Home / News / HABER / DÜNYA / Obama’nın Suriye politikası: Esad kalsın, Halk gitsin!
islam devleti default

Obama’nın Suriye politikası: Esad kalsın, Halk gitsin!

Uluslararası ilişkiler uzmanı ve siyasi danışman Ali Hüseyin Bakir, Obama yönetiminin “eylemsizlik” üzerine inşa ettiği Suriye politikasının arkasındaki stratejik hedefleri ve izlenen politikaların yol açtığı sonuçları değerlendirdi

Bu makalenin yazarı da dahil olmak üzere birçok insan, ABD Başkanı Barack Obama’nın, savaşın perişan ettiği Suriye’ye yönelik bir siyaseti olmadığını düşünüyor. Ancak böyle bir siyasetin olmaması -siyasetsizliğin bir saçmalıktan öte, bir stratejinin parçası olması hasebiyle- bizzat, bölgedeki Rus-İran rolünü tahkim etmeye ve ABD’nin çekilmesiyle oluşan boşluğu doldurmaya yönelik bir plan aslında.

Obama yönetimi beş yıl boyunca sürekli olarak Devlet Başkanı Beşar Esad’ın meşruiyetini kaybettiğini söyledi durdu. Ancak bu süreçte Esad’a karşı hiçbir harekette bulunmadı.

2011 Mart’ının başında Suriye devrimi patlak verdiğinde, sivil halk, hiçbir direnişle karşılaşılmadan altı ay boyunca aralıksız olarak alenen katledildi. Bu çılgınlığı durdurmak için hiçbir uluslararası eylem ortaya konmadığından, Suriye Silahlı Kuvvetleri’nin bazı üyeleri ordudan ayrıldı ve sivilleri koruyabilmek için Özgür Suriye Ordusu’nu (ÖSO) kurdu. Krizin bu safhasında hiçbir silahlı radikal grubun varlığı söz konusu değildi. Ne El-Kaide ne de DAEŞ ortaya çıkmıştı. İşte bu durum, pek çoklarının şimdilerde bahsetmekten kaçındığı bir gerçek.

2011-2013 aralığında Washington, bir yandan Suriye’ye askeri bir müdahalede bulunmaktan kaçınacağının işaretlerini verirken, diğer yandan bu ülkeye yönelik olumsuz tutumunu haklı göstermenin bahanelerini arıyordu. Halbuki hiçbir Suriyeli, böyle bir askeri müdahale talep etmiş değildi zaten.

Tek istedikleri şey, ya kendilerini Esad ve müttefiklerine karşı koruyabilmek için silah tedarikine müsaade edilmesi ya da İran, Irak, Hizbullah ve Rus desteğinin Esad’a akışının engellenmesiydi. Böylelikle adil bir mücadele ortaya çıkacak ve denklem “Esad’la Devrim karşı karşıya” denilebilecek şekilde değişecekti.

Obama bu taleplerin her ikisini de reddettiği gibi, güvenli bölge oluşturulmasına yönelik ısrarla tekrar eden talepleri de elinin tersiyle itti. Obama yönetimi bununla da kalmayarak bölgedeki müttefiklerine, muhaliflere gelişmiş silah tedarik etmemeleri için baskı uyguladı ve hatta bazı durumlarda ÖSO’ya yapılan silah sevkiyatlarını bizzat durdurdu.

2012 yılında, savunma bakanı, dışişleri bakanı, CIA şefi ve genelkurmay başkanından oluşan Ulusal Güvenlik Konseyi’nin Suriye muhalefetini silahlandırma önerisini desteklemesiyle birlikte, Obama’nın eline Suriye’de ve bölgede önemli değişiklikler gerçekleştirebilmek için tarihi bir fırsat geçmiş oldu. Fakat Obama, kendi Ulusal Güvenlik Konseyi’nin teklifini bir kez daha geri çevirdi.

Dahası, o sıralarda, Esad’ı iktidardan indirmek için CIA’nin hazırladığı 50 seçenek içeren detaylı planlar Beyaz Saray’a geldi. Eski CIA Başkanı David Petraeus ve planı destekleyen diğer yetkililer planın, DAEŞ’in yükselişini, Esad’ın kimyasal silah kullanımını, Avrupa’daki mülteci krizini ve o zamandan beri gerçekleşmiş olan on binlerce sivil ölümünü engelleyebileceğini düşünüyorlardı.

Ancak Obama’nın, Suriye halkının özgürlüğüne, devrimine ve ülkede demokratik bir sisteminin tesis edilmesine duyduğu alakadan çok, ana ilgi odağının İran rejimini tatmin etmek olduğu ortaya çıktı. İran rejimiyle olan gizli bağlantılarını tehlikeye atmaktan korktuğu için, onları öfkelendirecek yahut o yakada bir muhalefetin ortaya çıkmasını tetikleyecek adımlar atmaktan uzak durdu. Uzak durduğu adımların arasında, elbette ki Suriye muhalefetinin desteklenmesi ve İran’ın bölgedeki stratejik müttefiki Beşşar Esad’in indirilmesi vardı.

Bu geçici bir önlem değil, daha önce ortaya konulmuş bir siyasetin uzantısıydı sadece. 2009 yılında Obama yönetimi, İran rejimiyle bağlantısını sürdürebilmek hatırına “Yeşil Devrimi” görmezden geldi. Bu görmezden geliş, İran Devrim Muhafızlarını, hiçbir nihai netice ile karşı karşıya kalmaksızın, binlerce kişinin demokrasiyi savunmak için katıldığı protesto gösterilerini vahşice bastırmak ve kalkışmayı böylece sona erdirmek için teşvik eden bir tutumdu.

2010 yılında Beyaz Saray İran’la Irak’a dair bir mutabakata vardı: Bu anlaşma da neticede, Irak’ta henüz filizlenen demokrasinin sonunu getirdi. Böylece halkın tercihine saygı göstererek -Iraklı bir Şii olmasına rağmen desteğinin çoğunu Sünnilerden alan- İyad Allavi’yi başbakan olarak atamak yerine, ABD-İran mutabakatı -mezhepçi, dışlayıcı ve bölücü politikalarıyla DAEŞ’i ortaya çıkartan- Irak tarihinin en kötü diktatörlerden Nuri el-Maliki’yi iktidara taşıdı.

Suriye devriminin patlak verdiği 2011 yılında, İranlı temsilciler ve ABD yetkilileri arasında bir takım gizli toplantılar gerçekleşti. Bu toplantılarla bağlantılı olarak, 2012 yılında İran Devrim Muhafızlarının başını çektiği Şii milislerin Esad’ı desteklemek için Suriye’yi akmasına rağmen, Obama yine hiçbir şey yapmadı. Hatta 2013 yılında Umman’da İran’la yine bir takım gizli görüşmeler gerçekleştirmeye karar verdi.

Bütün bu süre zarfında Esed Suriye halkına karşı her türlü silahı kullandı. Üstelik Esad, Ağustos 2013’te sivillere karşı kimyasal silah kullanmak suretiyle, bütün dünyaya meydan okuyarak Obama’nın “kırmızı çizgilerini” de aştı ve böylece ona, hatalarını tamir etmek için bir fırsat daha sunmuş oldu. Fakat Obama, bu defa yine Esad’ı cezalandırmak ve iktidardan indirmek yerine, Rusya ile kimyasal silah anlaşması yapmaya karar verdi.

ABD Senatosu Silahlı Hizmetler Komitesi’nin Başkanı Senatör John McCain, Beyaz Saray’ın bu kararına ilişkin şu açıklamayı yaptı: “[Bu karar] kitlesel zulümleri engellemeye ve kimyasal silah kullanımını cezalandırmaya matuf taşıdığımız bütün ahlaki yükümlülükleri ihlal etmekle kalmadı, Esad’ın ılımlı muhalefete yönelik mezhepçi savaşını şiddetlendirmesi için de yeşil ışık yakmış oldu. Ayrıca Başkan’ın eylemsizliği, ABD’nin, onun askeri bir misyonuna destek olmaya hazır bekleyen bölgedeki Arap ortaklarımızın nezdindeki itibarını yok etti ve Amerika’nın dünyanın tüm bölgelerindeki müttefiklerinin ona duydukları güveni sarstı.”

Kimyasal saldırıyı takip eden bir ay içinde, Obama İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani ile bir telefon görüşmesi yaptı ki bu görüşme, 1979’dan beri yaşanan bir ilkti. Bu gelişmelere paralel olarak Obama ve Ruhani 2013 yılının sonunda, “tarihi” olarak nitelenen bir anlaşmaya vardılar.

Netice olarak 2014 boyunca İran, Ortadoğu’daki diğer ülkeleri siyasi ve askeri olarak kontrol etmek suretiyle uzun vadeli hedeflerini gerçekleştirmiş oldu. Örnek olarak, Irak cumhurbaşkanın kaderini tayin etme fırsatını ele geçirmiş olması, Lübnan’ın cumhurbaşkanını indirmesi, Yemen’de bir cumhurbaşkanın vazifesini askıya alması ve Esad’ı Suriye devlet başkanı olarak yerinde tutması zikredilebilir. Diğer bir deyişle İran, bütün bu ülkeleri, meşru bir İran nüfuz sahasının resmen tanınması anlamına gelecek şekilde, ABD’den tek bir tepkiye maruz kalmadan kontrol etti.

İran’ın gönlünü yaptıktan sonra ABD, Rusya’ya Suriye’de daha büyük bir rol vermeye odaklandı. ABD’yle yaptığı kimyasal anlaşmanın akabinde Rusya’nın Suriye’deki doğrudan rolünün ne olacağı şekillenmeye başladı ve bu rol 2014’ün başlarında, büyük ölçüde Suriye’yle ilgili İkinci Cenevre Konferansı sayesinde resmiyet kazandı.

Önceden attığı tüm adımları da haklı göstermek için Washington, ılımlı muhalefeti destekleme konusundaki istekliliğinden tekrar dem vurmaya başladı. Fakat ABD’nin bu kararı çok geç geldi. Çünkü izlediği olumsuz politikalar, radikal grupların -büyük ölçüde kimyasal katliamdan sonra- doğup çoğalması için gereken “mükemmel” ortamın, Esad tarafından çoktan oluşturulmasına müsaade etmiş bulunuyordu. Obama bu grupların varlığını, Esad karşıtı eylemsizliğini savunmak için kullandı.

2014’ün sonunda ABD, resmen bir terör örgütü olarak tanınan PKK’nın Suriye uzantısı olan PYD’ye destek vermeye başladı. ABD buna ek olarak, Türkiye sınırından Patriot füzelerini çekerek Rusya’nın Suriye’deki askeri müdahalesine zemin oluşturdu ve sözümona “terörizmle mücadele” adına Rusya’ya yeşil ışık yaktı ve hatta teşvik etti.

ABD’nin bu politikası, bölgede müttefiki olduğu varsayılan Türkiye ve Suudi Arabistan gibi ülkeleri, bu ülkelerin milli güvenlik çıkarlarını zarara uğrattı. Söz konusu politikalar bir yandan bu müttefiklerin düşmanlarını güçlendirirken, diğer yandan Suriye’nin tamamen yıkıma uğramasına, yüz binlerce sivilin katledilmesine ve milyonların yerinden yurdundan edilmesine müsaade ettiği ölçüde de öfkeye yol açtı.

Beyaz Saray “terörizmle mücadeleyi” bir öncelik olarak belirlediği için, bu bahsettiğimiz ülkelerden gelen bütün farklı çözüm önerilerini reddetme politikasındaki ısrarını sürdürdü. Bu önerilerin arasında güvenli bölge oluşturmak, Esad’ın üstünde bir baskı oluşturabilmek ve onu iktidardan indirebilmek için ılımlı muhalefetin gelişmiş silahlarla teçhiz edilmesi veya yine Esad’ın gönderilmesi için gerekli şartların oluşturulması vardı.

Obama yönetimi, sürecin başlarında, “eğer bütün taraflar aynı kulvarda seyrederse Esad meselesi de atlatılır ve unutulur” fikrine bel bağlayarak, terörizm konusuna odaklanmanın, bir yandan Rusya ve İran, diğer yandan Türkiye ve Suudi Arabistan arasındaki çıkar çatışmalarının kontrol altına alınmasına yardımcı olacağını düşünüyordu. Fakat bundan sonra gerçekleşenler, beklenenin tam aksi istikamette oldu: Türkiye ve Suudi Arabistan, Esad rejimi indirilmeden aşırıcılığın, mezhepçiliğin, terörün ve mülteci sayısının artmaya devam edeceğini, durumun daha da kötüye gideceğini ve DAEŞ’le mücadelede hiçbir ciddi neticenin alınmayacağını ısrarla vurgulamıştı.

2015 ortalarında Suriye’ye Esad lehine bir askeri müdahalede bulunmaya yönelik Rus hazırlıkları, tarih olarak birinci ve ikinci Viyana toplantılarına denk geldi. Bu toplantılar, bütün şartların gerçekte Suriye’deki ılımlı muhalefeti zayıflatmaya, devrimi bitirmeye ve Esad rejimini tahkim etmeye yönelik olduğu gerçeğini iyice ortaya çıkaracak şekilde, Rusya’nın Suriye müdahalesine siyasi bir meşruiyet sağlamak için kullanıldı.

O sıralarda ABD yönetimi, Rusya’nın Esad’a baskı uygulayacağını ve İran’ın da herkesi müzakere masasının etrafında toplayabilmek için çekilmeye yönelik adımlar atacağını vurguladı. Fakat yine bunların tersi gerçekleşti.

2016’daki müzakereler sırasında Esad, özellikle sivillerin, sivil binaların ve altyapıların kasten ve sistematik bir şekilde varil bombaları ve füzelerle hedef alınmaması, aç bırakma silahının sivillere yönelik kullanılmaması ve rastgele tutuklanmış binlerce kişinin serbest bırakılmasına ilişkin uluslararası yasalara ve 2254 sayılı Güvenlik Konseyi Kararınına uygun hareket etmesi konularında, hiçbir şekilde zorlanmadı bile.

2016 Mart’ının başlarında Obama’nın The Atlantic dergisine verdiği mülakatta, kimyasal saldırıdan sonra Esad’ı hedef almamaktan “gurur duyduğunu” söylediği aktarıldı. Üstüne üstlük Mart ayının sonunda yönetim, bundan sonraki müzakerelerde Esad’ın Suriye’deki geleceği konusunun tartışılmasının ertelenmesi konusunda bir karar aldı.

Netice olarak, Beyaz Saray’ın Suriye kriziyle ilgili 2011’deki söyleminin “Esad gitmeli”den ilk olarak “Esad bir anda ortadan kaybolmamalı”ya evrildiğini, sonra da nasıl “Esad bir müddet kalsa bizim için sıkıntı değil”e dönüştüğünü, en sonunda da şu nihai haline geldiğini çok net bir şekilde görebiliyoruz: “Suriye halkı gitmeli, Esed değil!”

Bu yazı AA için  Ali Hüseyin Bakir tarafından kaleme alınmıştır

Ajanslar

Ayrıca...

Trump: Çin ile tüm ilişkileri kesebiliriz

Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Donald Trump, yeni tip koronavirüs salgınından sorumlu tuttuğu Çin ile “tüm …

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir