Home / News / HABER / TÜRKİYE / Ebubekir Sifil’den Mehmet Görmez’e İran mektubu
islam devleti default

Ebubekir Sifil’den Mehmet Görmez’e İran mektubu

Araştırmacı-Yazar Ebubekir Sifil’den Diyanet İşleri Başkanı Profesör Dr. Mehmet Görmez’e açık mektup

Türkiye’nin önde gelen İlahiyatçılarından Ebubekir Sifil, geçtiğimiz günlerde İran’ı ziyaret eden Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez’e oldukça kritik ifadeler içeren bir mektup yazdı.

İşte o mektubun tam metni:

Muhterem Başkan;

Yakın geçmişte İran’a gerçekleştirdiğiniz ziyaret hayli konuşuldu. Twitter hesabınızdan yaptığınız açıklamalara bakılırsa aldığınız olumsuz tepkiler, kendinizi savunma ihtiyacı hissettirecek kadar yoğun…

Makamınız, ağırlığını, Türkiye’deki Müslümanları temsil konumunda bulunuyor olmanızdan alıyor. Bu büyük bir sorumluluğun ifadesidir ve hiç şüphesiz bu sorumluluk, uhrevî açıdan, Diyanet İşleri Başkanı’nın idarî hiyerarşideki sorumluluğundan daha ağırdır…

İran’ın “Ümmet’in birliği/vahdet” temalı her faaliyetinin “Ümmet’in maslahatını temin” amacından ziyade Ümmet’in birliğini daha da parçalamaya dönük “stratejik” bir anlam ve niyet taşıdığını ve münhasıran kendi mezhebî çıkarlarını gözetip geliştirmeye matuf bulunduğunu bilmiyor olmanız mümkün değil.

Evet problem tam da bu noktada kendini gösteriyor: Şia, “vahdet” söylemini, münhasıran Ehl-i Sünnet’e karşı asırlardır bir enerji gibi biriktirdiği kinle yaydığı fesadı ve döktüğü kanı perdelemekte ustaca kullanıyor. Hatta –Suudi Arabistan’daki idamlar üzerine ortaya koyduğu net ve keskin tavırda da görüldüğü gibi– zaman zaman mezhepçi tavrını en yüksek perdeden açıkça ifade etmekten çekinmiyor. Başta Suriye olmak üzere Ümmet coğrafyasında “göstere göstere” sergilediği vahşet tarihin en namlı tiranlarını aratacak noktaya gelmiş bulunan İran,  bölücü teröre verdiği açık destek dolayısıyla Anadolu insanı nezdinde de katmerli bir nefretin odağına oturmuş bulunmaktadır.

Bu gerçekler ortadayken İran’ın organize ettiği bu toplantıya katılmanızı yanlış bulduğumu açıkça ifade ediyor ve kınıyorum. Ümmet’le ilişkilerini “mezhep ihracı” ve “çatışma” olarak tesbit  etmiş bulunan bir devletin “vahdet”i telaffuz etmesi dahi yeterince “aşağılayıcı” iken, o toplantıya –vereceğiniz mesajların İran açısından hiçbir önem taşımayacağını ve Ümmet’in İran kaynaklı problemlerinin çözümüne  pratik hiçbir fayda sağlamayacağını bile bile– iştirakiniz sadece İran’ın emellerine hizmet etmiştir.

“Çatışmanın kimseye faydası yok. Nefret ve ayrışma yerine uzlaşmanın ve barışın dilini hakim kılmak gerekir” tarzı söylemler, sahada bizzat çatışan, hatta çatışmayı başlatan –çünkü varlığını çatışma üzerinden anlamlandıran– bir ideolojiye ne ifade eder sayın Başkan? İran’a “çatışmaktan vazgeç” demekle PKK’ya “çatışmaktan vazgeç” demek arasında hiçbir fark bulunmadığını anlamak için İran’ın ne kadar daha kan dökmesi, kaç insanımızı daha şiileştirmesi gerekiyor sayın Başkan?..

Eğer sizin bu ziyaretiniz Türkiye’deki müslümanları ve o çerçevede  beni temsil anlamını taşıyorsa, benim bu ziyareti hiçbir şekilde onaylamadığımı bilmenizi isterim. Tam aksine beni bu seviyede temsil eden bir insanın, gözümün içine baka baka harim-i ismetime tasallut eden bir devletin davetine icabet etmesi bile başlı başına bir zillet ifadesidir. Arkalarında saf tutup namaz kıldığınızı gösteren resme baktığımda hissettiklerimi ise bilmek istemezsiniz…

Böyle değilse, yani bu ziyaretiniz salt “siyasî” bir manevra anlamı taşıyorsa, bunu makamınızla nasıl bağdaştırdığınızı ve daha önemlisi ne elde ettiğinizi bilmek isterim.

MEHMET GÖRMEZ İRAN’DA NE KONUŞMUŞTU?

İşte Görmez’in konuşmasının tam metni:

“Hiçbir strateji, Müslüman kanının dökülmesini önlemekten daha değerli değildir. Hiçbir siyaset, Müslümanların parçalara ayrılarak birbirini katletmesini önlemekten daha önemli değildir”

“Kendilerinden olmayan herkesi tekfir ederek ötekileştiren anlayış, İslam dünyasının kalbine bir hançer gibi saplanmış durumdadır…”

Bugün Ümmetin ocağına ateşin düştüğü, ümmetin diyarında ateşin yükseldiği bir dönemde kardeşlik ahlak ve hukukumuzu konuşmak, “ümmet olma şuurumuzu” sorgulamak, vahdeti ve kardeşliği yeniden tesis etmek için bir araya gelmiş bulunuyoruz. Bölgemizde yaşananlara hiçbir mümin vicdan sessiz kalamaz ve kalmamalıdır. Fitne ve tefrika ateşinin İslam ümmetini her taraftan kuşattığı günümüzde işgal ve istibdatlardan sonra bugün her türlü şiddet ve cinayeti caiz gösteren, kendilerinden olmayan herkesi tekfir ederek ötekileştiren anlayış, İslam dünyasının kalbine bir hançer gibi saplanmış durumdadır.”

“Müslümanların izzet ve onuru tarihte hiç olmadığı kadar bugün bizzat birbirlerinin eliyle yok edilmektedir…”

Bugün İslam dini ve İslam alemi tarihin belki de en zor süreçlerinden birini yaşamaktadır. Öyle ki bugün Irak’ta, Suriye’de, Libya’da, Yemen’de, Nijerya’da ve İslam coğrafyasının diğer köşelerinde çatışmaların, Allahüekber nidalarıyla intihar saldırılarının, masum kız çocuklarını kaçırmaların, camileri bombalamaların, kutsal mekanları tahrip etmelerin sonunun nasıl olabileceğini tahmin edememekteyiz. Müslümanların kanı akmaya devam etmekte; Müslümanların izzet ve onuru tarihte hiç olmadığı kadar bugün bizzat birbirlerinin eliyle yok edilmektedir. Milyonlarca insan yerinden, yurdundan, evinden barkından, hayatından olmaktadır. Yaşanan kaos ortamı bütün dünyada İslam ve Müslüman algısını tahrip etmektedir. Tüm dünyada Müslümanların başı hüzünle öne eğilmekte, İslam dininin temsilcileri korku, dışlanma ve şiddet tehdidi altında yaşam mücadelesi vermektedir.

“Bugün iman, akıl ve hikmetten uzak terör şebekelerinin, Peygamberimizin mübarek ismini sözde bayraklarına nakşederek İslam’a verdikleri zarar, düşmanların verdiği zararı geçti…”

Bugün İslamofobiyi oluşturmak isteyen endüstri, İslam dünyasındaki çatışmaları ve yaşanan manzaraları gösterip Müslümanlar aleyhine acımasız bir propaganda yapmaktadır. Bu müşerref dini, korku dini olarak lanse etmekte, birbirinin canına, malına, ırzına kasteden Müslümanlar arasındaki fitne ateşini körüklemektedir. Bugün bizler -Ey Alimler- tefekküre, derinden düşünmeye ve mütalaa etmeye muhtacız. Zira bugün maalesef İslam’ın cahil müntesiplerinin, her türlü iman, akıl ve hikmetten uzak terör şebekelerinin, Sevgili Peygamberimizin mübarek ismini sözde bayraklarına nakşederek din-i Mübin-i İslam’a verdiği zarar, azılı düşmanların verdiği zararı fersah fersah geçmiş bulunmaktadır.

Bu bir muhasebe buluşmasıdır. Yaşanan acıların, tefrikanın, adavetin sebeplerini sadece dış mihraklarda aramak en kolay yoldur. Suçu sadece diğer mezhebin yaptıklarında bulmak kolaycılıktır. Tüm bu hadiseleri sadece İslam muhaliflerine, şer güçlere, emperyalistlere, Siyonistlere bağlamak bizi kurtaramaz. Zira sorunların bir de iç dokumuzu, imani ve ahlaki dinamiklerimizi, yani bizi ilgilendiren boyutu vardır.

Diğer taraftan İslam topraklarını kan gölüne çeviren çatışmaların dinin aslından ya da mezhep farklılıklarından kaynaklandığı da söylenemez. Bu vahşetin köklerini asr-ı saadette, Hz. Peygamber’in hadislerinde, Hz. Osman’ın katliyle başlayan fitne döneminin akabinde yaşanan mezhep ihtilaflarında aramak beyhudedir. Zira bunlar, modern zamanların işgal ve sömürgelerinden sonra istibdatların gölgesinde, yoksulluk, cehalet ve esaret altında büyüyen yaralı bilinçlerin ürünüdür.

Evet, Bizler muhasebeye muhtacız. Zira kin, öfke, ihtiras ve intikam yüklü ölümcül kimlikler kendilerini mezhep görüntüsü altında meşrulaştırmaya çalışmaktadır ve biz bunlar olurken ne yapmaktaydık, neyi anlatamadık, nerede hata yaptık kendimize sormak zorundayız.

Vahdete muhtacız. Zira “vasat ümmet” olma özelliğimizi yitirdik, yeryüzünün bütün muhtaçlarından, mazlumlarından sorumlu olduğumuzu unuttuk. Bu yoldan sapmaları uygun görecek miyiz?

Bizler bu dinin şiarını üstünde taşıyan ilim insanları olarak maalesef “hac menasikini ifa ederken karınca öldürmenin hükmünü” uzun uzun izah ettik ama masum insanları katletmenin haramlığını ve “bir insanı haksız yere öldürmenin bütün insanlığı öldürmek olduğunu” haykırmayı ihmal ettik.

“Birbirimizi suçlamakla bölgemizdeki ateşi söndüremeyiz…”

Asırlardır süren ihtilafları sürekli gündemde tutarak huzura kavuşamayız. Çevremizdeki ateş çemberi her geçen gün büyürken, birbirimizi suçlamakla, eksik ve hata aramakla meşgul olduğumuz sürece onu söndüremeyiz. Gün gelip bu ateşin içinde birlikte kavrulmadan, ümmetin umudunun beraberimizde küle dönüşmesini beklemeden ateşi söndürmek için bugünden tezi yok harekete geçmeliyiz.

Yetmedi mi bunca akan kan, yetmedi mi bunca işkence ve musibetler! Siyonizmin emperyalizmin kıskacında bunca aşağılanma yetmedi mi? Çıkalım salonlarımızdan, çıkalım havzalarımızdan, çıkalım camilerimizden, tekkelerimizden, Hüseyniyelerimizden. Kalemlerimizi, zihinlerimizi, kalplerimizi, gönüllerimizi devreye sokalım. Sesimizi ve çığlıklarımızı yükseltelim. Ümmetin ocağı yanıyor, Ümmetin diyarında ateşler yükseliyor. Bu fitneyi söndürmemiz gerekiyor. Akan kan Müslüman kanı! Dökülen kan Müslüman kanı olduktan sonra Sünni olmuş Şii olmuş ne farkeder? Kanın Sünnisi Şiisi olur mu? Kardeş kanına göz yumulur mu? Hangi akıl, hangi delil, hangi gerekçe bunu haklı gösterebilir?

Cinayet şebekeleri, Hz. Peygamberin ismini flamalarının üstüne yazarak tekfir beyannameleri yayınlarken bizler nerelerdeydik! Bunda bizim hiç mi kusurumuz yok? Ey Alimler! Bu kin ve nefret eken konuşmalara, bu ötekileştiren hezeyanlara karşı bizler ne yaptık?

“Tarihte Endülüs ve Maveraünnehir medeniyetlerini kaybettik, şimdi de Şam, Bağdat ve Yemen medeniyetlerini kaybediyoruz…”

Sekiz asırdır Batı’yı aydınlatan Endülüs İslam medeniyetini, Doğu’yu aydınlatan Maveraünnehir Medeniyetini, Afrika’yı imar eden İslam medeniyetlerini kaybettik. Şimdi Şam-ı Şerif’te, Selam yurdu Bağdat’ta, Hikmet beldesi Sana’daki medeniyetlerimizi kaybetmek üzereyiz, farkında mısınız? Bugün, bigane olamayacağımız tek bir konumuz vardır. O da akan kanı durdurmak, Müslümanları birbirleriyle karşı karşıya getiren komplolara karşı durmak, içimizden ve dışımızdan beslenen her türden dahili ve harici fitne uzantılarıyla savaşmak ve ümmeti halasa çıkarmaktır. Kendi evimizde, İslam coğrafyasında barışı sağlayamazsak, dünyada barış ve adaleti temin edemeyiz.

“Mezhep mensubiyetini, İslam aidiyetinin üstünde görmek asla kabul edilemez…”

Mezhepler, İslam dininin anlaşılmasındaki farklı fikir ve kanaatleri temsil eden, zamanla oluşmuş beşeri mekteplerdir. Hepsinin amacı Allah’a varan istikameti belirlemektir. Her biri ana yola varan bir tali yol mesabesindedir, ancak varacakları yer aynıdır. Mezhebi dinle aynileştirmek ya da mezhep mensubiyetini, İslam aidiyetinin üstünde görmek asla kabul edilemez. Mezhebe dayalı ayrıştırma, ötekileştirme ve çatışma taassubun ve cehaletin yansımasıdır. Mezheplerin dinin önüne geçtiği hallerde en çok zarar gören dinin bizzat kendisi olmuştur.

“Şiilik Sünnilik olmasın demiyorum, Şii de olsun Sünni de olsun ama hepsi bir arada tek ümmet olsun” diyorum. Sünni ya da Şii olsun, diğerinin mezhebini batıl olmakla itham eden ve kardeşini küfür ile suçlayan bir zihniyet asla iflah olamaz. Bugün Ehl-i Beyt yolu, güç ve siyaset yolunu değil, gönül ve merhamet yolunu temsil etmelidir. Ehl-i beyt bizi birbirimize bağlamalı, Resulullah’ın muhterem ailesine hürmette kusur eden, onların hakkını ihlal eden hepimizi karşısında bulmalıdır.

Burada altını çizerek tekrar vurgulamak istiyorum: Şiiler ve Sünniler tek bir ümmettir. Evet, doğrudur, benim ülkemin çoğunluğu kendisini Sünni olarak tanımlamaktadır. Ancak bizim Sünniliğimiz orta yol ve itidalden hiçbir zaman ödün vermemiştir. Bizim Sünniliğimiz başkalarına karşı hizipçiliği öngören bir Sünnilik değildir. Bizim Sünniliğimiz ehl-i beyt muhabbetiyle yoğrulmuş bir Sünniliktir. Bugün yapılması gereken, tarihin sayfalarında yolumuzu kaybetmek, tarihi şahsiyetlerden intikam almak değil, tarihten aldığımız ders ve ibretle istikametimizi belirlemektir. Onlar gelip geçmiş bir ümmettir. Onların kazandıkları kendilerinedir, işledikleri aleyhinedir. Kıyamet gününde onların yaptıklarından hesaba çekilmeyiz, aksine kendimize, dinimize ve ümmetimize yaptıklarımızdan hesaba çekileceğiz.

“Hiç kimse bir başkasını, İslam’ı kendisinin anladığı gibi algılayıp yaşamadığından ötürü tekfir edemez…”

Biz batılı veya doğulu ülkelerin aramızda ayrılık çıkarmadığını söylemiyoruz. Zira onların bakanlarıyla, elçileriyle, uzmanlarıyla askeri görevlileriyle, güvenlik danışmanlarıyla ülkemizden ayrılmadıklarını görüyoruz. Onlar ülkelerimizdeki şiddet örgütlerini her türlü yasaklanmış savaş silahı ile donatmaktadırlar. Katillerin liderlerine kendileri için yasak gördükleri kimyasal silahlarla halklarını öldürmeye izin vermektedirler. Ölenler müstazaf olduğu sürece kendilerinden hesap sormamaktadırlar.

“Geliniz, topraklarımıza ekilen fitne tohumlarının daha fazla filizlenmesine izin vermeyelim…”

Geliniz, fitne tohumlarının zehirli sarmaşıklar misali ümmetin boynuna dolanmasına, can damarlarımızı kurutmasına izin vermeyelim! Birliğimize ve dirliğimize göz diken şer odaklarının kirli emellerine alet olmayalım. Bizi birbirimize düşürmeye çalışanların oyunlarını bozalım. Saflarımızı sık ve düzgün tutalım. Müslümanların birbirlerinin kanını akıtmalarını engelleyelim. Müslümanın Müslümana kanı ve ırzı haramdır.

Geliniz, birbirimizi yıpratmayı, zayıflatmayı bırakalım. Şia ve Sünne arasındaki ihtilafı 14 asırdır çözemediğimize göre ve bundan sonra da çözemeyeceğimize göre, Sünnisiyle Şiisiyle ey İslam Uleması! Geliniz bu ihtilaftan çatışma üretmek yerine farklılıklarımızı olduğu gibi kabul edelim, bunu kanlı çatışmalara bahane kılmayalım.

Vahdet ve kardeşliğimizi pekiştirelim!

Geliniz, küfrün karşısında tek ses, hainin karşısında tek yürek, zalimin karşısında tek bilek olalım. Dostu düşmanı tanıyalım; akla karayı seçelim; emperyalistlerin değil, ümmetin yüzünü güldürelim. Müslüman varlığının hunharca yok edilmesine seyirci kalmayalım. Mukaddesatımızla alay edilmesine, şerefimizin zedelenmesine, haremimizin çiğnenmesine müsaade etmeyelim.

Geliniz, bir daha düşünelim: Hangi ayet, hangi hadis, hangi delil, hangi hüccet İslam ümmetinin birliğini bozmaya, masum Müslüman halka ateş açmaya, yuvalara acı salmaya müsaade ediyor? Bizler, Ümmetin derdine yeni dertler katmayalım. Küresel Siyonizm, gözlerini bize dikmiş duruyorken tarihin sayfalarındaki ihtilaflı konuları gündeme taşımanın ne yararı var? Hangi hesap, hangi proje, hangi plan bundan çıkar sağlıyor? Bunca bombardımandan sonra kimin özgürlüğü, kimin onuru, kimin insanlığı yıkıntıların altında kalıyor?

Türkiye Cumhuriyeti Diyanet İşleri Başkanı olarak diyorum ki; Geliniz fitneyi savaştan beter görelim ve yeryüzünden fitnenin kalkması için elbirliği ile emek verelim. Bölgemizin yeniden barış yurdu olması için çatışmanın stratejisini değil, barışın kelamını yapalım, güvenin ilkelerini yazalım. Birlikte yaşamanın ahlakını oluşturarak, barışa dayalı bir hukuk inşa edelim.

Alem-i İslam’ın gözü üzerimizdedir, Ümmet-i Muhammed’in kulağı bizdedir, mazlumların ve biçarelerin eli yakamızdadır! Şehitlerin kanı sarık ve cübbelerimize sıçramışken zulme sessiz kalırsak, şiddete, teröre “dur” diyemezsek bu en büyük vebal olarak defter-i a’malimize işlenecektir.

Geliniz bu güzide şehirde, Tahran’da yapılan bu toplantıyı bir ahde ve misaka dönüştürelim. Buradan yapacağımız çağrıyı dünyanın dört bucağına ulaştıralım. Çağrımızı sözde bırakmayıp eyleme dönüştürelim. Mezhebimizin ve ideolojimizin değil, İslam’ın tevhid anlayışının yayılmasını esas alalım. Ülkelerimizin içerde ve dışarda Müslümanların kanını akıtmayı içeren siyasi stratejilerine değil, dinimizin rahmet ve esenlik taşıyan evrensel mesajına öncelik verelim.

“Ya Rabbi, sen kalplerimizi birleştir, saflarımızı sıkılaştır, mazlum ümmetleri necata erdir, Ümmeti İslam’ı tevhit üzere sabit kıl…”

İlim tarihinde alimin tanımı ve ilimle ilgili üç kırılma noktası yaşandığının altını çizen Görmez, şöyle devam etti:

Birinci kırılma, ilmin hadis ilmi, tefsir ilmi, fıkıh ilmi gibi parçalara ayrılması. İslam bu bölünmeyi kabul etmez. Bugün İslam dünyasında da akademik dünyada da böyle bir bölünme ve parçalanma görüyoruz. Bu bölünme sorunludur. Alim olmak için bunların tamamına vakıf olmak gerekir. Tefsir ilmiyle hadis ilmini, fıkıh ilmiyle astronomi, matematik ilmini birbirinden ayıramazsınız.

İkinci kırılma ise ilmin, dini ve dini olmayan ilimler diye ayrılmasıdır. Bu da doğru değildir. Kitabın ayetleriyle kainatın ayetlerini ayıramazsınız. Tefsir ne kadar dini ise Matematik de o kadar dinidir. İlmi dini ve gayri dini diye ayırmak İslam medeniyetinde en büyük sorunlardan biri olmuştur. Üçüncü kırılma ise tekke-medrese ayrımından olmuştur. Bu ayrım da tasnif de doğru değildir. Bunlar birbirini tamamlayan şeylerdir. İlmi dini ve dünyevi ilimler diye ayırmak doğru değildir.

Malumat, bilgi çoktur ancak bugün bilgiye sahip olmak yetmez. O bilginin usulüne sahip olmak gerekir. Bundan yıllar önce ‘İslam dünyasında hadis eğitimi bir emniyet ve güvenlik konusudur’ diye bir söz söylemiştim. Şimdi DAİŞ’in elinde Efendimizin sözlerinin bir silah gibi kullanıldığını görünce bu söz aklıma geliyor. İnsanların birbirlerini tekfir edip katletmeye başladığını görünce bu sözün ne kadar doğru olduğunu görüyoruz. Hadis ve Kuran ilmi usulsüz bir şekilde tahsil edildiği zaman ortaya bir alim değil öğretilmiş bir cehalet çıkar. Usulsüz bir İslam ilmi, öğretilmiş cehalettir

Okuduğumuz ilim bizi fırkalara ayırıyorsa, okuduğumuz ilim mezhebe mensubiyetimizi İslam’a ve Muhammed Mustafa’ya mensubiyetimizin önüne geçiriyorsa o ilmi terk etmemiz gerekir.

Timeturk

Ayrıca...

Gaziantep’te Köklü Değişim “HİLAFET” sayısını tanıttıkları için 7 Müslüman’a Gözaltı

Şanlıurfa’dan sonra Gaziantep’te de Köklü Değişim Dergisi’nin “Hilafet” kapak konulu Mart sayısını tanıttıkları ve yaptıkları …

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir