Home / News / HABER / YORUM-İKTİBAS / Şehamet dini zaruret dini mi oldu?
islam devleti default

Şehamet dini zaruret dini mi oldu?

Allah Rasulü (s.a.v.)’in daveti yüklendiği sosyo-politik ortama baktığımızda onun üst düzey aristokrat bir aileden geldiği söylenebilir. Nitekim dedesi Abdulmuttalip Kabe’nin efendisiydi. Hatırlayın. Ebrehe, ordusu ile Kabe’yi yıkmak için geldiğinde insanlar onun iki dudağının arasından çıkacak söze bakıyordu. O “Ben develerin sahibiyim. Kâbe’nin de sahibi var, O onu korur” demişti. Bu, onun Mekke toplumunda yetkin bir şahsiyet olduğunu göstermektedir. İlaveten Rasul (s.a.v.) hayattayken iki amcasının da (Ebu Leheb ve Ebu Talip) Mekke yönetiminde bulunması onun, yaşadığı toplum üzerinde etkin siyasi nüfuza sahip, seçkin bir aileden geldiğini anlamak için yeterlidir sanırım.

 

Ayrıca o dönemin sosyo-kültürel ortamını bilen herkes kabilelerin kan bağına ne ölçüde kıymet verdiğini de bilmektedir. Bütün bunlara rağmen Rasul (s.a.v.) ‘köprüyü geçene kadar’ ne mensup olduğu kabilesinin siyasi nüfuzunu kullanmış ne de kan bağını bir argüman olarak dillendirmiştir. Hatta kendisini akrabalık bağlarından ötürü koruyan amcası, “Ne olursun, bana ve kendine acı! İkimizin de altından kalkamayacağımız işleri üzerimize yükleme. Kavminin hoşuna gitmeyen sözleri söylemekten artık vazgeç” şeklindeki teklifi ile geldiğinde o “Şunu bilesin ki, ey amca! Güneşi sağ elime, ayı da sol elime verseler, ben yine bu dinden, bu tebliğden vazgeçmem. Ya Allah, bu dini hâkim kılar, yahut ben bu uğurda canımı veririm” demiştir.

Bu sözler bir taraftan İslami fikirlerden, yaşadığı toplumun batıl düşünce ve sistemlerini yermekten asla vazgeçmeyeceği kararlılığını ifade ederken öte taraftan müşriklere bir anlamda meydan okuma anlamına geliyordu. Adeta Rasul (s.a.v.) şöyle diyordu: “Siz ey müşrikler! Sağ elime güneşi, sol elime ayı koyabilir misiniz? (Hayır!) Lakin dilediğinde güneşi de ayı da avuçlarımın içine serecek Bir ve Tek olan Rab’dan alıyorum ben bu fikirleri! Şimdi siz söyleyin, vaz geçebilir miyim?! Bu, aramızda pazarlıkla çözebileceğimiz bir konu mudur?! İşte bu müthiş bir meydan okumadır. Bu, İslami mücadelenin özü, muhatabını aciz bırakan mucizevi bir davettir. Allah davasıdır bu.

Çoğu zaman “zaruret” veya “ehveni şer” gibi gerekçelerle demokratik mücadele yöntemine İslam’dan meşruiyet devşiren değerlendirmeler duymaktayız. İlmi ehliyetleri ile temayüz etmiş kimi zevatın da bu koraya katılarak naslara boyun eğdirmeye çalıştıklarını üzülerek görüyoruz. Halbuki ilimden zerre nasibi olan her mümin, kulluğun, naslara boyun eğdirmek değil naslara boyun eğmek olduğunu bilmektedir. Allah’ın kulları Allah’a, kulların kulları kullara boyun eğer. Büyük diplomat sahabe Rebî b. Âmir’in, deyişiyle: “Kulları, kullara kulluktan, kulların Rabbine kulluğa taşımak için” geldi aziz İslam. Lakin şehamet dini İslam konjonktüre boyun eğdirilince, toplumun konjonktüre boyun eğmeyi Allah’a boyun eğmek zannına kapılması muhakkak oluyor. Bundan dolayı alimlerin sorumluluklarının önemine işaret ettiği bir hadisi şerifinde Rasul (s.a.v.) şöyle buyurmuştur. “Toplumda iki sınıf insan vardır; düzeldiklerinde toplum düzelir, bozulduklarında toplum bozulur. Onlar ulema ve umeradır”

Kralların ve jakobenlerin ülkelerinde kimi ülema sınıfı insanlara namazı; rükû ve secdeyi öğretirken meğer tiranlara rükû ve secdeyi, demokratların ülkelerinde ise demokratik koşul ve konjonktüre rükû ve secdeyi telkin etmişler. Hükmünü naslardan değil de konjonktürden almasından dolayı bu ikisi arasında hiçbir değersizlik farkı yoktur. Şayet onlar gerçekten Şuayb (a.s.)’a kavminin “Ey Şu’ayb! Babalarımızın taptığını (…) terk etmemizi sana namazın mı emrediyor” ifadesinde yer aldığı gibi gerçek bir namaz öğretmiş olsalardı, bu ümmet, rükû ve secdeye varırken Allah’tan başka hiçbir egemene, hiçbir siyasi otoriteye boyun eğilemeyeceğini, İslam’ın naslarının konjonktüre kurban verilemeyeceğini idrak ederlerdi.

“Zaruret” veya “Ehveni şer” mantığı ile sandığı, sorunların çözümünde kıblegah addedenler hiç Rasul (s.a.v.)’in hayatını okumadılar mı? Yoksa ‘Rahmet Peygamberi’ edebiyatının konusu haline getirdikleri Kutlu Nebi’nin taş kalpli acımasız bir lider olduğunu mu düşünüyorlar? Öyle ya, hareketine mensup sahabeler işkenceden kırılıp geçirilirken, örneğin, Yasir ailesi, şehit edilirken onlara “size ancak cenneti vaad ediyorum” buyurarak (haşa) onlara karın doyurmayacak bir yol gösteriyordu. Ya da Habbab b. Eret ki, on yıllar sonra yarasını görme isteği üzerine Hz. Ömer’e sırtındaki yanığın bıraktığı derin yarığı gösterdiğinde Ömer onun ilk günkü gibi aynen kaldığını söyleyecekti. Düşünsenize on yıllar sonra bile kapanmayan işkence izlerini taşıyan bu sahabe Rasul (s.a.v.)’e geldiğinde, hatta ona bir nebze sitem ederek “Sizden önceki ümmetler demir tarakla bütün derileri, etleri soyulup kazınırdı da bu işkence yine onu dininden döndüremezdi. Testereyle başından aşağıya ikiye bölünürlerdi de, yine bu işkenceler onları dinlerinden geri çeviremezdi.Yani size daha ne oldu ki? Sizin bu çektikleriniz ne ki? anlamında cevaplar veriyordu. Nitekim bir defasında vakıa ve koşullara boyun eğmek yerine ashabına ölmeyi telkin ediyordu: “Allah’a itaat yolunda ölmek masiyet işlenen bir yaşamdan daha hayırlıdır

 Rasul (s.a.v.)’in siyretini geçmişin masalları gibi halkımıza anlatanlar “Rahmet Peygamberi”nin katı kalpli bir lider olduğunu mu düşünüyorlar? Acaba o Rasul Habbab’ın onlarca yıl sonrasında bile kapanmayacak yarasını gördüğünde o gece rahat uyku uyuyabildi mi? Kur’an’ın deyimiyle bize bizden daha şefkatli, içimizden olan elçi, acaba uykusunu kaçıran ve yüreğini kavuran bu işkenceler karşısında bir an bile “biraz söylemlerimizi yumuşatalım”, “köprüyü geçene kadar baklayı dilimiz altında tutalım”, “Maslahat bunu gerektirir”, “Kendi elimle ashabımı tehlikeye atıyorum” vb. dinini, altında insanım diyen herkesin ezilebileceği bu çetin vakıaya boyun eğdirme anlamına gelebilecek yorumlara gitti mi? Yol haritasında bir stratejik değişiklik yaptı mı? Düne göre en ufak bir sapma gösterdi mi? Yoksa “Bundan başka bir Kur’an getir ya da onu değiştir» diyenlere karşı «Onu kendiliğimden değiştiremem. Ben sadece bana vahyolunan mesaja uyarım. Eğer Rabbime karşı gelirsem büyük günün azabından korkarım.» (Yunus, 15) mı dedi??

 Şehamet dinini zaruret dinine dönüştüren ulu hocalar! Sizden birinizin sırtına deve işkembesi konuldu mu? Yaşadığınız şehrin meydanında linç edildiniz mi? Siz, tabiilerinizle birlikte 3 yıl süren ve sizi yemeden içmeden mahrum eden bir kuşatma yaşadınız mı? Demir taraklarla etleriniz kemiklerinizden ayrıldı mı? Bedeniniz baştan aşağı testere ile ikiye bölündü mü? Ve sizin başınıza sizden öncekilerin başına gelenler geldi mi? Bütün bunları yaşamış Rasul (s.a.v.) size göre “zaruret” illetinin nisabına ulaşmamış mıydı? Yoksa zaruret gerçekten sömürgenin inşa ettiği koşulları (İslami açıdan) meşrulaştırıcı bir “illet” midir? Hangi zaruretten ve hangi ehveni şer’den bahsediyorsunuz?! Gölgesine sığınarak Ahkâmı Şer’iyye’ye boyun eğdirdiğiniz vakıanın katmer katmer fazlasını yaşamış Rasul (s.a.v.)’in şu sözlerine bakın ve agah olun! “Dikkat edin, İslam bir dairedir. Döndüğü müddetçe siz de kitapla beraber o dairenin içinde (İslam’ın ekseninde) dönünüz. Dikkat edin, Kitap ile Sultan (din ve devlet işleri) birbirinden ayrılacak. Sizin başınıza bazı idareciler gelecek. Sapık ve saptırıcı idareciler. Eğer onları dinlemezseniz sizi öldürecekler, itaat ederseniz sizi sapıtacaklar. Onlara karşı Hz. İsa (a.s)’ın arkadaşlarının davrandığı gibi davranın. Onlar ki testerelerle biçildiler, çarmıha gerildiler ama yine de davalarından vazgeçmediler. Allah’a itaat ederek ölmek, Allah’a isyan ederek yaşamaktan daha hayırlıdır.”

 Ey ulu hocalar! Siz Nebi’nin varislerisiniz, o halde benzer bir konjonktür karşısında “Allah’a itaat ederek ölmek, Allah’a isyan ederek yaşamaktan daha hayırlıdır.” diyen Nebi’ye yakışır biçimde davranmak her kesten önce peygamberin varisleri olan sizlere yakışır.

 İyi-kötü’yü/Hüsün-Kubuh’u duyulara indirgeyen Spinoza’ya, amaçlara ulaşmak için araçları meşru sayan Makyavel’e bile “Tanrı aşkına bu kadarını da kastetmemiştim” dedittirecek koyu bir makyavelizme, pür rasyonalizme kurban vermeyelim bu ümmetin değerlerini. “Allah, geçmişte kendilerine kitap verilenlere, “Bunu insanlara açıklayın ve ondan hiçbir şeyi gizlemeyin!” (buyurduğunda, bunu yapacaklarına) dair onlardan güçlü bir taahhüt almıştı. Ama onlar bu taahhütlerini kulak arkasına attılar ve küçük bir kazançla değiştirdiler: Ne kötü bir alışverişti bu! (Ali-İmran, 187)

@abdurrahimsen

timeturk

Ayrıca...

Kar: Ruhani değil siyasi halifelik

Yıllardır halifeliği savunan Hizbu’t Tahrir’in Türkiye Medya Sorumlusu Mahmut Kar, Hilafetin ruhani değil siyasi olarak …

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir