Müslümanların bu asırda, en büyük sıkıntısı ve karşı karşıya kaldıkları tehlikenin özeti, maslahat anlayışlarının İslam’a uygun düşmemesidir. Bu yanlış düşüncenin neticesi olarak, müslümanlar maalesef batı ve yandaşlarının yanlış yönlendirilmesine müsait durumda olmasına sebeb olmaktadır. Bunun en bariz göstergelerini, günümüzde örneğin Türkiye siyasetinin ılımlı islam projesi adı altında izlenilen siyaset verilebilir.
Yine bunun bir başka yansımasını ise cihad sahnesinde, silahlı guruplarda gözlemlemek mümkün. Fakat en önemli ve üzerinde durulması gereken tehlike ise, maslahat anlayışı üzerinden islamın kerih gördüğü ve Rabbimizin haram olarak adlandırdığı fiilerin meşru olduğunu dile getiren sözde alimlerinin ortalıkda gezinmiş olması. Yani müslümanların karşı karşıya kaldıkları en öncelikli tehlike, cahil olmak ile beraber taassup hastalığına düçar kalmaları ve bunun devamı olarak alimleri sorgusuz sualsiz, muhasebe etmeden takip etmeleridir. Bu tehlikeli duruşun ve artniyetli sözde alimlerin ortaya koyduğu bu sıkıntılı meseleyi, güncel örneklerle misallendirdikten sonra, Resulullah’ın duruşunu sunmaya çalışacağız. Ama öncelikle şu hadisi şerifi sizlerle paylaşmak istiyorum:
“Ahir zamanda bir kavim ortaya çıkar. Cahiller başa geçerek insanlara fetvâ verirler. Böylece hem kendileri sapar hem de başkalarını saptırırlar.” (Buhari, İlim, 34; Müslim, İlim, 13Tirmizi, İlim, 5)
Rabbimiz biz müslümanları, aslen din cahili olan ve sadece kitap yüklü merkepler gibi bilgi yığınını kafasında taşıyan ve fetva veren cahillerden korusun (amin).
Gelelim maslahat konusuna. Evvela maslahat mefhumunu, şeri zaviyeden anlamaya çalışalım.
Maslahat lafzı, dört mezhep imamının, şeri delil nedir bağlamında usul fıkıh kitaplarında ele aldıkları bir konudur. Özellikle şeri deliller zikredildiğinde yani kuran, sünnet, icma ve kıyasın yanında Maliki ve Hanbeli mezhebinden olan alimler, mesalihi mürsele’yide (maslahat) zikretmişler. Bu konu alimlerin usul kitaplarında çok etraflıca tartıştıkları konulardan bir tanesidir. Lakin ittifak edilen görüş, delillerin dört olduğu ve mesalihi mürsele’nin şeri delil olmadığı doğrultusundadır. Nitekim alim Takiyyudin En-Nebhani’nin (rahmetullahi aleyh) yazmış olduğu usul kitabında (İslam Şahsiyeti 3 Cilt) bununla alakalı, delil olmadığı halde delil sanılanlar adı altında bir konu başlığının dördüncü konusu olarak, mesalihi mürsele’yi çok ayrıntılı bir şekilde anlatır ve delillendirir. Neticede maslahat konusu, genelde şu şekilde bilinir; insanların faydasına olanları gerçekleştirmek, bunları korumak ve insanlardan zararı uzaklaştırmaktır. Bu genel çerçeve üzerine değişik konularla alakalı olarak maslahat güzergahları çizilmiştir. Örneğin zaruriyyat (dini muhafaza, nefsi muhafaza, nesli muhafaza vs.), haciyyat (zorluk ve meşakkati ortadan kaldırmak) veya tahsiniyyat (insanların hal ve durumlarının yüksek edep ve sağlam ahlaki temellerin gerektirdiği şekilde olmasını temin eden maslahatlardır). Tüm bu ve benzeri maslahatlar ele alınır iken dahi, günümüzde olduğu gibi haram olduğu kesin olan fakat zahiren müslümanların ondan maslahat elde ettikleri gerekçesi ile, meşru ve caiz görülmemiştir. Örneğin ibadetler konusunda ulemanın tamamı, mesalihi mürsele ile amel edilemeyeceği hususunda iffifak etmişlerdir. Fakat muamelet konusunda Maliki ve Hanbeliler ise mesalihi mürsele’yi müstakil bir delil olarak kabul etmektedirler. Müstakil delil olarak görenler dahi her maslahatı kabul etmemişler veya sadece maslahat eksenli düşünmemişler ve şart olarak kurallar koymuşlardır. İleri sürdükleri şart, maslahatın şer’i bir delile aykırı olmamasını kat’i olmasını ve külli (umumi) olması şeklindedir.
Meseleyi usul açısından irdelemeyeceğimiz için, anlaşılabilmesi için maslahat lafzını şu şekilde özetlemek istiyorum. Kuran ve sünnete bağlı olan her müslümanın Allah indindeki maslahatı, onun fiilerinde helal ve haramlara riayet etmesidir. Yani zahiren/aklen müslümanların maslahatı olduğu zannedilen iş/fiil, Rabbimizin haram kıldığı veya farzlarını terketmeği gerektirecek bir iş/fiil ise, kesinlikle müslümanın maslahatı değildir. Örneğin yaz aylarında, çok önemli bir sınava katılacağın bir günde ramazan orucu tutmak, zahiren kişinin maslahatına olmayabilir. Lakin bu konuda kişinin itikadi maslahatı, yani Allah’ı razı veya gazaplandırması açısından, kesinlikle kişinin her ne olursa olsun orucunu terketmemesidir. Bu konu kesinlikle seferi olan bir müslümanın ramazan ayında oruç tutmaması için verilen ruhsatla karıştırılmamalı. Çünkü ruhsat müstakil olarak bir illete bağlanmış olduğundan ve sadece bu illet ile var olması veya olmaması mümkün olduğundan, genel olarak başka konulara kıyaslanamaz. Yani oruç örneğinde kalacak olursak, kişi sadece seferi olduğunda orucunu tutmama ruhsatını kullanabilir. Bu bir maslahat veya sıkıntı ve benzeri meselelerle ilişkilendirilerek, seferi olmayan ve benzeri sıkıntı ile karşı karşıya kaldığındada istifade edebileceği bir mesele değildir.
Gelelim demokratik seçimlerde ileri sürülen maslahat anlayışları ile son zamanlarda Suriye kıyamından bazı komutanların dile getirmiş oldukları maslahat örneklerine. Türkiye’deki ihvan çizgisini temsilen, ki Tayyib Erdoğan ve partiside aynı çizgide ilerliyor. Alimler ve Medreseler Birliği (İTTİHAD) cemiyetine parlamento seçimleri ile ilgili gelen sorulara cevaplar, başlıklı yazıdan bir kaç örnek vermek istiyorum.
Soru ve verdikleri cevaplar:
Gayrı İslami Bir Sistemde Siyasete Girmek Ve Seçimlere Katılmak “ Hüküm Ancak
Allah’ındır” Ve “Allah’ın Hükmüyle Hükmetmeyenler Kâfirlerin Ta Kendileridir” Ayetleri
Çerçevesinde Değerlendirildiğinde Küfür Olmuyor Mu?
Bile bile Allah’ın hükümleri dururken, başka hükümleri kabul etmek tabii ki küfürdür. Ancak sizin amacınız Allah’ın hükümlerini ikame etmek ise ve bu amaçla küfrü zayıflatmak gayesiyle gayri İslami bir siteme dâhil olmuşsanız bu çok farklı bir boyut kazanır.
Sistem içi mücadelede ölçüt normal koşullarda imkân olduğu sürece en doğrusu Allah Teâlâ’nın indirmiş olduğu hükümlerin kendisine tamamen uymakladır. Ancak bu mümkün değilse o zaman bu imkânları oluşturmakla mükellefsiniz.
Bakın İslam fıkhında şöyle bir kaide vardır. “Eddaruratu tubihul mahzurat. (Zorunluluk sakıncalı şeyleri mübah kılar.)”
Mesela İslam fıkhına göre normal koşullarda Müslümanlar bankalarla muamele edemezler. Çünkü bankalar sadece faiz için kurulmuşlardır. Hatta meşru bir iş için dahi muamelede bulunulmaması gerekiyor. Böylece onları desteklemiş olursunuz.
İşte aynı şey siyaset içinde geçerlidir. Normal koşullarda Gayri İslami bir sistemde Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyen meclis veya benzeri bir yapıya iştirak etmek haramdır. Onları kabul etmek onlara rıza göstermek, onların yaptığını kalben beğenmek ise küfürdür.
Ancak o sistemi değiştirmek, doğrusunu göstermek, az da olsa gayri İslami uygulama ve kanunlara engel olma niyetiyle iştirak etmek ise duruma göre ya mubahtır ya da vaciptir…
Bu hususta muasır İslam ulemasının cumhuru da ittifak etmektedir ki, icma yoksa cumhura tabi olunur:
“…Müslümanın kendi şahsiyeti veya genel olarak Müslümanlar için faydalı olacak bazı cüz-i meselelerde küfür sisteminden faydalanmak caizdir. Kesinlikle bu küfür sistemini kabullenmek veya bu sisteme razı olmak manasına gelmez. Buna delil olarak; Resulullah’ın amcasının himayesine razı olmasını veya Taif dönüşü Abdullah bin Uraykıt’ı himayesine girmek amacıyla Müt’im bin Adiy’e göndermesi ve onun himayesinde Mekke’ye girmesini gösterebiliriz. Bu himaye 3 yıl sürmüştür. Bunun dışında Resulullah’ın ashabı da müşriklerin himayesine girmiştir…”(Abdulkerim Zeydan, Mufassal, Cilt:12 Sayfa:140) (alimlercemiyeti.org)
İleri sürdükleri akli yorumları önemsemeyip geçecek ve sadece delil olarak ileri sürdükleri gerekçeleri işleyecek olursak, karşımıza ilk sürdükleri delil olarak “Eddaruratu tubihul mahzurat. (Zorunluluk sakıncalı şeyleri mübah kılar.)” cıkıyor. Bu kaide mecelleden alınmış ve neticede ruhsat olarak özetlenebilir (bk. Mecelle, mad. 21). Ruhsat konusunun, ileri sürdükleri meselelerle ve konumuzla uzaktan veya yakından hiçbir alakası yoktur. Nitekim ruhsat, sadece belirli zamanlarda belirli şartların gerçekleşmesi ile meşru olan izinlerdir. Bu konuda Ammar bin Yasir örneği verilmektedir. Nitekim bu sadece bir an için ve ölüm ile tehdit edildiğinde meşru olan bir iştir. Fakat konumuz kesinlikle bu tür bir vakiayı içermemektedir. Tam tersine ileri sürdükleri banka ve seçimlere katılma konusunun haram olduğu bilindiği taktirde, kesinlikle zaruret/zorunluluk konusu bağlamında cevaz için ileri sürülemez. Yine ikinci delil olarak ileri sürdükleri Resulullahın amcası tarafından himaye edilmesi konusu ise tamamen saptırma ve konunun aslı ile çelişmektedir. Halbuki Resulullah’ın hayatında şimdi vereceğim örnek genelde bilinen bir örnek olması ile beraber, hem ilk verdikleri kaideyi hemde delil olarak verdikleri himaye meselesinin iç yüzünü ortaya koyup çürütmektedir. Siret-i Nebevi’de mesele şu şekilde gerçekleşiyor:
Ebu Cehil Amr b. Hişam, Utbe b. Rebia, Velid b. Muğire, Ebü Süfyan b. Harb ve As b. Vail başta olmak üzere Kureyş’in önde gelenleri Ebu Talib’in evine gelerek şöyle dediler: “Ey Ebu Talib! Kardeşinin oğlu ilahlarımıza, putlarımıza küfretti. Dinimizi ayıpladı, atalarımıza hakaretler yağdırdı. Sen ya O’na mani olur bu işten vazgeçirirsin ya da aramızdan çekilir, bizi O’nunla baş başa bırakırsın. Zaten sen de O’nun dininden değilsin, O’na karşısın. Sen karışmazsan biz O’nun hakkından geliriz.”
Kureyş heyeti Ebu Talib’in hiçbir şey yapmadığını, Efendimizin İslam’ı tebliğe bütün gücüyle devam ettiğini görünce yeniden Ebu Talib’e gittiler. Fakat bu sefer çok daha kararlı, ses tonları çok daha yüksekti: “Ey Ebu Talib! Sen bizim aramızda yaşlı, şerefli, itibar sahibi bir kimsesin. Biz senden yeğeninin yaptıklarına mani olmanı, O’nu bizimle uğraşmaktan men etmeni istedik. Fakat sen hiçbir şey yapmadın. Vallahi, biz artık O’nun yaptıklarına; atalarımıza dil uzatmasına, akıllılarımızı akılsız, beyinsiz saymasına, ilahlarımızı ayıplamasına tahammül edemiyoruz. Sen ya O’nu bu yaptıklarından vazgeçirirsin, ya da iki taraftan biri yok oluncaya kadar seninle de O’nunla da savaşırız.”
Peygamber Efendimize haber gönderip yanına çağırttı. Hüzün dolu bir ifadeyle konuşmaya başladı: “Ey kardeşimin oğlu! Kavmin bana geldi, neler neler söyledi. Senin söylediklerini, yaptıklarını birer birer şikayet etti. Artık hem bana, hem de kendine acı. Şu ihtiyar halimde taşıyamayacağım bir işi bana yükleme!”
Allah deyip yürüyen, bir Allah’a güvenen yüce davetçi amcasına şu tarihi cevabı verdi:
“Ey amca! Allah’a yemin ederim ki güneşi sağ elime, ayı da sol elime verseler yine de bu davadan vazgeçmem, Ya Allah bu dini hakim kılar ya da ben bu yolda yok olur giderim.”
(İbn Hişam,I,265; Beldzuri.Ensabu ‘I-Eşraf,I, 230.)
Şimdi ileri sürdükleri kaideyi tekrar hatırlayalım ve Resulullahın tavrı ile anlamaya çalışalım. Kaide şöyle, zorunluluk sakıncalı şeyleri mübah kılar. Şu durumda zorunluluk sakıncalı şeyleri mubah kılmış olsa idi, Resulullahın bulunduğu bu çok sıkıntılı ve tehlikeli durum karşısında, kesinlikle zaruret/zorunluluk kaidesine göre hareket ederdi. Veya bunu hem kendi hemde islam dininin maslahatına uygun düşmediğini söyler ve taviz verirdi. Halbuki Resulullah’ın vermiş olduğu cevap gerçektende öyle şiddetli ve zerre kadar tavizden yoksun bir duruşu çağrıştırıyor ki, vallahi bunları anlamak için kelimeler yetersiz kalıyor. Halbuki Resulullah sadece hayır diyebilirdi. Ama Resulullah bununla yetinmiyor ve onların yapamıyacakları bir işi dahi yapsalar yine davasından vazgeçmiyeceğini ve meselenin ölüm/kalım meselesi olduğunu haykırıyordu. Yani bu örnekten sonra aslında hiçbir söze gerek kalmıyor.
Son olarakta Suriye’de cihadi bazı grupların, 7 haziran seçimleri ile alakalı olarak, kötünün iyisi olarak Tayyip Erdoğanı, Kılıçdaroğlu’na tercih ettiklerini dile getirmeleride, aynı minvalde değerlendirilebilinir. Halbuki kişilerin müspet veya menfi olması, sistem küfür olduğu müddetçe, bizlerin davranışlarını veya görüşlerimizi etkilememesi gerekiyor. Yani isterse demokratik küfür seçimlerinde Ömer (r.a.) aday olmuş olsun, yine davranışımız kesinlikle değişemez ve değişmemeli. Nitekim bizler Rabbimize tevekkül etmiş olan bireyler olarak kesinlikle onun emir ve yasaklarına karşı çıkamayız ve çıkmayacağızda inşallah. Rabbim bizlere tez zamanda ikinci Raşid Halifemizi seçmeyi nasip eylesin (Amin).
Kardeşiniz Mehmet Aydın