hiçbir yerinde silahlı faaliyetinin olmadığını emniyet ve yargı dahil cümle alem bildiği halde ve kaçmak imkanı olmadığı zahir olduğu halde hangi hakla bu silahlı tehditleri bize reva görürsünüz? Alıp-satıp, kese kese şu fani hayatımızı kıymaya çevirdiğiniz yetmiyormuş gibi çevremizdeki insanları tedhiş etmekten bıkmadınız mı?

Yine içeri tıktılar bizi, yine ayrılıkla, yine hüzünle, yine rüyalarda kavuşmalarla, yine hasretle geçti bir yıl ve çilenin bitmesine hala sayıyorum 4-5 yıl… Bu süre sonunda da bitecek mi çilem? Belli değil…

İnanın bu sadece benim hikayem değil. Türkiye’de yıllardır Hizb-ut Tahrirlilere reva görülen bir muameledir. Benim hayat mücadelem belki de en basitlerinden bir tanesidir. 4-5 yıldır yatan mı ararsınız, gülünç yorumlarla, uyduruk delillerle 15 yıl ceza alanlar mı ararsınız, üst üste 7,5’ar yıllık ayrı ayrı davalar açılıp toplamda bir ömür tekabül eden cezalar alanlar mı ararsınız, hepsinden mevcut…

Adamına Göre Hukuk

İtiraz için gerekli hukuki girişimlerde bulundum ama nafile… AYM’ye başvuralı 1 sene geçti, benden sonra başvuran İlker Başbuğ’lar, 28 Şubatçılar, Ergenekoncular tahliye oldu. Biz hala içerideyiz… Ergenekonculardan sonra ellerinde TC bayraklarıyla AYM önünde”Adalet Nöbeti”ne duran Balyozcular hatırına AYM, 45 günde 236 hükümlüyle ilgili “Hak ihlali” kararı verdi.  Biz hala içerideyiz… Ne yani, bizimde ailelerimiz ve yakınlarımızın siyah tevhid bayraklarıyla AYM önünde “Nöbet” mi tutması lazım dosyamızın incelenmeye alınması için?… “Hak İhlali” olduğu ayan-beyan ortada olan Hizb-ut Tahrir davaları hakkında karar vermek için çok profesyonel hukukçu olmaya gerek yok.  Asgari insaf ve izan sahibi olmak bile yeterlidir. Zira Hizb-ut Tahrir’i veya herhangi bir hizipliyi tanıyan herkes Hizbin şiddet eğiliminde olmadığını, fikirlerinden, yayınlarından, konferanslarından, mahkeme tutanaklarından, tüm dünyadaki uygulamalarından ve tarihi geçmişinden katî bir şekilde anlayabilir. Bununla beraber AYM’ye yaptığım başvurunun ekine iliştirdiğim ve Türkiye’nin tanınmış ceza hukuku ve uzmanlarından Prof. Sami Selçuk, Dç. Dr. Türkan Sancar ve Av. Dr. Ümit Gardaş’ın imzalarını taşıyan bilimsel mütalaada da yapılan tespitlerde olduğu gibi : “TCK, Terörle Mücadele kanunu ve Türkiye’nin imza koyduğu Evrensel İnsan Hakları Sözleşmelerine göre Hizb-ut Tahrir (bırakın silahlı terör örgütü olmayı) terör örgütü kapsamına girmez”. Bu gerçekler ortadayken bize “Terörist Yaftası” yapıştırılmasının, Sisi’nin İhvan’a “Terörist Yaftası” yapıştırmasından bir farkı kalmamaktadır.

ÖYM’ler kaldırıldı “Yeniden Yargılama” için talepte bulundum. Ardından “Özel Yetkili” eklentisi kaldırılmış İzmir 8. Ağır Ceza Mahkemesinden RED cevabı geldi. Mahkeme aynı,  başkanı aynı, zihniyet aynı, tabela değişik. Yine               “Yargı Reformu” adı altında yutturulan bir başka “Yargı Makyajı”. Amaç sadece belli kişileri faydalandıracak bir makyaj yapmak. Bunun şu son Balyoz tahliyelerinde de yakinen gördük.

Basından Aziz Yıldırım’ın Yargıtay Ceza Üst Kurulu’na başvurduğunu okudum, ben de başvurdum. Ona infazın durdurulması kararı verildi, hapse girmedi. Benimkine ise RED cevabı geldi. Hala içerideyim… Slogan: “ Hukukun Üstünlüğü”; uygulama: “Üstünlerin Hukuku” slogan : “Herkes Kanun Karşısında Eşittir.”; uygulama: “Bazıları Kanun Karşısında Daha Eşittir.”

Sünnetullah Değişmez

Sistemin baskıları, karalama kampanyaları ve antipropagandaları yüzünden kardeşlerimiz çevrelerinden de baskı görüyorlar. Tüm Hizb-ut Tahrirliler az-çok bir ateş çemberinden geçmiştir ya işkence ve hapisle, ya ailesiyle, ya işi veya ticaretiyle, ya da nefsiyle/egoları/korkuları ile imtihana uğramıştır. Kimisi engelleri aşamayıp düşmüş, kimisi tökezleyip, sendeleyip toparlanarak yoluna devam etmiştir, kimisi de engellere aldırış etmeden koşar adım yol almış ve almaya devam etmektedir.

Bunlar sadece Türkiye özelinde değil, Hizb-ut Tahrir’in Dünya genelinde çalışma yaptığı 50’den fazla ülkede yıllardır paralel şekilde maruz kaldığı eziyetlerdir. Şekilleri farklı olmakla beraber eziyetin özü aynıdır. Özbekistan/Andıcan’da bunun şekli katliam ve cezaevinde işkenceye dönüşüyor, Libya’da Kaddafi’nin “Sünnet”i küçümsemesi üzerine karşısına cesurca dikilen Hizipli gençlerin sünnetin itibarını savunma uğruna şehid edilip barbarca yerlerde süründürmeleri şekline dönüşüyor. Bazı diktatöryal veya demokratik/kapitalist yönetimlerde idam, sürgün, hak mahrumiyeti ve hapis şekline bürünüyor. Elbette bu bir bedeldir, elbette bu Sünnetullahın gereği bir imtihan ve zulme karşı başkaldıranlara vaat edilen darlıktır, ama bu asla münkere karşı sessiz kalacağımız anlamına gelmez… Zulüm de farklı şekillerde tecelli eder. Myanmar’da yakılmak, Suriye’de soykırıma ve yıkıma maruz kalmak; Orta Afrika’da başları ezilmek ve çivilerle canlı canlı deşilmek şeklinde tecelli eder. Zulmün Türkiye’deki rengi çok gri olduğu için gözleri ve zihinleri ılımlılıktan bulananlara anlatmak gerekiyor: Allah’ın emriyle yönetilmeyen her düzen zulüm üretir. “Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyenler zalimlerin ta kendileridir.” (Maide:45)

Bu davayı yüklenenlere/uyarıcılara(nezirlere) karşı her dönemin refah sahipleri (Mutraf) karşı çıkmış ve ileri gelenler (Mele) uyarıcıların mesajını reddedip baskı uygulamış, yıldırmaya uğraşmış ve zulmetmiştir.

Nübüvvet Minhacı Üzere Raşidî Hilafet

Hilâfet Nizamı asla Hizb-ut Tahrir’e has bir ideal değildir, tüm İslâm ümmeti için tek kurtuluş reçetesidir. Ümmet artık tüm dünyaya Hilâfetten başka ilaç/çare olmadığını anlamış ve o hedefe doğru yürümeye başlamış durumdadır. Bunu gören tağuti rejimler tarih boyunca yapageldikleri gibi bir fikri engelleyemediklerinde saptırıcı fikirleri ve hareketleri piyasaya sürüp dezenformasyon yapmaktan başka yol bulamazlar. Müjdeler olsun ki bu onların son oyunudur ve bu saptırma çabalarının ürettiği sancılar aslında yaklaşan doğumun habercilerdir.

Bu bir dava, bu bir sevda…

Ya Rabbi sana niyaz ediyoruz, Rasulullah Sallallahu aleyhi ve Sellem ve beraberindekiler gibi soruyoruz: “Metâ Nasrullah?” “Yardımın/Nusretin ne zaman?”

Senden diliyoruz: Bize vadettiğin Hilâfet’e ve korkularımızı güvenliğe çevireceğin günlere bizi ulaştır! Mahzun Kudüs’ün kurtulacağı, O’nu bu hale getirenleri el-Kahhar isminle kahredeceğin, el-Muntekim isminle intikamını alacağın, yeryüzünde fitne kalmayıp dinin yalnızca senin olacağı, müşrikler istemese de nurunun tamamlanacağı günlere bizleri şahit kıl! Yeryüzü ve gökyüzü sakinlerinin mutluluğa ereceği, yeryüzünün ve gökyüzünün bırakmadığı hiçbir bereketinin kalmayacağı o günlere, Nübüvvet Minhacı üzere Raşidî Hilâfet’in yeniden hâkim olacağı o günlere bizleri şahit kıl ya Rabbi! Onun adâleti altında yaşamayı bizlere nasip eyle ya Rabbi !

AMİN!

Köklüdeğişim

Ayrıca...

Gaziantep’te Köklü Değişim “HİLAFET” sayısını tanıttıkları için 7 Müslüman’a Gözaltı

Şanlıurfa’dan sonra Gaziantep’te de Köklü Değişim Dergisi’nin “Hilafet” kapak konulu Mart sayısını tanıttıkları ve yaptıkları …

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir