Haydi şu başlığı beraberce değiştirelim ve şöyle diyelim. ‘Birileri sus dediğinde neden susuyoruz?’ Şu da olabilir… “İslami duygularımızı neden gizliyoruz?” Belki de; “Kim duygularımızı yönetiyor?” demeliyiz.
Tüm bu soru işaretli başlıkların arka planını beraber irdeleyelim ve neleri bildiğimiz, nelere sessiz kaldığımız ve nelere eyvallah ettiğimizi yazalım. Sonrasında tefessüh etmiş ve pörsümeye yüz tutmuş İslami duygularımıza seslenelim. Ve “Kime ram olmuşsun. Kime karşı boyun bükmüşsün. Kimin için susarsın” diye hesaba çekelim. Ne dersiniz?
Geçmişte unuttuğumuz çok şey vardır muhakkak… Ama unutulanlar kadar bizi uzunca bir süre rahatsız ettiği ve unutmaya çalışıp da bir türlü hafızamızdan atamadığımız birçok olay görmüş, onlarca feci vakıaya şahitlik etmişizdir. İnsanın zihninden atması, hard diskten bilgi silmeye çalışmasından çok daha zordur. Aynı zamanda bu manzaralar bir o kadar rahatsız edicidir. En çok da tepkisiz kaldığımız, içimizde bir sıkıntıya sebep olan ama çaresiz bekleye durduğumuz şeyler… Yönetenlerin “Şimdilik buna sessiz kalın.” dediği çok şeye şahit olmuşuzdur mesela… Parti genel merkezinden kelli felli ağabeylerin bir telefonu ile arkamızdaki güruhu sokağa döktüğümüz anlar da çok tur! Oysa meydanlarda avazı çıktığı kadar bağırırken bile dışarı yansıttığımız zoraki duygular içimize tercüman olmaz kimi zaman…
Olayın cinsi- menşei- vakıası veyahut ne olduğu önemli değil, önemli olan tepki gösteriyor olmak ve muhakkak medyaya yansıyacak olması… Medyaya yansıyacak ki sonrasında güçlü, etkileyici ve sarsıcı bir basın açıklaması ile sözüm ona bu tepkilere sahip çıkan bir lider var olacak… Hatta olay yerine gidecek ve orada bir kürsü kuracaktır…
Oysa özgün, kişilikli ve şahsiyetli bir Müslümanın olaylar karşısındaki tavır ve karşıt reaksiyonlarının bu minvalde olması ne kadar doğru? Aslında bizi rahatsız etmesi gereken, belki de bizi çokça düşündürmesi gerek soru bu olmalı bence.
Sistemin dairesi içindeysek ve de koca koca çarkların dişleri arasında hapsolmuşsak bu durumda işimiz daha da zorlaşacak demektir. Çünkü bu şartlarda bir STK, platform, örgüt yahut oda üyesi isek özgün ve bireysel çıkışlarımız daha da sınırlanacak demektir. Aslında istisnalarının çok az olduğu birçok yapının kuruluş felsefesi ve tüzüğü bu vakıayla paralellik arz etmektedir. Olaylar karşısındaki tutumumuz ya hükümet karşıtı bir görünüm arz edecek ya da hükümetin ekmeğine yağ sürecektir. Üçüncü alternatif ise kişinin inancı yani akidesidir. O ise ya seni tahrik edecek ya da durduracaktır.
Ne alakası var diyeceksiniz belki ama şu soruları sorarak yukarıdaki paragraflarda anlatmak istediğim konuyu barizleştirmek istiyorum:
Suriye de kıyam ne zaman başladı?
Mart 2011.
O günden bugüne ne oldu?
Binlerce masum insan öldürüldü… Onlarca şehirde, küçücük yavrular ölüme ve açlığa terk edildi… Terk edilen sivil halk canını korumak adına sığ ve derin okyanuslarda can verdi… Bu canlar sahillerimize vurdu…
Bu insanlar ile aynı ümmetin fertleri miyiz?
Buraya tekrar dönüş yapmak üzere virgül koyalım ve şu soruyla devam edelim.
Mısır da Hüsnü Mübarek sonrası ilk seçim ne zaman oldu?
Haziran 2012
Peki bu tarihten sonra neler oldu?
Abdulfettah es-Sisi darbe yaptı. Seçimin galibi Muhammed Mursi cezaevine girdi. Halk sokaklara döküldü. Günlerce protesto gösterileri yapıldı. Yüzlerce Müslüman, askeri darbe yapan Sisi’nin askerleri tarafından şehit edildi.
Bu insanlarla aynı ümmetin fertleri miyiz?
O halde aynı ümmetten olduğumuz bu iki belde insanı için biz ne yaptık?
Biz, Mısır için günlerce protesto gösterileri yaptık. Cuma eylemleri ile sesimizi hükümete duyurmaya çalıştık ve Sisi’ye lanet okuduk. Sonra ne hikmetse hükümet birden sesimizi duymaya başladı ve İsrail’e, Marmara gemisinde şehit ettiği kardeşlerimizin hesabını soran “liderimiz(!)” şehir şehir dolaşıp, dört parmak havada dolaşmaya başladı. Darbeyi eleştirmeye, darbe yönetimleri yerine demokrasiyi sahiplenmeye çağırdı ve laikliği din karşıtlığı gibi göstermeye çalışanlara haddini bildirdi! Biz de inandık ve teskin olduk.
Şimdi dikkatinizi çekmediyse az evvelki paragrafın hangi kelimeyle başladığına tekrar bakalım.
Evet, biz bu eylemleri ve tepkiyi Mısır’daki kardeşlerimiz için yaptık.
Peki ya Suriye için ne yaptık? Oysa Suriye’de de benzer şeyler olmamış mıydı? Mısır’da şehit edilen kardeşlerimizin belki yüz katı Beşar Esat, yandaşı İran ve kâfir batı tarafından şehit edilmemiş miydi? Evet.
Mensubu olduğumuz camia, STK, güruh, örgüt, parti, sendika, Suriye’yi görmedi mi? Yahut sehven unuttu mu? Hadi onlar unuttu diyelim. İslam’a mensubiyetimizle övünç duyduğumuz biz Müslümanlar kardeşlerimizi neden hatırlamadık. Farklı beldelerdeki kardeşlerimizle aynı duyguları, aynı akideyi, aynı dünya görüşünü paylaşıyorsak, tepkimizi ve duygularımızı nasıl bölebiliyoruz. Buna nasıl güç yetirebiliyoruz?
Acıyan başka bir yanımız da Burma.
Zalim Myanmar yönetimi tarafından evleri ateşe verilen, çocukları yakılan, aç bırakılan Burma’lı Müslümanlar, kardeşlerimiz değil mi?
Ölüme mahkûm edilmiş, kapalı bir cezaevine dönüştürülen, İran’ın, Rusya’nın ve Esad’ın kuşattığı Yermük ve Medaya’da Müslüman kardeşlerimiz yaşamıyor mu?
Aynı sevgiyi ve aynı duyguları her iki halka da göstermek imanımızın gereği değil midir?
Kesinlikle…
Biz Müslümanlar ne yaptık?
Söyleyeyim… Myanmarlı Budistlerin zulmünün şiddetlendiği 2012 tarihinde Türkiye’nin birçok kentinde Cuma çıkışı STK başkanlarımızın telkinleriyle yüzlerce eylem ve protestolar yaptık. Çin konsolosluğuna siyah çelenkler bıraktık. Çok geçmeden Ahmet Davutoğlu ve beraberindeki bir heyet Çine gidip mevkidaşı ile el sıkışıp, Burma’lı Müslümanların yanında görüntüler çekip, iyilik meleği rolüne büründü. Budizm’in barış dini olduğunu bize hatırlattı! Sonra da birkaç çadıra girip ağlaştı. Bizler ise “merhamet timsail liderlerimizle” övünerek, madalyayı gönlümüze astık ve acısını ise her zamanki gibi yüreğimize gömdük.
Oysa Burma’lı Müslüman gibi Madaya ve Yermük’te yaşayan Müslüman da benim kardeşim değil miydi? Her iki Müslüman halkın yaşadığı açlık, cefa ve ölüm aynı değil miydi? Oysa biz onu ve kardeşliğimizi bölmüştük. Belki de küçük bir tepki, hükümetin acizliğini ifşa edecek, yanı başında ölümlere sessiz kalışını mazeretsiz bırakacak ve sömürgeci kâfirlere yalakalıklarını gün yüzüne çıkaracaktı. Sessizliğimiz buna engeldi. Kardeşliğimize engel, duygularımızı açığa vurmaya engeldi…
Haydi, uzağa değil, bir de kendi beldemize bakalım. İki tablo sunacağım. Biri Türkiye-Amerika, diğeri Türkiye-Rusya ilişkileriyle ve her iki vakıa da gösterdiğimiz tepkimizle ilgili…
Türkiye İncirlik üssünü Amerika’ya hibe etti! Sonrasında koalisyon ittifakına ait uçaklar IŞİD bahanesiyle Suriye şehirlerine bombalar yağdırdı. O şehirlerde yüzlerce sivil öldü. “Pardon” demekle geçiştirdiler. İncirliğin açılmasına ve sonrasında yüzlerce Müslümanın öldürülmesine değil bir tepki, muhalif tek satır yazı yazılmadı. Hiçbir sivil toplum kuruluşu tepki göstermedi. Zira gösterilecek en asgari tepki İncirlik üssünü Amerikalılara açan hükümetin aleyhine olacak ve siyaseten zor durumda bırakacaktı.
Sonrasında Amerika, pastadan fazlaca pay isteyen Rusya’ya tepki gösterdi. Ne hikmetse hemencecik Türkiye, gücünü Rusya’ya gösteriverdi. Rus uçağı düşürüldü ve ticari ilişkiler bir süreliğine askıya alındı.
Sonrası mı?
Sonrası Rusya’ya muhalif olacak her ses güçlü destek buldu. Daha önce Amerikan uçakları bombalarken İncirlik yüzünden sessizliğe gömülen camia, örgüt, STK ve bir kısım yapılar, bir anda Suriye’de katledilen Müslümanların sesi oluverdi.
Sivil Müslümanları Ruslar vurunca vaveyla koparanlar, Amerikalılar vurduğunda ise “IŞİD militanlarının şehir merkezlerine indiği.” söylenerek zımnen bombardımanlara meşruluk atfediliyordu. Oysa öldürülen aynı insanlardı. Ancak bizim tepkilerimiz ve bu tepkilerimize kaynaklık eden duygularımız farklıydı.
Bu çerçevede üzülerek ifade edelim ki, CHP’ci, solcu veya Kemalist olmamak yahut farklı siyasi bir tarafta olmayıp AKP’ci olmak bir lüks değil zorunluluğa dönüştü. Yani artık devletle dirsek temasına girmiş her yapı adeta hükümetten taraf olmak zorunda… Tersi durumda ya darbecisiniz ya 28 Şubatçı ya da dış güçlerin maşası…
Hal böyle olunca farklı kuruluşlar muhalif görünmemek için yarışır bir pozisyona girmektedir. Siyasi arenada hükümeti zor durumda bırakma ihtimali olan basın açıklamaları, protestolar, eylem ve etkinlikler ikinci defa düşünüldükten sonra hayata geçirilmekte yahut ertelenmektedir.
Ancak şunu bilelim ki, kitlesel bir çalışma içerisinde olmak kimi insanlar için vazgeçemeyeceği bir zorunluluktur. Hele hele yaşadığı toplumun gidişatından, etrafında olup bitenlerden rahatsızlık duyuyorsa tepki göstermek adına bir kısım oluşumlarda kendine yer bulması kaçınılmazdır.
Yıllarca askeri darbe dönemlerine tanıklık etmiş bir toplumda ise bu yapıların “sivil insiyatif” ve “sivil toplum” lafızlarıyla vasıflandırılması vakıa gereği doğru karşılanabilir. Ancak sivil olan bu yapılar devletçi projelere ve siyasi politikalara alternatif olabilecek projelere, reaksiyonlara ve fikriyata sahip olamadıkları müddetçe güçlü bir iradeyi yansıtamazlar. Çünkü var olmaları zaten mevcut yönetimlerin zulümlerine, siyasi baskılarına tepki olarak doğması gerekirken, devletçi bir pozisyona girmeleri halkın karşılaştığı sorunlara, hükümeti incitmemek pahasına sus pus kesilmesi, gerçek duyguları yansıtmayacak ve sorunlar yumağının topluma yaşattığı travma güçlenecektir.
Bundan dolayı kitlesel her çalışmada kitleyi var kılacak, gereğince hareket edeceği ve bu fikriyat çerçevesinde üsluplarını ortaya koyacağı bir ideolojik alt yapısının olması kesinlikle gereklidir. Yoksa bu boşluğu ideolojik kimliğe bürünmüş yapılar tekeline alacaktır ki bunların en başında geleni de ideolojik devletlerdir. Bu sözden şu anlaşılmasın, “Türkiye ideolojik bir devlettir.” Hayır. Bilakis Türkiye, kapitalist ideolojiyi dünyaya pazarlayan sömürgeci devletlerin güdümünde bir devlettir.
Dolayısıyla dünyada ve Türkiye’de meydana gelen bir olayda gösterilecek en minimum tepki veya tepkisizlik özgün olmalıdır. Her bir vakıadan etkilenip, kapitalist siyaset güdücülerin görüşleriyle şekillenmemeliyiz. Bilakis toplumun kötü gidişatından rahatsız olduğumuz vakıalarda tepkimizi çekinmeden ortaya koymalı ve ümmeti ilgilendiren alçaklıklara boyun bükmemeliyiz.
Bu anlamda ideolojik bir bakış açısına sahip olmalı ve vakıadan etkilenen değil etkileyen olmalıyız.
Öfkemiz ve sevincimiz âlemlerin Rabbi olan ALLAH için olsun.
Şimdi cevap bekleyen o soruyu tekrar soralım…
#HalepYanıyor iken SUSACAK MIYIZ?