2001 yılında AKP kurulduğunda Tayyip Erdoğan Adalet ve Kalkınma Partisi Genel Başkanı sıfatı ile 14 Eylül 2001 tarihinde, o günün Rusya Ankara büyükelçisi Lebedev ile gerçekleştirmiş olduğu şu söyleşi oldukça manidar ve günümüze ışık tutan bir hadisedir. Söyleşi medyaya şu şekilde yansıdı:
Erdoğan, Rusya’nın Ankara Büyükelçisi Lebedev ve Litvanya’nın Ankara Büyükelçisi Halina Kopeckaite’yi Yıldız’daki bürosunda ayrı ayrı kabul etti. Lebedev, Türkiye’nin Müslüman nüfus açısından dünyada üçüncü sırada yer aldığını belirterek, AK Parti’nin “Türkiye’de öncü ve ilerici bir düşünceye sahip İslami bir parti olmasından” mutluluk duyduğunu ifade etti. Erdoğan, “İslami parti” nitelemesi için, “Sanırım bir tercüme yanlışlığı oldu. AK Parti, din eksenli bir parti değildir, AK Parti’nin anlayışı, muhafazakar demokrasidir, ileri demokrasidir” diye konuştu. Lebedev ise, Erdoğan’ın sözleri üzerine, AK Parti’yle ilgili nitelemesini Batı’daki anlamıyla kullandığını belirterek, “AK Parti’nin din partisi olmadığını biliyoruz” diye konuştu. (Yeni Şafak 11 Eylül 2001).
Özellikle Erdoğan’ın Rusya Büyükelçisinin ”İslami bir parti” vurgusuna vermiş olduğu tepki ve kendince meseleyi izah etmiş olması, önem arz etmektedir. Ne diyor Erdoğan: “İslami parti” nitelemesi için, “Sanırım bir tercüme yanlışlığı oldu. AK Parti, din eksenli bir parti değildir, AK Parti’nin anlayışı, muhafazakar demokrasidir, ileri demokrasidir” Erdoğan’ın bu söylemi aslında malumun ilanıdır ve günümüzde de aynı şekilde içeriğini muhafaza etmektedir. Hatta bu ABD girişimi günümüzde başka İslam beldelerine de menfi anlamda örnek teşkil etmektedir. Bu konuda en başta Tunus ve Gannuşi doktrini verilebilir. Hatırlayacağınız üzere Nahda Partisinin kurucusu Raşid El-Gannuşi 22-23 Mayıs 2016 tarihinde gerçekleştirmiş olduğu 10. Parti kongresinde hareketin gelmiş olduğu noktayı şu şekilde özetledi; “Arap Baharından sonra Tunus’ta siyasi İslam’a yer kalmadı”. Ardından Nahda Parti’sini şu şekilde tanımladı; ”İslam’i referanslara sahip ulusal, demokratik (laik), Müslüman bir parti”. (Karar Gazetesi 26 Mayıs 2016)
Dolayısıyla Erdoğan’ın başta Türkiye olmak üzere ardından da Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerine hatta Orta Asya ülkelerine, ılımlı İslam projesinin siyasi figürü haline getirildiğini anlamak hiçte zor değil. Bu misyonunu aslında yine efendisi ABD, 2004 tarihinden itibaren, Erdoğan’a defaatle kamuoyunun huzurunda ilan etmesini istemiştir. Nitekim Erdoğan’da bunu değişik platformlarda yapmıştır. Bunlardan bir kaçını şu şekilde sıralayabiliriz:
16 Şubat 2004 / Kanal D -Teke Tek programında:
”Şu anda Amerika’nın da Büyük Ortadoğu Projesi var ya Genişletilmiş Ortadoğu, yani bu proje içerisinde Diyarbakır bir yıldız olabilir. Bunu başarmamız lazım”.
25 Haziran 2004 İstanbul Nato zirvesi öncesi yapmış olduğu konuşma:
”Geniş Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerinin buraya katılması…Eş başkanlar olarak Türkiye, İtalya, Yemen üzerimize düşen görevleri yerine getirmeye çalışacağız”.
28 Ocak 2005 / Klaus Schwab’la yapmış olduğu söyleşi:
”Türkiye işlevini Büyük Ortadoğu Projesi içinde, bu bölgede etkin bir şekilde yerine getirecektir. Her görüşmede, attığımız her adımda bunun uygulamasını yapıyoruz”.
4 Mart 2006 / AKP Bayrampaşa ilçe kongresinde ve İstanbul Tuzla ilçe kongresinde yapmış olduğu konuşmalarda:
”Türkiye’nin Ortadoğu da bir görevi var nedir o görev, biz Büyük Ortadoğu Projesi’nin Eş başkanlarından biriyiz”.
13 Mayıs 2006 / G8 zirvesine giderken (Yeni Şafak):
“Bölgemizdeki gelişmeler karşısında Türkiye olarak üzerimize büyük görev düşüyor. Proje eş başkanı olduğumuz için bunu ABD’yle konuşmamız gerekiyor.”
13 Ocak 2009: AKP grup toplantısı.
“…Büyük Ortadoğu Projesi’nin amaçları bellidir…”
Özellikle 2009 tarihinde AKP grup toplantısındaki konuşmasında sadece BOP’tan bahsetmiyor bilakis 28 Aralık 2008 -18 Ocak 2009 tarihleri arasında İsrail’in Gazze’ye 60 savaş uçağı ve yüzlerce tankla başlatmış olduğu operasyonlardan da bahsediyor. Erdoğan Gazze’nin yerle bir edildiği bu operasyonlardan şu şekilde söz ediyor:
“Gazze’de sivillerle çocuklarla birlikte insanlık ölüyor. Hangi çıkar adına olursa olsun, hangi ince hesap adına olursa olsun, hangi diplomatik çekince ile olursa olsun, bu saldırılara sessiz kalanlar, tarih önünde bunun hesabını verecekler. Krizin başından beri ifade ettiğim gibi Gazze’de tüm bir insanlık adeta test ediliyor, sınanıyor. İnsanlığın vicdanı, merhameti aslında ciddi bir imtihandan geçiyor. Geçen süreye ve kayıp sayısının 900’e yaklaşmasına rağmen, masum çocuk ölümleri canlı yayınlarla dünya üzerindeki her eve ulaşmasına rağmen ateşkes sağlanamıyor. BM Güvenlik Konseyi’nin, ABD’nin çekimser, diğer 14 üyenin ise oybirliği ile vermiş olduğu ateşkes kararına İsrail’in tepkisi, ‘biz bu ateşkes kararını tanımıyoruz’ oldu. Bağlayıcılığı olmasına rağmen böyle bir tepkiyi İsrail’in ortaya koyması, İsrail’in uluslararası anlaşmalara karşı da konumunu, durumunu tekrar belirlemesi bakımından çok önemlidir. Zira bugüne kadar BM Güvenlik Konseyinin İsrail ile ilgili Ortadoğu’da almış olduğu kararların hemen hemen büyük bir çoğunluğuna, belkide 100’ü aşkın karara uymadığını görüyoruz. Saldırıların durması için uluslararası toplumun önemli bir bölümü maalesef bunun dışında duyarsız bir tutum sergilemeye devam ediyor. Adeta ‘İsrail işini bitirsin, yapacağını yapsın, arkasında enkaz bıraksın sonra devreye gireriz’ şeklinde bir tavır sergileniyor. Bu saldırılara karşı susmak, harekete geçmemek sebep olunan drama ortak olmaktır. Ölen masum çocuklardan, İsrail ile birlikte sessiz ve tepkisiz kalan herkes sorumludur. Şunu özellikle ifade etmek istiyorum: Uluslararası toplum harekete geçmekte zaten çok geç kalmıştır. İnsanlık vicdanı, insanlık onuru telafisi zor bir şekilde yara almıştır. Ancak, bizler umutlarımızı yitirmedik, yitirmek de istemiyoruz. Daha fazla çocuğun ölmesi, daha fazla masum insanın hayatını kaybetmesi önlenebilir ve önlenmelidir.” (Yeni şafak / 13 Ocak 2009)
Bu operasyonun başlamış olduğu ilk saatlerde 200’ü aşkın Müslüman katledilmişti. 22 günlük katliamın bilançosu resmi olarak bildirilmemiş olmakla beraber binlerce olarak telaffuz edilebilir. Erdoğan’ın bu açıklaması malumunuz olduğu üzere Türkiye’nin İsrail ile ilişkilerinin normal olduğu döneme tekabül etmektedir. İlişkiler aslında bu 22 günlük operasyonlarda yerle bir olan Gazze’ye yardım etmek üzere, İHH’nın 31 Mayıs 2010 tarihinde başlatmış olduğu Mavi Marmara yardım gemileri girişimine, terör devleti olan İsrail’in uluslararası sularda (İsrail‘den 70-80 mil / 130-150 kilometre açıktaki) gemilere gerçekleştirmiş oldukları saldırı sonrasında bozulmuştu. Bozulmuştu diyorum çünkü Erdoğan bozulmasını istemiyordu. Neticede bu, Erdoğan İsrail ile normalleşme sürecine girdikten, yani 28 Haziran 2016 tarihinde Roma’da imzalar atıldıktan sonra, İHH Başkanı Bülent Yıldırım’ın ”Şaşkınız, abluka kalkmadı, İsrail kazançlı çıktı” çıkışından sonra Erdoğan’ın şu sözü verilebilir; ”Siz kalkıp da Türkiye’den böyle bir insani yardım götürmek için günün Başbakanı’na mı sordunuz? Biz zaten oraya gerekli yardımı, Gazze’ye, Filistin’e yaptık, yapıyoruz. Ama bunları da yaparken bizler bir yerlere gövde gösterisi olsun diye değil, her şeyi uluslararası diplomasi neyse bu diplomasi içinde yaptık, yapıyoruz. Ve bundan sonra da yapacağız. Ve bunları davul zurna çalarak değil, edebi adabı içinde yaptık, yapıyoruz. İsrail’in sözü var. Türkiye üzerinden her türlü yardımın Gazze’ye girmesine izin verilecek.” (aljazeera.com.tr)
Erdoğan’ın 6 yıl sonra ”bizemi sorudunuz” sorusu aslında 22 günlük 2008-2009 İsrail Gazze operasyonları sırasında 13 ocak 2009 AKP gurup toplantısında dile getirmiş olduğu sözlerinde samimi olmadığını ve İsrail ile ilişkilerini bozabilir endişesi ile İHH Başkanı’na neden bize sormadan gidiyorsunuz diye sitem ettiğini bize gösteriyor. Dolayısıyla 2010 tarihinde gerçekleşen Mavi Marmara saldırısı, adeta Rus pilotunun Erdoğan’ın inisiyatifi ve isteği dışında bir muhlis subay tarafından vurulması ve ardından Rusya ile ilişkilerin bozulmasına benziyor. Yani özetle şunu söyleyebiliriz. Erdoğan ne İsrail nede Rusya ile ilişkilerini hiç bir zaman bozmak istemiyordu. Lakin istenmeyen veya daha doğru bir ifade ile hesap da olmayan gelişmeler neticesinde, Mavi Marmara gemisi ve Rus uçağının düşürülmesinde olduğu gibi, ilişkiler bozuldu. Sonra şu ortada. Ortaya konulan tavır ile ne dik duruş ne tutulan sözlerin yerine getirilmesi nede izzet ve şeref emaresi var. Aslında İHH Başkanı Bülent Yıldırım’ın söylediği gibi tam tersine Roma’da imzalanan anlaşma ile Gazze’deki ablukayı resmileştirme var orada gerçekleşen katliamlara göz yummak ve bir nevi onaylamak var. Bülent Yıldırım’ın açıklaması tam olarak şu şekilde:
“Zaten özür de özür değil, tazminat da tazminat değil. Tazminat alındı sayılmaz. Bu İsrail’in işine yarayan sorumsuzluk bedeli. Tazminat nedir? Yaptığı haksız fiilden dolayı alınan bedeldir. Bunun uluslararası emsalleri 1 ila 3 milyar dolar arası. Miktar önemli değil, haksız fiilden dolayı ödenseydi tamam ama İsrail bunu bir bağış olarak veriyor. İsrail ‘ben sorumsuzum, yaptığımda haklıydım, ablukayı yasal görüyorum, istenmeyen gelişmeler oldu, çok insan öldü, Türkiye ile ilişkileri de önemsiyorum, bu nedenle doğan zarara karşılık 20 milyon ödüyorum’ diyor. Bu tazminat bu şekilde kabul edilirse Amerika’nın BM’nin kabul etmediği ablukayı resmi olarak Türkiye ve İsrail kabul etmiş oluyor. Gazze limanının açılmadığı gözden kaçmasın. Türkiye özürden sonra büyükelçi gönderseydi protokole gerek kalmadan aynı limanı kullanarak, konut hastane gibi yardımları organize edebilirdi.” (tr.sputniknews.com)
Bu gerçekler karşısında Erdoğan’ın paralel yapıya karşı koz olarak kullanabilmek adına yine gayri ciddi bir şekilde sadece siyasi kazanç elde etmek için, 11 Temmuz 2014 İstanbul Yenikapı Şehir Parkı’nda İstanbul Dostluk Derneği tarafından düzenlenen iftar da şu sözleri söylediği ortaya çıkıyor. Mavi Marmara gemisi saldırısı sonrası “Türkiye otoriteden izin almalıydı” diyen Fethullah Gülen’i suçladığı konuşmasında şunları söylemişti:
“Ne diyordu? Otoriteden izin almaları gerekiyordu. Otorite kim? Güney’deki sevdikleri mi, yoksa biz mi? Eğer otorite Türkiye’de bizsek, biz zaten izni verdik”
Tüm bunlardan sonra Erdoğan arkasından körü körüne giden Müslümanlar, hala bu zatı eleştiremiyorlarsa tam tersine onu savunabiliyorlarsa vallahi bu Müslümanların adeta menfi anlamda değiştiklerini bizlere göstermektedir. Yani Erdoğan ile yavaş yavaş İslam geleceğine, tam tersine insanlar yavaş yavaş İslam’dan uzaklaşmaya başladılar. Bu menfi tutum ise gün geçtikçe belki de farkında olmayarak daha da tehlikeli hal almaya başladı. Erdoğan’a olan güvenin neredeyse Kuran’a ve Sünnete olan güveni aştığını gözlemlemekteyiz. Bu konunun muhtemelen iki sebebi var.
Birinci sebebi: Müslümanlar yıllardır her açıdan gayri İslami olan, yani İngilizlerin güdümünde olan Kemalistler tarafından yönetilmiş olmalarıdır. Bu kişilerin İslam’a karşı kinleri her halleri ile belli olduğundan, Müslümanların en basit güncel hayatlarından dahi sıkıntılarla karşılaşmış olmaları örneğin eğitim hayatlarında, kamu alanında yine medyada ve benzeri toplumsal hayatta sıkıntılarla karşı karşı kalmaktaydılar. Bu yüzeysel bir bakış ile AKP iktidarı ile değişti ve eğitimde, kamu alanında başörtüsü yasağı kalktı, namaz kılmak için ileri sürülen zorluklar bitti ve devletin zirvesi namazlı, oruçlu insanlarla doldu. İnsanların refahı için yollar, köprüler ve havaalanları yapıldı. İnsanlara bu hizmetler açılırken ”ya Allah ya Bismillah” nidaları ile yapıldı. Lakin değişmeyen ve değiştirilmek istenilmeyen bir şey gözden kaçırıldı. Devletin laik, demokratik yapısı değiştirilmedi. Yerine İslami esaslar geleceğine, yani faizin, alkolün, zinanın batı ile olan siyasi, ekonomik ve askeri bağlılığın kalkacağına tam tersine Ruslar’la ilişkilerinin bozulmasından sonra ülkeye gelemeyen Rus turistlerin tekrar gelebilmesi için acilen ilişkilerin normalleşmesi gerekiyordu. Bu turistler ise ülkede zinanın, alkolün yani gayri İslami ne varsa her şeyin gelmesi anlamına geleceğini bildiği halde
İkinci sebep ise Müslümanların birinci sebepten ötürü hüsnü zan etmeleri ve bu zanlarını sözde alimlerin pekiştirmiş olmaları verilebilir. Örneğin Kadir Mısıroğlu verilebilir. Kendisi Erdoğan bağlılığını imani bir mesele olarak değerlendiren kişilerin önde gelenlerinden birisi. Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesi A Haber’de katıldığı programda, “Yolsuzluklar doğru olsa bile Erdoğan’a oy vermek imanın gereğidir. İman bunu emreder. İslam bunu emreder” şeklindeki sözleriyle bu sapık anlayışı görebiliyoruz. Kendisi bununla yetinmedi ve İsrail ve Rusya ile normalleşme süreci ile alakalı bilindik sözlerine devam etti. Hatta Erdoğan’ın Davos’da ”One Minute” çıkışını da örnek vererek İsrail’in gücünü ve Erdoğan için ne kadar endişe duyduğunu dile getirerek konuyu ele aldı. Sözleri şu şekilde idi:
“Tayyip bey hakkında müthiş bir endişeye kapıldım. Çünkü ben Yahudi’nin gücünü biliyorum. Bütün dünyada televizyonlarla takip edilen bir toplantıda Yahudi’ye ‘Siz şöyle cinayet işlersiniz. Böyle cinayet işlersiniz’ diyeceksin. Bu hiçbir devlet reisinin halay edemeyeceği bir cür’ettir. Ben Tayyip bey hesabına çok korktum. Bu hareketi de doğru da bulmadım.”
Devamında ise İsrail ile normalleşme sürecinin şu cümlelerle izah etmeye çalıştı:
“Türkiye atmadı. Barışmak için ilk adımı atan İsrail. Eğer Türkiye atsaydı bu adımı, ‘Ben Mavi Marmara için özür dilenmesinden vazgeçtim. Gel barışalım’ deseydi, o zaman Selametçiler de kınasın, melametçiler de kınasın, ben de kınardım Tayyip beyi. Böyle bir şey yok. Düşman geliyor, senin istediğini yapıyor. Gene barışmıyorsan… Böyle devletler arasında ezeli düşmanlık olmaz.”
Sonunda bu barışın ve normalleşmenin İsrail taraftarlığı olmadığını, bilakis ileriye dönük bir hazırlık dönemi olduğunu şu sözlerle süslüyor:
“Şunu unutmayın; Peygamber Aleyhisselatü Vesselam gelecek hakkında ne söylemişse haktır. Çoğu da çıkmıştır. Bunlardan biri de Yahudi katliamıdır. Buna İslam literatüründe melhame-i kübra denir. Gavurlar Armegedon diyorlar. Öyle bir Yahudi katliamı olacak ki; tabir-i mahsusuyla, Peygamber’in tabiridir bu, arkasına saklanan Yahudi’yi taşlar bile haber verecek. Bu mecazdır. Yani asla kurtulması mümkün değil. Bunu yapacak olan bu Anadolu Müslümanıdır. (Salondan inşallah sesleri geliyor) Bunu Anadolu Müslümanlığı yapacak. Ama bunu yapacak güce ulaşana kadar bu niyeti resmi ağızdan ifade etmek hatadır” (postmedya.com)
Şimdi özellikle bu tür konuşmaları duyan Müslümanların ilk yapacağı iş hüsnü zan olacak ve Erdoğan’a bağlılığını sürdürmeye devam edecek. İçlerinden samimi olan ve yapılanları artık bardağı taşıran son damla olarak görenlerde olmayacak değil. Lakin bu maalesef çoğunluğu teşkil etmeyecek. Şu durumda bizlere düşen hakkı haykırmak ve ne olursa olsun Allah’ın ipinden kıl payı sapmamak olmalı. Rabbim hak yolun yolcularını er veya geç nusreti ile mükafatlandıracak.
Rabbim bizleri hakka tabi olanlardan eylesin. Bizleri hiç bir zaman zelil ve gayri islami davranışlara bürünmüş olan kişilere bağlanmayı nasip etmesin (Amin).
Kardeşiniz Mehmet Aydın
03.07.16