Tahir Şanlı
3. Bölüm
b– Hazırlama: Hazırlama iki şekilde tezahür eder.
-İlki yöneticilerin davranışları:
Cihad veya tüccarların yolu ile ulaşılan yerlerde muzafferiyet gerçekleşince halife tarafından oralara yöneticiler atanıyordu. Bu yöneticiler ve yanında götürdükleri alimler İslam’ın uygulanış şeklini gösteriyor ve de tatbik ediyorlardı. Müslümanlar bu bölgelere yerleşerek o bölge halkına İslam’ı öğretmeye ve kültürlendirmeye başlıyorlardı. Onlarla komşu oldular ve ortak yerleşim alanı oluştu. İki sınıf, iki ayrı varlık, iki ayrı toplum, muzaffer olanla yenilen, galip ile mağlup yerine tek hükümle /İslam’la yönetilen tek bir yönetici altında yaşayan tek bir toplum meydana çıktı. Daha önce yöneticilerinden görmedikleri şekilde farklı yöneticileri tanıyınca, yöneticilerin halkla aynı seviyede ve ihtiyaçların giderilmesinde bir ayrım yapılmadığına şahit oldular. Böylece hem yöneticileri ve de İslam’ı sevdiler. Ehli kitapla evlilik, bir arada yaşama, hediyeleşme gibi birçok şeyler fethin tam manası ile oturmasını sağlayan etkenlerden sayılır.
Bunun yanında ordunun büyük ehemmiyeti vardır. Her askerin İslam’ı en iyi bir şekilde bilmesi, daveti taşıyacak seviyede yetiştirilmesi, güzel bir şekilde fıkhı kavraması gerekir. Bunu ilk dönemler İslam ordularında görmek mümkündür. İslam ordusu daveti taşıma, şer’i hükümlere göre savaş yürütme, İslam’ın emir ve nehiylerini taşıma bakımından da donanımlıdır.
Bu ilim, bütün Müslümanlar için farz olduğu gibi İslâm davetini yaymak için ülkeler fetheden ordu hakkında farzdır. Hatta ordu için bu daha da öncelikli bir şeydir. Askerlerin fikri seviyelerini yükseltmeye gelince bu da şuur ve uyanıklık kabilindendir. Askerlerin dini ve hayatın işlerini anlamaları için elzemdir. (İslam’da Yönetim nizamı Abdülkadim Zellum)
Bu eğitimden geçmiş biri de Hazret-i Hâlid bin Velid’tir.
Hazret-i Hâlid bin Velid, Hâris bin Kâ’b oğullarının İslam’a gelmesi üzerine, Peygamber efendimize bir mektup gönderdi. Bu mektup şöyledir: “Bismillâhirrahmânirrahîm. Hâlid bin Velid tarafından, Allahü Teâlâ’nın Resulü Peygamberimiz Muhammed Aleyhisselâma, Esselâmü aleyke yâ Resûlallah!
Kendisinden başka ilâh olmayan Allahü Teâlâ’ya hamd ederim. Yâ Resûlallah, beni, Hâris bin Kâ’b Kabilesine gönderdiniz. Onlarla üç gün savaşmamamı ve onları İslam’a dâvet etmemi, Müslüman olurlarsa, aralarında kalmamı ve İslam’ın esaslarını, Allahü Teâlâ’nın kitabını ve Resulünün sünnetini öğretmemi, eğer Müslüman olmazlarsa savaşmamı emir buyurmuştunuz.
Ben de, emr-i şerifleriniz üzere hareket ederek, Hâris bin Kâ’b oğullarına üç gün nasihat edip, İslam’ı tebliğ ettim.
Süvârilerim, “Ey Benî Hârisler! Selâmete ermek isterseniz, Müslüman olunuz!” diye onları İslam’a dâvet ettiler. Onlar, hiç çarpışmadan Müslüman oldular. Ben de onlara, Allahü Teâlânın emirlerini, Resûl Aleyhisselâmın sünnet-i şeriflerini öğrettim.
Yâ Resûlallah! Bundan sonra, nasıl hareket etmem gerektiği hakkında ikinci bir emr-i şerîfiniz gelinceye kadar burada bekleyeceğim. Esselâmü aleyke yâ Resûlallah. (Tabakât-ı İbn-i Sa’d cild-4, Târîh-i Taberî cild-3,)
-İkincisi ise; alimlerin varlığı ve gayretleridir. Feth gerçekleştikten sonra İslam’ın etkili ve kalıcı olması İslam kültürünün en güzel bir şekilde ulaştırılmasına bağlıdır. Bunun için fetihi gerçekleştirenlerden sonra İslami hayatın yerleştirilme görevi alimlere düşüyordu. Bir çok alimin ordu ile birlikte hareket ettiği malumdur. Aynı şekilde komutanlarında tam donanımlı olduğunu görmek mümkündür. Şu örnekte olduğu gibi;
Bizans imparatoru Herakliüs’ün, asker toplayarak Antakya’ya hücûma hazırlandığı haberi alınınca, Humus’daki askerin, merkezdeki kuvvetlere katılmasına karar verildi. Ebû Ubeyde hazretleri; “Ey Hristiyanlar! Size hizmet edip, korumak için söz vermiştim. Şimdi halifemiz hazret-i Ömer’den aldığım emir üzerine, Herakliüs ile gaza edecek kardeşlerime yardım için gidiyorum. Size verdiğim sözde duramayacağım. Bu sebeple Beytülmâla gelerek cizyelerinizi geri alın. İsimleriniz ve verdikleriniz defterimizde yazılıdır” diye ilan etti. Suriye şehirlerinin çoğunda da böyle oldu. Hıristiyanlar, Müslümanların adalet ve şefkatini görünce; senelerden beri Rum imparatorlarından çektikleri zulüm ve işkencelerden kurtuldukları için, bayram yaptılar. Çoğu seve seve Müslüman oldu. (İs. T. An. C. 8)
Bu gibi hem komutan hem de alim olanlar her gittikleri yerlerde etkili olmuşlardır. Daha sonra fethedilen yerlerde askerlerden kalanlar oldu. Oralara yerleşip ticaret ve ziraatla uğraşmaya başladılar. Bunun üzerine Hz. Ömer döneminde “ordu divanı” kuruldu ve düzenli orduya geçiş sağlandı. Askerlere maaş verildi.
Bunlar gittikleri yerlerde kalıyor ve halkı İslam’la eğitiyorlardı. İlk dönemler çok güçlü bir şekilde temsil edilen bu çalışma daha sonraları zaafa uğrayıp zayıflamış olsa da İslam devletinin İslam davetini taşıma görevi yerini korudu.
Öncelerinde İslam kültürünün bütün ağırlığı, fıkhın ve Arapçanın etkisi görülürken daha sonra bunun yerini köklü olmayan, fetva türü İslami bilgiler yer aldı. Bunun yanında İslam ordularının yenilmezliği ve gücü daha çok konuşulup İslam kültürünün etkisi daha az konuşulur oldu. Bu konuda alim Takıyyuddin en-Nebhani İslami Şahsiyet adlı kitabında şu görüşlere yer verir:
“Askeri hususlar, erişilebilir ayrıntılı bir şekil almaktadır. Zira; topları, savaş gemilerini, nükleer bombaları, füzeleri, uçakları ve askeri üsleri görebilirsin. Onların zaferdeki etkileri ya da fetihteki hezimet ya da hüsranı, ilerleme ya da bozguna uğramadaki etkileri hakkında kolaylıkla bir kanaat edinebilirsin.
Nitekim, Abbasiler döneminin ikinci asrında ve Osmanlılar döneminin sonlarındaki bazı halifeler zamanında dış siyasette askeri değerlendirmelerin baskın olmasının, Davetin tüm dünyaya taşınmasının durdurulmasına yol açan iğrenç etkileri olmuştur. Zira Abbasilerin ikinci asrında İslami fetihler, Rum diyarında Şam diyarı yönünden Türkiye sınırında, Batı Avrupa diyarında Fransa’nın gerisinde kalıp İspanya sınırında durmuştur. Hâlbuki ruhi kuvvet hâlâ güçlü idi, İslami fikirler köklü ve sağlam yerleşme devrindeydi. Ne zaman ki askerler, kendi kuvvetleri ve düşmanın kuvveti hakkında görüşlerini ortaya koymaya başladı, bu görüşler harbe girip girmeme hususunda birinci derecede itibar edilir oldu. Böylece; cihadın Şer’i hükümlere göre pratikte var olması için karar, yaz-kış saldırılarıyla sınırlı kaldı. Siyasi çalışmalara veya siyasi değerlendirmelere taşmadı. Osmanlılar zamanında İslam orduları, Avrupa’da Yunanistan’ı, Bulgaristan’ı, Romanya’yı, Arnavutluk’u, Yugoslavya’yı fethettikten sonra Avusturya’nın Viyana surlarına ulaştı. İslam’ın otoritesi bu bölgenin tamamına yayıldı. Hatta Avrupa’da İslam ordusunun yenilmez olduğuna dair kamuoyu oluşmuştu. M. 18. yüzyılda Avrupa’da ortaya çıkan sanayi devriminin etkisi üzerine askeri değerlendirmeler dış siyasete hakim olunca İslami yükseliş durdu ve İslam’ın otoritesinin tamamen yıkılmasına yol açan gerileme başladı. Bu, ordunun cihadı yapan kuvvet olması bakımından izahattır.” (Şahsiye 2 s 171)
c– Yerleştirme:
Fetih inançla gücü/sultayı pekiştirmedir. İslam’ın önündeki engellerin kalkmasını sağlayan gücün varlığı mutlaktır. Bu güç koruyucu nitelikte olduğu gibi sahip çıkma ve taşıma misyonunu da yüklenir. Davetçi de, alim de, tüccar da bu gücü arkasına almak zorundadır. İman gücü ile yola çıkanlar yine akideden fışkıran şer’i hükümler gereği böyle bir gücü hayatlarında uyguluyor olmak zorundadırlar. Dolayısı ile fetihlerin gerçekleşmesi ve yerleşmesinin arkasında mutlaka bir güç bulunmalıdır. Yani İslam devleti hilafetin varlığı mutlaktır. O güç imkanlar sunacak, yerleşmesi için güvence verecek ve insanlar onunla hayatta İslam’ın uygulanış tesirini göreceklerdir. Bu olmadan fikirlerin yalnız başına ulaştırılması, arkasında sultanın olmadığı şekliyle kabullenilmesi mümkün değildir. Yani dava sahibi ne kadar güçlü olursa olsun, alim ne kadar etrafına insan toplarsa toplasın, tüccar ne kadar elindeki serveti kullanırsa kullansın sultadan kopuk fetih gerçekleştiremez. Onların ellerinde hayatta uygulanıldığını gösterecek delilleri olması gerekir ki o da İslam devletidir. Daveti taşıyanın yakınında veya uzağında İslam’ı tatbik eden hilafetin varlığı zorunludur ve mutlaka bu sorumluluğu taşıyan kişilerin devletle bir şekilde bağları ve iletişimleri vardır. Allah İslam’ın hayattaki varlığını onun gölgesi ile taçlandırdı. Müslümanların hayattaki (siyasi) varlıkları da ancak onun gölgesi altında hissedilir. Fetih için de onun gölgesi şarttır. Resulullah Sallallahu Aleyhi Ve Sellem şöyle buyurdu:
“Halife kalkandır, onun arkasında savaşılır ve korunulur.” (Müslim).
Evet, fethin çeşitli şekillerde gerçekleştiği doğrudur. Ayrıca fetih kalıcıdır. Fethi kalıcı kılan onun üzerinde sürekli bir çalışmanın olması değil fetihle kucaklaşan belde veya beldedeki halkların İslam ve İslam hükümleri ile kucaklaşmasıdır. Bu açılan kapının kapanmaması, İslam’ın oralarda sürekli kalıcı olması ve onların tek bir ümmet olmalarını sağlayan İslam’ın onlar üzerinde gerçekleştirdiği umumi inkılabın korunması gerekir. Bu inkılabın bir ayağı da devlettir. Devlet fethedilen yerlerde İslam’ı insanlar arasında yerleştirmek ve tesir edebilmek için çalışmalar yürütür. Bu çalışmalar şu şekilde özetlenebilir:
- Akli seviyenin yükseltilmesi ki; vicdani imandan akla dayalı imana geçerek puta, ateşe, teslise ve benzeri şeylere tapmaktan kurtulup Allah’a yönelerek aydın bakış ve geniş düşünceyi elde etmelerini sağlamak.
- Hayatlarında var olan mikyasları değiştirmektir. Yani ölçü helal ve haram olmalıdır. Böylece amellerinde ölçü olarak kabul ettikleri menfaat hayatlarından atılmış olur.
- Onlarda saadet anlayışı değiştirilmelidir. Önceleri açlığı gidermek ve vücudun isteklerini yerine getirmek iken bu Allah’ın rızasına kavuşmak olarak yerini almalıdır.
- Eşyaya bakış açılarını değiştirmek gerekir. Onların dünya hayatını en ön mertebede tuttukları bilinmektedir bunu yerine İslam ideolojiyi/İslam’ı ön dereceye çıkartıp dünya hayatını ise daha aşağılara çekmek gerekir.
Böylece fethedilen yerlerdeki insanlar idealleri tek olan bir ümmet haline dönüşürler. Bunun yanında onlarda milliyetçilik, ferdiyetçilik, mal-soyla övünme, merhametsizlik, öç alma gibi birçok fazilet sayılan, temeller olarak kabul ettikleri ilkeler hayattan kalkar. Onun yerine Allah’ın emrine göre insanda bulunması lazım gelen sıfatlarla donanırlar. Ve de İslam şahsiyeti onlarda yerleşik hale gelir.
Müslümanların fetih yolu ile kazanımları:
Bütün fetihler Allah’ın rızasının dışındaki bir amaç için yapılmamıştır. Allah’ın dinini aleme taşımayı gaye edinenler gittikleri yerlerde kapıların İslam’a açılmasını gerçekleştirmek için mücadele vermişlerdir. Kazanım adaletin yeryüzünde tesisi, hakkın hakimiyetini perçinleştirmedir.
İslam dinini dava edinenler bu yolla İslam’ı bir beldeden diğer beldeye ulaştırdı ve o toprakları İslam yurdu yaptılar. O topraklarda yaşayan milyonlarca insanı İslam’a kazandılar. Fetihle gelen kazanımlar; toprakların üzerinde taşıdığı maddi önem (yer altı, yer üstü zenginliklerini sömürmek) açısından değil yeryüzünde İ’lay-ı Kelimetullahın (ıstılahta; Allah’ın adını veya İslâm dininin tevhid akîdesini şanına uygun bir biçimde yüceltip yayma manasına gelir) hakimiyetinin gerçekleşmesi açısından değerlendirilir.
Nitekim Ebû Mûsâ Radıyallahu Anh şöyle demiştir: Peygamber Sallallahu Aleyhi Ve Selleme bir kimse geldi de:
— Bir kısım kimseler ganimet malı için muharebe eder, bir kısım kimseler de insanlar arasında adının söylenip övülmesi için muharebe eder; bir kısım insanlar da yiğitlikteki mevkii derecesi görülsün diye cihâd eder. Şu hâlde Allah yolunda cihâd eden kimdir? diye sordu. Peygamber (sav):
— “Her kim Allah’ın kelimesi en yüksek olsun diye mukaatele/cihad ederse, onunkisi Allah yolundadır” buyurdu.” (Buhari)
Fetihle gelen kazanımlar; herhangi bir toplumu köleleştirmek, insanları her türlü sömürmek için değil adaletin en güzel şekilde tesisi ile onların hidayete ulaşmasını sağlamaktır. Ki; öyle de yapılmıştır. Fetih için çıkanlar fetih ilkelerini çok iyi biliyorlardı. Hidayete kavuşmuş bir dinin mensupları olarak diğer toplumlara da hidayeti taşıyorlardı. Resulullah Sallallahu Aleyhi Ve Sellem şöyle buyurdu:
“Allah’a yemin ederim ki, Allah’ın bir kimseye senin sayende hidayet vermesi, senin için kırmızı develere malik olmaktan hayırlıdır.” (Buhari, Müslim, Ebu Davud)
İslam’ın ulaşıp fethin gerçekleştiği bu yerlerde (fetihlerden dolayı) kin ve nefret dolu karşı taarruzlar görülmez. Çünkü o ordulardan onlar üzerine zulüm ve sömürü gelmedi. Tarihte de İslam ordularının İslam nizamının taşınması dışında başka bir gaye için çıktığından bahsedilmez. Zengin topraklar elde etmek, dünyada zevk-safa sürmek, halkları sömürmek, onları zorbalıkla boyun eğdirmek gibi bir gayeleri de olmamıştır. Fetih, fethedilen topraklarda yaşayan insanların bir halden başka bir hale geçişini sağlamak için yapıldı. Başka bir deyişle hidayete kavuşmamış insanların İslam’a geçişini kolaylaştıracak girişim ve tedbirleri öngörür bir şekildeydi. Bu da asla zora başvurarak gerçekleştirilmemiştir.
Fetih insanlar arasında hayattaki gayeleri tek bir gaye haline dönüşmüştür ki o da Allah’ı razı emekten başka bir şey değildir. Bu şekilde Arap yarımadasından çıkıp ta Viyana’ya, Endülüs’e, Hindistan’ın içlerine kadar İslam geniş coğrafyalara ulaşmıştır. Bu tesir asırlarca sürmüştür. Bir dönem sonra ise istenmedik bir şekilde duraklama süreci yaşanmıştır. Bu süreçte fetihlerde durmuştur.
Devamı var…