Rusya’nın İslam Ümmeti’nin toprağı olan Suriye’de bulunan üslerini korumak, dünyada ve kendi iç kamuoyunda “Güçlü Rusya” imajını belirgin kılmak amacıyla boğazlarımızı kullanarak,
Rusya Savunma Bakanlığı’nın verilerine göre 214 bin ton silah sevkiyatı yaparken başımızdaki yöneticiler, sadece izlemekle yetinmiştir. Rus savaş uçağının düşürülmesi olayı sonrası oluşan Türkiye-Rusya gerilimi nedeniyle dikkat çeken bir Rus askerinin omuzdan atılan roketatarla objektiflere yansıması, provokasyon olarak nitelendirilmiş, ancak Rus mühimmatı taşıyan geminin geçişine göz yumulmuştur. Bu gelişmeler ışığında gözler Montrö anlaşması adıyla bilinen Boğazlar Sözleşmesini gündeme taşımış, bazı çevreler, Montrö Anlaşmasının tartışmaya açılmamasını, Boğazların kontrolünün bu anlaşma doğrultusunda Türkiye’ye verildiğini ve Montrö Anlaşmasının Türkiye’nin bağımsızlık tapusu olduğunu dillendirmektedir. Peki, gerçekten de öyle midir? Boğazlar gerçekten Türkiye’nin kontrolünde midir?
Sadece Boğazlarımız değil, 1477 yılında Fatih Sultan Muhammed Han tarafından Kırım Hanlığı’nın topraklarımıza katılması, Venedik ve Cenevizlilerin Karadeniz’den defedilmesi ile Karadeniz Müslümanların gölü haline gelmiş, 1774 yılında Ruslarla yapılan Küçük kaynarca anlaşmasına kadar da Karadeniz’in Müslümanların gölü olma statüsü devam etmiştir. 1. Dünya savaşına gelindiğinde ise 18 Mart 1915’te Çarlık Rusya’sına yardım ulaştırmak bahanesiyle İngiltere öncülüğünde Birleşik Krallık ve Fransa gemilerinden oluşan bir donanmanın Boğaz’a geniş çaplı saldırıları gerçekleşti. Bu saldırılarla hedef Çanakkale ve İstanbul boğazları kontrol altına alınarak Osmanlı Hilafet Devleti’nin varlığına son verilmesiydi. Öte yandan ABD Başkanı Wilson tarafından 8 Ocak 1918’de yayınlanan bildiri ile Boğazların dünya ticaretine açık olması vurgulanıyordu. 30 Ekim 1918’e gelindiğinde Osmanlı Hilafet devleti adına Rauf Orbay ve anlaşma Devletleri adına İngiliz Amirali Calthorpe arasında imzalanan Mondros ateşkes Anlaşması’na göre İstanbul ve Çanakkale Boğazları’nın anlaşma Devletleri’nin kontrolüne verilmesi kararlaştırılmıştır.
Uluslararası Toplum ve Uluslararası Kanun safsatasına kanan Batı Kültürü ile beslenmiş, Batı’ya fikren kölelik bağıyla bağlı olanlar, 28 Ocak 1920’de Osmanlı Mebus an Meclisi çatısı altında, Misak-ı milli adıyla anılan bir takım kararlar almışlardı. Bu kararlara göre “İstanbul Şehri ve Marmara’nın güvenliği her türlü tehlikeden uzak tutulmalı, ticaret Gemilerinin Çanakkale ve İstanbul boğazlarının ticarete ve ulaşıma açılması ilgili devletlerin oy birliği ile verecekleri karara bağlı kalacaktır.” denilmiştir. Boğazların statüsünün belirlenmesi başka devletlere bırakılmasına rağmen, İngilizlerin Osmanlı Hilafet Devleti’nden kesin olarak kurtulmak için planladığı TBMM’nin kuruluşuna zemin hazırlayan 16 Mart 1920 tarihli İstanbul işgali gerçekleşmiştir.
TBMM’ni tanıması ve muhatap alınması karşılığında 16 Mart 1921 tarihinde TBMM ile Sovyet Rusya arasında imzalanan anlaşmaya göre ise boğazların geleceğinin Karadeniz’e kıyısı olan devletlerin katılacağı bir konferansta görüşülmesi kararlaştırılmıştır. Bu anlaşma Osmanlı Hilafet Devleti’ni kâğıt üzerinde yok hükmünde kabul eden bir anlaşmadır. Yine İngilizlerin Osmanlı Hilafet Devleti’nin varlığına rağmen TBMM’yi muhatap kabul ettiği 24 Temmuz 1923 tarihli Lozan Anlaşması’nda ise Boğazlar, bir komisyonun yönetimine verilmiş, boğazların silahtan arındırılması sağlanmış, ticaret gemilerine serbesti yet ve savaş gemilerine de tonaj ve gün sınırlaması getirilmiştir. ABD’nin öncülük ettiği fakat kendisinin katılmadığı 1919 yılında Paris Barış Konferansı’nda bugünkü BM benzer Milletler Cemiyeti adında uluslararası bir örgüt kurulmuş, Türkiyede 1932 yılında bu örgüte üye olmuştur.
İkinci dünya savaşı’na kapı aralayan, Akdeniz’deki İtalya’nın izlediği istila politikaları Osmanlı Hilafet Devleti’nin yıkılmasında aktif rol alan ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni ilk tanıyan dönemin söz sahibi devleti İngiltere’yi endişelendirmiş, ileri karakolu mesabesinde gördüğü Türkiye aracılığıyla Milletler Cemiyeti’ne Boğazların statüsünün yeniden ele alınması talebinde bulunulmuş ve20 Temmuz 1936’da Montrö sözleşmesi imzalanmıştır. Bu sözleşmeyle Boğazlar komisyonu yerine Türkiye’nin boğazları silahlandırabilmesine kapı aralanmıştır. Ancak sözleşme gidiş geliş özgürlüğü tanınması bakımından boğazları uluslararası karasuları hükmüne bağlayan bir sözleşme niteliği taşımaktadır. Sözleşmede “Savaş zamanında, Türkiye savaşansa, Türkiye ile savaşta olan bir ülkeye bağlı olmayan ticaret gemileri, düşmana hiçbir biçimde yardım etmemek koşuluyla, Boğazlar da geçiş ve gidiş-geliş (ulaşım) özgürlüğünden yararlanacaklardır. Türkiye’nin kendisini pek yakın bir savaş tehlikesi tehdidi karşısında sayması durumunda, 2. madde hükümlerinin uygulanması yani ulaşım özgürlüğü yine de sürdürülecektir; ancak, gemilerin Boğazlara gündüz girmeleri ve geçişin, her seferinde, Türk makamlarınca gösterilen yoldan yapılması gerekecektir.” Şeklinde hükümler yer almakta ve Türkiye’nin sadece sembolik bir kontrole sahip olduğu görülmektedir.
Türkiye Yöneticileri katil Esad’ı düşman saydığını ve gitmesi gerektiğini çeşitli platformlarda dile getirmesine rağmen bu anlaşma hükümleri doğrultusunda Esad’a destek için geçen Rus gemilerine savaş zamanını kapsayan hükümleri neden uygulamamıştır? Bu meselenin bir yönüyken asıl mesele, boğazlar bizim topraklarımız içinde yer almasına rağmen nasıl olur da uluslararası sular statüsünde kabul edilir. Bu sözleşmenin imzalandığı devletlerarası durumda Milletler Cemiyeti diye bir örgüt hali hazırda olmadığı gibi, bu sözleşmenin bağlayıcı hiçbir hükmü bulunmamaktadır. Bu sözleşmeye bağlı kalmayanı caydıracak tek bir hüküm yer almamaktadır.
Uluslararası Toplum denilen ve uluslararası kanun adı altında dünyanın yönetildiği söylenedursun, tüm dünyanın gözleri önünde Rusya Kırım’ı ilhak etmiş hiçbir devlet Rusya’nın bu girişimini bazı ekonomik yaptırım kararlarına rağmen önleyememiştir. ABD 2001 yılında Afganistan’ı hiçbir uluslararası kanuna aldırış etmeden işgal etmesine rağmen hiçbir güç bu girişimden ABD’yi vazgeçirememiştir. ABD yeri geldiğinde uluslararası kanun kılıfına uydurmak için Irak’ı işgalinde olduğu gibi BMGK yi kullanmakta, yeri geldiğinde Libya’da olduğu gibi NATO’yu kullanmaktadır. Bu kurumlarda da söz sahibi yine kendisidir ve onu caydırıcı hiçbir unsur bulunmamaktadır. Suriye’de de BMGK de Rusya ve Çin’in vetosu bahane edilmiş, bunun yerine koalisyon fikri ortaya atılmış, bu defa ABD koalisyon güçleri adı altında vekalet savaşını başlatmış, İslam ve Müslümanlarla mücadelede ise vetosunu bahane ettiği Rusya ile aynı safta yer almıştır.
Bilindiği üzere uluslararası kanun denilen şey Osmanlı Hilafet Devleti’nin dünya sahnesinde ki liderliğinden uzaklaştırılması için batılılar tarafından ortaya atılan bir düzmeceden başka bir şey değildir. Bugün ise, bu uluslar arası kanuna sıkı sıkıya bağlanarak mazeret üretenler maalesef batılı egemen güçler değil, tarihine ve misyonuna ihanet etmeyi her platformda marifet sayan Osmanlı devletinin mirasyedileridir.
Kısacası uluslararası kanun ve Uluslararası toplum sözleri koca bir safsatadan ibarettir. Bu doğrultuda Türkiye Yöneticileri gaz olmazsa tezek yakarız diyebilen bu necip halkına dayanıp, uluslararası kanun, uluslararası sözleşme ya da anlaşma gibi hayali prangalardan kurtulmalıdır. Ya da bu uluslararası ile başlayan bilumum bahanelerin ardına saklanmaktan vazgeçmelidir. Bunun yerine İslam ümmetinin liderliğini sağlayacak Allah’ın kanunlarını esas alan Rasidi Hilafet Devletinin kurulmasını talep etmeliler ki, böylece İslam ümmetine ihanet eden değil onu tekrar ayağa kaldırarak tüm insanlığa ışık saçan, tüm batılı sistemlerin karşısında geçmişte olduğu gibi bugünde dimdik ayakta duran bir devletleri olsun.
https://tr.wikisource.org/wiki/Montr%C3%B6_Bo%C4%9Fazlar_S%C3%B6zle%C5%9Fmesi#cite_note-1
https://tr.wikisource.org/wiki/Montr%C3%B6_Bo%C4%9Fazlar_S%C3%B6zle%C5%9Fmesi
https://tr.wikipedia.org/wiki/Montr%C3%B6_Bo%C4%9Fazlar_S%C3%B6zle%C5%9Fmesi
@hozdogan